23 Mayıs 2018 Çarşamba

HOCALI-DAĞLIK KARABAĞ KATLİAMINA TANIK OLAN GAZETECİLER


Karabağ-Hocalı Olaylarının Görgü Tanıkları Gazeteciler
Anatol Lieven, Londra’daki Kings College’ın Savaş Çalışmaları Bölümünde öğretim görevlisi, 1990’larda “London Times” adına Kafkasya’da muhabirlik yapıyordu. Hocalı katliamının ardından Ağdam’a gelen Thomas Goltz onunla 2011 Ekim günü röportaj yaptı. Dağlık Karabağ’daki savaşında gördüğü gerçekleri anlattı. Şöyle:

“Duygusal açıdan Ermenilere sempati duyuluyordu... Karabağ meselesi her zaman bir Ermeni ulusal hareket olrak ve sıklıkla da bir  “kurtuluş”  hareketi havasında aktarılıyordu. Böylece kısmen Batılıların daha genel geçer önyargıları yüzünden, kısmen de Ermeni lobisi sayesinde bazı tam anlamıyla alakasız ve dış öğeler eklendi.

Yani, hiç unutmam, 1992 başlarında Bakü’deydim ve o dönemin ABD’nin Dışişleri Bakanı James Baker peşine her zamanki gibi Washington merkezli dışişleri muhabirlerinden oluşan bir uzun kuyruk takıp ziyarete geldi. Bende Azerbaycanlı meslektaşların ile birlikte düzenledikleri basın toplantısına katıldım. Washington muhabirlerinden  “Azerbaycan’da yükselmekte olan İslam-i köktencilik”  hakkında sorular geliyordu ve orada olan bizler de,  “Ne!...”  diyorduk. Elbette bunun nedeni Washington’da kendilerine söylenenden ve kebdi kişisel önyargılarından sonuç çıkarıyor olmalıydı”

Olay yerinde gördüklerini şöyle anlatır Anatol Lieven:
“The Times için çalışan bir muhabir olarak Hocalı’nın akıbetini haber yaptım. Hattın Azerbaycan tarafındaki Ağdam’da hep birlikteydik ve ardından tepelere saçılmış cesetleri görmek için helikopterle gezmiştik ve o zaman benim için Ermenilerin Dağlık Karabağ’da ve aynı zamanda Ermenistan’ın içinde de, etnik temizlik yaptıkları gayet açıktı. Dağlık Karabağ veya her hangi bir başka yerde gerçekleşecek bir Ermeni işgalinin Azerbaycanlı nüfuzun zorunlu sürgünüyle sonuçlanacağından ve Hocalı’da da gayet net bir biçimde bunun gerçekleştiğinden emindim. Bu süreçte onca insanın nasıl öldürüldüğü bugün bile benim için hala tam olarak net değil...

Yani bu ne ölçüde sistemli bir katliamdı ve ne ölçüde, diyelim ki; bir tür uzun süredir davam eden kavga bağlamında son derece istekli bir biçimde şiddet uygulanmasından ibaretti? Tam anlamıyla net olmasa da bu süreçte çok sayıda kadının çocuğun öldürüldüğü ve benim gördüğüm cesetlerden hatırı sayılır bir kısmının yakın mesafeden vurulmuş olduğuydu.”  Diyordu.

Frederique Lengaigne Foto Muhabiri
Bir belgesel yapımcısı olarak 1992’de Sovyetler Birliğinin çöküşü ve ardından yaşananlar sırasında Moskova’da Reuters’in baş fotoğrafçısı olarak bulunuyordu. Dağlık Karabağ’da çatışmaların başlamasıyla Azerbaycan’a gitti. Şubat ayında Ağdam’a ulaştı. Ağdam’da, Hocalı’dan yığınla gelen öldürülmüş cesetleri ve yaralı yarasız perişan mültecileri gördü ve onların resimlerini çekti.

2012 yılında, yanı katliamdan 20 yıl sonra o çektiği 65 fotoğrafların Bakü’de sergisini açtı ve konuşmasında olayları 1992’de Ermenilerin nasıl katliam yaptıklarını anlattı:

“Hepimiz katliamdan bir kaç gün sonra oraya varmıştık, neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, sadece bölgedeki çatışmaların şiddetlendiğini düşünmüştür. (Ağdan’da) Oradaki ruh hali, panik doğru kelime olmayacak, bir tür isteri biçimiydi. İnsanlar aşırı yüksek sesle konuşuyorlardı, aşırı hızlı yürüyorlardı; aşırı hareketliydiler. Doğruca, sanıyorum hükümet konağıydı, oraya gittik; kayıt yaptırmamız gerekiyordu...

