15 Kasım 2016 Salı

ÇOBAN ve SÜRÜ


Halka Çoban Olmak, Halkı Sürü Yerine Koymaktır

Gerçek çoban sürüsü koyunlar ile
Beşeri İdeoloji böyle bir şeydir. Dünyanın imrendiği bir lider Mustafa Kemal, bu ülkeyi yoktan var etti. Bir ulus devlet yarattı. Kılık kıyafet düzenlemesi ile çağdaş bir millet yolunda adımlar attı. Şimdi bunları hiçe sayıp görmezden gelinemez. Hem “Laik Devletin koruyucusuyuz” diyeceksin, hem sonra, Laik Devletin kazanımlarını tepikleyip gizli gündeminizi ayyuka çıkartıp laikliğe aykırı model arayacaksın. Olacak iş mi?

Türk siyasilerde adet haline geldi halkın dini kimliğiyle siyaset yapmaları... 

Her hangi bir suç işlediklerinde, suç olmadığını kanıtlamak için hemen dinden referans göstermeye veya gidişata göre laik devlet hukuk anlayışına sığınmaya çalışıyorlar. Yani; bazen laik devlet onları bile onlardan koruyor. Her ne olursa olsun hukuk devletinden söz etseler de, kaçamakları ve çıkarları çifte standartlı ve çifte hukukluluk arz ettikleri sırıtıyor.

İçlerine sindiremedikleri şu beşeri ideoloji dedikleri laik demokrasi onlardan çok tüksek ahlak düzeyindeler. Bu laik sistem, sahtekar dincilerden, sapık İslamcılardan, inanan insanları korur ve özgürleştirir. Referansı dincilik olanlar, laiklikten anlamazlıktan gelirler. Halkın laiklikten ve faydalarından anlamalarını da istemezler. Laiklik, dindarın rahat dinini yerine getirdiğidir. O yüzden dinci, fırsat bulduğunda ilk işi laik dindarın ümüğünü sıkmaktır...

17. yüzyılda Batı’da ilk defa İngiltere de sanayileşmenin gelişmesiyle güçlenen burjuvazi sermaye, insan kol gücüne muazzam ihtiyaç duymaya başlar. İşçileşen kitleler ezilmenin karşılığı olan çeşitli haklarını bu dönemde almaya başlarlar. Bu böyle olunca yurttaşlık bilinci ilk İngiltere’de gelişim gösterir, Fransa ve Amerika’da yaygınlaşır.

1789’da Fransız Burjuva Devrimiyle daha hukuksal anlamda, İnsan Hakları ve Yurttaşlık Bildirgesinde 1. Maddede “İnsanlar özgür doğarlar ve eşit haklara sahip olarak yaşarlar” diye maddeleştirilir. Türklere yurttaşlık bilinci 1923’den sonra anlam taşır duruma gelir.

Türklere yurttaşlık bilinci 1923’den sonra anlam taşır duruma gelir. Osmanlı sistemi döneminde Türkiye de gerçek yurttaşlık bilincinin önünde din başta olmak kaydıyla, “Tanrı izniyle” kulluk görevlerini mutlakçı yöneticilere karşı yapmak alışkanlığından kaynaklandığından, hala gerçek anlamda bilinçlenmeyen Türk toplumlarda yurttaşlık kavramının kabullenilmesi pek kolay olmuyor.

Cumhuriyetin Türk insanına bahşettiklerine nankörlük etmeden bir bakarsak, “ümmet” yerine “millet”, “mümin” yerine “vatandaş” olma onurunu vermiştir. Devleti yöneten monarşi kadrolar meşruluğunu dinden alırken, halk “kul taifesi” olurken; cumhuriyetle birlikte egemenlik milletin kendisinin olur, kulluktan vatandaşlığa terfi eder.

Doçent Dr. Ercan Eyuboğlu çarpık bir tespitte bulunur: “Batı’da burjuvazinin, kapitalizmin yetiştirdiği yurttaş cumhuriyeti yaratıyor; Türkiye‘de ise yurttaş cumhuriyeti değil, cumhuriyet yurttaşı yarattı” diyerek doğru bir açıklamada bulunur.

Gelinen nokta ortada...
Parmak basarak birilerine bağımlı oy kullanmaları, demokratik bilinci yerinde olanlara her defasında tokat attırmaktadır. Bunlar daha çok siyasete din iman adıyla yön veren tarikat ve cemaat şeyhlerinin, toprak ağalarının çarpıtılmış emir ve görüşleri doğrultusunda kullanılan güdümlü oylarla altmış yıllık Türk demokrasisinin iyi gidişatının işareti olamamıştır dahi Türkiye'nin kaderini olumsuz yönde etkilemiştir. 

Demem şu ki; Türkiye’de siyasi ahlak düzeyi tam manasıyla bir gelişme gösterememiştir. Dolayısıyla Türklerde yurttaşlık bilinci de yeterince gelişim önünde siyasilerin entrikaları köstek olmayı sürdürmüş, kendini güdecek çobanlar üretmeyi sürdürmüştür.

Aşiretlerden oluşan monarşilerden ağalar, şeyhler, şıhlar, dervişler, tarikatlar ülkelerinde toplumsal yapıya yön veren topluluklardır. Bu yapı genelde İslam ülkelerine özgüdür. halde Türkiye’de bir İslam ülkesi olduğuna göre, “Kul, Reaya, Tebaa, Uyruk, Ahali, Bi-idrak” sözlerin başta alt halk tabakası için kullanıldığı rahatsız etmemektedir.

Bu tür aşağılayıcı sözler, modern ülkelerde asla kullanılmaz, onur kırıcı, yerici olduğu için. Modern toplumlarda yurttaş, vatandaş olarak üstün mertebede değerlendirilirken, İslam ülkelerinde ille de “reaya” (davar sürüsü) olarak yaşamaktan mutlu olanlar oldukça çokturlar. Ulus devlet insanı, modern anlamda “yurttaş” kavramı, Fransız Devriminden sonra ortaya çıkar. Daha önceki antik çağda Yunan ve Roma uygarlıklarında bir ölçüde “yurttaş” kavramı tanımı var idi.

Reayadan Vatandaş Olma Onuruna Erdiren Cumhuriyet
Reaya:  Arapçada “otlatılan hayvan sürüsü” anlamına gelen “ra’iyyet” ten üretilen “reaya” sözü, Osmanlı Padişahlarının altında yaşayan bütün halkı simgeleyen bir aşağılayıcı terim olarak kullanılmıştır. Osmanlı yönetici askerler içinse, reayadan bir üst sınıf anlamına “beraya” denirdi. 

Sürü kimlere denir bir bakalım: Osmanlıda 1850 de yazılan sözlüklerde vatandaş, yurttaş geçmez ve bilinmezdi. Hatta 1900’lü yılların ilk başlarında dahi Türk halkına “vatandaş” anlamına “reaya” ve “tebaa” denmiştir.

Şemsettin Sami’nin 1901 yılında yazmış olduğu sözlüğü olan “Kamus-u Türkî” de dahi “vatandaş ve yurttaş” yerine “tebaa ve tabiiyet” salt “uyruk” olarak kullanılmıştır. Orada “vatandaşlık” sözcüğü ise “hemşerilik, memleketlilik” gibi aynı bölgenin fertleri anlamında kullanılır.

Şemsettin Sami’nin “Kamus-u Türkî” sözlüğünde “ra’iyye: sürü, otlatılan hayvan sürüsü. Bir çobanın güttüğü hayvanat sürüsü, devlete ait bulunan tebaa diye geçer.

Daha açıkçası, Osmanlı’da, bir hükümdarın hükmü idaeresine tabi olup,  “tekalif-i emriyye” veren halk, Zır-destan beraya denilen “Ebab-ı Şeytan” olmayıp muhafazaları devlete ait bulunan tebaa.        

