21 Ağustos 2012 Salı

CUMHURİYETİN KALKINMA SERÜVENİ ve OKULLAŞMA


CUMHURİYETİN KALKINMA SERÜVENİ DEVLETÇİLİK
Pek çok iç ve dış tehditlere rağmen cumhuriyetin kalkınma serüveni çok farklı aşamalardan geçer. Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında ülke nüfuzunun %75’i tarımdan geçimini sağlıyordu ve tarıma dayalı ticaretten yararlanıyordu.


Ülke cumhuriyete geçildiğinde sanayileşme Avrupa’nın çok gerisinde kalmış, sanayileşmeyi kaçırmış bir imparatorluktan sonra cumhuriyetle birlikte Türkiye 1923’den itibaren Avrupa denginde bir sanayileşmeyi yakalamaya çabalar hale gelir. Kısa sürede orta gelirli bir sanayileşmeyi başarmış hale gelen bir ülke olur günümüzde.

Cumhuriyet döneminde gelişen sanayileşme hamlesi karşısında siyasilerin inişli çıkışlı siyasi yanlışlıkları 1923-1929 açık ekonomi, 1930-1946 korumacı ekonomi (O dönem yerli malı kullanılması için, yerli malı haftası düzenlenir) sanayileşeme atağı. 1950-1960 özel teşebbüslerin atağı ve sanayi birikiminin iştiraki. 1960-1977 planlamaya geçme, 1980- 1989 24 Ocak kararlarıyla dışa açılma ve dahi küresel sermayenin girişiyle dengelerin alt üst olmasıyla günümüze gelir.

Böylece cumhuriyet döneminde ekonomik stratejik gelişim iki bölümde değerlendirilir. Biri korumacı bir ekonomi, ikincisi liberal ekonomi olur.

1930-1933 yılları arasında pek çok dünya ülkesi çok ağır ekonomik buhran geçirirken Türkiye istikrarlı adımları sayesinde etkilenmedi dahi küçük çapta büyümesini sürdürür.

1927’de sanayi teşvik kanunu yerli sermayedarların sanayiye katılmaları sağlanır. 1930- 1946 yılları arası iç piyasayı koruma amaçlı sanayileşme 25 Şubat 1930’da Türk Parasını Koruma Kanunu yapılır. 30 Haziran 1930’da Merkez Bankası kurulur, Türk Lirası denetim altına alınır.

1930-1933 Dünya ekonomik buhranda durgunluk geçirirken, sanayi dalında Türkiye %15 civarında büyüme sağlar. 1938 yılında TMO (Toprak Mahsulleri Ofisi)  kurulur.

1930-1933 yıllarında Avrupa ve dünya ekonomik buhranlarla boğulurken, daha 13 yıllık Sovyetler Birliği planlı ekonomiden dolayı etkilenmez, kendini korur. 1923’de Türkiye Cumhuriyetini kuran kadroları Sovyetlerin başarılı ekonomik planından etkilenir.

1930 yılı itibariyle Sovyetlerden 5 Yıllık Kalkınma Planı alınarak Türkiye’de hızlı sanayileşme dönemine gidilir. Cumhuriyetin devletçi siyaseti ve altı ilkeden biri olan devletçilik ilkeleri bu dönemde biçimlenir. Buna bazı itirazları olanlar çıkarken, devletçilik ilkesini savunanlarda Osmanlı geleneğinde de var olan devletçiliğin uygun olduğunu öne sürerler. 

1932 yılında Başbakan İnönü Moskova’ya ziyaret eder. İlk 5 Yıllık Kalkınma Projesi Başbakan İnönü’nün Moskova ziyaretinden döndükten bir yıl sonra 1933’de tamamlanır 1934’de yaşama geçirilir.

Tekstil, kâğıt, seramik, şişe-cam sanayi ve metalürji dalında Türkiye gelişimini Sovyetlerden aldığı teknolojiyle sağlar ve böylece devlet sanayileşmenin öncüsü olur.

Yerli girişimci sınıf yaratmak
Cumhuriyetçilerden önce var olan bu düşünce 1908’den sonra İttihatçıların izlediği  “Milli İktisat”  siyaseti benzer amaçlıydı. Müslüman-Türk unsurların ekonomiye egemen olmaları amaçlanıyordu. Yani sanayinin Türkleştirilmesi çabası vardı.