Orada, çektiği fotoğraflar hakkında soru sorana:
“Öncelikle orada fotoğraf çekip çekmeyeceğimi bilmiyordum, biraz şüphedeydim... Ama insanlar fotoğraf çekmemi istediler ve bu bana şaşırtıcı geldi... Bir caminin içinde olmak... Erkeklerin fotoğrafını çekmek... Hem de bir kadın olarak. Ancak belli ki insanların akıllarında başka meseleler var. Fotoğraflara baktığım zaman çok ağlamış olmalarını gerektiğini görüyorum, özellikle de kadınların ama ne kadar düşünürsem düşüneyim, sesleri anımsayamıyorum, aklımda çok sessiz kalmış. Kadınlar ağlayıp feryat etmiş olmalı ama ben oldukça sessiz olduğunu düşünmüştüm.

Günün sonunda insanlar (cesetleri) görmeye geliyorlardı ve gözlerine inanamıyorlardı. Haberi sokakta duymuş olmalıydılar. Bakıyorlardı, öyle bakıyorlardı... İnsanları çoğunun orada bir akrabası yoktu ama yinede ama çok sessizdiler...

Bir tür sahra hastanesine çevrilmiş bir tren vagonunda çekmiş fotoğrafları hakkında:

“Bu hastane tereni ne zaman düzenlenişti bilmiyorum ama bir süredir oradaymış gibi bir hali vardı. Orada bazı resimler çektim ama bu benim için... yani ölülerin fotoğraflarını çekmek başka bir şey ama yaralı, acı içindeki insanların fotoğrafını çekmek, bu nerdeyse katlanılmaz bir şeydi. İnsan kendisini yanlış bir şey yapıyormuş gibi hissediyordu. İnsanlar, doktorlar, hemşireler ve ışık, hepsi birlikte sanki bir filim seti gibiydi. Amacım kalabalık etmek değil ama ışık yüzünden öyle görünüyordu. Çok organizeydiler; karmaşa ya da panik hali yoktu...”

Reza Deghati, Uluslararası Foto Muhabiri
Reza Deghati, 1992 Şubat ayında farklı insani yardım örgütlerinden bir grup Fransız doktora eşlik ederek, kuzeyden güneydeki Karabağ savaşının Azerbaycan sınırına geçer ve bölgedeki son Azerbaycan kasabası olan Şuşa’ya ulaşır. Kendi deyimiyle, Ağdam’a vardığında çoğu kadınlar ve yaşlılardan oluşan insanlarla karşılaşır. Şöyle der: “Bunlar 26 Şubat gecesiydi, Hocalı’dan kaçmışlardı ve Ermeni güçlerinin Azerbaycanlı sivilleri nasıl toplu kıyma uğrattığına dair dehşet verici öyküler anlatıyorlardı. Dolaysıyla bilgi toplamaya başladık ve günümüzde Hocalı Katliamı olarak biline trajedinin önemini kavradık”  diyor ve gördüklerini sürdürüyor:

“Times, Newsweek, Paris Match ve benzeri birçok medya kuruluşu adına çalıştığım kariyerim boyunca, pek çok savaşa, çatışmaya ve devrime tanıklık ettim, savaşın vahşetini gördüm ve o vahşeti haber yaptım, çünkü gördüklerimi dünyaya anlatmanın bir gazeteci benim görevim ve sorumluluğum olduğuna inanıyorum...

Hocalı olayında bir katliamına tanıklık ediyordum...
Ağdam meydanı çevresinde bir morgun yakınında dolanıp duruyor, Ermeni askerler, Hocalı ile Ağdam arasındaki tarafsız bölgede cesetleri toplaması için Kızıl Haç’ın izin verdiğinden, cenazelerin gelmesini bekliyorlardı.

Bekleyenlerin çoğu kadındı. Ya katliamdan kurtulmuşlardı ya da katliamdan akrabalarıydılar, bir cesetten diğerine koşup, aile fertlerinin, herhangi bir akrabalarının ya da komşularının cesedini teşhis etmeye çalışıyorlardı.

Hepsi günlerdir oradaydı. Kızıl Haç ne zaman yeni bir grup ceset getirse, bekleşen kadınlardan bazılarının ölülerden bazılarına sahip çıkacaklarını o zaman, feryat eden kadınlar hala kana bulanmış sevdiklerinin donmuş bedenlerini öperken bütün meydanın katlanılmaz bir acının sahnesine dönüşeceğini biliyordunuz...

