29 Aralık 2013 Pazar

HIRSIZDAN, RÜŞVETÇİDEN, YOLSUSUZLUK YAPANDAN MÜSLÜMAN OLUNUR MU?


KUR'AN İLE BUGÜNKÜ İSLAMCILARIN GÜNDEMİ ÇOK FARKLI

Dolar hırsızları, ceza yemezler
onlar sokak hırsızlarından farklıdır
Bir türlü tamamlayamadıkları Muaviye’nin tasavvur ettiği hayallerini Recep Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, sanki tamamlamaya yeminli etmiş mücahitler gibi İslam-i mühendisliğe soyunarak, kişilerin nasıl davranacağına kadar işi vardırdılar. Yezid’in ruhunu şaha kaldırdılar.

Sanma ey hoca! Senden zer ü sim isterler. Yevme la yenfeu’da kalb-i selim isterler. Ey hoca! Yarın ahrette senden altın, gümüş isteyeceklerini sanma… Kimsenin yardım edemeyeceği o günde Allah senden ter temiz bir kalp ister.

Salt Tapınmakla Cennet Beklemek
Tapınmak, binlerce yıllık geleneğinden beri vardır. Tapınma duygusu, Tanrıları memnun etmek için, aklın idrak sınırlarını aşan bir olgudan doğan bir eylemdir. Tanrıların gönlü hoş olsun diye ibadet etmektir. Müslümanlar tekbir Allah’a salat ederler. Gerçek Müslüman insanlar cennete girmek için namaz kılarlar ama bazıları yeryüzündeki cenneti yaşanmaz kılarlar, insanların zihinlerine intikal ederek budala yaparak hayatlarını cehenneme çeviriler. Yani demem şu ki, yeryüzündeki cenneti görmeden, ölüm ötesi bir cennet namazla bulunur mu?

Muhammed’in Mescitleri
Muhammet zamanında mescitler bir tür halk evleri gibi çalışırlar. Muhammed’in evi bir mescit gibi çalışırdı. Buralarda insanlar toplanır, savaş stratejilerinden tutun, devletin geleceğine dair planlamalar konuşulur, tartışılırdı. Dahi, insanların toplumsal, iktisadi durumlarının nasıl düzenleneceğine dair tespitler yapılır. Ayrıca mahkemeler buralarda kurulur, halk buralarda eğitilir, bilgiler buralarda paylaşılırdı. Buralarda “Ashab-ı Suffa” denilen yoksullar, kölelerden Abuzer, Ammar, Selman gibileri de buralarda yaşayan eski kölelerdi.

Yani, bütün sorunlar tartışılır, bir karara bağlanır, ondan sonra namaza durulurdu. Meclis içinde bitmemiş bir sorun varsa, o sorun çözülmeden namaza durulmazdı. Yani namaza kalkıp sevap almak diye bir öncelik yoktu. Şu günümüzde Aleviler ikrar ceminde ibadetlerini, canlardan birinin bile biriyle bir sorunu varsa, o sorun çözülmeden cemde ibadete geçilmez.

Muhammed Zamanında Mescitlerdeki Özgürlük!
İmam Buhari’de “Muhammet zamanında mescide ayakkabısıyla namaz kılanı görür ve bu olayı Ayşe’nin omzuna başını koyarak seyreder. Dahi mescidinde müzik aletleri ile spor yapılırdı Muhammed’in huzurunda. Onları izlemeye devam ederdi Muhammed. Bu olayı engellemek isteyen Ebu Bekir’e de kızar ve engellemesini önerirdi” diye geçer.

Müslümanlara ilk gelen “oku” (ikra) ayeti varken, her Müslüman’ın okuması gerekliliğini Emeviler değiştirerek, mescitleri camilere çevirerek beyin yıkama merkezleri olarak kullanmaya başladılar. Pek çok sahabe peygamber dostları bu camilerde namaz kılmadılar. Çünkü Müslümanları salt namaza odakladılar, gerçekler örtülediler. Namazı Kur'an’daki gerçek anlamından çıkardılar, milleti salt namaz ile uyuttular.

Günümüz siyasetçileri yolsuzluk yapıp, “Abdestimizden, namazımızdan şüphemiz yok, arkamızda Allah var; bize Allah yeter” demekle en büyük müşrikler yapmaktalar bu milleti ahmak yerine koyarak.

12 yıllık AKP dönemi, Cumhuriyet tarihinin sinsi, emsali görülmemiş en kapsamlı, en dehşet verici vurgun ve yolsuzluk talanının alana dökülüşüdür. Öyle bir planla yapmışlar ki, şeytan bile haset etmiş, şaşıp ağzı açık kalmıştır. Bunların dindarlığı, dinciliği Kur'an’ın Allah’ın yolu değildir. Soygunlarını, yolsuzluklarını dinciliğin enerji kaynağı oy veren göt kıllarının cahilliğinden kaynaklandığıdır. Onların angut, haberi olmaz emperyalizmle işbirliği yaptıklarını, alkışlarlar anlamadan.

Cumhurbaşkanlığına aday gösterilen Lütfi Oflaz şöyle der AKP için: “Harun gibi geldiler, Karun gibi gidecekler” der ve şöyle sürdürür: “Abdestsiz kapitalistler, abdestsiz hırsızlar ile abdestli kapitalistler, abdestli hırsızlar elbirliği ile soyuyor. Abdestsizi, abdestlisi ile kapitalistler ikiz kardeştir. Kapitalistin abdestsizi de abdestlisi de hırsızdır. Kapitalistler emekçinin emeğini, millete ait kaynakları sömüre sömüre zenginleşir. Eğer bir ülkenin yöneticileri abdestsiz ya da abdestli kapitalistler hizmet ediyorsa, hep birlikte ülkeyi soyuyorlar demektir. Böyleleri millete ait arazileri, devlete ait şirketleri yerli ve yabancı kapitalistlere peşkeş çekip zenginleşirler” der.

“Ülkeyi yönetmeye talip olanların önce zihniyetine bakılmalı, kapitalizme karşı mı diye; sonra da yaşantısına bakılmalı, gösterişe, lükse, mala, paraya düşkün mü diye der.

“Bir ülkenin başına Harun gibi gelip Karun gibi olanlar varsa, o ülkede soygun vardır. Gösterişe, şatafata, paraya, mala düşkün olanların, ülkenin yönetimine geldiklerinde devletin hazinesini, milletin paralarını soymaları kaçınılmazdır. Bir ülkenin yöneticileri gösteriş, şatafa, lüks içinde yaşamaya meraklıysa, o ülkenin halkı ayağına giderek en ucuzundan ayakkabı alamazken, o ülkenin yöneticileri kendilerine en pahalısından uçaklar, arabalar aldırır. Saraylarda, köşklerde yaşar. Böylelerinin yönettiği ülkede yandaşlar zenginleşir, vatandaşlar fakirleşir.” 

