19 Eylül 2013 Perşembe

CUMHURİYETİN OKULLAŞMA HAREKATI


OKULLAŞMA
Tek partili sistemi acımasızca hırpalamak isteyenler, bugünkü geldikleri mevkiinin bu dönemin inşasına katkı sağlayanlar olduğunu bir an düşünseler böyle, insafsızca çıkış yapmazlardı.

Yıl 1933, Türkiye nüfuzu 17 milyon. 1 milyon yüksek tabaka 15 milyon katıksız sefil, sefalet içinde yaşayan Türk. Bunların 2 milyon şehirlerde, 10 milyonuda köylülerden oluşmaktadır.

Dünyadan ve uygarlıklardan habersiz, köstebek yuvalarını andıran kerpiç evlerde çok düşük koşullarda yaşayan Türk köylüsünün yolu yok şehirleri köye bağlayan. Dışarıyla; dış dünyayla ilişkileri yok yıllardı. Dünyada gelişen uygarlıklardan habersiz, araç gereç yok, para yok, okul dersen zaten yok...

Böyle Anadolu da 41 bin köy var 10 bin yıllık eski uygarlıklar kalıntısı üzerinde kurulu, uygarlıktan habersizdiler.

41 bin köy var, bu köylerin sadece 600’ünde posta merkezinde...

41 bin köy var, 37 bini köyde hiç okul yok...

41 bin köyde toplam 12 milyon nüfuz yaşamakta. Bunların ancak % 2’si okur-yazar. En zekisinin kullandığı kelime haznesi 400 bile değil... Köyün dışına çıkmamış gençler, ancak askerlikleri gelmiş gençler, dışarıdan biraz haberdar olurlar. Bu hale Osmanlının milyonları yoksullar yaratma siyasetinin ürünüydü...

Dağlarda kartal yuvasına benzeyen çalı çırpıdan yapılmış köyler; ovalarda iri köstebek yuvasına benzeyen köyler, kaya kovuklarında yaşayan insanlar. Keçi kılından yapılmış çadırlarda dağ koyaklarında hayvanlarıyla yan yana yaşayan insanlar bir birlerinden ayrıştırılmış haldeydiler...

Cumhuriyetin 9. yılı 1932’de insanları okullu yapabilmek için şöyle bir rüşvet teklif edilir:

3 yıllık bir okulun 1. yılını bitirene 5 ay

3 yıllık bir okulun 2. yılını bitirene 4 ay

3 yıllık bir okulu tam bitirene askerlikten muaf yapılır.

Dahi, o sene içinde okula başlayan, o sene için yol vergisinden muaf tutulması önerilir.

Türkiye’de ilk tahsil 1844 tarihinde ancak ele alınır. 2. Mahmut fermanıyla mecburi olur. Ama tam başarı sağlanamaz. Öyle bir idealden öte geçemez, ta ki cumhuriyete kadar.

Dünya istatistiklerine göre cahili bol olan tek ülke cumhuriyetten önceki Osmanlıdır!

Ve öteki cahil iki sömürge ülkeleri var ki, Mısır ve Hindistan olur...

Devralınmış Osmanlı Devletinin enkazından, yönetiminden sefalet ve cehalet çıkmıştır. Kurumlarını çağa uyarlayamamış, eğitimde sıfır çekmiş bir enkaz yığını sistemin yeniden yapılanması güçlükleri olsa da başarılır. Başta eğitime çok önem verilir, öncelikli olarak okullaşma oranını yükseltmek idealin bir parçası olur top yekun halkın eğitimi.

1932’de 4894 resmi ilkokul vardır. Bu okullar içinde 341,941 öğrenci vardır. En kısa sürede bu okullar 6544 çıkarılır ve içindeki öğrenci sayısı 536,123’e yükseltilir...

