11 Ağustos 2013 Pazar

SÜLALE ADIYLA KURULAN DEVLETTEN ULUSUN ADIYLA KURULAN DEVLETE


DEVLET ve REAYA (DAVAR SÜRÜSÜ)
Doğu geleneğinde devlet kavramı ilk çağlardan bu yana hükümetle karıştırılmış, aynı manayı taşır gibi algılanmıştır. Bu algılama biçimi, Türklerde daha da belirgin biçimde zihinlerde canlı tutulmuştur. Örneği bu anlayış bizde de böyle algılanmıştır.

Türkler kurdukları devletleri bir aile veya şahsiyet adına kurmuşlardır. Değişik Türk kabilelerin kabile adıyla kurulmayan Göktürklerden sonra 1000 yıldan fazla zaman, değişik kabile (Selçuklu, Osmanlı, Gazneli, Akkoyunlu vs. gibi) adlarıyla devletler kurmuşlar ve hep aynı düşüncenin eylemi olmuşlardır. Geçmiş Türk tarihine bir baktığımızda her gelen yeni Türk devleti, yendiği eski Türk devlet üzerine kurulduğu görülmüştür ama devletin adı değiştirip de dili değişmeyen eski devlet üzerinde kurulan yeni devlet, eski devleti adeta yabancı saymıştır. Buna bir Osmanlı şair:  

“Biz ol nesil-i kerim-i huda-yi Osmaniye’yiz. Kim cihangir ne bir devlet çıkardık bir aşiretten”  der. 600 hanelik bir çadır aşiretten, dünyayı fed eden bir devlet çıkarmanın gururuyla söylenir şair.

Lakin 600 haneden çıkan dünya imparatorluğuna yükselen Osmanlı, Selçuklu mirası üzerine oturmuştur. Selçuklu halkı Osmanlıya ilhak etmiştir. Yani, Selçuklu namı taşıyan yüz binlerce Anadolu insanı Osmanlı imparatorluğun içerisinde görev almıştır. Bu açıdan bakarsak, gerçek devleti doğuran unsur Selçuklu aidiyetinden olan Türklerdir.

O insanların ne aidiyetten olduğu millet adla anılması gereği daha uygundur.
Doğu geleneğinde devlet, bir zümrenin adıyla kurulurken, Avrupa da bu genelde o milletin adıyla kurulur. O nedenle Osmanlı tabiyesinde bulunan  “reaya”  denen halk dahi bilmez iken Türk olduğunu Avrupalı ona  “Türk” derdi, ülkesine de  “Türkiye”  derdi. Ama o kendini  “Devleti Aliye-i Osmaniye”  içinde yaşayan  “reaya”  olarak algılardı.

Avrupalıların bağımsız devletin gerçekleri bir sülale veya bir zümrenin adıyla değil de, milletin adıyla devletin oluşmasıdır. Genelde Türklerin devlet anlayışında ise bir bir şahıs ve bir sülale adına kurulmasıdır.  Dolayısıyla, gün gelip sülale adıyla kurulmuş olan devlet bağımsızlığını kaybettiğinde değişir, lakin devleti oluşturan millet, sülalesiz yaşayabilir. Bir devletin bir sülaleden oluşmuş olma yanlışı sülaleyi yok edebiliyor ama milleti asla yok edemiyor.

Yani, devletlerin kalıcı ve sürekliliğini sülaleler teşkil etmez. O devletin kurucusu millettir. Devlet yıkılsa bile, millet yoluna devam eder. Şöyle ki, sülaleyi devlet sayan zihniyet, aynı dili konuşan öteki sülale adıyla kurulan devleti düşman olarak tanır, tehlikeli görür.

REAYADAN “VATANDAŞ OLMA” ONURUNA 
Reaya:  Arapçada  “otlatılan hayvan sürüsü”  anlamına gelen  “raiyyet” ten üretilen “reaya”  sözü, Osmanlı Padişahlarının altında yaşayan bütün halkı simgeleyen bir aşağılayıcı terim olarak kullanılmıştır. Osmanlı yönetici askerler içinse, reayadan bir üst sınıf anlamına  “beraya”  denirdi.