Hürriyet Gazetesi yazarı Yalçın Bayer bir yazısında, Necmettin Erbakan’ın AKP ve lideri hakkında 2004 yılında cemaatle ilişkilerini değerlendiren söyledikleri, günümüz olaylarına uygunluğunu atarmış: “Be hey dünkü çocuk! Aklı melikelerini yitirmiş bu Siyonist goygoycu tenekeciler, vakti gelince İsrail’in desteğini kaybedince, cemaat tarafından bitirilmiş gösterilecek, kendi kendilerini yiyecekler. Bu da umumi tetrishaneler (dershaneler) yüzünden vuku bulacak; 
be hey dünkü çocuk” demiştir. 

Demek ki, İmam Hatip eğitimi almakla tam manasıyla dini bilgi edinilmez, pek çok şey eksik kalır ama bu okullardan çıkanlar kendilerini dinde ahkam kesme yetkisine sahip olduklarını sanırlar.

Bırakın Abdestinizi-Namazınızı, İmanınızdan Kuşkuluyuz
İman Etmek mi? Müslüman Olmak mı? İman Arapçada “emn” kökünden türemedir. Bu konuda tam emin olmak, güvenmek ve güvencede olmak anlamına gelir” der Eren Erdem, “Devrim Ayetleri” kitabında; İman emniyettir, emin olmaktır. İman etmek için iyice emin olmak gerekir. Allah’la kalp çalışır. Akıl tatmin olduğunda kalp çalışır. Kalbe üstün gelen akılla, iman, akıl kalbe intikal ederek iman eder akıl. İman: Gönülle doğan bir enerjidir. Müslüman olmaksa dille “Müslüman’ım” demekle olabilen ağızdan çıkan bir sözdür, bu konuda kişinin samimi olup olmadığı zamanla davranışlarıyla anlaşılabilir. Yani, tam manasıyla iman edip inanmayandır. Gönülden sevmek ve bağlanmak varken, birde gönülde olmayıp, dilde belirli bir çıkar için bağlı olduğunu söyleyenler vardır. Onlar riyakâr ve sahtekârlardır.

Neden Var Besmelesi Olmayan Sure!
Allah’a iman edip, zenginleşmede emel edenler besmeleden gafildir.
Kuran’a göre besmelesiz başlayan ibadet geçersizdir. Kur'an-Tövbe Suresi, büyük oranda servet sahiplerini eleştirir, yerden yere vurur. “Tövbe Suresi”  “Kenz” (servet) ayetlerinin yer aldığı suredir. Kur'an’da bütün ayetler besmele ile başlar fakat bir ayet var ki  “tövbe suresi”  besmelesiz başlar. Bunu Eren Erdem şöyle açıklar: “Kur'an 113 suresi hoşgörü bir suredir. Bir suresi de ‘Hor görü’ içerir. Ve yaptırımsal sert bir dille eleştirilerin odaklandığı savaş çığırtkanlarının yükseldiği, onlara karşı sure” diye açıklar. Merhametsizleşme alametlerinin ayyuka çıktığı bir sure” olduğundan bu surede besmele yoktur.

Muhammed’in ölümüyle başlayan karşı devrim süreci geriye; eski Arap geleneklerine dönüşümdür. İslam’ı daha ileriye götürmek isteyen Ali’ye düşmanlık ile başlar. Kur'an Araf 74 ile Kur'an Şuara 146-153 ne diyordu, oradan yola çıkarsak, Hayber Kalesi bir tür zenginlerin ve toprak ağalarının kendilerini halktan ayrıştırdığı yerdi. Yeni İslam’ın getirmeye çalıştığı eşitlik ilkesine tamamen testi. İşte Hayber savaşı Ali’nin İslam’a göre devrimi tamamlama, Muhammed’in izinde gitme görüşü, “oyma taş” kale içindeki  toprak ağalarının, mal-mülk istifleyenlerin ideolojik yaklaşımlarıyla Ali’nin halifeliğini yerine getiremeyecek propagandaları ortalığa yayılır ve ayaklanmalar olur. Dahi, Cemel, Sıffın savaşları ve Nahrevan gibi savaşları kökeninde bunlar vardır.

Bir tür sınıf savaşıydı. Bir tarafta mal-mülk sahipleri zenginler vardır, bir tarafta malların-mülklerin ihtiyaçtan fazlasının İslam’a uygun biçimde halka geriye iade edilmesini savunan gerçek Müslümanlar vardır. Kölelikten gelme Ammar, Ali ile olurken, “mal-mülk” sahiplerinin saflarında şatafatlı yeşil sarayda oturan Muaviye yer alıyordu. Ali ve taraftarlarının inançları gereği, insanlar arası sınıflandırmayı kaldırıp eşitlendirmek istiyordu, Muaviye ve zengin taraftarları ise geriye, eski Arap geleneklerine dönmek istiyorlardı. Yani, savaşlar temeli iktisadi ve siyasiydi, dinin emirlerini savunanlarla, mal-mülk sahipleri, sahip oldukları zenginlik güçlerini kaybetmek istemiyorlardı.

Hırsız, hırsızdır...
Bir Lahavleniz Yeter mi Arımaya?
Bir Başbakan olarak “Meşru hayat vardır, Gayrimeşru hayat vardır” diyen Recep Erdoğan din, iman üzerinden halkı uyutma ve uyuşturma siyasi propagandasını her daim yapmaktadır: “Milyonlarca tweet atsınlar, bizim tek bir besmelemiz oyunlarını bozar. Biz ellerimizi göklere açıp duamızda, Arafat’ta, vakfemizde, namazda direniriz. Onlar camilerimizde içki içsinler, bu milletin ya Allah, ya fettah demesi bütün hesapları altüst eder. Onlar yaksınlar, yıksınlar, yağmalasınlar, bizin tek bir lahavlemiz tuzağı bozar…” der.

Buram buram tehdit kokan, dinden, kinden, intikamdan nefret sözlerle çıkıyor meydanlara diktatör, faşizm estiriyor. Sonra adına “demokratik muhafazakâr”  olduklarını söylüyor ama çağdaşlıktan, gençlerin demokratik eylemlerinden korkuyor, çıldırıyor, onlardan intikam almaya çalışıyor.




18 Ekim 2013 Cuma

DİL ve YAZI DEVRİMİ


DİL VE YAZI DEVRİMİ
1789 Fransız Devrimi sonrası gelişen Avrupa’daki milliyetçilik, Osmanlı aydınlarını da etkiler. Bu tedirginlikten bazı fikirler oluşmaya başlar. Bu fikirlerin başında, çöküşe geçen Osmanlının kurtarılması için “Osmanlıcılık” ile diğeri “İslamcılık” akımı geliştirilmeye başlanır. Dünyadaki gelişmeler bakımından bu iki akımda sonunda verimli olmaz, bir ide olarak kalır.
 
Ancak Osmanlı aydınlarında oluşmaya başlayan Türkçülüğe yönelik fikirler gelişmeye başlar. Bunda öncülük yapanlar Namık Kemal, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Gaspıralı İsmail, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin Yurdakul gibileri tavırlarıyla, yazılarıyla Türk ulusu var etmenin öncüleri olurlar. Milleti millet yapan unsurların başında dil gelir. Ulus var etmek için öce dille başlarlar, dile önem verirler.