1930’u yıllarda devletçiliğin gelişiminde sol bakışlılar ve kadrocular olarak iki fikir doğar. Devletçiliği bir araç olarak görenler ve bir amaç olarak değerlendirenler olur.  Atatürk, 1936 yılında Devletçiliğe karşı muhalif söylemler karşısında:  “Türkiye’nin tatbik ettiği devletçilik sistemi 19. yüz yıldan beri sosyalistlerin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir”  diyerek yararlı bir değerlendirme yapar. Ahmet Ağaoğlu:  “Ferdin yetmediği yerde devletin varlık göstermesi”  olarak tanımlar.

İşin garip tarafı:  “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılması ve Türbedarlıklarla İle Birtakım Unvanların Önlenmesine ve Kaldırılmasına Dair Yasa”  30.11.1925 tarihinde kabul edilen 167 sayılı yasa tasarısını teklifi veren dört isim var. Sonra 1946’da bu dört kişi Demokrat Parti’yi kurarlar. Bunlar:  Adnan Menderes, Refik Koraltan, Fuat Köprülü, Celal Bayar’dır. En çokta bu dörtlü kendilerinin teklif edip yaşama geçirdikleri yasaları laçkalaştıranlar olarak tarihe geçmişlerdir.

Türkler şimdiye kadar görmedikleri yeniliklerle tanışıyorlar. Türkün adam gibi adam olması için çıkarılmış aşağıdaki 8 maddeden oluşan, 10 yılda tamamlanan yasalara bir bakalım:

1. 3 Mart 1924 tarihinde 430 sayılı Tevhidi-i Tedrisat (Eğitim Birliği) kanunu.

2. 25 Kasım 1925 tarihinde 671 sayılı Şapka İktizası Kanunu.

3. 30 Kasım 1925 tarihinde 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddi’ne ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun.


4. 17 Şubat 1926 tarihinde 743 sayılı Türk Kanunu Maddesi’yle kabul edilen, evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair madeni nikâh esası ile aynı kanunun 110. maddesi hükmü.

5. 20 Mayıs tarihinde 1288 sayılı Beynelmilel Erkamın (rakamların) Kabulü Hakkında Kanun.

6. 1 Kasım 1928 tarihinde1353 sayılı Türk Harflerin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun.

7. 26 Kasım 1934 tarihinde 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa gibi lakap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun.

8. 3 Aralık 1934 tarihinde 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilmeyeceğine Dair Kanun

Akıl ve çağ dışılık zorluyor zihinleri. Akıl ve çağ dışı din anlayışının tortularıdır. Bir kere Bu yasaların Türk halkına verdiği  “adam gibi adam olma”  ağır gelmiştir. Millet olarak işimize yarayan ne varsa tersinde anlamakta üzerimize yoktur. 1923 ruhunun Türklere sunduğu  “adam olma”  yasaları duyarsızlıkla ortadan kaldırmak isteyenler, İslam’ın içine sinsice sokulan Emevi zihniyetinin kalıtımıdır. Bunu görmek lazım...


Çöreklenmiş Emevi zihniyetinden kurtulmak çok zor: “Geleneksel İslam fıkhı, temelleri Emevilik tarafından atılan bir fıkıh olduğu için, hem büyük ölçüde Kur-an dışıdır hem de şiddet üreten bir fıkıhtır. Çünkü bu fıkıh, İslam’ı ideolojileştiren bir fıkıhtır”  der Y. Nuri Öztütk

Eski Marksist, yeni Müslüman Fransız düşünür Roger Garaudy haklı olarak şöyle der:  “Müslümanlar, eğer tarihin önünde ayakta kalacaklarsa, Çöl fıkhından, uzay fıkhına geçmek zorundalar”  Yalan mı?