Vatan ve yurt kavramları, imparatorluğun son dönemlerinde kullanılsa da “vatandaş, yurttaş” anlayışı henüz doğmamış olduğunu görürüz. Daha açık bir ifade ile söylersek “yurt” vardır “yurttaş” yoktur.

Zamanın Başbakanı Recep Erdoğan: “Ben Sizin Çobanınızım” Demişti...
Bu sözleri söyleyen ona göre halkın tarifi, Reaya (Davar Sürüsü) olmayı elleri çatlarcasına alkışlayarak kabul ediyorsan, elbette sürünün birde çobanı olacaktır? Çoban bulundu! "Çoban benim" diyor açıkça...

Artık bundan böyle şunda bir anlaşalım bence; Halk "zavallı", halk "uyuşturulmuş", Halk "kendisinden gizlenen gerçeklerle kör, sağır olmuş" Halk “dinini bunlar yüzünden yanlış yaşamış”, halk “ahlaklı”, halk “dürüst”, halk “namuslu”  kavramlarını bir kıyıya bırakalım, halkın yapısını tartışalım artık. Öyle halk gerçekleri görmeye tamamen kör olmuş falan değildir. “Bir gerçekleri görebilse!” demekten vazgeçilmeli. Dahi, kandırılmışlar dense de, halk ne kör ne de uykusunda, salt kısa aklını kurnazca kullanmasının peşinde yığınlardan oluşmaktadır...

Daha açıkçası o halk kim biliyor musunuz?
İçimizden birileri; kimi taksici, kimi fabrikada işçi, kimi sokaklarda işi gücü olmayan takım. O halk cuma namazından sonra çıkıp sokaklarda torunu yaşında kızın kıçına, bacaklarına bakıp iç çeken ağarmış sakallı tonton amcadır. 

O halk, öğrenci kızlara “eve erkek alıyor, orospular doldu apartmana” diye dedikodu yapan hacı teyze, o halk tecavüze uğramamak için camdan atlayan kızın haberinin altına “zaten açık kapıymış, ne kaybederdi ki?” yazan türbanlı bacı... 

O halk, daha geçen gün elimden zorla aldıkları, “çaldıysa çaldı, Ecevit, Sezer çalmadı mı? Bu hiç olmazsa Müslüman, diğerleri Siyonist köpeklerdi” diyen güvenlik görevlisi, o halk ambulansın peşine takılıp üç araç geçmeyi kar sayan trafikteki şoför, o halk ağzından “cahiliye devri” düşmeyen ama “kitap okuyunca başıma ağrılar giriyor” diyen adam...

O halk “erkekler birbirini sikiyordu, Allah’ da Lut kavminin üzerine bela yolladı” diye derste anlatıp, akşam erkek öğrencilerinin üzerine çullanan dernek öğretmeni... 

O halk anaları, babaları öldüğünde üzülmeden önce “sana bir daire fazla düştü” diye saç saça, baş başa giren insanlar...

O halk kendi yaşam alanında insan gibi yaşamak için sosyalist partilere oy verip; senin ülkende “nede olsa Müslüman canım” diyerek o partiye oy veren Almancı gurbetçiler...

O halk, her ramazan ekranda ki bir sahtekâr “odun Allah diyorduuu” dediğinde ağlayanlar... 

O halk, Tecavüzde, kadın cinayetlerinde en önde yerini kimseye kaptırmayan; el değmediği kadın bırakmaya, kendisine karı olarak el değmemişi isteyen o halk.

O halk illet; tek bir kitap okumayıp, her konuda olduğu gibi dini konularda da ahkâm kesen onlar; kendisi bibi düşünmeyen başkalarının yaşamasını istemeyenlerdir. Cehalet almış başını gidiyor o halkta; cehalet haddini bilmezlik, saçma sapan dedikodular dinlemekten, gıybet etmekten haz duyup mutlu olan halk.

Bence işte bu halk "ne kandırılmış zavallı" falan değil küçük kurnazlıklar peşinde pay kapmaya koşandır. Çünkü aynı ötekileştirdiği kişiyle aynı hayat standartlarında yaşıyorsa öyle sanıldığı gibi masum, kandırılmış gariban biri değildir. Yani kısacası ortada bir savaş var, bu savaşın karşı tarafındırlar. Daha açıkçası, bu savaş
karanlıkta yaşamak isteyenlerle, aydınlık geleceğe umut edenlerin savaşıdır…

Selman Zebil 

10 Kasım 2016 Perşembe

NORVEÇ KÜLTÜRÜNDE TROLLER ve TÜRKİYEDEKİ TROLLERİN GÖREVLERİ

İskandinav Kültüründe Troller

Troll
Edda masallarında 11. yüzyıldan beri dev büyücü cadı canavarların adları troll olarak geçer. Genellikle iri ve güçlü, kısır ve tehlikeli olarak tarifi yapılır. Büyük burunları ve iri gözleri, çirkin çoklu kafaları veya tek gözlü olabilir. Onların Tanrılar ve insanlara düşmanlık yapmış ve tepkiler almıştır. Troller, dağlarda uzak soğuk topraklarda yaşarlar. Ayrıca denizlerde ve ormanlarda yaşayan trollerde vardır. Mitolojik İskandinavya kültüründe trollerle ilgili devler dönemi  “Jutul Hogget” devasa trol “Jotul”  olmaktadır. 

Troll Norveç halk masalları 1842-1844 yılından sonra kontrol altına alınır ve çeşitli maceralı önemli rol oynar ve çağdaşlaştırılır, hatta hatıra eşyalar durumuna getirilen bir kültür varlığı olarak, popüler macera, masal çizgi romanları haline getirilir.  

Norveç’in ünlü öykü yazarlarından olan Henrik İbsen, Knut Hamsun, Trygve Gulbranssen ve dahi, diğer şairler, yazarlar Troll öykülerinden esinlenerek öyküler yazdıkları anlatılır.

Gerçek Troll, İskandinav folklorunda Troll ya devdir ya da cücedir. Norveç dağlarında, ormanlardaki mağaralarda, kütük evlerde yaşayan efsanevi masal, kahramanı, çirkin suratlı, sıra dışı bir yaratıktır. Bu tuhaf efsanevi yaratıklar hantal, kaba canavarlar soyundan yaratıklar olarak adlandırılırlar.

Aslında Norveç’te turistler için hediyelik eşya mağazalarında birçok trol minyantür heykelcikleri satılır. O çirkin ve sıra dışı insan görüntüsünden çok farklı bir insan türü olarak görüntülerde çok sevimlidirler. Bu trol figürleri, genellikle Norveç’in dağ köylerinde, tamamen doğal tebeşir parçası lâteksten el yapımı olarak üretilmektedir.

Norveç’in dağ köylerinde üretilen bu troller, genelde birbirine benzerler ama her trolün yapıcının kafasına göre yaptığı trollerdir ama genel anlamını bozmuyor. Bu trollerde en önemli ve dikkat edilmesi gereken yerlerinden ise çok uzun burunlarıdır.

Eski İskandinav ve Norveç efsane kültüründe bulunan doğaüstü varlık olan trol, dev yaramaz, kötü ve çirkin mitolojik bir tür anti sosyal canavar ama bunlar bazen cüce yaratıklarda olabiliyorlar. Günümüzde popüler trol hatıra eşyalar ve resimler olarak, özellikle Norveç’te hediyelik eşya olarak bu heykelcikler satılmaktadır.            

Türkiye'deki Trollere Gelince
Troll
Türkçede anladığımız troller, Norveç efsanesindeki trollerden farklılık gösterir… 

Görevi kişiler üzerine “zarf atmak, yem atmak” gibi anlamada kullanılır. Bulundukları ortamlarda tepki çekecek, can sıkacak, kızdıracak, ortamın güzelliğini bozacak, küçük düşürücü her türlü mesajları atarak tepki toplamak. Genellikle troller, yaşamları güçlü ve başarılı gördükleri insanlarla yaşamlarını özdeşleştirmeye çalışan zavallı insanlardırlar. Bunlar yerme ile övme arasındaki farkı bile ayırt edemeyecek kadar zavallıdırlar.    