Özellikle dikkatimi çeken bir kadın vardı. Üç gündür orada oğlunu ve kocasını arıyordu ama nafileydi. Yine de ne zaman diğer kadınlardan biri bir sevdiğini bulup, acı ve ıstırap içinde yere çökse, onları teselli etmek için ilk o yanlarına koşuyordu.

Sonra; Ağdam’daki üçüncü günümüzde, bana doğru, direk kamerama doğru konuştuğunu gördüm: 

“Gel, gel’”  diye bağırdı.  “Oğlumu gördüm, erimi buldum, gözleri yok!” Gözleri yok, düşünebiliyor musunuz?  İşte bu feryat eden kadının resmini çeken Foto Muhabiri Reza, sergisinin baş resmi yapar.

2010 yılında Paris’deki Luxembourg Metro İstasyonunda. Bu sergide, 30 yıllık çalışmalarına dair, Ruanda’dan, Afganistan’dan, Azerbaycan’dan fotoğraflar vardı. Hocalı katliamında ölen oğlunun ve kocasının gözleri olmayan cesetlerini daha o an bulmuş, “Feryat Eden Kadın’ın”  fotoğrafını kullanmaya karar verir. Dahi, fotoğrafın altına küçük bir not düşer...

Şöyle anlatıyor Reza:  “Serginin açılışından bir kaç gün sonra Ermenistan Büyükelçisi aradı ve benimle konuşmak istediğini söyleyerek, öğle yemeğine davet etti. Bu kendi başına alışılmadık bir şey değildi. Oldukça iyi tanınan bir muhabir ve gazeteci olarak, çalışmalarımla ilgilenen diplomatlar da dâhil, çok çeşitli insanlarla tanışmaya alışkınım. Daha da önemlisi, beni davetinin Luzembourg Metro İstasyonu’ndaki sergiyle bir ilgisi olmadığına inandırmak için aşırı çaba harcadı ve ben bu yüzden kabul ettim.

Ancak öğle yemeği sırasında büyükelçi konuyu yavaş yavaş Hocalı’ya ve benim Feryat Eden Kadın portreme getirdi. Önce bana Hocalı katliamının Ermenistan tarafından yapılmadığı konusunda bilgilendirdi.; katliamı gerçekleştirenler ya Azerbaycanlı ya da Afganlar; konuştuğum, gördüğüm herkes Hocalı öyküsünü canlandırmak için Ağdam’a gönderilmiş oyunculardı...

Söylediklerine itiraz edince, büyükelçi ses tonunu değiştirdi...

“Burada, Fransa’da Azerbaycan hakkında konuşan yanınızca bir kişisin, dedi, pek de örtülü olmayan bir tehditle, bizse (Ermeniler) 500 bin kişiyiz”  der.

Reza:  “Sayın Büyükelçi, sanırım hayat hikâyemi okumuşsunuzdur ve çalışmalarımı biliyorsunuzdur”  diye yanıtladım. İran’da Şah zamanı düşüncelerim ve gerçekleri söylediğim için hapsedildim; gerçekleri söylediğim için beş ay boyunca işkenceye uğradım. Bakın sayın büyükelçi, 500 bin değil 500 milyon kişi de olsa, gerçekleri anlatmama engel olamaz...

Ne yaptılar biliyor musun?
Önce, eğer Feryat Eden Kadın’ın fotğrafı kaldırılmazsa Fransız Metro’su yetkilerine ve ban karşı karalama davası açmakla tehdit ettiler. Metro yetkilileri fotoğrafı kaldırmayı reddetti; herhangi bir dava açılmadı...

Aradan ‘kimliği belirsiz’ kişiler Luxembourg Metro İstasyon’undaki sergiyi ziyaret ederek, Hocalılı kadının portresindeki açıklamanın üstüne grafiti karalayıp, bana yönelik çirkin şeyler yazdılar...

Her saldırının ardından grafitiler temizlendi. Metro yetkililerine göre tam 27 kez, ardından, bir gün Paris Metrosu’nun müdüründen bir telefon aldım. ‘Çok üzgünüz’  dedi ‘ama holiganlar gelip, fotoğrafın açıklamasını yırtmışlar’ dedi. Kulaklarıma inanamıyordum. Paris’te, özgürlüklerin ve insan haklarının başkentinde mi yapmışlardı bunu?