Mehmet Akif Ersoy, dil, din ilişkisi hakkında camiler de hutbesinde şöyle der:  "...Her tarafta Müslümanlık cehalet, Müslümanlar ise sefalet içinde mahvolup gidiyor. Müslümanlık bize dünya için bir ‘hayat-ı tayip’  vaat ediyordu. Niye vermedi? İşte bizim hep cehaletimiz yüzünden Müslümanların hepsi cahil, Arap’ı cahil, Türk'ü cahil, Kürt'ü, Arnavut'u cahil. Hani Müslümanlar kardeşti? O halde nedir Müslümanların bu hali? Aman Yarabbi! Kur-an ne söylüyor, biz ne anlıyoruz. Sabır katlanmak değil, göğüs germektir..."  diyerek acizledir.

İsmet Paşa İle Eski Bir Nazır: İsmet Paşa, Lozan anlaşması için görevlendirildiğinde, Osmanlı Babı âli sinde yetişmiş deneyimli bir eski Nazır'dan (bakan) akıl ister:  "Ben acemi diplomatım, sizin zengin deneyimlerinizden yararlanmak isterim"  der İsmet Paşa.


Eski Nazır'ın yanıtı:  "Bana akıl sorma! Ne düşünüyorsan onu yap! Çünkü bizim boynumuz dış ülkelere hep eğikti. Karşımızdakini güçlü, bizim güçsüz olduğu bilinci benliğimize işlenmişti, hep alttan alırdık. Siz ise bir yenginin insanısınız"  der.

Mustafa Kemal ve arkadaşlarının 10 yıl içinde yaşama geçirdikleri yukarıdaki yasaların birilerinin hesabına gelmese de ne kadar yararlı olduğu şimdi daha iyi anlaşılmaktadır...

1923’den 1945’e kadar devletini korumuş, gözlemiş; siyasi İslamcılara göz açtırmamış bir devlet idaresi 1945’den sonra ilk laçkalığını dinde göstermiştir. Kemalist ideolojinin çöküşü CİA’ nın kapalı planları sonucu, “Dünya İslam Birliği”  kurmaya, başına Türkiye’yi getirmeyi ön gören ABD, İslamcı-Müslümanları hep kışkırtmıştır...

17 Eylül 1943’de kurulan  “Büyük Doğu”  adlı derginin sahibi Necip Fazıl Kısakürek, dinsel gizemciliğin ve kendini besleyen Amerikancı bağlılığın gücü doğrultusunda kurar. 1946’da siyasi İslamcı çizgiye tamamen giren dergide, Aksekili olan Osman Yüksel Serdengeçti adı da öne çıkar.     

1923’den 1925’e kadar kısa sürede çökertilen Sünniliğin üst yapısı, niteliksiz siyasilerin gayretiyle yeniden karanlıkta yaşayan Sünni tarikat yuvalarının Şeyhlerine, şıhlarına göz kırparak, laikliğe karşı bir akım olmasını sağladılar... Laik Cumhuriyetin Diyanet İşleri Başkanlığı da, tarikatların palazlanıp gelişmesinde örtülü öncü rol oynamıştır. Gelişen tarikatlarda her nedense, palazlanıp geliştiği Diyanet İşlerine hep kuşkulu bakmıştır...

1923-25 yılları asında Sünnilik dinsel üst yapısı çökertilse de günümüzde halen tarikat yuvalarının şeyhlik, şıhlık asalakların taraftar toplamaları ve ölümüne gönderdikleri müritleri her geçen gün atmakta oluşu şaşırtmaktadır…

MEDENİ KANUN İle Kadının Özgürleştirilmesiydi
Mustafa Kemal’in 1 Kasım 1925 günü TBMM açılış konuşmasında şöyle bir açıklama yapar:  “Genel hayatımızı yeni baştan düzenleyecek yasalar” in haberini vererek başlar. Böylece cumhuriyetin en büyük temel yaptırımlarından biri sayılan  “Medeni Konun” un işaretini vermiş olur...
Başta; Medeni Kanun Türk kadını adına bir şereftir...

24 Aralık 1925 de TBMM’sine sunulan bu iyi haber 17 Şubat 1926’da  “Türk Medeni Konunu”  adıyla TBMM’ sinde kabul edilir. Bu kanunla neler değişti, kadınlara ne hakları verdi ona bir bakalım:

1- Ailede kadının erkeğe eşitliği sağlandı.

2- Evlilikte resmi nikâh zorunlu hale getirildi.