İnternet Trolleri; insanları tahrik eden, kızdıran, nezaket kurallarına uymayan, kişiler arasında ayrımcılık yapan, ortalığı karıştıran, sürekli iç hukukun ihlalleri yapan kişilerden oluşur.

Bu troller, bilgisiz, karşıt görüşlü, sert tarzlı, kendi başlarına değil de, birilerine bağlı, yalan ve yanlışla yönlendirilen ama yalandan doğruyu ayıt edemeyen, kendini kaptırmış salt kötülükler yapmakta hünerlerinin üstüne bulunulmayan kişilerdir.

Troller, birinin amacına hizmet eden, idealist olmayan, mantık taşımayan, salt tarif edileni yapan  “evet efendimci”  mantıksız ama çok kurnaz, mantık ve aklını kurnazlıkla çıkar amaçlı kullanan birileridir.

Troll
Türkiye de Trollerin görevi, teknolojiyi iyi kullanmak ve insanların zihinlerine girerek, birisine hizmet ettirmeyi özendirmek. Yani insanların kafasını karıştırmak, şaşırtmak, düşünme yeteneğini kaybettirmektir. Eğer bunları yapamıyorsa, sosyal medyadan başlıyorlar saldırıya, kafaya taktıkları kişiye çirkin iftiralar atarak, aşağılayarak işe girişiyorlar ve sonuç belli, o kişi ya savcıların kollarına düşüyor ya da işinden gücünden ediliyorlar.

Trollük projesi, güçlü destek görerek işliyor Türkiye’de. İstenmeyen, rakip kişiler hakkında çeşitli suçlama kampanyalarını taraflı bir biçimde, hukuk dışı kişiyi kötüleme ve eleştiri sınırlarının çok ötesinde tam manasıyla kötü niyetle yapılmakta olup mutlak bir yol bularak kafaya taktıkları kişileri tuzağa düşürmektir görevleri.

NOT: Dede Korkut destanındaki  "Tepe Göz" öyküdeki anlatılan tek, tepeden gözlü deve çok benzemektedir.  

2 Kasım 2016 Çarşamba

DARBE ve İDAM




Bak!

Şunu bil ki, 15 Temmuz Fetö darbesi, sokaklara dökülen, halk değil, TSK içindeki Kemalist subaylardır engelleyenler. İşte bir türlü bunu içine sindiremiyorsun. Öyle ikide bir eline alıp mikrofonu  “milletim engel oldu Fetö darbesine”  deyip durma! Darbenin tam teşekküllü, Fetöcülerin düzenlemesine, TSK bir bütün olarak uysaydı nah engellenirdi o sokaklara dökülen halkla.

Başta sokaklara dökülen halk, darbenin gelgitlerini, faso fisolu çelişkili, ne yapacaklarını bilemeyip bocaladıklarını anlayan halk cesaret aldı ve sokaklara öyle döküldü. Tabi birde telefonla katkında oldu diyelim.

Yani kısacası  “millet iradesi”  deyip durma. Millet iradesinin katkıları, TSK içindeki yurtsever subayların sayesindedir. Demem şu ki, TSK bilinçli, planlı, tam teşekküllü biçimde sokağa çıkmış olsaydı, darbenin önünde o  “irade”  asla olamazdı, evlerine kapanır, hatta alkışlarla “idam isteriz” sözleri tersine işlerdi, bilesin.  

Gelirsek idam konusuna…

İdam konusu gibi evrensel davalarda;  “Avrupalılar kendi işine baksın”  diyemezsiniz. Adama sorarlar  “imzan var orada! İmzanı inkâr edemezsin”  Haydi diyelim ki, idam cezası yeniden yasalaştı, ne olacak? Hani  “milletim istiyor”  diyerek idamı geri getirmek, halkın istediği  Apo’nun asılması, Fetö’nün asılması. Ama idam geri gelmesiyle bunların ikisi de asılamıyor. yani yeni çıkan kanunlar geriye doğru işlemez, ileriye doğru işler.

O halde…

Bugün hamaset yapıp “idam cezası önüme gelsin hemen onaylarım”  diyorsun ya, ne Apo’yu asabilirsin ne de Fetö’yü ama bir gün gelir o onayladığın idam yasası seni asabilir!



Tarih asla unutmaz…

2002 yılından önce AKP kuruma aşamasında idam cezasının kalkması tartışmalarında arkadaşlarına “idam cezası kaldırılsın, bir gün gelir bizi asarlar” gibi sözler söylediğini de o yanında olan arkadaşın anlatmıştır bilesin…


14 Eylül 2016 Çarşamba

NORVEÇLİ HEYKELTIRAJ GUSTAV VİGELAND (1869-1943)


GUSTAV VİGELAND ve Açık hava müzesi 
OSLO-Frogner Park’ın Yaratıcısı  

Norveçli bir değerli heykeltıraştır. 11 Nisan 1869’da, çiftçilik yapan fanatik dinci bir babanın çocuğu olarak Güney Norveç-Mandal’da doğar. Ocak 1943 yılında kalp krizi geçirir ve 12 Martta Oslo’da gözlerini dünyaya kapar. Ama her daim yaptığı eserleri adına yaptığı parkta onu ölümsüzleştirmektedir.

Vigeland’ın çocukluğu ve gençliği, babasının din baskısı altında savrularak geçer. Vigelan’ın babası öylesine dinci ve dine körü körüne bağlanmış ki, fanatik biri olarak, doğadaki her hareketin dinden geldiği paniğine kapılır, cennetin paramparça olduğunu sanır halde dine bağlı, her fırsatta dini törenlere katılırmış. Bu babanın aşırı olumsuz fanatik dinciliği Frogner Park’taki Vigeland’ın heykellerine yansır.  Yetiştiği ortamdan dolayı  “ilahi bir korku”  ile “cehennem korkusu”  Vigelan’ın hep Çocukluğu içinde var olmuştur: “Çok fazla şeytan, az İsa, çok fazla karanlık, çok az ışık”  ünlü sözüdür.

1889 dondurucu kış soğuklarında Oslo da yarı aç, yarı tok, kalacak yer sorunuyla umutsuzluk içinde kıvranırken, heykeltıraş Brynjulf Bergslien’in kapısını çalar. Ona çizimlerini gösterir. Bu çizimleri gören heykeltıraş, Bergslien Gustav’a ilgi gösterir. Devreye soktuğu Oslolu zenginlerden kaynak aktararak Gustav’a kaynak sağlar ve dahi, model-alçı kalıp dökümü ve mermer yontma ile ilgili dersler verir.

20 yaşında bir genç, terk edilmiş bir anne ile çocuğunu anlatan “Hagar ve İshmal” adlı heykeli yapar. Bu yapıtı, yıllık ulusal sergide kabul edilerek sergilenir. Dahası; babası ile duygusal kopukluğu yansıtan yapıtında etkisini gösterir. Bir ara Kraliyet Resim Okulunda öğretmenlik yapan Mathias Skeibrok’un okulunda çalışır.


1891 yılında Kopenhag’da, normal insanlar boyunda “Lanet” adlı veriden bir topluluk heykel üzerinde çalışır. O heykelde yaşlı adam, genç kadın, çocuklar ve bir köpekten oluşan heykeli yaptığında 22 yaşında başarıya ulaşır. Bu heykel çok anlamlı duygusal ilk heykeli sayılır. Heykelde anlatmaya çalıştığı tema, korkudan bir şeyden kaçtıkları, bilinçaltına yerleşmiş ailevi sorunları, beyin üstünü uyararak harekete geçirmesi sonucu olsa gerek. Bu sanat yapıtlarında her zaman çocukluğunun anlatamadığı aile yaşamının heykellerde okunuşuydu gerçek olan. Şöyle de diyebiliriz. Caz müziği ile zenci kölelerin duygularını, çektikleri cefaları söyleyemeyip, müzikle alana döktükleri gibi bir şey olsa gerek.