Mustafa Kemal: “Türk dili, Türk ulusunun yüreğidir, beleğidir” der ve Türkçenin dünya dilleri içinde “kök dil” olduğuna karar verdiği halde, inatlaşma uğruna Arap dilini kutsallaştırmaya çalışan dincinin zorundandır.

En çok vazgeçilmez yobazların rağbet ettiği yalan propagandanın en ağırı: “Yazı ve Dil Devrimi, Türkiye’yi bir gecede cahilleştirdi ve tarihinden ve geçmişinden kopardı” kuyruk takılmış yalanlarını sürdürmeleridir. Bu kadim yobazların vazgeçmedikleri yalanlarına bazen entel dantel liboş takımları inatlaşmak uğruna koro halinde hezeyanlarda bulunarak katkı sağlamak için cümbüş kurarlar ve tek sesli orkestrada seslendirirler.

1928’de gerçekleştirilen “Dil ve yazı Devrimi ile Türk halkı bir gecede cahil bırakıldı” derler. Bu yalan. Zaten değil halk bir gecede 600 yıldan bu yana cahil bırakılmıştır. Bu 600 yıllardır cahil bırakılmış halk nasıl oluyor da bir gecede cahil bırakılmış ki? Halkı ahmak yerine koyan iddialar. Zaten cahil kalmış halk, daha ne kadar cahilleştirilebilir ki?

Aslında Dil ve Yazı Devrimiyle cahillikten okuryazarlığa doğru bir eylem olan Dil ve Yazı devrimi ile ülkede okuryazar oranı 1928’den 2013 yılına gelindiğinde %90’lara kadar ulaşmıştır. 

Övünüp durdukları, İslam’la özdeşleştirdikleri “Arap alfabesi ile yazmak ve okumakla Müslüman olunacağını” iddiasında bulunan kadim yobazların etkin yaygaralarına her kesimden pek çok taraftar topladıkları görülmektedir.

Ama gerçekler su gibi berrak: 600 yıllık Osmanlı döneminde erkeklerde okuryazar oranı 1928 yılına gelindiğinde dahi %7 iken kadınlarda %3 olmaktaydı. Yani %90 halk cahildir. Okuryazar değildir. 1928 yılında gerçekleşen Dil ve Yazı Devrimi, %90 cahillikten nasıl olmuşta bir gecede cahilleri yaratmıştır.

Saray çevresine rağmen Anadolu halkı zaten Türkçe konuşuyordu. Ülkede ikili bir dil yapısını oluşturanlar ve o anlaşılmayan dilin adına kendileri “Osmanlıca” diye uyduruk ad vererek, Anadil Türkçeden ayrı bir dil yaratma çabaları sonucu değil midir?

Dil Devrimi ile dilde sadeleştirme, Türkçe ile özdeşleştirmek, yabancı dillerden girmiş sözcüklerin yerine arınmış Türkçe sözcüklerle değiştirmekle, Türkçeyi yabancı dil istilasından kurtarmaktı. Bu kurtarma eylemini, Anadolu da yaşayan, gerçek anadil sahipleri Türklerden bölge bölge taranarak derlenmiş sözcükler 1932 yılında kurulan Türk Dil Kurumu tarafından toplanmıştır.        

Bazı kişilerce “Cahil Bırakıldı” Denilen Halk; zaten cahildi, daha nasıl cahil bırakılsın ki? Matbaa 1727 yılında İbrahim Müteferrika’nın ölümüne kadar 20 yıl içinde toplam 16 kitap basılmıştır. Onlarda, Tük dili ve kültürüyle ilgili kitaplar değildi (çünkü matbaa ile kitap yazma izini verilirken ancak İslam ve kültürle ilgili yazılması yasaktı) Dahi o kitaplarında alıcısı bulunmamıştır. 19. Yüz yıla kadar, 200 yıla yakın zamana kadar matbaa işleri iş yapmamıştır Osmanlı da.

İşte buradan yola çıkarak gerçeklere gelelim. Türkiye 1928 yılına kadar yığınla halk kitlesi gazete, dergi, kitap okuyordu da 1928 Dil ve Yazı devrimi olunca birden bire okuyup yazamaz mı oldular? 

Dil ve Yazı üzerinden din sömürü yapan kadim yobazlara soruyorum:
Osmanlı’nın karmakarışık, uyduruk bir dil meydana getirerek zaten Türkçe olan dili güdükleştirerek, Anadolu Türk köylüsünün anlayamayacağı farklı bir dil meydana getirmiştir. Bu yamalı dile  “Osmanlıca”  deniyordu; Türkçe değildi. İşte dil devrimi bu yanlışı düzeltti, dili gerçek sahiplerinin diliyle yeniden zenginleştirdi.

Dilde düzenlemede katkı sahipleri Anadolu halkıydı. Katkı onlardan gelmiştir. Onların bölgelerinde konuştuğu sözcükler, Rumca-Arapça-Farsça sözcüklerden arındırılarak yerlerine yerleştirilmiştir. Yani mermer saraylarda azınlığın konuştuğu  “Osmanlıca”  denilen dilin yerini, kaynağın (Türk halkı) diline yeniden kazandırılması olmuştur.

Derler ki: “halkın 1928 öncesi metinleri anlayamaz oldu” yalanı sırıtıyor apaçık. O metinleri Anadolu halkı zaten o günde anlamıyordu, bu günde anlamıyor. Arapça-Farsça sözcüklerle Türkçenin doldurulması ile anlamları bilinmeyen Arap harfleriyle yazılmış olsa ne mana ifade eder. Yani, Arapça harflerle okur ama anlamaz.    

Halkı dilinden kopardıysa, işte bir örnek:
Arap alfabesi ile Arap-Fars dilleri asıl toplumu dilinden ve kültüründen koparan, geri bırakan öz olmayan harfler dahi Türkçeye uygunsuzluk sorunu olan “Osmanlıca” adını verdikleri Arapça-farsça ve Türkçe karışımı bir dille yazan divan şairlerinden Nefi’yi Anadolu Türk halkı, o günde anlamıyordu, bu günde anlamaz:

Girdi Miftah-ı der-i genç-i mânia âlime
Âleme bezl-i Güher eylesem itlaf değil
Levh-i mahfuz-ı sühandır dil-i pek-i Nefi
Tab-ı yaran gibi dükkançe-i sahaf değil

Anladınız mı? Bu şiiri ne Osmanlı-Anadolu Türkleri anlar ne de Arapça harflerle dahi yazılmış olsa şimdiki Türk halkı anlar. Örneğin Nefi’nin bu dörtlükte 24 sözcük var. Bu sözcüklerin italik olanları Türkçe değildir. Türkçe olanları ise sekiz sözcüktür. Dahi; i ekleri de Türkçe değildir. Örneğin “dil-i derken oradaki “dil” Türkçe olurken i eki Türkçe değildir. Görüldüğü gibi bu şiirde %30 Türkçedir, eklerle %70 Arapça-Farsçadır.

