1789 Fransız Devrimi sonrası gelişen
Avrupa’daki milliyetçilik, Osmanlı aydınlarını da etkiler. Bu tedirginlikten
bazı fikirler oluşmaya başlar. Bu fikirlerin başında, çöküşe geçen Osmanlının
kurtarılması için “Osmanlıcılık” ile diğeri “İslamcılık” akımı geliştirilmeye başlanır. Dünyadaki gelişmeler
bakımından bu iki akımda sonunda verimli olmaz, bir ide olarak kalır.
Ancak
Osmanlı aydınlarında oluşmaya başlayan Türkçülüğe yönelik fikirler gelişmeye
başlar. Bunda öncülük yapanlar Namık Kemal, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp,
Gaspıralı İsmail, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin Yurdakul gibileri tavırlarıyla,
yazılarıyla Türk ulusu var etmenin öncüleri olurlar. Milleti
millet yapan unsurların başında dil gelir. Ulus var etmek için öce dille
başlarlar, dile önem verirler.
Mustafa Kemal: “Türk dili, Türk
ulusunun yüreğidir, beleğidir” der ve
Türkçenin dünya dilleri içinde “kök
dil” olduğuna karar verdiği halde,
inatlaşma uğruna Arap dilini kutsallaştırmaya çalışan dincinin zorundandır.
En çok vazgeçilmez yobazların rağbet
ettiği yalan propagandanın en ağırı: “Yazı ve Dil Devrimi, Türkiye’yi bir gecede cahilleştirdi ve tarihinden
ve geçmişinden kopardı” kuyruk takılmış
yalanlarını sürdürmeleridir. Bu kadim yobazların vazgeçmedikleri yalanlarına
bazen entel dantel liboş takımları inatlaşmak uğruna koro halinde hezeyanlarda
bulunarak katkı sağlamak için cümbüş kurarlar ve tek sesli orkestrada
seslendirirler.
1928’de gerçekleştirilen “Dil ve yazı Devrimi ile Türk halkı bir
gecede cahil bırakıldı” derler. Bu yalan. Zaten değil halk bir gecede 600
yıldan bu yana cahil bırakılmıştır. Bu 600 yıllardır cahil bırakılmış halk
nasıl oluyor da bir gecede cahil bırakılmış ki? Halkı ahmak yerine koyan
iddialar. Zaten cahil kalmış halk, daha ne kadar cahilleştirilebilir ki?
Aslında Dil ve Yazı Devrimiyle
cahillikten okuryazarlığa doğru bir eylem olan Dil ve Yazı devrimi ile ülkede
okuryazar oranı 1928’den 2013 yılına gelindiğinde %90’lara kadar ulaşmıştır.
Övünüp durdukları, İslam’la özdeşleştirdikleri
“Arap alfabesi ile yazmak ve okumakla
Müslüman olunacağını” iddiasında bulunan
kadim yobazların etkin yaygaralarına her kesimden pek çok taraftar topladıkları
görülmektedir.
Ama gerçekler su gibi berrak: 600
yıllık Osmanlı döneminde erkeklerde okuryazar oranı 1928 yılına gelindiğinde
dahi %7 iken kadınlarda %3 olmaktaydı. Yani %90 halk cahildir. Okuryazar
değildir. 1928 yılında gerçekleşen Dil ve Yazı Devrimi, %90 cahillikten nasıl
olmuşta bir gecede cahilleri yaratmıştır.
Saray çevresine rağmen Anadolu halkı
zaten Türkçe konuşuyordu. Ülkede ikili bir dil yapısını oluşturanlar ve o
anlaşılmayan dilin adına kendileri “Osmanlıca” diye uyduruk ad vererek,
Anadil Türkçeden ayrı bir dil yaratma çabaları sonucu değil midir?
Dil Devrimi ile dilde sadeleştirme,
Türkçe ile özdeşleştirmek, yabancı dillerden girmiş sözcüklerin yerine arınmış
Türkçe sözcüklerle değiştirmekle, Türkçeyi yabancı dil istilasından
kurtarmaktı. Bu kurtarma eylemini, Anadolu da yaşayan, gerçek anadil sahipleri
Türklerden bölge bölge taranarak derlenmiş sözcükler 1932 yılında kurulan Türk
Dil Kurumu tarafından toplanmıştır.