Ülkede 1932- 33 ders yılında 5401’i köylerde, 1143’ü şehirlerde olmak üzere 6544 resmi ilkokul vardır ve buralara 301,843’ü köylerde, 234,280’i şehirlerde olmak üzere toplam 536,123 öğrenci okutulmaya başlar der Nusret Kemal,  “Halkçılık ve Köylücülük”  adlı yapıtı sayfa 71 Tarih 1934

Bu adı geçen okullarda 1. sınıfa başlayan öğrenciden 247,777 okulu bitirirken, 3. sınıfı bitiren öğrenci sayısı 64,508. Yani, ilkokula 247,777 öğrenci kayıt yapıyor, 3. sınıfı ancak 64,508 öğrenci bitirebiliyor. Burada gördüğümüz, sınıf yükseldikçe mezun olma sayısı azalması görülmekte...

1927 nüfuz sayımında 13 milyon 300 bin olarak tespit edilir. Lakin tam bir nüfuz sayımı olmaz. En kaba tabirle 16 milyon olarak hesaplanır. 12 milyon köylerde, 4 milyon da şehirlerde tespit edilir. 1927 de sekiz köyden yedisinin okulu yoktur

1927 de ki 13 milyon 300 bin nüfuzdan 1, 347,282 nüfuz 1- 12 yaş arası olduğu tespit edilir. En kabaca olarak da sayılamayanlarla bu oran 1,5- 2 milyon olarak hesaplanır. Bunların 1,5 milyonu köylerde, 500 bibi şehirlerde yaşarlar...

O dönem ülkede 346 şehir 41 bin köy vardır. Bütün ilkokulda okuyan 633,344 erkek öğrenciye karşı 201,619 kız öğrenci olur. % 64’ü erkek % 36’sı kız öğrencidir. 3. sınıf bitiren kızlar köylerde  % 23 Bu oran şehirlerde % 40 olmaktadır.

Halk bilinçlendirilmemiş, okuyan halktan korkulmuş. O nedenle halkın içinde okuma terbiyesi olmadığından, okul ve okuma sevgisi gelişmemiş, yurdun her tarafı kör, sefil ve cahil bırakılmıştır...

1933’de 25 bin köyde 28,705 cami ve mescit vardır. Yalınız köy kanunu tatbik olunan 22194 köyde 5401 okul vardır. Bu köylerin 16,793’ünde ilkokul yoktur. Genel 41,000 köyden, 36, 000 köyde ilkokul yoktur... İstatistikler, zamanın Başvekâlet İstatistik Umum Müdürlüğü tarafından alınmıştır.

1923’den sonra devrimler meyvelerini vermeye başlar. Türk halkının geçiştirdiği yılların buhranlı dönemleri, atağa kalkan uygarlık yolunda, bunca bin yıllık kaybedilmiş zaman 10- 15 yılda kazanılmaya çalışılır...

Yani, devrimlerin getirdiği halkçılık hareketi ile Türk köylüsüne özgür vatandaş olma yolları açılır. Elbette 1000 yıllık keyfi idare altında yaşamaya maruz bırakılan halka kabul ettirme zorlukları yaşanır ama zorluklar aşılır. Zihinlerde yerleşmiş hurafeler, içi boş dini telkinler silinip atılır, yıllarca ihmal edilmiş Türk köylüsü  “milletin efendisi”  yapılır...


KÖY ENSTİTÜLERİ ve HALK EVLERİ
1923 yılına gelindiğinde Türkiye’de okul ve okulluluk, 4,894 olan İlkokul, öğrenci sayısı da 341,941 olur. 1930’a gelindiğinde ancak 6,598 okula ve 489,299 öğrenciye  çıkartılabilir.

Yeni Cumhuriyetin aydınlanmasını sağlayacak, Cumhuriyet kurumlarından olan Halk Evleri 19 Şubat 1932’de, Türk halkının eğitim ve bilgi düzeyini yükseltmek için kurulur. Atatürk’ün bizzat kendi kurduğu Halk Evleri, yine siyasi kıyıma uğrayarak 8 Ağustos 1951’de DP zamanında kapatılır…

1936 yılında Saffet Arıkan’ın Milli Eğitim Bakanlığı sırasında, köy halkına pratik bilgi vermek amacıyla  “Köy Eğitim Projesi”  ile Köy Enstitülerin temeli atılır. 17 Nisan 1940’da da 3803 sayılı Köy Enstitüsü Kanunu kabul edilir. Köy Öğretmen okulları Köy Enstitülerine dönüştürülür. 1940- 41 öğretim yıllında 10 yeni Enstitü daha açılır. Bu sayı 1945- 46 yılına gelindiğinde 20’ye çıkarılır. 1948- 49 öğretim yılında bir okul daha açılır.