16. yüzyıl Tatavlalı Mahremi, Arapça-Farsça sözcüklere kaşı çıkar ve divan edebiyatına tepki olarak yazdığı “Basitname” adlı yapıtında halk diliyle aşağıdaki şu şiirini yazar:

Gördüm seğirdür ol ala gözlü geyik gibi
Düştüm saçı duzağına bön üveyik gibi

Buyurun 16. Yüzyılda söylenmiş, Anadolu’da bir tek kişi diyebilir mi anlamadım, yok. Ve dahi; içinde bir tek yabacı sözcük var mı? Yok, %100 Türkçe.

Karacaoğlan, halk edebiyatında yeri olan biridir. Her kesimden sevenleri vardır. Türküler bestelenmiş, hala dillerden dillere dolaşır deyişleri.

Nedendir de kömür gözlüm nedendir.
Bu geceki benim uyumadığım
Çetin derler ayrılığın derdine
Ayrılık derdine dayanmadığım

Yine 16. Yüz yılda yaşamış Pir Sultan Abdal:
 
Demiri demirle döverler, biri sıcak biri soğuk
İnsanı insan ile döverler, biri zengin, biri yoksul

Doğrusu Yazı Dil ve Yazı Devrimiyle okuryazar, anlar oldu bu millet. Arapça-Farsçanın Türkçeyi istilası ile unutulan Türkçe dili yeniden düzeltilerek hatırlanır duruma getirilmiştir.

Konuşulan dili, her bölgenin anlaması gerekir.
Daha Türkçenin ırzına geçilmeden 8. Yüzyılda Orhun Yazıtları, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan ve pek çok halk ozanların deyişlerine baktığımız zaman, her yerde yaşayan Türkler sözlük kullanmadan anlarken, Osmanlının geldiği 20. yüzyıl dahi Osmanlı dilini sözlük kullanmadan anlamaları olası değildi. Türkçe diliyle güçlü bir oyun oynadığını görürüz Osmanlı döneminde:

Türkçenin yabancı dil Rumca-Arapça-Farsça etkisine karşı direnişi 1299-1453
Türkçenin üzerinde yabancı dillerin etkisinin artması 1453-1517
Türkçede Arapça-Farsça etkisinin üstünlüğü 1517-1718
Türkçenin önem kazanmaya başlaması 1718-1838
Türkçenin bağımsızlığı için çalışmalar 1839-1918 dönemleridir.

Kaynak: Enver Ziya Karal, “Osmanlı Tarihinde Türk Dili Sorunu. Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe” adlı yapıtı, Ankara 2001 s. 30

Türklerin İslamiyet’i kabul etmesiyle başlayan Karahanlılar dönemi Arapça-Farsça yerleşmeye başlar. Karahanlı Türkü olan Yusuf Has Hacip’in yazdığı ünlü Yapıtlardan “Kutadgu Bilig” (Kutlu Bilgiler) de en çok %2 oranında Arapça-Farsça sözcük vardır.

Yusuf Has Hacip’in yazdığı “Kutlu Bilgiler” yapıtı yazıldıktan 200 yıl sonra yazılan  “Atabetül Hakayık” adlı yapıtta ise Arapça-Farsça oran %25’e çıkar.

Yunus Emre Anadolu’da yaşamış bir ozandır. Onun deyişlerinde Arapça-Farsça oranı %13 olurken. Divan şairlerinden Baki’de %65, Nefi’de %60, Nebi’de %54 olur.

Tanzimat dönemi şairlerinden Namık Kemal’de %62, Şemsettin Sami’de %64, Ahmet Mithat’ta %57 olmaktadır. İttihat Terakki Döneminde Ziya Gökalp’te %57’dir.

16. yüzyılda başlayan Arapça-Farsça Türkçeyi ortalama olarak %60 istilası etmiştir. Ama Anadolu insanı Türkçenin öz benliğini korumuştur. Buna neden bir bakıma Anadolu-Türk insanını okutmayarak cahil bırakan Osmanlıya borçluyuz Türk dilinin yaşamasını.       

Osmanlı aydınları 16. Yüzyıla gelindiğinde, Türk olmaktan ve Türkçe konuşmaktan utanır olmuşlardır. Buna anlaşılır bir örnek verirsek; Yavuz Sultan Selim dönemi olaylarını anlatan Keşfi, “Selimname” adlı kitabını Arapça yazmıştır. Kitabını Türkçe yazmasını isteyen Şaire şu karşılığı vermişti: "Türkçe dili, iri bir inci tanesi gibi yontulmamıştır ve iç tırmalayıcıdır. O nedenle yeryüzündeki zarif yaradılışlı kişilerce hoş. Dilde kurallara önem veren kimselerin anlayış ve beğenisine uygun düşmemektedir. Bu yüzdende kültürlü kimselerin görüşmelerinde dışlanmış ve güzel konuşan kişilerin söyleyişlerinde aşağılanmıştır” der.

Bir bakıma Arapça-Farsça sözcükler kullanılmaya başlaması ve konuşma dili ile yazı dilinin ayrışması, halk edebiyatı ile sözlü dilin gelişmesi sağlanırken, soylu, aydın zümrelerle, halk edebiyatında divan edebiyatın kesin sınırlarla birbirinden ayrıştırılması ile Arapça-Farsça sözcükler halk edebiyatının içine fazla sızamamıştır. Buna yukarıda sözünü ettiğim halkın okuryazar olmamasındandır. Okuryazar olsaydı halk, Türkçenin ruhuna Fatiha çok yıllar önce okunmuş olurdu. 

En çok konuşulan halk dili Türkçe 600 yıl baskı altında kalsa da, yazım dili olan Arap-Fars dilleri Türkçeyi Anadolu insanın elinden alıp yok edememiştir. Anacak dil farklılığı yüzünden Anadolu Türk halkını Osmanlı’dan uzaklaşmasına yol açmıştır.

Sahtekarların Yalanları;
Öyle önüne gelen, bilip bilmeden, “Atatürk durup dururken ‘Dil ve Yazı Devrimini yaptı” derler. Ama Dil ve yazı devriminin alt yapısının 200 yıl öncesine dayandığını, üst yapının inşasını Atatürk “Dil ve Yazı Devrimi” yaparak tamamladığını bilmezler ya da söylemek istemezler.

Hatta iftiracılar derler ki; “Atatürk Dil ve Yazı Devrimini İngilizlerin isteği üzerine, İslami geçmişine koparmak ve uzaklaştırmak için Atatürk’e yaptırdıklarını” yalanını söylerler.

Mustafa Kemal’in Dil ve Yazı devriminden 150 yıl önce yani 1773 yılında açılan “Mühendishane-i Bahri Hümayun” (Deniz Harp okulu) mektebinde Baron de Tott ve Cezayirli Hasan Efendi tarafından kurulan bu okulda Tott ve Hasan Efendi derslerin (Osmanlıca değil) Türkçe verilmesine başlarlar.