Bu yüzden onları kendi gözlerimle görmek için oraya gittim ve gördüklerim ruhumda, bugün hala orada olan, koca bir delik açtı. İşte o zaman fark ettim ki, eğer bu insanlar Paris’in merkezindeki bir sergideki iki satır metne tahammül edemiyor ve onu koparıp atmak gereği hissediyorsa, o zaman Azerbaycan halkına, kendi karşı bir satır yazmaya cüret edecek gazeteciler, şairlere ve yazarlara neler yapabilirlerdi. Peki ya Karabağ halkına?  Anlamıyor musunuz?

NOT: Fotolar ve görgü tanıkları, Anatol Lieven, Frederique Lengaigne, Kalaus Reisinger, Viktorya İvleva, Reza Daghati Feyta eden kadınla  


13 Mayıs 2018 Pazar

BU NE KİN, BU NE NEFRET BU NE HİDDET, BU NE CELAL


Recep Erdoğan, Ne Diyor Ana Muhalefet Patisine?
Sokaktaki, kültürsüz, görgüsüz, maganda bir insanın bile ağzına yakıştıramayacağı edepsizce sözleri Ana Muhalefet partisi için ahlak sınırların aşan şu sözleri söylemiş ve söylemeyi sürdürüyor: “CHP demek  ‘tezek’ demektir. Aradan bir kaç gün geçiyor, yine ağzını açıyor: “CHP ‘pisliktir”  diyor. Daha önceleri ise: CHP’nin cibilliyet sorunu var”, CHP kanalizasyondur”, “CHP çapsızdır”, CHP’nin geçmişi lekelidir”, CHP’nin sicili bozuktur”, CHP sabıkalıdır”, diyor. Bu sözler bile saygının bittiği, vatandaşın saygısızlık yaptı diye kusursuzluk değildir. Bu hal ile nerede nasıl buluşup ülkenin bütününe hizmet eden bir cumhurbaşkanı olarak bakacaksınız sorarım?

Atatürk’e ve İsmet Paşa’ya “iki ayyaş” dedi. Camileri ahır yaptı dedi Ecdada ihanet yaptı, Ezanı yobazlık olarak gördü, Ankara’yı ezansız bıraktı” dedi.

Recep Erdoğan: “1919'dan başlatılan tarih anlayışını reddediyorum, birileri bize Lozan'ı zafer diye yutturmaya çalıştılar, milletin ekmeğini karneye bağladılar, milletin inancıyla uğraştılar, bakın raflarda kafatasları var. Reisicumhur Mustafa Kemal, İsmet Paşa'nın imzası var, insani midir, vicdani midir” dedi.

Onuncu Yıl Marşı'nda geçer demir ağlarla ördük falan, neyi ördün be, hiçbir şey örmüş değilsin”  dedi.  

Recep Erdoğan’ın gidişatını Hitlere benzetenlere ise: “CHP'liler Hitler'e benzetecek siyasi figür arıyorlarsa eski genel başkanlarının fotoğraflarına baksınlar, adını anmak istemiyorum, Cumhuriyet Bayramı'nda vals yaparak insanımızı taciz ettiler” diyordu.

CHP kanalizasyon çukurunda debeleniyor, CHP çuvalının içi cüruf oldu" dedi. 16 yıllık iktidar gücünün verdiği kibirle: "CHP cücedir, bizim sıkletimize uygun değildir. dedi. 

Muharrem İnce içinse: “CHP'nin aday yaptığı gariban, kukla, eşeğe altın palan vursan eşek yine eşektir” diyerek hakaret ediyor.

Son söz: CHP İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde 40 yıl önce bir çöplük patlaması kazasını hiddetli bir biçimde abartarak meydanlarda anlatan Recep Erdoğan, 16 yıllık iktidarında tren kazası oldu 41 can öldü, Soma'da maden ocağı patladı 301 canımız öldü, Aladağ'da kaçak yurt yandı yavrularımız öldü, Karaman'da tecavüz olayları oldu, "Bir kereden bir şey olmaz" denildi unutulduysa hatırlatayım demiştim...

1 Mayıs 2018 Salı

DİKTATÖR, MİLLİ İRADE ve VESAYET


Kendisine “Diktatör” Denmesini Asla İstemeyiz!
Yolları ayıran ile yolları ayrılan
Tarihte hiçbir diktatör kendi diktatörlüğünü asla kabul etmemiştir. Hele siyasi İslamcı ne kadar diktatörler varsa, bahaneleri, her şey “Allah adına, İslam adına” diye bütün diktatörlüklerine dini kılıf olarak kullanmışlardır.