Cumhuriyetin Türk insanına bahşettiklerine nankörlük etmeden bir bakarsak, ümmet yerine millet, mümin yerine vatandaş olma onurunu vermiştir. Devleti yöneten monarşi kadrolar meşruluğunu dinden alırken, halk  “kul taifesi” olur. Cumhuriyetle birlikte egemenlik milletin kendisinin olur, kulluktan vatandaşlığa terfi eder.

Şimdi dönersek başa, şöyle doğru bir tespit yapar Doçent Dr. Ercan Eyupoğlu: “Batı’da burjuvazinin, kapitalizmin yetiştirdiği yurttaş cumhuriyeti yaratıyor; Türkiye‘de ise yurttaş cumhuriyeti değil, cumhuriyet yurttaşı yarattı”  der.

Türkiye’de siyasal yaşama etkin bir biçimde bilinçli, bilgili bir demokrasi geçmişinden gelmemiş kökenleri gereği, aile yapısı ataerkil sürdürülen gelenek ve inanç kurumların yıllarca telkinleri sonucu ümmet aidiyeti, eğitim düzeyi düşük topluluklar olarak bireysel karar verememe, vesayet hiyerarşicilik kıskacı vardır. Bundan yola çıkarak, özerk olmayan halk kitleleri, kendilerine verilen yurttaşlık hakları iyi, mantıklı kullandığı söylenemez. Ancak bağımlı oy kullanmaları olarak algılanabilirler. Daha çok tarikat ve cemaat şeyhlerinin, toprak ağalarının çarpıtılmış emir ve görüşleri doğrultusunda kullanılan güdümlü oylarla Türk demokrasisinin iyi gidişatının işareti olamamıştır dahi Türkiye’nin kaderini olumsuz yönde etkilemiştir. 

Türkiye’de siyasi ahlak düzeyi tam gelişme gösterememiştir. Buna takiben yurttaşlık bilinci de yeterince gelişim gösterememiştir. Yani başta yurttaşlık ahlakı cemaatlerce tırpanlanmıştır sürekli. Buda sürekli Türk demokrasinin gelişmesine engel teşkil etmiştir.

Modern anlamda  “yurttaş”  kavramı, Fransız Devriminden sonra ortaya çıkar. Daha önceki antik çağda Yunan ve Roma uygarlıklarında bir ölçüde  “yurttaş”  kavramı tanımı var idi.

Monarşiden cumhuriyete, aşiretten ağalığa, tarikatlardan cemaatçiliğe kadar toplumsal yapıyı oluşturanlara KUL, REAYA, TEBAA, UYRUK, AHALİ, Bİ-İDRAK sözler alt halk tabakası için kullanılan sözcüklerdi. Modern Türkiye yurttaş, vatandaş olarak üstün mertebede değerlendirse de  “sürüler” hala varlıklarını sürdürmektedir.

Ulus devlet olmada vatandaş, yurttaş gibi kavramlar Avrupa’da gelişerek dünyaya yayıldı ve böylece bizim ülkemize de etki etti. Modern anlamda  “yurttaş”  kavramı, Fransız Devriminden sonra ortaya çıkar. Daha önceki antik çağda Yunan ve Roma uygarlıklarında bir ölçüde  “yurttaş”  kavramı tanımı var idi.

Monarşiden cumhuriyete, aşiretten ağalığa, tarikatlardan cemaatçiliğe kadar toplumsal yapıyı oluşturanlara “kul, reaya, tebaa, uyruk, ahali, bi-idrak”, halk olarak adlandırılan alt tabaka halk için kullanılan sözcüklerdi. Modern Türkiye yurttaş, vatandaş olarak üstün mertebede değerlendirse de  “sürüler”  hala varlıklarını sürdürmektedir.