Bazı kişilerce “Cahil Bırakıldı” Denilen Halk; zaten
cahildi, daha nasıl cahil bırakılsın ki? Matbaa 1727 yılında İbrahim
Müteferrika’nın ölümüne kadar 20 yıl içinde toplam 16 kitap basılmıştır.
Onlarda, Tük dili ve kültürüyle ilgili kitaplar değildi (çünkü matbaa ile kitap
yazma izini verilirken ancak İslam ve kültürle ilgili yazılması yasaktı) Dahi o
kitaplarında alıcısı bulunmamıştır. 19. Yüz yıla kadar, 200 yıla yakın zamana
kadar matbaa işleri iş yapmamıştır Osmanlı da.
İşte buradan yola çıkarak gerçeklere
gelelim. Türkiye 1928 yılına kadar yığınla halk kitlesi gazete, dergi, kitap
okuyordu da 1928 Dil ve Yazı devrimi olunca birden bire okuyup yazamaz mı
oldular?
Dil ve Yazı üzerinden din sömürü yapan
kadim yobazlara soruyorum:
Osmanlı’nın karmakarışık, uyduruk bir
dil meydana getirerek zaten Türkçe olan dili güdükleştirerek, Anadolu Türk köylüsünün
anlayamayacağı farklı bir dil meydana getirmiştir. Bu yamalı dile “Osmanlıca”
deniyordu; Türkçe değildi. İşte dil devrimi bu yanlışı düzeltti, dili
gerçek sahiplerinin diliyle yeniden zenginleştirdi.
Dilde düzenlemede katkı sahipleri
Anadolu halkıydı. Katkı onlardan gelmiştir. Onların bölgelerinde konuştuğu
sözcükler, Rumca-Arapça-Farsça sözcüklerden arındırılarak yerlerine
yerleştirilmiştir. Yani mermer saraylarda azınlığın konuştuğu “Osmanlıca”
denilen dilin yerini, kaynağın (Türk halkı) diline yeniden
kazandırılması olmuştur.
Derler ki: “halkın 1928 öncesi metinleri anlayamaz
oldu” yalanı sırıtıyor apaçık. O
metinleri Anadolu halkı zaten o günde anlamıyordu, bu günde anlamıyor.
Arapça-Farsça sözcüklerle Türkçenin doldurulması ile anlamları bilinmeyen Arap
harfleriyle yazılmış olsa ne mana ifade eder. Yani, Arapça harflerle okur ama
anlamaz.
Halkı dilinden kopardıysa, işte bir
örnek:
Arap alfabesi ile Arap-Fars dilleri
asıl toplumu dilinden ve kültüründen koparan, geri bırakan öz olmayan harfler
dahi Türkçeye uygunsuzluk sorunu olan “Osmanlıca” adını verdikleri
Arapça-farsça ve Türkçe karışımı bir dille yazan divan şairlerinden Nefi’yi
Anadolu Türk halkı, o günde anlamıyordu, bu günde anlamaz:
Girdi Miftah-ı der-i genç-i mânia âlime
Âleme
bezl-i Güher eylesem itlaf değil
Levh-i
mahfuz-ı sühandır dil-i pek-i
Nefi
Tab-ı
yaran gibi dükkançe-i sahaf değil
Anladınız mı? Bu şiiri ne
Osmanlı-Anadolu Türkleri anlar ne de Arapça harflerle dahi yazılmış olsa
şimdiki Türk halkı anlar. Örneğin Nefi’nin bu dörtlükte 24 sözcük var. Bu
sözcüklerin italik olanları Türkçe değildir. Türkçe olanları ise sekiz
sözcüktür. Dahi; “i” ekleri de Türkçe değildir. Örneğin “dil-i” derken oradaki “dil” Türkçe olurken “i” eki Türkçe değildir. Görüldüğü gibi bu şiirde %30 Türkçedir,
eklerle %70 Arapça-Farsçadır.
16. yüzyıl Tatavlalı Mahremi,
Arapça-Farsça sözcüklere kaşı çıkar ve divan edebiyatına tepki olarak
yazdığı “Basitname” adlı yapıtında halk diliyle aşağıdaki şu
şiirini yazar:
Gördüm seğirdür ol ala gözlü geyik gibi
Düştüm saçı duzağına bön üveyik gibi
Buyurun 16. Yüzyılda söylenmiş,
Anadolu’da bir tek kişi diyebilir mi anlamadım, yok. Ve dahi; içinde bir tek
yabacı sözcük var mı? Yok, %100 Türkçe.