Gustav Vigeland 1893’de beş ay Paris’te kalır. Orada ünlü Fransız heykeltıraş Aguste Rodin’in atölyesine sıkça uğrayarak, orada ondan, heykelde insanların tutku ve duygularının nasıl yansıtıldığına dair bilgiler edinir. Dahi; Kabartma sanatında kendi “cehennemi” yapıtında hatalar bulur. Yeniden “Cehennem”i yaptı. Bu yapıtında, babasının dünyasıyla, anlattıklarıyla ilgili  “Şeytan”  varlığı, sağdan doğru cehenneme itilen, anlamsız korkunç yakarışlar bilmezlik içinde kaybolur gider.  

Anlaşılan, yaşamını bir cehennem olgusuna vurgulamak istemesi, aile düzeninin “Yargı Günü, Selamet-Cennet, Yeniden Doğuş”  tasarım düzeyinde kalırken, zamanla fanatik dinsel temalardan uzaklaşıp alkole alışan babası gibi Gustav Vigeland dinselliğini yenerek dinden uzaklaşır. Bu arada fanatik dincilikten uzaklaşan babası hala aile düzensizliği içinde 1922 yılında 19 yaşında İngerid Vilberg adlı genç bir kızla evlenir.   

Vikeland, kendine özgü yapıtlarında duygular, kadın-erkek ilişkileri, çekicilik, etkilenme, dikkat çekme gibi kadın, kadın temaları, kadın üzerine kurgular. Melankolik ve kederli duygular ve kucağındaki kadın, anne ve çocuk, yaşlılar dünyası, yeni doğan çocuk “Orfeus” ve “Eurydica” adlı heykel belirgin bir biçimde ortaya çıkar. Yeni doğmuş ve kısa süren ilk evliliğinden iki çocuğundan biri annesi ile birlikte yansıtılmıştır.    

Bir ara, o dönemde tutucu olan Norveç halkı Gustav’ın yaptıkları erotik heykellere karşı sempati duymuyorlardı. Norveçli burjuvazi Gustav’ın heykellerine para ödemiyorlardı. O nedenle geliri de yoktu. Gelir getiren o dönemde ancak dekoratif vazo, kandil, tabak gibi nesnelerdi. Bu hale isyan eden Gustav:  “Artık dayanamıyorum, insanlığıma dönmek istiyorum”  diyerek, kiliselerdeki gotik heykellerin tamirinden para kazanmaya başlıyor. Ama yüreğinde bildiği özgün sanatta atar. Beyninde geçen erotik, mitolojik, kurgular geçer. Anıt tasarımları çizer, çeşmeler tasarlar ileride hayata geçirmek için.

Gustav Vigelan’ın beyninde akıp giden bu tasarlar 20. Yüzyılda yaratıcılığın tohumlarını ürün vermesi yolunda adımlar atar. 1902’de kiliselerde yaptığı tamir işlerine son vererek, kent meydanlarının ünlü anıtlarını yapmaya başlar ve Norveç’in en ünlü heykeltıraş sanatçısı olarak ün kazanır. Daha sonra hayalindeki açık hava  heykel müzesi fikrini hayata geçirmek ister. 1915’den sonra, çağlar öncesi buzullardan oluşmuş Norveç granitini kullanmaya başlar yontularında.

Norveç’in güneyi-Mandal yaşadığı zamanlar, Mandal ve çevresinden etkilendiği 420 oyma eser yapmıştır. Gelecek için idesindeki düşlediği hayallerini gerçekleştirmek için büyük bir park düşünür. İşin ilginç tarafı, dünya da bir benzeri olmayan, düşlediği parkın bütün mimari tasarımı ve kendi eserleriyle donatmaktı. Günü gelince bu fikrini Oslo Belediye Meçlisine sunar. Hiçbir masraf almayacağını, bütün masrafların kedince karşılanacağını söyler. Böylece çok şiddetli tartışmalar sonucu, Vigelan’ın bu önerisi kabul görür ve Oslo Meclisinde kabul edilir.

Böyle bir parkın yeri için çok yerler önerilir. Bu yerlerden birisi de parlamento önündeki alan olur ama bu alanın küçük geleceğinden dolayı vazgeçilir. 1924’de yer olarak en sonunda içinden bir çay akıntısı geçen, 850 metre uzunluğunda 40 hektar alan olan Frogner Park için karar kılınır. Oslo’ya uğrayıp ta bu açık hava müzesini ziyaret etmeden dönen biri için boş yere Norveç-Oslo’ya gitmiş olur.

Bu çok zengin salt Vigeland’ın eserleri olan açık hava müzesinde 600’ü aşkın figürlerden, Norveç-granit taşı, bronz, dövme demir ve 192 heykelden oluşan bir parktır burası. Her yapıtında şaşırtıcı ayrı bir incelik önümüze çıkar. Hala sanatın içine tüküren siyaset adamları varken, bu yapıtlara imrenmek elde değildir.

Ben bu heykelleri ilk kez 1983 yılı bir kış gününde izlediğimde, görsel yaratıcılığın büyüsü içinde, hangi heykele bakarak şaşırmış halimi hatırlıyor. Büyüledi beni, defalarca bu heykelleri izlemeye gittim, her seferinde bir mana, çevremde yaşayan nesnelerdi sanki oradaki bulduğum...

Vigeland Parktaki heykeller evrenselliğe ulamış yapıtlardır. İşte bu heykelleri seyreden her tür insan mutlak birinde kendini bulur. Bu değerli parkın meydana gelmesinde tek başına caba harcayan Vigeland, ekmek parasını ve geçimini ise ona buna yaptığı ekstra heykellerle sağlamıştır…

Bu parkın adı “Frogner Park” olsa da, Gustav Vigeland’ın soyadı olan “Vigeland Park” olarak ta anılmaktadır. Vigeland rahat çalışsın diye Frogner Parkın bir kıyısında Oslo Belediyesince kendine büyük bir yer tahsis etmiştir. Belki dünyanın en büyük yontucu için çalışma alanıydı. Vigeland öldükten sonra bu yer  “Vigeland Müzesi” yapılır ve Vigeland’ın yakılmış külleri bu müzede bir kulede korunmaktadır

11 Eylül 2016 Pazar

OSMANLI'NIN TÜRKMEN SÜRGÜN YERİ RAKKA ÇÖLLERİ

Gök renkler, Türkmenleri yoğunlukta
yaşadıkları Suriye toprakları
Osmanlının Zorunlu Türkmen Sürgün Siyaseti
Osmanlı Devleti vatandaşlarıyla kavgalı olmuş, kaynaşamamış ve vatandaşına huzurlu bir ortam sağlayamamış, devlet-vatandaş ilişkileri zamanla kızgınlıklar artmış, kin ve nefrete dönüşmüştü. Osmanlı’nın yanlış Türkmen sürgünü siyaseti yüzünden Anadolu’da pek çok verimli toprakları ekecek, biçecek, işleyecek insan kalmamış, topraklar atıl duruma düşmüştü. Osmanlı ile Türkmen halklar arasında kin ve nefrete dönüşmüş kızgınlık, cumhuriyete kadar sürmüştür.

16. yüzyılda itibaren Yavuz Sultan Selim iradesinde Osmanlı idaresi altında yaşayan topraklarda Türkmen Alevi din adamların başları kopartıldı, kıyımdan geçirildi, öldürüldü, sürüldü, zulümlerin en acımasızlığı ne varsa reva görüldü. Sunni Türkmen olsun Alevi Türkmen olsun Osmanlının uygulamaya çalıştığı yerleşik sisteme geçmeleri ve daha kolay yönetim altına alınmalarına tepki koyan Anadolu konargöçer Türkmenleri zulme uğradılar. Bu nedenle Osmanlıya kırgın, kendi haline ulaşılması güç, sürüleriyle birlikte sarp dağlara çekildiler. Osmanlı devlet adamının uğramadığı dağlık alanları kendilerine yurt ettiler. Yüz yıllarca sistem dışında, hatta Alevi Türkmenler, aynı soydan olmalarına rağmen Sünni Türkmen toplumdan etkin iftira propaganda ile ayrıştırılmış halde uzun süre izole bir yaşama tutundular.