Yurttaş, modern devletlerde devlete karşı gereken ödevlerini yerine getirir. Devlette yurttaşına siyasi yaşama etkin biçimde katılmasının önünü açarak seçme ve seçilme hakkını tanıyarak görevini yerine getirir. Bir dine sahip olmak, düşüncesini özgürce açıklamak, örgütlenme faaliyetlerini hak ve özgürlüklere sahip olma hakkını vererek demokratik ortama katılmasını sağlar. Ama boş geçip bu haklarını  “sürü”  yaşamayı inatla tercih anlaşılır kahır değildir... 

Son söz olarak, Avrupa’da tebaadan yurttaşlığa geçiş 300 yıla yakın bir süreçle oluşur. Türkiye’de 90 yılda yerleşmesi tam anlamıyla beklenemez ama daha fazla beklemekte pek fayda vermez. Başta bir topluluğun devlet düzeyine gelmesinde, devlet olarak kabul olunmasına iten faktörlerin başında ülke konumuna gelmesi için egemenliği olması, ülke üzerinde bulunan insanların egemenlik otoritesi ülke insanın elinde olması gerekir.

Modern devlete bireylerin tanımı devletçe sayılmasıyla, saygınlığa erişmesiyle evre evre vatandaş-yurttaş olmuştur. Kişideki yurttaşlık bilinci geliştikçe, kişiyi devlete bağlayan hukuksal yanını da geliştirmiştir. 

Yaşanılan ortak topraklar üzerinde tebaadan yurttaşlığa geçmek, en alttakilerle en üstekiler hukuk önündeki eşitliği, modern anlamda yurttaşlığa geçişte hangi dinden, hangi dilden, hangi ırktan olursa olsun sayıldığı devlete aidiyetiyle üst kimlikte bütünleşmesinin adı yurttaşlıktır.

Yararlanılan kaynaklar: 75. Yılda Tebaadan Yurttaşa Doğru Prof. Dr. Artun Ünsal, Yurttaşlık Zor Zanaat makalesi. Tarih Vakfı Yayınları 1998 İstanbul Sayfa. 13. Aynı yapıtta Doç. Dr. Ercan Eyupoğlu Sayfa 49.

SÜRÜ İÇİNDE YAŞAMAK KAHIRDIR İNSANA  
Sürü içinde yaşamak, etinize batmış zahmet veren kızılcık dikenleriyle yaşamak gibidir.

Aşk denince kadın apış arasını anlarlar. Aşkın sevmeyi coşturduğunu bilmezler. Çünkü sevgiden yoksun yaşarlar. Sürüden seçilip tek başına, sürüden uzak kıyıda yalnızlığa çekilmek, rahat ve huzurlu yaşamaktır. Ya da sürü içinde kahırlı bir hayat sürdürmek, sürünün masalımsı, hayali hikâyelerine esir olmaktır. Sürü ölümlü olur, okuyan, düşünen ileriyi görmek isteyende ölür. Birinin ruhu vardır âlemi gezer, dillerde destanlaşır, ötekinin ruhu yoktur, toprak altında bir işe yaramadan çürür fışkı olur, unutulur gider. Âlemi gezen ruh, insanlığa yararlı bir iş yaptığına onula yaşar durur.  

Yaratıcı benlik sonsuzluğa uzanan yolda yalpalanmadan gitmektir…
Sürünün yapabileceği hiçbir şey yoktur. Bir şeyler yapmak isteyenlere de köstek olur yaşamı boyunca. Ama yaratıcı benlik düşünerek ortaya, insanlığa yararlı bir şeyler ürettiğinde sürü, herkesten önce kullanır, yer, içer, yine de yeni yeni bir şeyler yaratmak için uğraşanlara tepkisini sürdürür.

Kısacası sürü, salt hayatını sürdürmek için yaşar. Bir şeyler düşünüp insanlık yararına ortaya koyan değildir, her yeniliğe tepki koyandır. İnsan özgürlüğü, insan olma onuru dogma din tasallutu ve tahakkümüyle riyadan beslenir. Bazı hallerde ıstırap çeker, çektiği ıstırabın kaynağını yanlış yerde arar. Değişen yenikleri ilerleyen insanlarda arar.