1793 yılında tarihinde 3. Selim tarafından kurulan “Mühendishane-i Berri Hümayun” (Kara Harp Okulu) mektebinde dersler Türkçe verilir. Dahi bu harp okulunda 400 ciltlik bir kütüphane kurulur. Buradaki Fransızca kitapların Türkçeye çevrilmesi emrini 3.Selim verir. 

2. Mahmut döneminde, Türkçenin Arapçanın baskısından kurtulması için önemli adımlar atılır 1827 yılında açılan Tıp Okulunda Türkçe eğitim verilmesini bizzat 2. Mahmut ister ve Türkçe öğretip yurdun her bölgesine yaygınlaştırılmasını ister. Yani, Doktor ile tedavi ettiği halk arasındaki anlaşılmaz dil farkını anlaşılır hale getirmektir amaç.

Ziya Paşa Türkçenin yaygınlaşmasından yana olarak, devlet dairelerindeki halkla, devlet arasındaki iletişim kopukluğunu şöyle anlatır: “Sorgu yargıcı davalıya konuşulan Türkçe ile soru sorar ve yanıtlar alır. Fakat tutanağı resmi deyimlerle saptırır. O biçimdeki tutanağı davacıya okuduğunda, davalı sözlerin Arapçaya çevrildiğini sanarak hiçbir şey anlamaz ve nezaket gereği tutanağın altına mührünü ya da parmağını basar” der. Kaynak: Şemsettin Turan, “Atatürk ve Ulusal Dil” Eylül 1998 s.12

1876 yılında “Anayasa Kanunu Esasının 18. Maddesine” göre “Osmanlı uyruğunda bulunanların devlet hizmetlerinde çalıştırılabilmeleri için, devletin resmi dili Türkçeyi bilmesi gerekir” Hükmü vardır.  

1877 yılında yürürlüğe giren Belediye Meclis Üyeliğine girenlerden, Türkçe konuşmaları zorunlu hale getirilir.

Ayrıca 1908’de “Türk Derneği” kurulur. Bu derneğin kurucuları arasında Necip Asım, Ahmet Mithat, Velet Çelebi, Buharalı Tahir adlı kişilerden oluşur. Amaçları Osmanlıcayı halkın anlayacağı duruma getirerek, Türkçeyi bilim dili durumuna getirmektir.

Osmanlı’nın en özgür kenti Selanik’te başlayan aydınlanma hareketi, “Genç Kalem Dergisi” çevresinde derlenen Ziya Gökalp, Ali Canip, Ömer Seyfettin gibi ünlü isimler, Türk dilini sadeleştirmek için kapsamlı bir çalışma yaparlar.

Namık Kemal, Şinasi, Ziya, Ali Suavi, Ahmet Vefik Paşa ve Şemsettin Sami gibi Osmanlı aydınları Türkçeye önem verirler.

Şemsettin Sami: “Dilimizi sadeleştirelim, dilimizi Türkçeleştirelim diye bağırmaktan vazgeçmeyeceğiz” diye haykırır.

Şinasi, Türk halkının tamamen Türkçeyi benimsemesini ister. Türkçe atasözlerini toplayarak yayınlar ve dahi, salt Türkçe şiirler yazmayı dener, yabancı sözcükleri dilden ayırmaya çalışır.

Ziya Paşa, nazım ve nesirde kullanılan sözcüklerin üçte biri bile Türkçe olmadığını belirtir. Ziya Paşa’ya göre: “Divan edebiyatının dili ve örnekleri Türkçe değildir. Bu durum Türkçenin gelişmesini engellemiştir.”  Der.

Ali Suavi ise:  “Osmanlıca, siyasi bir deyimdir. Osmanlı sözcüğü, dilin ne olduğunu anlatmaz, doğrusu ‘Türk dilidir”  diyerek halk dili Türkçeye sahip çıkanlardan olur. Osmanlıcadaki Arapça-Farsça kuralların değiştirilip Türkçeleştirilmesini ve dahi, din dilinin de Türkçeleştirilmesini ister.

Demek ki; başta dinci yalancıların dediği gibi Mustafa Kemal: “birdenbire Dil ve Yazı Devrimi yapmamış. 150 yıldır dilde öze dönme mücadelesi var ortada. Halk zaten cahilken birdenbire cahil falan kalmadı…
 
Anadolu’da halkın büyük çoğunluğu (%97’ye yakını) Türkçe konuşurdu, Türkçe dinlerdi ama Türkçe okuyup-yazamazdı. Türkçe yıllarca ağızdan ağıza aktarılarak, sözlü olarak kendini korudu geldi günümüze.

Osmanlı içinde bile okur-yazar kesim (%10 falan) oldukça azınlıktaydı. Bunların pek çoğu medrese eğitimi görmüş kişilerden oluşmaktaydı. Bu okuryazar kesimler halktan ayrı, halkın anlamadığı bir dil konuşur “Osmanlı efendisi” idiler. Türkçeye ise “kaba halk dili” diyerek aşağılarlardı.

Medreselerde yasak olan Türkçe dil, en çok tekkelerde, tekke kültürü içinde konuşulur, orada halk ozanlarının deyişlerinde yaşama tutunurdu.

Dilde Gelişmenin Olumlu Sonuçları
1932 yılına gelindiğinde Türk dilini zenginleştirmek için Mustafa Kemal, “Türk Dil ve Tarih Kurumu” nu kurdurmuştur. İlk iş olarak Anadolu ağzından derleme yoz, albeni, abartma, kuzey, güney, doğu, batı, ivedi, yozlaşmak gibi Türkçeleştirilir. Sonucu iyice sağlıklı bir biçimde geliştiğini görürüz.

Araştırmalara göre 1931’e gelindiğinde haber dilinde Türkçenin yeri %35 olurken 1936 yılında bu oran %48’e çıkar. 1946 yılında ise haber dilinde Türkçe, konuşma ve yazma dili olarak %57’ye çıkar. 1965 yılına gelindiğinde görülüyor ki Türkçe % 60,5 oranı ile iyice zenginleştirildiği görülür.

Ayrıca bir başka yönden bakıldığında Türkçe, 1975-1986-1989 tarihleri arasında Osman Asım Aksoy’un, cumhuriyet dönemi Türk edebiyatçıların yapıtlarında  “Türkçe sözcük oranı” araştırmasında:

Sait Faik Abasıyanık %57, Reşat Nuri Gültekin %74, Agâh Sırrı Levent %78, Necati Cumali %81, Oktay Akbay %86, Behçet Necatigil %86, Nurullah Ataç %90 oranında yapıtlarında Türkçe sözcük kullanmışlardır.

İşte böyle. Bu konuda Sinan Meydan: “Osmanlı dili bozdu. Cumhuriyet bozulan dili düzeltmeye çalıştı” der ve Yazı ve Dil Devrimini eleştirenlere de şöyle sürdürür sözlerini haklı olarak: “Bozulmuşluğu, bozuk düzenin devamını savunmak, bir ulusun dilini tamamen yok edecek kadar tehlikeli bir düşünce” olduğunu söyler.  