Karacaoğlan, halk edebiyatında yeri
olan biridir. Her kesimden sevenleri vardır. Türküler bestelenmiş, hala
dillerden dillere dolaşır deyişleri.
Nedendir de kömür gözlüm nedendir.
Bu geceki benim uyumadığım
Çetin derler ayrılığın derdine
Ayrılık derdine dayanmadığım
Yine 16. Yüz yılda yaşamış Pir Sultan
Abdal:
Demiri demirle döverler, biri sıcak
biri soğuk
İnsanı insan ile döverler, biri zengin,
biri yoksul
Doğrusu Yazı Dil ve Yazı Devrimiyle
okuryazar, anlar oldu bu millet. Arapça-Farsçanın Türkçeyi istilası ile
unutulan Türkçe dili yeniden düzeltilerek hatırlanır duruma getirilmiştir.
Konuşulan dili, her bölgenin anlaması
gerekir.
Daha Türkçenin ırzına geçilmeden 8.
Yüzyılda Orhun Yazıtları, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan ve pek çok
halk ozanların deyişlerine baktığımız zaman, her yerde yaşayan Türkler sözlük
kullanmadan anlarken, Osmanlının geldiği 20. yüzyıl dahi Osmanlı dilini sözlük
kullanmadan anlamaları olası değildi. Türkçe diliyle güçlü bir oyun oynadığını
görürüz Osmanlı döneminde:
Türkçenin yabancı dil
Rumca-Arapça-Farsça etkisine karşı direnişi 1299-1453
Türkçenin üzerinde yabancı dillerin
etkisinin artması 1453-1517
Türkçede Arapça-Farsça etkisinin
üstünlüğü 1517-1718
Türkçenin önem kazanmaya başlaması
1718-1838
Türkçenin bağımsızlığı için çalışmalar
1839-1918 dönemleridir.
Kaynak: Enver Ziya Karal, “Osmanlı Tarihinde Türk Dili Sorunu. Kültür ve
Öğretim Dili Olarak Türkçe” adlı yapıtı,
Ankara 2001 s. 30
Türklerin İslamiyet’i kabul etmesiyle
başlayan Karahanlılar dönemi Arapça-Farsça yerleşmeye başlar. Karahanlı Türkü
olan Yusuf Has Hacip’in yazdığı ünlü Yapıtlardan “Kutadgu Bilig” (Kutlu Bilgiler) de en çok %2 oranında
Arapça-Farsça sözcük vardır.
Yusuf Has Hacip’in yazdığı “Kutlu Bilgiler” yapıtı yazıldıktan 200 yıl sonra yazılan “Atabetül Hakayık” adlı yapıtta ise Arapça-Farsça oran %25’e
çıkar.
Yunus Emre Anadolu’da yaşamış bir
ozandır. Onun deyişlerinde Arapça-Farsça oranı %13 olurken. Divan şairlerinden
Baki’de %65, Nefi’de %60, Nebi’de %54 olur.
Tanzimat dönemi şairlerinden Namık
Kemal’de %62, Şemsettin Sami’de %64, Ahmet Mithat’ta %57 olmaktadır. İttihat Terakki Döneminde Ziya
Gökalp’te %57’dir.
16. yüzyılda başlayan Arapça-Farsça
Türkçeyi ortalama olarak %60 istilası etmiştir. Ama Anadolu insanı Türkçenin öz
benliğini korumuştur. Buna neden bir bakıma Anadolu-Türk insanını okutmayarak
cahil bırakan Osmanlıya borçluyuz Türk dilinin yaşamasını.
Osmanlı aydınları 16. Yüzyıla
gelindiğinde, Türk olmaktan ve Türkçe konuşmaktan utanır olmuşlardır. Buna
anlaşılır bir örnek verirsek; Yavuz Sultan Selim dönemi olaylarını
anlatan Keşfi, “Selimname” adlı kitabını Arapça yazmıştır. Kitabını
Türkçe yazmasını isteyen Şaire şu karşılığı vermişti: "Türkçe dili, iri bir inci tanesi gibi
yontulmamıştır ve iç tırmalayıcıdır. O nedenle yeryüzündeki zarif yaradılışlı
kişilerce hoş. Dilde kurallara önem veren kimselerin anlayış ve beğenisine
uygun düşmemektedir. Bu yüzdende kültürlü kimselerin görüşmelerinde dışlanmış
ve güzel konuşan kişilerin söyleyişlerinde aşağılanmıştır” der.