Bu tür sürü insanların zenginleri vardır. Malın, paranın insanı yoksulluktan kurtarıyor ama eşeklikten kurtarmadığına şahidiz. Mal ve para sürü yaşayanları eşeklikten alı koymaya yetmiyor. Okuyana tepkilidir, okuyanın bilgeliğinden rahatsız olur, kuşkulu gözle bakar, “bunda bir illet var” der. Ama dedi kodu sanatı hayatının vazgeçilmez bir parçasıdır. Aklı kıttır ama kurnazdır, beleşçiliği sever.  Çok küçük çıkarlara kendini değiştiriverir.

Sürü, iyi insan olduğu için Müslüman değildir. Müslüman olduğu için iyi insan olduğunu gösterişleriyle başkalarına ispatlamaya çalışır. Hatalarını, eksikliklerini günlük hayattaki yaşamına baktığımızda, çevreye çalım satarak, gösteriş yaparak geçirir. Hak etmediği itibar, menfaat, nefis terbiyesi eksikliği ile dine tebelleş olur kıt zekâsıyla. Dini, dincilik yaparak zorlaştırır ve yozlaştırır. Ama o kıt zekâlı sürü, dincinin sürü taraftarı olmakta her ne hikmetse çekici oluyor.   

Sürü kimlere denir bir bakalım: Osmanlıda 1850 de yazılan sözlüklerde vatandaş, yurttaş geçmez ve bilinmezdi. Hatta 1900’lü yılların ilk başlarında dahi Türk halkına   “Vatandaş”  anlamına  “reaya”  ve  “tebaa”  sözcükleri kullanılırdı.

Şemsettin Sami’nin 1901 yılında yazmış olduğu sözlüğü olan  “Kamus-u Türkî” de dahi  “vatandaş ve yurttaş”  yerine  “tebaa ve tabiiyet”  salt  “uyruk”  olarak kullanılır. Orada  “vatandaşlık”  sözcüğü ise   “hemşerilik, memleketlilik”   gibi aynı bölgenin fertleri anlamında kullanılır. Vatan ve yurt kavramları, imparatorluğun son dönemlerinde kullanılsa da  “vatandaş, yurttaş”  anlayışı henüz doğmamış olduğunu görürüz. Daha açık bir ifade ile söylersek  “yurt”  vardır  “yurttaş”  yoktur.

17. yüz yılda Batı’da ilk defa İngiltere de sanayileşmenin gelişmesiyle güçlenen burjuvazi sermaye, insan kol gücüne muazzam ihtiyaç duymaya başlar. İşçileşen kitleler ezilmenin karşılığı olan çeşitli haklarını bu dönemde almaya başlarlar. Bu böyle olunca yurttaşlık bilinci ilk İngiltere’de gelişim gösterir, Fransa ve Amerika’da yaygınlaşır.

1789’da Fransız Burjuva Devrimiyle daha hukuksal anlamda, İnsan Hakları ve Yurttaşlık Bildirgesinde 1. Maddede  “İnsanlar özgür doğarlar ve eşit haklara sahip olarak yaşarlar” diye maddeleştirilir. Türklere yurttaşlık bilinci 1923’den sonra anlam taşır duruma gelir.

Türklere yurttaşlık bilinci 1923’den sonra anlam taşır duruma gelir. Osmanlı sistemi döneminde Türkiye de gerçek yurttaşlık bilincinin önünde din başta olmak kaydıyla, “Tanrı izniyle”  kulluk görevlerini mutlakçı yöneticilere karşı yapmak alışkanlığından kaynaklandığından, hala gerçek anlamda bilinçlenmeyen Türk toplumlarda yurttaşlık
kavramının kabullenilmesi pek kolay olmuyor.

BÜYÜK İSRAİL PLANI ve KÜRESEL GÜÇ OYUNLARI KIYAMETİN HAYALİ BİR REÇETESİ Bu makale Internationalist 360 tarafından yayımlandı. Espen B. Øyul...