Yazı devriminin Osmanlı da Tanzimat (1839-1976) döneminden beri 1928’e kadar tartışılarak geldiği ve 1928’de toplumsal ihtiyaca yanıt veren bir eylem olur; iyi bir uygulama ile sonuçta hayata geçer. 
 
Aslında daha da gerilere gidersek, ilk Türkçe Latin harfleriyle 1553’de Hırvat kökenli bir esir olan Bartholomeo Georgieuiz tarafından yazılmıştır. Osmanlı da esirken üç kez kaçmaya çalışsa da yakalanır. Ama en sonunda Osmanlı esaretinden kaçmayı başarır.

Sonra yerleştiği Fransa-Paris’te Türklerin inançları ve adetleri üzerine 2 kitap yazmıştır. 1553 yılında, “De Turcarum Moribus” (Türklerin Kişiliği Üzerine) adlı kitabı Latin harflerle Türkçe yazılmış ilk kitaptır.

Evliya Çelebi: “Asla Urum lisanı bilmeyüp batıl (kaba, öz) Türk lisanı üzerine konuşan Anadolu’daki Rumlar Türkçeyi Grek (Kiril) alfabesiyle yazmıştır. Ermeniler ve Yahudiler de Türkçeyi kendi alfabeleriyle yazmışlardır”  der.

17. yüzyılda “Arap alfabesinin Türkçeye uymadığını, Türkçe yazmada yetersizliğini”  ilk vurgulayan Kâtip Çelebi olmuştur. 

En ilginci ise, dinci taifede Abdülhamit sevdası vardır. 2. Abdülhamit zamanında Şemsettin Sami Bey, Türkçeye uymadığı gerekçesiyle Arap alfabesinin ıslahını belirtir. Türkçenin yerine Arapçanın resmi dil olmasını savunurken 2. Abdülhamit, sonraları bu konuda düşüncelerini değiştirerek, Türkçenin öneminden söz etmeye başlar. Dahi, Latin harflerine vurgu yapar ve şu sözleri eder:  “Halkımızın okuma-yazma bilmemesinde şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü bizim yazımızın sırlarına varmak kolay değil. Latin alfabesi almakla belki halkımızın işini kolaylaştırabiliriz”  demiştir. Kaynak: Vehbi Ali, Persees et Souvenirs de L’ex-Sultan Abdülhamit”  190 Karal. s.65

1912 yılında “Mukadderat-ı Tedenniye-i Tarihiye” adlı kitabında: “Mesela, şu Sami ve lisanımızın ruhuna uymayan Arap harflerini terk edelim. Üniversal olan Latin harflerini alalım. Arap harfleri, Arap ve İbrani gibi Sami dilleri içindir… Hâlbuki Türkçemiz Turani özelliğini kaybetmemiştir. Sami dillerinden çok Avrupa dillerine benzer. Bize ‘Huri-i Munfasıla’ (Latin Harfleri gibi ayrı yazılan harfler) lazımdır…”  der.
Selman ZEBİL
 
 

 


CUHURİYET


CUMHURİYET
Cumhuriyet öyle bir ortam yaratmıştı ki, genelde dengeler iyi işler durumdaydı. Dindar kesimle laik kesim dahi farklı etnik kimlik ve mezhep sahipleri arasında bir denge unsuru olmuştu. Ancak pek az uçta kalan dinci kesim laik cumhuriyetle sorunluydular. 1946’dan sonra siyesi dengesizliklerden cesaret alan dinci unsurlar başlarını sığındıkları karanlık deliklerden çıkarmaya başladılar.

Cumhuriyetle eş zamanlı Balkanlardan gelen Arnavutlar, Makedonyalılar, Boşnaklar, Pomaklar; Kafkaslardan gelen Çerkezler, Çeçenler, Gürcüler Abaza vs. Anadolu’ya geldiler, cumhuriyete uyum sağladılar, kendi etnik kimliklerinin bilincinde, Türk vatandaşı olmakta fazla bir sorun olmadılar ama yerli Kürtler kabul etmediler ve Türkleşmediler. İşte sorun  Kürtçe konuşarak dilin özgürleşmesi ötesinde, Kürt toplum varlığının ispatı “özgür ve bağımsız” bir zihniyetin olmasını istiyorlar.

Atatürk;
Batı emperyalizmin planladıkları Anadolu’yu işgal hayallerini bozan Atatürk’e karşı elbette iyi düşündükleri düşünülemez. Müslümanlık kisvesi altındaki dincilerin işbirliğini hüsrana uğratan Atatürk ve arkadaşlarıdır. Bu aynı biçimde Müslüman kisveli dincilerin de hala sürmekte olan Atatürk düşmanlığı, mağlup olunmuşluğun kuyruk acısıdır gaflet ve hıyanete iten hal. İşte böyle, bazen insanoğlu en soylu duygularını elinden alanlara karşı mücadele etmek yerine, o duyguları kendine iade etmek isteyenlerle savaşır durur.

Padişah taraftarı Damat Ferit, milli güçleri: “Serseri, katil, bozguncu, eşkıya, isyancılar” diyerek kötüler. O devrin dinci ulema bu sözleri tasdik ederek onların yanında yer alarak fetvalar verdiler padişah yanlısı. Günümüzde de farksızdır aynı mevki ve şan uğruna yapılanlar.

Atatürk’ü sevmezler. Onlar için vatan işgalci güçlerden kurtulmuş olması bir anlam ifade etmez. Vatan kavramı onlar için soyut bir kavramdır. Onların pek çoğuna göre vatan “seccadenin serildiği yerdir” sınırlarla belirtilmiş yer değildir. Yine onların pek çoğuna göre ise Türkiye “dar-ül Harp” yani savaşılması gereken kâfir bir ülkedir. O halde çalıp çarpmak helaldir. İnsandaki aklı hapsederek, dine körü körüne sımsıkı bağlarlar insanı.

Arap âleminde de pek çok Arap, Atatürk’ü sevmezler. Atatürk’ü tanımadıkları için değil, daha iyi tanıdıkları için sevmezler. Buna neden, Osmanlıyı yıkarak ortadan kaldırıp, yerine bir ulus devlet. Bunu yaparken bizleri perişan halde emperyalistlerin eline bıraktı. Ama bütün Müslümanlar Osmanlı sistemi içindeyken yücelerdeydik. Şimdi perişanız. Derler. İşte Atatürk’ü anlamak, yolundan gitmek, emperyalistlerin eline düşmemektir. Katıksız antiemperyalist olmak, din gibi sorgulaması mümkün olmayan uhrevi bir argümana sığınmadan akıllı siyaset yapmak, kitleleri etrafında toplayabilmektir.

Türkiye de cemaatlerin nedeyse tamamı gayri millicidir, Recep Erdoğan’ı seçimlerde destelemişlerdir. Pek çoğu Recep Erdoğan’ı kurtarıcı Mehdi sıfatını yakıştırmaktadır.