Bir bakıma Arapça-Farsça sözcükler
kullanılmaya başlaması ve konuşma dili ile yazı dilinin ayrışması, halk
edebiyatı ile sözlü dilin gelişmesi sağlanırken, soylu, aydın zümrelerle, halk
edebiyatında divan edebiyatın kesin sınırlarla birbirinden ayrıştırılması ile
Arapça-Farsça sözcükler halk edebiyatının içine fazla sızamamıştır. Buna
yukarıda sözünü ettiğim halkın okuryazar olmamasındandır. Okuryazar olsaydı
halk, Türkçenin ruhuna Fatiha çok yıllar önce okunmuş olurdu.
En çok konuşulan halk dili Türkçe 600
yıl baskı altında kalsa da, yazım dili olan Arap-Fars dilleri Türkçeyi Anadolu
insanın elinden alıp yok edememiştir. Anacak dil farklılığı yüzünden Anadolu
Türk halkını Osmanlı’dan uzaklaşmasına yol açmıştır.
Sahtekarların Yalanları;
Öyle önüne gelen, bilip bilmeden,
“Atatürk durup dururken ‘Dil ve Yazı
Devrimini yaptı” derler. Ama Dil ve yazı devriminin alt yapısının 200 yıl
öncesine dayandığını, üst yapının inşasını Atatürk “Dil ve Yazı Devrimi” yaparak tamamladığını bilmezler ya da
söylemek istemezler.
Hatta iftiracılar derler ki; “Atatürk Dil ve Yazı Devrimini İngilizlerin
isteği üzerine, İslami geçmişine koparmak ve uzaklaştırmak için Atatürk’e
yaptırdıklarını” yalanını söylerler.
Mustafa Kemal’in Dil ve Yazı
devriminden 150 yıl önce yani 1773 yılında açılan “Mühendishane-i Bahri Hümayun” (Deniz Harp okulu) mektebinde Baron de Tott
ve Cezayirli Hasan Efendi tarafından kurulan bu okulda Tott ve Hasan Efendi
derslerin (Osmanlıca değil) Türkçe verilmesine başlarlar.
1793 yılında tarihinde 3. Selim
tarafından kurulan “Mühendishane-i
Berri Hümayun” (Kara Harp Okulu)
mektebinde dersler Türkçe verilir. Dahi bu harp okulunda 400 ciltlik bir
kütüphane kurulur. Buradaki Fransızca kitapların Türkçeye çevrilmesi emrini 3.Selim
verir.
2. Mahmut döneminde, Türkçenin Arapçanın
baskısından kurtulması için önemli adımlar atılır 1827 yılında açılan Tıp
Okulunda Türkçe eğitim verilmesini bizzat 2. Mahmut ister ve Türkçe öğretip
yurdun her bölgesine yaygınlaştırılmasını ister. Yani, Doktor ile tedavi ettiği
halk arasındaki anlaşılmaz dil farkını anlaşılır hale getirmektir amaç.
Ziya Paşa Türkçenin yaygınlaşmasından
yana olarak, devlet dairelerindeki halkla, devlet arasındaki iletişim
kopukluğunu şöyle anlatır: “Sorgu
yargıcı davalıya konuşulan Türkçe ile soru sorar ve yanıtlar alır. Fakat
tutanağı resmi deyimlerle saptırır. O biçimdeki tutanağı davacıya okuduğunda,
davalı sözlerin Arapçaya çevrildiğini sanarak hiçbir şey anlamaz ve nezaket
gereği tutanağın altına mührünü ya da parmağını basar” der. Kaynak: Şemsettin Turan, “Atatürk ve
Ulusal Dil” Eylül 1998 s.12
1876 yılında “Anayasa Kanunu Esasının 18. Maddesine” göre “Osmanlı uyruğunda bulunanların devlet
hizmetlerinde çalıştırılabilmeleri için, devletin resmi dili Türkçeyi bilmesi gerekir” Hükmü vardır.