Türkmen Sürgün Yeri Rakka Neresi?
Ruha eyaleti olarak da bilinen Rakka1516 yılında Osmanlı Topraklarına katıldı. Günümüzde Suriye sınırları içinde kalan, hala günümüzde orada Anadolu'dan sürgün edilmiş Türkmenlerin yaşadığı yerdir. Osmanlı bu bölgeyi, Anadolu’da Türkmen ayaklanmaların bastırılmasında kullanılan sürgün yeri olarak kullanmıştır. Bu sürgün zulmü Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan selim ile başladı, oğlu Kanuni ile hız kazanarak 300 yıldan fazla sürdü.

Osmanlının Rakka’ya sürgün ettiği, Oğuzların Üç Ok kolundan Beydili-Boz Ulus Türkmenlerine sürgün bölgesi yapar. Günümüzde Suriye sınırları içerisinden kalan Rakka 1516 yılında Osmanlı topraklarına katıldığında Rakka, Diyarbakır, Halep eyaletleri arasında kalan bölge merkezi ile Urfa olmak üzere bölge 6 Sancaktan oluşmaktaydı. Ayrıca, Rakka Beylerbeyliği 37 zeamet ve 616 tümenden oluşuyordu. 

Osmanlı yönetimi bölge için özel iskân siyaseti uygulayarak buraya, daha çok orta Anadolu’dan Beydili ve Boz Ulus Türkmenlerini Fırat boylarına yerleştirmek ister. Osmanlı böylece başta ekonomik olmakla birlikte, inançsal, siyasal, kültürel nedenlerle yaşamlarına müdahaleye karşı koyan disiplinsiz konargöçer Türkmenlerden kurtulmak içindi Rakka sürgünleri olurlar.

Sonuç olarak, Türkmenlerin düzenlerini bozan Osmanlı iskân siyaseti büyük bir başarısızlıkla sonuçlanır. Rakka ve çevresinde yaşayan yerli Arap aşiretleri ve bazı eşkıyalığı sanat edinmişlerden iyice rahatsızlaşırlar. Bu karışık bir ortamda bölgede Türkmenler 19. Yüzyıllarında meydana gelen ayaklanmada Mısır Hidivi İbrahim Paşa’nın bölgeyi alması sonucunda, Türkmenler yöreden çekilirler. 1840 yılında bölge tekrar Osmanlı topraklarına katılır. Rakka eyaletlikten kaldırılır, Urfa, Halep’e bağlanır ve Sancak statüsü verilir. 

Göçebeciliğin Yerleşik düzene geçirilme talimatları 11 Ocak 1691 yılından itibaren çeşitli ferman, hüccet ve emirler yayımlanır. Özet olarak şöyle izah edebiliriz; Harap ve boş toprakların iskân edilerek imar ve ziraata elverişli duruma getirilmesi. Konargöçer oymakların zapdedilemez, göçebecilikten çıkartılıp yerleşik yaşama geçirilmesi, kontrol altına alınması için konargöçerlikten eker biçerliğe uyum sağlamalarının sağlanması amaçlıydı.

Lakin bir mücadele vardı. Akıncılarla, ekincileri, çoban ile sabanın mücadelesi öyle kolay halledilecek bir olay değildi. Yani, yeni bir yaşama boyun eğdirmek kendine buyruk Türkmenlere öyle kolay olmadığı pek çok deneylerde anlaşılmıştır.

Faruk Sümer’in deyimiyle, 24 Oğuz boyundan olan Begdili boyunun güzel günleri sona ermiş, acılı ve hüzünlü günleri başlamıştır. En çok Begdili boyunun, bugün Suriye sınırları içinde kalan Halep ve Rakka bölgelerine sürgün günleriyle karşılaşmışlar. Yeni İl (Mersin, İçel) de bütün obalar 3200 vergilendirilenler idiler. Pek çoğu iç kesimlere “Urum” dedikleri yerlere kaçmışlar. Beydili’nin başı Firuz Bey ise, bu fena yerlerde durulmaz” diyerek aşireti ile İran’a göçer. İran'a Anadolu'dan göçen, Erdebil ve Tebriz böklgelerine yerleşen ve orada Şiileşen Türkmenlerden olşan günümüzde 200 köy bulunmaktadır. 

Firuz Bey obasından bir şair, turna ve semah ritüelli deyiş şöyle:

Seherde avazın bağrımı deler
Durnanın kanadı köz gibi yanar
Kaldırmış kanadın yavru baş sanar
Firuz Bey Acem’e gitti durnalar

Yedi atlı ile bindik Allah emanet
Yetmiş bin evliya eylesin himmet
Yurdumu beklesin oğlum Muhammed

Çağrışı çağrışı yayladan inin
İnin ayn-Elize bir semah dönün
Beğden izin oldu koruya konun
Firuz Bey Acem’e gitti durnalar

Benden selam söyle Hazna Hatuna
Çıkarsın alları, karalar bağlasın
Küçük oğlu ile gönül eğlesin
Firuz Bey Acem’e gitti durnalar

Rakka’ya gitmeyenler “Urum” dedikleri Anadolu içlerine parçalanarak kaçarlar. Rakka’ya sürgün edilip de bir fırsatını bulupta Rakka’dan kalabalıklar halinde Anadolu'da değişik yerlere kaçanlar vardır. Ancak şiddetli biçimde takibe alınırlar. Yakalananlar geriye getirilirler. Bu iskânın icrasına yapan Kadı-Zade Hüseyin Paşa başlatmıştı. Yusuf Paşa adlı biri de tamamlamıştır. O dönemi şiirinde anlatan “Taşdemir” adlı bir ozan, Kadı Oğlu Yusuf Paşa için şöyle der:

Kadı Oğlu Yusuf Paşa gelende
Yalan dünya benim derdi Begdili
Seksen bin evle Rakka’ya iskân olanda
Tayı, Muvali’yi kırdı Begdili

(…)

TAŞDEMİR’im de söyler özünden
Methedelim Begdili’nin yazından
Ala bucak Kette’lenin düzünden
Hamed’in sancağını bastı Begdili

Alıştıkları serin, sulak, otlak yaylalardan en zor olanı Rakka çöllerinin susuz yakıcı sıcağı sürülmeleri bir yana, “Tayy ve Aneze” adlı Arap aşiretler oldukça kalabalık nüfuzlarıyla bölgelerini payşamak istemedikleri Türkmenlere dirlik, düzenlik vermezler. O dönem Türkmen ozanı Mehmet şöyle seslenir deyişinde Arap aşiretlerinin yanında olan Halep Valisi Abbas Paşa’ya:

Dağıttın Colap’ı sen Abbas Paşa
Aşiret sizde böyle zamana
Dağıttın Colap’ı sen Abbas Paşa

Haydarlı, Çelebi çıksın bu yana
Araplı, Kadirli döndü aslana
Dört çevremiz döndü kara dumana
Dağıttın Colap’ı hey Abbas Paşa

Güneşli, Ulaşlı dövüşe insin
Bayındırlı, Kazlı arkada dursun
Torunla, Şark-evli hazırlık görsün
Dağıttın Colap’ı hey Abbas Paşa

MEHMET’İM der ki, belim büküldü
Gözüm yaşı sineklere döküldü
Dağıldı aşiretim, bendim söküldü
Dağıttın Colap’ı sen Abbas Paşa
 
Yararlanılan Kaynaklar: 
Faruk Sümer, "Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişiminde Anadolu Türlerinin Rolü" TTK yayılnlarından
Ali Rıza Yalman, "Cenupta Türkmen Oymakları  1 ve 2. cilt
Fuat Köprülü, "Saz Şairleri" Akçay Yayınları
Selman  ZEBİL

7 Eylül 2016 Çarşamba

EDVARD MUNCH (1863-1944 NOEVEÇLİ RESSAM


KARŞILAŞTIRMA!
Topraktan yapılmış MÖ 3000, yani 5000 yıllık resimde gördüğünüz heykel, Türkiye-Afyon civarında bulunmuş, çığlık atan ana tanrıçadır. İkinci resim Norveçli ressam Edvard Munch'un 1893 tarihli “Çığlık” adlı tablosu ile neredeyse ayırt edilmeyecek benzerlikte.