Recep Erdoğan: “Bana diktatör diyor ya, esas diktatör Bay Kemal’dir. Bakın 15 milletvekilini bir emirle başka partiye gönderdi. Bunu ancak diktatörler yapar. Bu milletvekillerini halk seçmedi mi? Ne oldu halkın oyları” diye sordu?

İzan ve irfanla bir an düşünün! Daha kısa bir süre önce: Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’i koltuğundan kim kaldırdı...

İlk kez bir Başbakan olarak seçimlere katılıp %49.5 oyla partisini tek başına iktidar yapan Ahmet Davutoğlu’nu görevden kim alıp alaşağı etti? 

Kadir Topbaş’ı İstanbul Belediye Başkanlığından kim alaşağı etti?
Bursa Belediye Başkanı’nı Ağlayarak istifaya zorlanan Balıkesir Belediye Başkanını kim alaşağı etti? Ve dahi, “hadi naş” diyerek onlarca belediye başkanlarını görevden alan kimdi?

Haydi, soralım; bunları halkın iradesi seçmedi mi; seçti. O halde halkın iradesi bir kişiye bağlı olunca, istediğini yapma yetkisini kendinde bulup, “halkın iradesi” diye konuşmayacak tek kişidir.

Hele 12 milyon seçmene “tezek” diyecek kadar kendisini kaybetmiş birisi, halkın iradesiyle alay etmekten başka nedir ki? Demek ki, “diktatör” olmasa da, “demokrat” değildir.

Çünkü Recep Erdoğan, geldiği iklimden dolayı, şartsız “biat” ve “itaat” isteyen bir yapıya sahiptir. Sözünün üstüne asla partisinde söz söyleyen bulunmaz, bulunanlarda dışlanır ve cezası ağır olur. Aslında bir bakıma Recep Erdoğan, kendi partisinde bile kimseye güvendiği falan yok. Bırakın il kongrelerini, en küçük kasaba kongrelerine bile kendisi katılıyor, kendisi müdahale ediyor, kimin il başkanı, kimin ilçe başkanı, kimin ocak başkanı olacağına tek elden o karar veriyor. Hatta maçlara bile müdahale ediyor, kendi takımı oynuyorsa, taraftarlarına “statları doldurmaya var mısınız” diyor “evet” nidaları yükseliyor ve “ansızın gelip göreceğim ha” diye de uyarıyor. 

En son olarak ta, “Askeri Vesayet”i ortadan kaldırdık diye propaganda yaptılar yıllarca. Ne oldu? Meğerse kendilerinin vesayeti için askeri kullanır olmuşlar. Hani “milli irade” nerede kaldı? Bu Millet uyumaya devam ederken, Askeri Vesayetten nefret eden AKP önderliği, Türk Ordusunun Genelkurmay Başkanını, 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı seçimi için “posta modern” darbe ile Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar Paşa’yı, Devletinin helikopteri ile Abdullah Gül’ün başına bir balyoz gibi indiriyor ve “cumhurbaşkanı adayı olma” diye talimat veriyorlar.

Vesayetse Vesayet Budur...
Bu ülkede “askeri vesayeti kaldırdık” diyen iktidar, kendi askeri vesayetini kurmuş, karşısında siyasi rakip istemeyen Cumhurbaşkanı, Genel Kurmay başkanı ile birlikte Cumhurbaşkanı sözcüsü İbrahim Kalın’ı Abdullah Gül’e göndermesi, gözdağı sopası niteliğinde, ülke için vahim bir olaydır. Buna demokrasi dilinde “post modern darbe”  denir.

Milli İrade Ha...
15 vekil için “Milli İrade”ye saygınlık yapıldı demekte Recep Erdoğan. O halde seçime girip %49.5 oyla başbakan olan Ahmet Davutoğlu’nu bir darbe ile alaşağı edenken milli iradeye darbe değil miydi? Dahi birçok belediye başkanlarını “milli irade” seçtiği halde, ağlayarak başkanlıklarından alaşağı eden sanki kendisi değildi...


BÜYÜK İSRAİL PLANI ve KÜRESEL GÜÇ OYUNLARI KIYAMETİN HAYALİ BİR REÇETESİ Bu makale Internationalist 360 tarafından yayımlandı. Espen B. Øyul...