3- Erkekler için çok evlilik yasaklı hale getirildi. Tek evlilik esas alındı.

4- Miras hukukunda kadın erkeğe eşit hale getirildi

5- Mahkemelerde tanıklık erkeğe eşit hale getirildi.

6- Boşanma konusunda kadın erkeğe eşit hale getirildi.

7- Kadınların istedikleri mesleğe girme hakları tanındı.

Medeni Kanunun sonucu olarak kadınlar, siyasi alanda da ülke yönetiminde söz sahibi olmaları için gelişmeler sağlanır. Mustafa Kemal, itilip kakılan kölelikten alıp kadını, en değerli mertebeye yükseltmiştir; adam gibi bir konuma oturtmuştur; saymıştır, saygın bir yer vermiştir kadına...

Kadının sayılması, çalışma, meslek seçiminde dahi, siyasi hayatında erkeğe eşit tutulmasının önü nasıl açılır bir bakalım:

1- Türk kadını 1930’da belediye seçimlerine katılmaya hak kazanır.

2- Türk kadını 1933’de Muhtarlık seçimlerine katılma hakkı kazanır.

3- Türk kadını 1934’de seçme ve seçilme hakkını ve milletvekili olma hakkını alır.

İşte bunları görmezden gelip kendini erkeklerin esaretinden kurtaran cumhuriyete ve de Mustafa Kemal düşmanlığı yapan bazı kadınlar, Ruh ve kafa sağlığı yerinde midir acaba sormak lazım... Nankörler göremiyor, eğer daha fark edemiyorlarsa  “yuh”  denir artık...

OKULLAŞMA, Sefaletten Kurtarılmaktı
1923 yılına gelindiğinde Türkiye’de okul ve okulluluk, 4,894 olan İlkokul, öğrenci sayısı da 341,941 olur. 1930’a gelindiğinde ancak 6,598 okula ve 489,299 öğrenciye çıkartılabilir.

Yeni Cumhuriyetin aydınlanmasını sağlayacak, Cumhuriyet kurumlarından olan Halk Evleri 19 Şubat 1932’de, Türk halkının eğitim ve bilgi düzeyini yükseltmek için kurulur. Atatürk’ün bizzat kendi kurduğu Halk Evleri, yine siyasi kıyıma uğrayarak 8 Ağustos 1951’de DP zamanında kapatılır.

1936 yılında Saffet Arıkan’ın Milli Eğitim Bakanlığı sırasında, köy halkına pratik bilgi vermek amacıyla  “Köy Eğitim Projesi”  ile Köy Enstitülerin temeli atılır. 17 Nisan 1940’da da 3803 sayılı Köy Enstitüsü Kanunu kabul edilir. Köy Öğretmen okulları Köy Enstitülerine dönüştürülür. 1940-41 öğretim yıllında 10 yeni Enstitü daha açılır. Bu sayı 1945-46 yılına gelindiğinde 20’ye çıkarılır. 1948- 49 öğretim yılında bir okul daha açılır.


Cumhuriyetin en özgün, en bağımsız yaratıcılığın, en kapsamlı bilimde, teknolojide Türk insanın ileri adım atmasına yarayacak Köy Enstitüleri projesiydi, kapatıldı. Yaratıcılığın yerini eğitimde dahi taklitçilik aldı. Köy Enstitülerine kıyım DP dönemi olan 1953’de Köy Enstitüleri programları, İlk Öğretmen Okulları Programlarıyla birleştirilir. 1954’e gelindiğinde 6234 sayılı yasa ile de Köy Enstitüleri tamamen İlk Öğretmen Okullarına dönüştürülür.


Yaşar Nuri Öztürk şöyle bir tespitte bulunur  “Allah ile Atlatmak” adlı yapıtında:  “Haçlılar önce Müslümanları çağdışı hale getiriyor, ardından da  ‘böyle olmaz, ben bunu düzelteceğim diyerek muhtarlık yapmaya başlıyor. Kural ve kader hep aynı: Muhtarlık haçlıdan, finans ve hizmet Müslüman’dan”  der.