100 yıl önce Afyonda bulunmuş bu heykeli. Edvard Munch görmüş olabilir mi? Bence hayır. Ama benzerlik aynıdır. Bir söylenceye göre de Peru’dan Paris’e getirilmiş İnka mumyasından etkilenmiş olması… Anadolu uygarlığından, Peru-İnka uygarlığına ve Edvard Munch’e insanların çığlığı aynı…






EDVARD MUNCH (1863-1944) "SKRİK" (ÇIĞLIK)
Edvard Munch, pek varlıklı olmayan bir askeri doktorun beş çocuğundan ikincisi olarak 12 Aralık 1863’de Norveç’in Aadalsbrug-Löten’de doğar ve 23 Ocak 1944’de Oslo’da ölür. Yapıtlarında daha çok korku, yaşam, aşk, ölüm, çelişkileri, kederi, mutsuzlukla ilgili ruhsal ve duygusal konuları işledi. Buna neden annesini ve kız kardeşini veremden kaybetmesi; belki de bu tatsız olayların etkisiyle içe dönük ve karamsarlık gösteren duyguları işledi.

İlk zamanlar hep mutluluğun değil de korkunun resmini yapmış Edvard Munch…
Norveçli ünlü ressamın yaptığı resme neden “Çığlık” adını verdiğidir. Bir söylenceye göre Munch, Paris’te “Müsse de L.Homme” ziyaretinde gördüğü, Peru’dan getirilmiş bir İnka Mumyasından etkilenmiş olması. “Çiğlık” resminin kaynağı, İnka mumyasından etkilenilerek mi yaptı?

Yoksa arka arkaya çizdiği, birbirine benzerlikler taşıyan  “Çığlık”  resimlerinde bile bir fark var ortaya çıkan. 1893’de, insan tüylerini diken gibi eden  “Kaygı”  ve bir başka resminde kadın ve insanlar arasında ön planda bir kişi var. Edvard’ın babası, Edvad’ın bilinçaltı  “hayaletin simgesi”  olduğu varsayımı ile yola çıkarsak, Edvard, aile içi ilişkilerde bir düzenin olmadığını gösterir bize. 

1893 yılında tamamladığı ilk “Skrik” (Çığlık) adlı tablosu, ruhsal sorunların zihne işlediği ruh hali mi açığa çıkıyor gibiydi! Bir bakıma onun gençlik yıllarına baktığımızda öyle olduğunu görüyoruz. Çünkü Edvard, daha 23 yaşındayken ruhsal sorunlar yaşıyordu. Umutsuzluk, aşırı korku, üzüntü; kendi hastalık duygusunun verdiği durumla, ölüm acısının ortaya çıkardığı bir değerli sanatçıydı.


Edvard Munch, anı defterine o zamanlar şöyle yazar: “İnsan sadece çıldırdığı zaman resim yapabilir” Ve “Çığlık” Munch’in çıldırdığı zamanda mı yaptı bilemeyiz ama Edvard
Munch’ün 1893’de çizdiği, korkan, umutsuz ve karamsar, çökük gözlü, kuru kafayı andıran bir insanın yüzüne verdiği ifadedeki mükemmelliğiyle dikkat çeken adına “Skrik” (Çığlık) dediği,  84X66 cm ölçülerindeki tablosu, ayrıca karmaşaya sürüklenen bir dünyayı çağrıştırıyordu sanki. Istıraplı varoluşçu bir dünyada olayların içinde Trabzonlara dayanmış, acı ve ıstırap çeken bir kişinin figürü çıldırma noktasında, arka fonda, göğün korkutucu kan kırmızı rengi içinde karmaşık, iç içe girmiş sert renkler. Munch’e göre çığlık atan doğadır, doğadan gelen çığlık sanki kendisi değildi veya öyle sanıyordu. Ama O, “bu karmaşa yüklü dünyanın insanları da ancak böyle olur” dercesine çığlığı resmetmiştir.

Gerçi,”Çığlığın yol alışı 1891’de "Umutsuzluk” 1892’de biraz daha geliştirerek yaptığı  “Umutsuzluk”, ilkinden biraz besili yüzlü adamdan, zayıflamış yüzlü adama dönüşür. Sonuç olarak 1893 yılında “Çığlık” adlı tablosunu tamamlar.

Tablolarında çizdiği “Skrik” (Çığlık) adını verdiği resimlerde bazı değişikliklerle renkler karmaşa içinde ama insan figürü olarak sürekli çizdiği kişi ise bir tür kuru kafayı andıran, bir yere bakan, oyuk, çökük gözlü, yaşamdan ve dünyadan nefret eder gibi bakışlı doğaya tepki veren bir insan figürüdür. Mutsuz çığlığın tepkisinden doğa öyle renklere bürünüyor ki, insanı rahatsız edici yeşil, kırmızı, sarı, göz kamaştırıcı fondaki aykırı renkler yerle gökyüzünü sanki birleştiriyor gibi dolgundu. Yani, üzerinde asıl bir şeyi başka bir şey ile benzetmeye, kıyaslayarak anlatmaya çalışılmış sanki…

Edvard Munch 1893’de, “Skrik” (Çığlık) konusundaki esin kaynağına neden olan olayı günlüğünde şöyle anlatıyordu: “İki arkadaşımla birlikte yolda yürüyordum; bu sırada güneş batmaktaydı, bir melankoli dalgasına kapıldım. Birden gökyüzü kıpkızıl bir renk aldı. Yoruldum, durup parmaklıklara yaslandım. Alev gibi gökyüzü, mavi fiyordun ve şehrin üstünde kan ve kılıç gibi sarkıyordu. Arkadaşlarım yola devam etti; ben ise büyük bir endişeyle öylece Trabzonlara yaslanmış duruyor ve doğada sonsuz bir çığlığını duyuyordum” der. Dahi O’na göre o anda gördüklerini: “Hepsini doğanın içinden yükselen bir çığlık gibi algıladım ve bunun resmini yaptım. Bulutları kan rengine boyadım, renkler çığlık atmaya başladılar”  diyordu.

İlk bakıldığında aceleci ve acemice bir üslupla yapılmış gibi görünen donuk, cılız, uçuk renklerle parlak, canlı renkler arasında anlamsız gibi görünen geçişler yaparak genelde insanoğlunun ruhsal problemlerle boğuştuğunu, kendi özelini bir bakıma yansıttığı, kendi ruh dünyasını tuvale döktüğü izlenimi veriyor insana. Yani, sürekli aynı tablonun üzerinde çalıştığı ve dört tane, aynı insanın farklı fon renkleriyle yapmış olması, doğayla bütünleşmiş hissi veren yapısı, hatta doğayı kendi estetik anlayışına göre düzenlemeye çalışan yapısı olması, iç dünyasının tuvale yansıması şaşırtıcı gelmiyor insana.

 Ayrıca, 1895’te yaptığı ve özel koleksiyoncu birinin elinde bulunan tek pastel tablosu ise 2012’de ABD’de 120 milyon dolara satılarak kısa süreliğine en pahalı sanat eseri unvanını almıştır.

Sonuçta Edvard Munch’un ilk yapıtında karanlık, ürkütücü ve huzursuzluk işlenmiş resimler yapsa da, yaşamının son yıllarına doğru karamsar duygularının yerini yaşama sevincine bırakmıştır.