1877 yılında yürürlüğe giren Belediye
Meclis Üyeliğine girenlerden, Türkçe konuşmaları zorunlu hale getirilir.
Ayrıca 1908’de “Türk Derneği” kurulur. Bu derneğin kurucuları arasında Necip
Asım, Ahmet Mithat, Velet Çelebi, Buharalı Tahir adlı kişilerden oluşur. Amaçları
Osmanlıcayı halkın anlayacağı duruma getirerek, Türkçeyi bilim dili durumuna
getirmektir.
Osmanlı’nın en özgür kenti Selanik’te
başlayan aydınlanma hareketi, “Genç
Kalem Dergisi” çevresinde derlenen Ziya
Gökalp, Ali Canip, Ömer Seyfettin gibi ünlü isimler, Türk dilini sadeleştirmek
için kapsamlı bir çalışma yaparlar.
Namık Kemal, Şinasi, Ziya, Ali Suavi,
Ahmet Vefik Paşa ve Şemsettin Sami gibi Osmanlı aydınları Türkçeye önem
verirler.
Şemsettin Sami: “Dilimizi sadeleştirelim, dilimizi Türkçeleştirelim
diye bağırmaktan vazgeçmeyeceğiz” diye
haykırır.
Şinasi, Türk halkının tamamen Türkçeyi
benimsemesini ister. Türkçe atasözlerini toplayarak yayınlar ve dahi, salt
Türkçe şiirler yazmayı dener, yabancı sözcükleri dilden ayırmaya çalışır.
Ziya Paşa, nazım ve nesirde kullanılan
sözcüklerin üçte biri bile Türkçe olmadığını belirtir. Ziya Paşa’ya göre: “Divan edebiyatının dili ve örnekleri Türkçe
değildir. Bu durum Türkçenin gelişmesini engellemiştir.” Der.
Ali Suavi ise: “Osmanlıca, siyasi bir deyimdir. Osmanlı
sözcüğü, dilin ne olduğunu anlatmaz, doğrusu ‘Türk dilidir” diyerek halk dili Türkçeye sahip çıkanlardan
olur. Osmanlıcadaki Arapça-Farsça kuralların değiştirilip Türkçeleştirilmesini
ve dahi, din dilinin de Türkçeleştirilmesini ister.
Demek ki; başta dinci yalancıların
dediği gibi Mustafa Kemal: “birdenbire Dil ve Yazı Devrimi yapmamış. 150 yıldır
dilde öze dönme mücadelesi var ortada. Halk zaten cahilken birdenbire cahil
falan kalmadı…
Anadolu’da halkın büyük çoğunluğu
(%97’ye yakını) Türkçe konuşurdu, Türkçe dinlerdi ama Türkçe okuyup-yazamazdı.
Türkçe yıllarca ağızdan ağıza aktarılarak, sözlü olarak kendini korudu geldi
günümüze.
Osmanlı içinde bile okur-yazar kesim
(%10 falan) oldukça azınlıktaydı. Bunların pek çoğu medrese eğitimi görmüş
kişilerden oluşmaktaydı. Bu okuryazar kesimler halktan ayrı, halkın anlamadığı
bir dil konuşur “Osmanlı efendisi” idiler. Türkçeye ise “kaba halk dili” diyerek aşağılarlardı.
Medreselerde yasak olan Türkçe dil, en
çok tekkelerde, tekke kültürü içinde konuşulur, orada halk ozanlarının
deyişlerinde yaşama tutunurdu.
Dilde Gelişmenin Olumlu Sonuçları
1932 yılına gelindiğinde Türk dilini
zenginleştirmek için Mustafa Kemal, “Türk Dil ve Tarih Kurumu” nu kurdurmuştur. İlk iş olarak Anadolu ağzından
derleme yoz, albeni, abartma, kuzey, güney, doğu, batı, ivedi, yozlaşmak gibi
Türkçeleştirilir. Sonucu iyice sağlıklı bir biçimde geliştiğini görürüz.
Araştırmalara göre 1931’e gelindiğinde
haber dilinde Türkçenin yeri %35 olurken 1936 yılında bu oran %48’e çıkar. 1946
yılında ise haber dilinde Türkçe, konuşma ve yazma dili olarak %57’ye çıkar.