Köy enstitülerini İsmet İnönü’yle gezen Şemsettin Günaltan, döner İnönü’ye  “Paşam binler böyle eğitilirse yönetemeyiz”  der. Siyasetçiyi bile binlerin hızlıca eğitimde yükselişi ürkütür hale gelir.

14 Ağustos 2012 Salı

DÖNEK-HAİN-İHANET EDEN


DÖNEK;
Aynayı tut yüzüne, kırmak ister…
Dönek geçmişini bilir, geçmişteki arkadaşlarını, onlarla geçirdiği yaşam tarzını unutamaz. Değiştiği, katıldığı yeni çevresine bir türlü uyum sağlayamaz, eski sosyal yapısına özlem duyar durur ama o eski sosyal çevresine de düşmanca tavır koymaktan da geri kalmaz, onların yok olmasını ister.

Dönek; döneklik kötü bir eylemdir. Dönek siyasette arkadaşların, yoldaşlarına karşı dik durup yüzlerine bakamaz, utanır ama onlara çelme takmaktan kendini alamaz. Çünkü döneğin her daim önünde eski sosyal çevresi var olduğu müddetçe boynunda başı bir suçluluk duygusuyla eğik gezer, dik gezmesi için dönek, önünde engel gördüğü eski sosyal çevresinin bitilmesini ister. O neden dönek öteki rakiplerden daha çok tehlikelidir.

İHANET ve HAİN
Hain; ihanet eden, hilekâr, düzenbaz, gördüğü iyiliği ve güveni kötüye kullanandır. Yani dürüst hareket etmeyen, kendi menfaati için ülkesini satan, arkadaşını, hısım-akrabasını bile acımadan harcayan demektir. Mustafa Kemal hainleri için şöyle bir tespitte bulunur: “Kahramanı kadar haini de bol bir milletiz” der.

Her toplumda satılık; satın almaya yatkın hainlik yapabilecek kişiler bulunur. Yabancı ajanların, hedef ülkelerde kendileri adına, kendileri hesabına hainlik yapabilecek kişileri seçerler. Bunlar başta gazeteci, asker, bilim adamı, siyaset adamı olmalarını yeğlerler.

Hainin ihaneti bazen iyi niyetin arkasına sığınır. Bazen de demokrasinin arkasına sığınır. Hıyanet içinde olanların kamuoyu oluşturmada en güçlü sığınakları “İnsan Hakları” adıyla işe başlarlar. Bunun adına çaktırmadan, açıkça yapılan hıyanetliği örtüleme sığınağıdır. Hıyanetliğin öbür türü de, bilinçli, gizliden yapılan hıyanetliktir.

Bilinçli, gizliden hainlik yapacak kişileri bulmak için yabancı istihbarat örgütleri, bağımsız biriyle işe başlamak istemezler; onlarla çalışmak zordur. Ancak başkalarına güvenmeyi alışkanlık haline getirmiş, beceriksiz, işe yaramaz olan kişileri ve kendilerinin desteğine ihtiyaç duyacak karakterleri zayıf, kontrol yetersizliği olan kişileri hedef ülkenin içinden seçerler ve onlarla çalışırlar.

Hedef ülkeye sızmak isteyen istihbarat ajanları fırsatı iyi değerlendirirler; hiçbir zaman şiddetlenmezler, öfkelerine hâkim olurlar, amaca ulaşmak için bencillik etmezler, başarı için onlar hey yolu mubah sayarlar. Dahi; ülkesine ihanet edebilecek, ülkede söz sahibi mevkie gelmiş kişilere ulaşırlar, onları örgüt içinden kullanırlar.

Hedef ülkede hainlik yapabilecek kişiler tamamlandıktan sonra hedef milletin zihnini bulandırırlar, içerisine çeşitli nifak tohumları ekerler, içinden çıkılmaz karmakarışık halle sokarlar. Hedef milletin gençliğe darbe indirmek için parıltılarla büyüleyip aptal ederler, yeteneklerini kırarlar; düşlerini, düşüncelerini bulandırırlar, ihtiyaca bağlı yem kullanırlar ve yuttururlar. Hedef gençliğin dikkatini dağıtırlar ki, akıllı düşünme yeteneğini kırarlar ve bulunduğu topluma hıyanet etmesini sağlarlar...