Yıl 1994, Ulusal Galeri (Nasjonalgalleriet) ziyaretimde  “Çığlık”  adlı tablonun yerinden çalındığı gündü. Orijinali olan tablonun yerine kopyasını asmışlardır. Dört tane hırsız, içlerinden biri tablo hırsızlığında sabıkalı biri, galeride bir tek bekçinin olduğunu fırsat bilerek, galerinin arka penceresinden giriyorlar ve sadece 50 saniyede tabloyu yerinden alıp kaçıyorlar. Birde oraya şöyle bir not bırakıyorlar: “Böyle zayıf bir güvenlik için teşekkürler”  diyorlar. 

100 milyon dolar değeri üzerinde olan bu tablo, her ne kadar çalınmış olsa da, dünyaca tanınan bu tablonun satılamayacağını bilen hırsızlar, tabloyu geri vermeleri için para isteseler de polisin oyununa gelirler ve tablo ellerinden alınır ve çalındığı yerine konur.

İşte bu tablo, dünyada en çok kopyası üretilen iki tablodan birisidir. Birincisi Mona Lisa olurken, en çok kopya resimleri basılan da Edvar Munch’in “Çığlık” tablosudur.  
  


5 Mayıs 2016 Perşembe

ÜLKEDE SİYASİ DARBE YAPILDI, İKTİDAR VESAYET ALTINDA

Bir Komplo İle Ahmet Davutoğlu Alaşağı Edildi

Şimdiye kadardır inancı, dinini, kitabını, imanını Allah’ını, peygamberini siyasete bunlar kadar alet eden bir iktidar görülmemiştir. Şimdiye kadar bunları yaptığı uygarlık düşmanlığı, demokratik laik cumhuriyeti yıkma sevdalısı bir başka parti görülmemiştir.

Kurduğu bir komplo ile Davutoğlu alaşağı edildi; bütün gücün elinde olmasını isteyen tarafından. Sınırsız, sorumsuz, sorunsuz ama güçlü olmak istiyor. Türkiye’nin demokratik siyasi birikimini bir çırpıda altüst ediyor. Gelecek için verilecek demokrasi kültürünün önünü kesiyor. Ülkeyi tekeline geçirmek istiyor. Yani, ülkenin sonunun pekiyi olmayacak karabete doğru hızlıca gidiyor saraydaki kişinin yaptığı “darbe” ile. Kısacası gözü güce doymuyor, daha fazla güçlülük istiyor,  “ille de başkan olacağım”  diyor

Hırs ve bencillik, Türk siyasetinin geleceği için ülke Recep Erdoğan saplantılarını hayata geçirme için yola çıktığı en yakınındaki arkadaşlarını yarı yolda bırakarak, yoluna yeni edindiği arkadaşları ile devam etmektedir.

Saplantılarını, hayata geçirmek için kendisine sunulan emperyalist amaçlı  “Büyük Ortadoğu Projesi Eş Başkanlığı”nı tereddütsüz kabul etmiş biri; kendi siyasi çıkarları için ve kendisine siyasi çıkar için yanaşmış, yanındaymış gibi görünen kadroların elinde bu ülke heba edilerek harabeye dönüştürülmektedir.

Erdoğan bu görüşmenin hemen öncesinde “Makamlar, insanlara hizmet için araçtır. Önemli olan bulunduğunuz yere nasıl geldiğinizi, orada ne yapmanız gerektiğini ve hedeflerinizin neler olduğunu unutmamanızdır” diyerek, niyetini açıkladı. Bu ifade,


Hiçbir siyasi kurala sığmayan şu sözler, “Seni oraya benim getirdiğimi unutur da kendini gerçekten başbakan zannederek hareket edersen, yapayalnız kalırsın” demektir.

Ahmet Davutoğlu ne demişti;  "Ülkeyi kimin yöneteceğine millet karar verir. AKP'de sık kongre olmaz"   demişti daha yakın zaman önce, AKP Kongresinden AKP Genel Başkanı seçildiğinde.  

Demek ki AKP’de Genel Başkanı halk değil Recep Erdoğan seçermiş. Ancak delegeler salt gösterilenlere oylarını verirler ve seçim yaptıklarını sanırlar, huzur içinde evlerine dönerler.

Fetullah Gülen için:  “Hasret bedeli çok ağır... Gurbet hasrettir...  Biz, gurbette olup şu vatan topraklarının hasreti içinde olanları aramızda görmek istiyoruz. Diyoruz ki, bu sıla hasreti artık bitmelidir, bitsin istiyoruz”  demişti. Ne yaptı en sonunda Fetullah Gülene:  “Feto, paralel yapı, hain, inine gireceğiz”  demedi mi? Hani Hakan Şükür içinde Kardeşim”  demiş, yanaklarında öpmüştü herkesin önünde. Unuttunuz mu?

Libya’ya gitti, sarıldı, “Kardeşim” dediği Kaddafi'nin kafasını taşla ezenlere çuvalla dolar gönderdi. Sonra Libya’da “istenmeyen ülke” olduk…

Suriye’ye gitti, Esad’ı ülkeye çağırdı, birlikte ailecek Ege kıyılarını gezdirdi, vizeler karşılıklı kaldırıldı, “Kardeşim” dediği, kısa süre içinde“Şeytan, katil Esed”  diyerek Suriye halkını Esad’a karşı ayaklandırdı, Suriye’de iç savaşa neden oldu.

Ahmet Davutoğlu AKP Grup toplantısında şöyle diyordu: “Kim ne fitne yaparsa yapsın, kim ne üretirse üretsin. Kim ne yazarsa yazsın arkadaşlar, hepimiz önce bu iki dosya yazıcının dosyasından korkalım, Allah’tan korkalım, başka hiçbir şeyden korkmayalım.”Bu satırlardaki mesaj Recep Erdoğan’aydı.  

AKP bir tür “menfaat ortaklığı” partisi olmadığına kim kanaat getirebilir ki? Bu nedenle ülke siyasi yaşamı yok oluyor, menfaat yaşama yol alıyor, birisi kazanırken, bütün ülke ateş çemberi içinde kalıyor...

Gözünü başkanlık bürümüş bir kere. Davutoğlu’nun gözünün yaşına bakmadan harcar. Bu onun öğretiden, felsefeden geliyor. Suriye siyasetini, Çözüm Süreci’ni, Dolmabahçe’yi onun üzerine yıkarak, kendisini mağdur ilan edecek ve “aldatılmışım”  diyerek işin içinden tereyağından kıl çeker gibi kendini sıyıracaktır. İbreti alem için bakın hele; en yakınında bulunanları ne yaptı! Hepsini birer birer etkisiz ve bir şey bile yapamaz durumlara getirdi:

AKP Kurucularından Abdüllatif Şener…
AKP’nin kurucularından ve “kardeşim” deyip Cumhurbaşkanlık makamına oturttuğu Abdullah Gül.
AKP Kurucularından ve partinin tüzüğünü yazan Ertuğrul Yalçınbayır
AKP Kurucularından Dengir Mir Mehmet Fırat…
Hele en yakında ki “‘Bülent Abi”  dediği Bülent Arınç birdenbire  “o zat”  oluverdi…
Dahi; Ali Babacan, Hüseyin Çelik, Sadullah Ergin, Nihat Ergün, Ertuğrul Günay, Ömer Dinçer. Bunların kimisi bakanlık yapmış, kimisi en yakın yardımcıları olarak görev yapmış kişilerdi. Acımadı, hepsini sattı, Davutoğlu’nu mu satmayacak ki?


Adamın Kinli-Nefretli Skandalları Bitmiyor

Skandal ‘laiklik’ sözlerinin ardından Kahraman’ın bu konuşması tansiyonu daha da yükselteceğe benziyor…  

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı İsmail Kahraman “Laiklik yeni anayasada olmamalıdır. Dindar anayasa olmalıdır” dedi ya, bu ilk vukuatı değildir.  2014 yılında Eskişehir’de yaptığı bir konuşmasında Cumhuriyet’i kuran kadronun “dinsiz” olduğunu ima ettiği sözleri vardır yeni piyasaya çıkan...