Bunlara bazı kesimler demokrasi adına sivil toplum örgütleri gözüyle bakarlar. Bu görüş yanlıştır, cemaatler sivil toplum örgütleri falan değildir.

Evliya, şıh, şeyh, cemaat ve tarikat liderleri İslam da şirkleşmiş alt ilahlardır. Pek çok zayıf insanlar bu alt ilahlara sığınırlar, onlardan nasip beklerler. Bunlar İslam ülkelerinin çekilmez ıstıraplı kahrıdır. “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” sözleri ile inanmış saf ve temiz, insanların kirletilmesinde kullanılan en can alıcı silahlarıdır.

Yaşar Nuri Öztürk: “Her mümin aynı zamanda Müslüman’dır ama her Müslüman aynı zamanda mümin değildir.” Dahi: “çağımızda hastalığa uğrayan değerlerin başında din gelmektedir” Der. Ve dahi: “İman dediğiniz erdirici değerin Tanrı katındaki varlığını ispat için nüfuz kâğıdında yeterli değildir. Tanrı imanın varlığını, onun bunun sözü veya damgasıyla değil, kendi kararıyla belirleyecektir” der.

Allah’a kulluk görevini yapmak isteyen inanmış saf insanlara tebelleş olup Allah-kul arası aracılık yapma kendilerinin elinde olduğuna dair iyice inandırılıyorlar. Ama Kur'an’a göre İslam da hiçbir aracı, şefaatçi yoktur ve şirktir” Zümer suresi 1- 3 Şeytanların insanları şeytanla korkutarak kendilerine bağlamaları, öldüklerinde dahi mezarlarını ziyaret eden müritlerine şefaat vereceklerine inandırılıyorlar. 

Müridin mal varlığı aklı olan şeyhlerin denetiminde olmalıdır mantığı ile işe başlarsak şöyle, saçma sapan şeyler çıkar karşımıza: “Şeyhin elinde mürit, ölü yıkayıcının eline teslim edilmiş ölü gibidir” derler. Dahi şeyhine kendini teslim etmiş mürit mallarını, mülklerini, itibarlarını, ırzlarını, mevkilerini teslim etmek, insan nefsinin Tanrısal iradenin yerine konmak olur muş.

Şeyhine şartsız teslim olmuş mürit: “Allah’a ve cennete gidiş, efendi şeyhinin istekleri ve şefaatine bağlıdır. O halde onu memnun etmek, Allah’ın iradesini bizim lehimize tahrik etmek demektir. Ve o halde şeyh ne istiyorsa kayıtsız şartsız yerine getirilmelidir. O senin vücuduna sahip olmak istiyorsa bu senin cenneti kazanman, hem şart hem de garantin olacaktır. Bunlara ters düşen müridin feyzi kesilir” diye söylerler yalanlarını.     

Hiçbir zaman Müslümanların silahı, Hıristiyanlara göre denk değildir. Akıl bakımından da öyledir. Kim ne derse desin, bu bağlamda yola çıkarsak, Hıristiyanlara karşı hep kaybeden Müslümanlardır. Silah; ille de otom silahları yaparak (İran Gibi) güçlülük taslamak yersizdir. Günümüzün öldürücü silahları akılcılığın geliştirdiği teknoloji, bilimde ilerleme ve akla dayanan stratejik savaşlardır.

Osmanlı’da “Kavm-i Necip” Araplar, “Etrak-ı İdrak” Türkler olur…
Osmanlılar Araplara “Kavm-i Necip” (soyu temiz kavim) derlermiş. Araplar ise Türkler için “Etrak-ı bi İdrak” (kaba saba, kılıksız, anlayışsız) demişlerdir.

Mustafa Kemal orduya katıldığı ilk günlerde bir Arap binbaşının “Kavm-i necip evladına sen nasıl kötülük yaparsın? Diyerek tokatladığı bir Anadolu çocuğunun iki damla gözyaşlarında Türklük bilincine erdim, onda gördüm, kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük benim esin kaynağım, erdemim, övünç membaım oldu. Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklükten başka bir şey değildir.”  Der.      

 

19 Eylül 2013 Perşembe

CUMHURİYETİN OKULLAŞMA HAREKATI


OKULLAŞMA
Tek partili sistemi acımasızca hırpalamak isteyenler, bugünkü geldikleri mevkiinin bu dönemin inşasına katkı sağlayanlar olduğunu bir an düşünseler böyle, insafsızca çıkış yapmazlardı.

Yıl 1933, Türkiye nüfuzu 17 milyon. 1 milyon yüksek tabaka 15 milyon katıksız sefil, sefalet içinde yaşayan Türk. Bunların 2 milyon şehirlerde, 10 milyonuda köylülerden oluşmaktadır.

Dünyadan ve uygarlıklardan habersiz, köstebek yuvalarını andıran kerpiç evlerde çok düşük koşullarda yaşayan Türk köylüsünün yolu yok şehirleri köye bağlayan. Dışarıyla; dış dünyayla ilişkileri yok yıllardı. Dünyada gelişen uygarlıklardan habersiz, araç gereç yok, para yok, okul dersen zaten yok...

Böyle Anadolu da 41 bin köy var 10 bin yıllık eski uygarlıklar kalıntısı üzerinde kurulu, uygarlıktan habersizdiler.

41 bin köy var, bu köylerin sadece 600’ünde posta merkezinde...

41 bin köy var, 37 bini köyde hiç okul yok...

41 bin köyde toplam 12 milyon nüfuz yaşamakta. Bunların ancak % 2’si okur-yazar. En zekisinin kullandığı kelime haznesi 400 bile değil... Köyün dışına çıkmamış gençler, ancak askerlikleri gelmiş gençler, dışarıdan biraz haberdar olurlar. Bu hale Osmanlının milyonları yoksullar yaratma siyasetinin ürünüydü...

Dağlarda kartal yuvasına benzeyen çalı çırpıdan yapılmış köyler; ovalarda iri köstebek yuvasına benzeyen köyler, kaya kovuklarında yaşayan insanlar. Keçi kılından yapılmış çadırlarda dağ koyaklarında hayvanlarıyla yan yana yaşayan insanlar bir birlerinden ayrıştırılmış haldeydiler...

Cumhuriyetin 9. yılı 1932’de insanları okullu yapabilmek için şöyle bir rüşvet teklif edilir:

3 yıllık bir okulun 1. yılını bitirene 5 ay

3 yıllık bir okulun 2. yılını bitirene 4 ay

3 yıllık bir okulu tam bitirene askerlikten muaf yapılır.

Dahi, o sene içinde okula başlayan, o sene için yol vergisinden muaf tutulması önerilir.

Türkiye’de ilk tahsil 1844 tarihinde ancak ele alınır. 2. Mahmut fermanıyla mecburi olur. Ama tam başarı sağlanamaz. Öyle bir idealden öte geçemez, ta ki cumhuriyete kadar.

Dünya istatistiklerine göre cahili bol olan tek ülke cumhuriyetten önceki Osmanlıdır!

Ve öteki cahil iki sömürge ülkeleri var ki, Mısır ve Hindistan olur...