8 Ağustos 2012 Çarşamba

EMEVİ DİN TEOLOJİSİ



EMEVİLERDEN BU YANA SİYASİLER İSLAM KULLANILIYO 

İslami geleneğine Emevilerden bu yana tecavüz sürüyor…

Bıktık artık; eskimiş Emevi teolojisi dayatmasından. Bu ülkede haksızlık almış başını giderken, cemaatlerin işi olması gerekeni hala Başbakan kendine görev sayıyor, yeni camiler açılışı yapıyor. Cesur düşünen Müslümanlar bile artık Sünni-Emevi teoloji ideolojisi ile sindiriliyor. Halkça kabul görmüş, oturmuş, sevilmiş, benimsenmiş İslam saptırılmış, gerçek İslam’ı temsil eden Müslümanlar sığ kalmışlardır. Birçok İslam savcıları türemiş mahallelerde, gerçek Müslümanları sindirilmiş hale getirmişlerdir. “Artık zalimlerin gittiği camilere gitmem” diyen inançlı insanlar çoğalmaya başladı bu ülkede.

Daha on yıl önce mağdurları oynuyorlar, ortalığı velvele ile ayağa kaldırıyorlardı. İslam’ın “akıl adamları” oyunuyla çıktılar meydanlarda halkın karşısına, sonra yıkıcı bir dönem eşiğine getirdiler ülkeyi. Güç ve kudretin verdiği şaşırmış şımarıklıkla zalimliğe terfi ettiler; mücahittiler, müteahhitliğe yükseldiler, yaya giderlerken jeeplere biner oldular, lüks otellerde göstermelik iftar sofrası düzelemeye geçtiler.

İslam’ın kaderi bu olmamalıydı… Muhammed’in ölümünden kısa bir süre sonra siyasi karmaşayı tarafsız gözleyemeyenler, yozlaşmanın mabudu 1500 yıldır sürüp gelen zihinlerin içine hapis olmuş. İslam’dan gibi görünen pek çok ritüeller, mekânlar, İslam ve kurallar, karşı devrimin oluşturduğu net biçimde anlaşılmaktadır…

Özellikle İslam’a tebelleş olmuş Emevi hanedanlığını kuran Muaviye süreciyle başlayan, günümüze kadar süre gelmesine neden olan halife Osman’la başlatılmış İslam öncesi Arap gelenekler ile, Muhammed’in gerçek İslam idealine kısa sürede karşı devrim başlatan halife Osman ‘a karşı koyan Muhammed dostu Abuzer ve halife Bekir’in oğlu Muhammed’i iyi anlamak gerek.

İslam’a sermaye biriktirmenin yolunu açan ve Müslümanlar kapitalistleştiren Muaviye, ortaya getirip, yaptıkları kötülükler ortaya dökülüp sorgulanmadıkça, mal-mülk istifleyen Müslüman kisveli dincilere, mal yoksunu Müslümanlar dengelenmedikçe din hep soru işaretiyle kuşkuda kalacaktır. Gerek din olgusu, Muhammed’in “sınıfsız toplum” ideali, ağalık-beylik-kölelik din bilginlerinin karanlık dehlizlerinde “fıkıh” diye anlamsız, kimsenin anlamadığı ama sahip çıkanı bol, boş hurafelerle dolu olacaktır.

İslam’ı toplumsal yapısından çıkartıp, salt tapınma dini haline getirme, insanları uyuma ve uyuşturma, aklı başında insan için geçerli değildir. İslam’ın eseri olan toplumsal adetler, fırsat eşitliği, egemen güçlerin elinde. Muktedir olan kişiler büyük halk yığınlarını ezildikçe, camilere ilgi artacaktır. Oradan siyasetçi yaralanacaktır…

İslamiyet adına meşru sayıldığı ve bu konuda yalan-dolan fetvalar yayınlandığı bir İslam anlayışı sürüp gider. Gösteriş için dindarlıktan çok, camiciliğin arttığı, mal-mülk artışlarını, koruma zırhına bürünmüş siyasi erkten yana taraf olarak sağlayan, korunmuş kollanmış, öncelik verilmiş mal-mülk tutkunları. Müslüman görünümlü o gidi iblisler İslam aidiyetinden görünümlülerdir. Muaviye Sünniliğinin tarihsel kökenlerindeki kodlarda bir bakarsak, ta Emeviler’den bu yana güç ve kudret savaşları hep din kullanarak verdiler, kılıçlarından damlayan ise insan kanıydı. Bugün değişen bir şey yok…