İsmail Kahraman o konuşmasında; “Cumhuriyet’i kuran kadro pozitivistti. 
Pozitivist nedir? Gördüğüne ve tuttuğuna inanır. Peki, ayeti tutuyor muyum? Hayır… Vahiy gördüm mü? Hayır… Ayeti reddederler. Şimdiki tabiri ile olguculuk. Pozitivizm Cumhuriyet’i kuranların ideolojisi oldu, dinden uzaklaştılar”  biçiminde sözler kullanıyor.

Dahi; Hasan Polatkan Caddesi’nin adının “Atatürk Bulvarı diye değiştirildi. Ha! Bugün matem günü ya! Atatürk öldü. Dünyanın hiçbir yerinde bir büyük adam öldü diye ağlanmaz. Bizim gibi gerici bir başka devlet yok. Her canlı ölümü tadacak. Vadesi geldi öldü. ‘o ölmez…’ e öldü. 76 senedir ölmüş adamı bırakmıyorlar.”  Diyerek Atatürk’e  “O” adam diyordu.


2 Mayıs 2016 Pazartesi

KUT'UL-AMARE SAVAŞI 29 NİSAN 1916 ve GERÇEKLER

Halil Kut Paşa ve Alman General Golthz
Recep Erdoğan çıktı, elinde mikrofon, Kut’ül Amare’nin tarihimizin şanlı zaferi olduğunu söyledi. "Kut’ul Amare’yi bizden sakladılar” dedi ama Kut’ül Amare’nin Osmanlı’nın komutanının kim olduğunu söylemedi. Keza onu da bilmezdi ya..!

Recep Erdoğan, “Kut’ul Amare’yi bizden sakladılar dedi ya, hangi tarihimizi bu millet biliyor ki de Kut’ül Amare Savaşını bilsin! Hele birde, Kut’ül Amare savaşının Osmanlı komutanı, Prusya asıllı Alman Mareşal Colmar Freiherr Von Der Goltz olduğunu hiç bilemezdi.

Osmanlı-Alman ittifakı doğrultusunda Osmanlı Ordusuna komutanlık yapıyordu.   
Maraşal Comar Freiherr von Der Goltz, 2. Abdülhamit döneminde İstanbul’a getirilerek Osmanlı ordusunu modernleştirmesi istendi.

Alman Krupp ve ülkemizde “mavzer” diye bildiğimiz uzun namlulu silahın adı olarak anılan “Mauser” şirketlerine ilk silah siparişlerini verildi. 1908’de ikinci kez İstanbul’a geldiğinde o Alman'ı “mareşal” yaptılar.

1914’te 5. Mehmet’in kurmay başkanı yaptılar sonra Irak’ta İngilizlere karşı savaşan 6. Ordu’ya komutan olarak atadılar. Kut’ül Amare Savaşı tam kazanıldığı sıralarda Mareşal Goltz yakalandığı tifüs hastalığından öldü. Onun yerine geçen Halil Paşa atandı ve savaşın sonuçlanmasında son darbeyi vurarak kazanıldı…

Kısacası Halil Kut Paşa (1882-1957)
Halil Kut Paşa, 1882'de İstanbul'da doğdu. Harp Akademisi'nde Mustafa Kemal ile aynı sınıfta okudu. Enver Paşa'nın ondan iki yaş büyük amcası. "Kut'ül Amare Kahramanı" olarak bilinir. İttihat ve Terakki Fırkasına girdi. 

Halil Kut Paşa ve “Kut’ül Amare” Savaşı (29 NİSAN 1916)
1923 doğumlu Dr. Necdet Özgelen, 21 yaşındayken Kûtu'l-Amâre Kahramanı Halil Paşa'yı tanıma şerefime ermiş kişi olarak Halil Kut Paşayı anlatır: "Yıllardır ittihatçılara 'darbeci, İmparatorluğu yıkanlar' diyorlardı. Hatta muhalif görüşlere 'ittihatçı zihniyet' diyorlardı. İttihatçıların kazandığı bütün zaferlere veryansın edip her zaman karalıyorlardı. Ama şimdi çıkmışlar İttihatçıların kazandığı, dahi daha önce bir bilgileri olmadığı “Kut-ül Amare” zaferinin 100. Yılında ne hikmetse AKP ve devletin zirvesi, o zaferi kazanan komutanı Halil Paşa'nın adını bile anmadan kutlanıyordu.

Salt Atatürk’ü küçümsemek için cümbür cemaat kutladıkları Kut’ül Amare Savaşının komutanını için “Komutanımız Mareşal Colmar Freiherr Von Der Goltz” deseydi bari daha gerçekçi olurlardı. Ama bu mareşal yeni cumhuriyetin içinde, dışında yoktur…

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamayan ve hatta iptal edenler, Kut'ün Amare Zaferi'nin 100. Yılı için düzenlenen törene katılıyorlar ve orada Recep Erdoğan şöyle konuşuyordu: “Milletimizin, medeniyetimizin binlerce yıllık tarihini, nerdeyse 1919 yılında başlatan bir tarih anlayışını reddediyorum. Her kim ki zaferleriyle ve yenilgileriyle son 200 yılımızı, hatta son 600 yılımızı soyutlayıp eski Türk tarihinden Cumhuriyete atlıyorsa bilin ki o kişi milletimizin de devletimizin de hasmıdır” demişti. Ama salt 600 yıllık tarihten söz ediyor. Türlerin tarihi daha çok eskilere dayanır ve 1932 yılında Atatürk’ün kurdurduğu “Türk Tarih Kurumu aracılığıyla asıl bu millete unutturulmuş geçmiş tarihini yeniden hatırlatılmıştır.

Yani; sözün kısası, senin 19 Mayıs’ın yok; ama bizim için Türkiye Cumhuriyeti tarihi 19 Mayıs 1919’da başlar, ümmetlikten, kulluktan, kölelikten, cariyecilikten, haremden, dili kesilmiş cellâtlardan adam olmaya adım atılışın tarihidir. Bizim tarihimizde ne Alman Mareşal Freiherr Von Der Goltz vardır, ne de Amerikan mandacılığı vardır.

Kut Şehitliği
1920 yılında Bağdat’a 180 km Kutü’l-Ammare’de inşa edilen şehitlik, etrafı duvarlarla çevrili büyük bir anıt biçiminde olup bu şehitlikte 7’si subay, 43’ü er olmak üzere 50 şehidimiz yatmaktadır. Sonuç olarak, Halil Paşa idaresindeki Kutü’l-Ammare Savaşı; Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nun en zor şartlar altında, Çanakkale’den sonra İngilizlere karşı kazandığı ve bir İngiliz tümeni bütün personeli ile birlikte esir aldığı eşsiz bir zafer olarak tarihe geçmiştir…

Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30 bin zayiat vererek geri çekilmek zorunda kalan İngiliz ordusuna Türklerin Çanakkale’den sonra ikinci defa İngiliz inadını kırdığı zaferiydi bu Kut’ül-Amare Savaşı. İngiliz tarihçi Jemes Morris, Kut'un kaybını Britanya (İngiltere) askeri tarihindeki en aşağılık şartlı teslimi olarak tanımladı.

Kaynaklar:
16 Ocak 2010, 91. yıldönümünde Kut’ül-Amare Zaferi, Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığı”  sitesi .
1957'de İstanbul'da vefat eden Halil Kut Paşa’nın anıları: “Bitmeyen Savaş" adıyla 1972'de yayımlandı.
Vikipedia


BÜYÜK İSRAİL PLANI ve KÜRESEL GÜÇ OYUNLARI KIYAMETİN HAYALİ BİR REÇETESİ Bu makale Internationalist 360 tarafından yayımlandı. Espen B. Øyul...