Devralınmış Osmanlı Devletinin enkazından, yönetiminden sefalet ve cehalet çıkmıştır. Kurumlarını çağa uyarlayamamış, eğitimde sıfır çekmiş bir enkaz yığını sistemin yeniden yapılanması güçlükleri olsa da başarılır. Başta eğitime çok önem verilir, öncelikli olarak okullaşma oranını yükseltmek idealin bir parçası olur top yekun halkın eğitimi.

1932’de 4894 resmi ilkokul vardır. Bu okullar içinde 341,941 öğrenci vardır. En kısa sürede bu okullar 6544 çıkarılır ve içindeki öğrenci sayısı 536,123’e yükseltilir...

Ülkede 1932- 33 ders yılında 5401’i köylerde, 1143’ü şehirlerde olmak üzere 6544 resmi ilkokul vardır ve buralara 301,843’ü köylerde, 234,280’i şehirlerde olmak üzere toplam 536,123 öğrenci okutulmaya başlar der Nusret Kemal,  “Halkçılık ve Köylücülük”  adlı yapıtı sayfa 71 Tarih 1934

Bu adı geçen okullarda 1. sınıfa başlayan öğrenciden 247,777 okulu bitirirken, 3. sınıfı bitiren öğrenci sayısı 64,508. Yani, ilkokula 247,777 öğrenci kayıt yapıyor, 3. sınıfı ancak 64,508 öğrenci bitirebiliyor. Burada gördüğümüz, sınıf yükseldikçe mezun olma sayısı azalması görülmekte...

1927 nüfuz sayımında 13 milyon 300 bin olarak tespit edilir. Lakin tam bir nüfuz sayımı olmaz. En kaba tabirle 16 milyon olarak hesaplanır. 12 milyon köylerde, 4 milyon da şehirlerde tespit edilir. 1927 de sekiz köyden yedisinin okulu yoktur

1927 de ki 13 milyon 300 bin nüfuzdan 1, 347,282 nüfuz 1- 12 yaş arası olduğu tespit edilir. En kabaca olarak da sayılamayanlarla bu oran 1,5- 2 milyon olarak hesaplanır. Bunların 1,5 milyonu köylerde, 500 bibi şehirlerde yaşarlar...

O dönem ülkede 346 şehir 41 bin köy vardır. Bütün ilkokulda okuyan 633,344 erkek öğrenciye karşı 201,619 kız öğrenci olur. % 64’ü erkek % 36’sı kız öğrencidir. 3. sınıf bitiren kızlar köylerde  % 23 Bu oran şehirlerde % 40 olmaktadır.

Halk bilinçlendirilmemiş, okuyan halktan korkulmuş. O nedenle halkın içinde okuma terbiyesi olmadığından, okul ve okuma sevgisi gelişmemiş, yurdun her tarafı kör, sefil ve cahil bırakılmıştır...

1933’de 25 bin köyde 28,705 cami ve mescit vardır. Yalınız köy kanunu tatbik olunan 22194 köyde 5401 okul vardır. Bu köylerin 16,793’ünde ilkokul yoktur. Genel 41,000 köyden, 36, 000 köyde ilkokul yoktur... İstatistikler, zamanın Başvekâlet İstatistik Umum Müdürlüğü tarafından alınmıştır.

1923’den sonra devrimler meyvelerini vermeye başlar. Türk halkının geçiştirdiği yılların buhranlı dönemleri, atağa kalkan uygarlık yolunda, bunca bin yıllık kaybedilmiş zaman 10- 15 yılda kazanılmaya çalışılır...

Yani, devrimlerin getirdiği halkçılık hareketi ile Türk köylüsüne özgür vatandaş olma yolları açılır. Elbette 1000 yıllık keyfi idare altında yaşamaya maruz bırakılan halka kabul ettirme zorlukları yaşanır ama zorluklar aşılır. Zihinlerde yerleşmiş hurafeler, içi boş dini telkinler silinip atılır, yıllarca ihmal edilmiş Türk köylüsü  “milletin efendisi”  yapılır...


KÖY ENSTİTÜLERİ ve HALK EVLERİ
1923 yılına gelindiğinde Türkiye’de okul ve okulluluk, 4,894 olan İlkokul, öğrenci sayısı da 341,941 olur. 1930’a gelindiğinde ancak 6,598 okula ve 489,299 öğrenciye  çıkartılabilir.

Yeni Cumhuriyetin aydınlanmasını sağlayacak, Cumhuriyet kurumlarından olan Halk Evleri 19 Şubat 1932’de, Türk halkının eğitim ve bilgi düzeyini yükseltmek için kurulur. Atatürk’ün bizzat kendi kurduğu Halk Evleri, yine siyasi kıyıma uğrayarak 8 Ağustos 1951’de DP zamanında kapatılır…

1936 yılında Saffet Arıkan’ın Milli Eğitim Bakanlığı sırasında, köy halkına pratik bilgi vermek amacıyla  “Köy Eğitim Projesi”  ile Köy Enstitülerin temeli atılır. 17 Nisan 1940’da da 3803 sayılı Köy Enstitüsü Kanunu kabul edilir. Köy Öğretmen okulları Köy Enstitülerine dönüştürülür. 1940- 41 öğretim yıllında 10 yeni Enstitü daha açılır. Bu sayı 1945- 46 yılına gelindiğinde 20’ye çıkarılır. 1948- 49 öğretim yılında bir okul daha açılır.

Cumhuriyetin en özgün, en bağımsız yaratıcılığın, en kapsamlı bilimde, teknolojide Türk insanın ileri adım atmasına yarayacak Köy Enstitüleri projesiydi, kapatıldı. Yaratıcılığın yerini eğitimde dahi taklitçilik aldı. Köy Enstitülerine kıyım DP dönemi olan 1953’de Köy Enstitüleri programları, İlk Öğretmen Okulları Programlarıyla birleştirilir. 1954’e gelindiğinde 6234 sayılı yasa ile de Köy Enstitüleri tamamen İlk Öğretmen Okullarına dönüştürülür.

Yaşar Nuri Öztürk şöyle bir tespitte bulunur  “Allah ile Atlatmak” adlı yapıtında:  “Haçlılar önce Müslümanları çağdışı hale getiriyor, ardından da  ‘böyle olmaz, ben bunu düzelteceğim diyerek muhtarlık yapmaya başlıyor. Kural ve kader hep aynı: Muhtarlık haçlıdan, finans ve hizmet Müslüman’dan”  der.

Köy enstitülerini İsmet İnönü’yle gezen Şemsettin Günaltan, döner İnönü’ye  “Paşam binler böyle eğitilirse yönetemeyiz”  der. Siyasetçiyi bile binlerin hızlıca eğitimde yükselişi ürkütür hale gelir.

BÜYÜK İSRAİL PLANI ve KÜRESEL GÜÇ OYUNLARI KIYAMETİN HAYALİ BİR REÇETESİ Bu makale Internationalist 360 tarafından yayımlandı. Espen B. Øyul...