Alenen Sünnilik ideoloji harekete geçmiş durumda… Tehlikeli bir oyun oynanıyor, bu oyunda baş aktör Recep Erdoğan. Tarih böyle düşünen insanların çıkarttıkları savaşlarla doludur. Yarın da İslam dünyasında Sünni-Şii savaşları başlayabilir. Recep Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bölgede bir Sünni blok oluşturmak istiyorlar, başlarında da kendileri olacağı hayallerine kapılıyorlar gibi görünüyor.

Türkiye sayıklıyor; git gide bölgesinde sağlığını, saygınlığını kaybeden ülke durumunda. İktidara geldikleri ilk günlerde, ülkeyi bölüp parçalamak isteyen yabancı güçlerin arzuları doğrultusunda, kendi ülkesinin ordusuna “din düşmanı” gözüyle bakıyorlardı. Ülkesini sevenlere de “Türkçü, ırkçı, kafatasçı, statükocu” diye yaftalarlardı.

Şu günlerde evindeki yangını göremeyip, komşu ülkelerin yangınına su taşıyan siyasi erk, yandaş medya, iş ve ihale adamları, acizliğin verdiği ezikliği halkın gözünde başka tutmak için Çamlıca tepesine görkemli cami yaptırma projeleri müjdelemek, arada bir cami açılışlarına katılmak gibi göz dolduran görüntülerle halkı uyutma siyaseti izlemekteler.

Başbakan vatandaşların inancı hakkında Laik-Demokratik ülkede dinde tanımlama yapıp doğruluk, yanlışlık belirleme hakkına sahip değildir. Recep Erdoğan bunu yapıyor. Sevelim sevmeyelim, BDP'liler için "Zerdüş dininden" diyebiliyor. Aleviliğe öylesine karışır oldu ki, “siz yanlış yere ibadethane diyorsunuz, bu yanlıştır, madem Müslümanız diyorsunuz, Müslümanların ibadethanesi camilerdir, camiye gelin” diyor. 1000 yıldır cem evlerinde ibadet yapan Alevilere yön ve yöntem vermeye kalkıyor.

Aslında, siz bakmayın “Ali’yi sevmek Alevilikse en büyük Alevi benim” dediğine. Hangi Sünni Ali’yi sevmem der ki? Recep Erdoğan’ın, Alevilik hakkında vermiş olduğu zihninde bir kara var. Yeri ve zamanı geldiğinde o verdiği zihnindeki karar mutlak açığa çıkacak ama biraz daha zaman var. Sonuç ya istediği Alevilik olacak ya da (…) meçhule doğru bir yol çizilecek! Hele şu öndeki Şiiliğe karşı ezici Sünni blok bir oluşsun…

Arada bir Alevilikle suçladığı Kılıçtaroğlu’nu, Sünni büyük çoğunluğun gönlüne su serpmiş oluyor, gönlü hoş ediliyor. Karaca Ahmet Dergâhı yanında yapılan cem evine, halkını, ibadet edenlerini hiçe sayarak “ucube” demiştir. Bu ülkede şehircilik mimarisine uymayan, ruhsatsız yüzlerce “ucube” camiler varken, Recep Erdoğan ayrımcı tavrıyla Alevilerin ibadethaneye “ucube” demiştir. Soralım tarafsızca: Eğer bir Alevi önderi “bu cami burada ucube” dese hemen din jandarmaları ve din savcıları işgüzarlık yaparak halkı galeyana getiriler. Başta Recep Erdoğan olmak üzere siyasi malzeme yaparak: “Bakın camilerimize dil uzatıyorlar” diyerek şayia yaparlar.



 

BÜYÜK İSRAİL PLANI ve KÜRESEL GÜÇ OYUNLARI KIYAMETİN HAYALİ BİR REÇETESİ Bu makale Internationalist 360 tarafından yayımlandı. Espen B. Øyul...