1965 yılına gelindiğinde görülüyor ki Türkçe % 60,5 oranı ile iyice
zenginleştirildiği görülür.
Ayrıca bir başka yönden bakıldığında
Türkçe, 1975-1986-1989 tarihleri arasında Osman Asım Aksoy’un, cumhuriyet
dönemi Türk edebiyatçıların yapıtlarında
“Türkçe sözcük oranı” araştırmasında:
Sait Faik Abasıyanık %57, Reşat Nuri
Gültekin %74, Agâh Sırrı Levent %78, Necati Cumali %81, Oktay Akbay %86, Behçet
Necatigil %86, Nurullah Ataç %90 oranında yapıtlarında Türkçe sözcük
kullanmışlardır.
İşte böyle. Bu konuda Sinan Meydan: “Osmanlı
dili bozdu. Cumhuriyet bozulan dili düzeltmeye çalıştı” der ve Yazı ve Dil Devrimini eleştirenlere de
şöyle sürdürür sözlerini haklı olarak: “Bozulmuşluğu, bozuk düzenin devamını savunmak, bir ulusun dilini
tamamen yok edecek kadar tehlikeli bir düşünce” olduğunu söyler.
Yazı devriminin Osmanlı da Tanzimat
(1839-1976) döneminden beri 1928’e kadar tartışılarak geldiği ve 1928’de
toplumsal ihtiyaca yanıt veren bir eylem olur; iyi bir uygulama ile sonuçta
hayata geçer.
Aslında daha da gerilere gidersek, ilk
Türkçe Latin harfleriyle 1553’de Hırvat kökenli bir esir olan Bartholomeo
Georgieuiz tarafından yazılmıştır. Osmanlı da esirken üç kez kaçmaya çalışsa da
yakalanır. Ama en sonunda Osmanlı esaretinden kaçmayı başarır.
Sonra yerleştiği Fransa-Paris’te Türklerin
inançları ve adetleri üzerine 2 kitap yazmıştır. 1553 yılında, “De Turcarum Moribus” (Türklerin Kişiliği Üzerine) adlı kitabı
Latin harflerle Türkçe yazılmış ilk kitaptır.
Evliya Çelebi: “Asla Urum lisanı bilmeyüp batıl (kaba, öz)
Türk lisanı üzerine konuşan Anadolu’daki Rumlar Türkçeyi Grek (Kiril) alfabesiyle
yazmıştır. Ermeniler ve Yahudiler de Türkçeyi kendi alfabeleriyle
yazmışlardır” der.
17. yüzyılda “Arap alfabesinin Türkçeye uymadığını, Türkçe
yazmada yetersizliğini” ilk vurgulayan
Kâtip Çelebi olmuştur.
En ilginci ise, dinci taifede
Abdülhamit sevdası vardır. 2. Abdülhamit zamanında Şemsettin Sami Bey, Türkçeye
uymadığı gerekçesiyle Arap alfabesinin ıslahını belirtir. Türkçenin yerine
Arapçanın resmi dil olmasını savunurken 2. Abdülhamit, sonraları bu konuda
düşüncelerini değiştirerek, Türkçenin öneminden söz etmeye başlar. Dahi, Latin
harflerine vurgu yapar ve şu sözleri eder:
“Halkımızın okuma-yazma bilmemesinde şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü
bizim yazımızın sırlarına varmak kolay değil. Latin alfabesi almakla belki
halkımızın işini kolaylaştırabiliriz”
demiştir. Kaynak: Vehbi Ali,
Persees et Souvenirs de L’ex-Sultan Abdülhamit”
190 Karal. s.65
1912
yılında “Mukadderat-ı Tedenniye-i
Tarihiye” adlı kitabında: “Mesela, şu Sami ve lisanımızın ruhuna
uymayan Arap harflerini terk edelim. Üniversal olan Latin harflerini alalım.
Arap harfleri, Arap ve İbrani gibi Sami dilleri içindir… Hâlbuki Türkçemiz
Turani özelliğini kaybetmemiştir. Sami dillerinden çok Avrupa dillerine benzer.
Bize ‘Huri-i Munfasıla’ (Latin Harfleri
gibi ayrı yazılan harfler) lazımdır…”
der.