Cumhuriyetin en özgün, en bağımsız yaratıcılığın, en kapsamlı bilimde, teknolojide Türk insanın ileri adım atmasına yarayacak Köy Enstitüleri projesiydi, kapatıldı. Yaratıcılığın yerini eğitimde dahi taklitçilik aldı. Köy Enstitülerine kıyım DP dönemi olan 1953’de Köy Enstitüleri programları, İlk Öğretmen Okulları Programlarıyla birleştirilir. 1954’e gelindiğinde 6234 sayılı yasa ile de Köy Enstitüleri tamamen İlk Öğretmen Okullarına dönüştürülür.

Yaşar Nuri Öztürk şöyle bir tespitte bulunur  “Allah ile Atlatmak” adlı yapıtında:  “Haçlılar önce Müslümanları çağdışı hale getiriyor, ardından da  ‘böyle olmaz, ben bunu düzelteceğim diyerek muhtarlık yapmaya başlıyor. Kural ve kader hep aynı: Muhtarlık haçlıdan, finans ve hizmet Müslüman’dan”  der.

Köy enstitülerini İsmet İnönü’yle gezen Şemsettin Günaltan, döner İnönü’ye  “Paşam binler böyle eğitilirse yönetemeyiz”  der. Siyasetçiyi bile binlerin hızlıca eğitimde yükselişi ürkütür hale gelir.

6 Eylül 2013 Cuma

TARİHTEN DERS ALMAYANLAR SAVAŞIN GÖZYAŞINI BİLMEZLER



ONLAR

MEHMET ortak adları olan onlar, rüşvet yemediler, yolsuzluk yapmadılar, mafya, çete, hırsız, bozguncu hiç olmadılar. Ellerini sokup yetimin torbasından bir tutam ekmeklerini çalmadılar. Salt inançları ve yüreklerinde pırıldayan sevdaları vardı...

Onlar ki, adları sanları yoktu, MEHMET diye ortak adları ile gönüllerde yaşarlar. Türk tarihinin en şansız gençliğiydi onlar; tarihe sığmazlar yazmakla... Onların, yani adsız MEHMETLERİN aziz ruhları önünde saygıyla eğiliyorum alnım toprağa değene kadar.

1880- 1895 arası doğumlu 3 milyon; daha yirmi yaşlarında Anadolu insanı, en kutsal yaşamlarını verdiler bu ülke uğruna. Onlar atalarından aldıkları inançla 22 milyon 410 bin Km. kare topraklar üzerinde tarihin en şansız ve en acımasız savaşları içerisinde

yurt sevgisiyle savaştılar. MEHMET ortak adları olan onların ruhlarında yükselen asalet meşale oldu dünyamızı aydınlatan...

1880- 1895 doğumlulardır; kader onları bir amaç uğruna birleştirdi. 3 milyon silâhaltına alınan MEHMET’ ler di onlar. Kimisi Yemen Çöllerinde kaldı. Kimisi Balkanlarda, kimisi Kafkas Dağlarında, kimisi Trablusgarp Çöllerinde, kimisi de Arabistan Çöllerinde yok oldular. Çoğunun mezarları belli değil; kayıplar bulunamadı, binlercesi düşmana esir düştü, yarı aç yarı tok kimi kıyıma uğradı, kimi intihar etti esaret altında, kimi değişik şartlarda esaretten kaçarak yurda döndü.

Onlar ki, 20- 25 yaşlarında bu ülkenin asil insanlarıydılar; unutuldular.
Günümüzde pervasız yaşamamızın kahramanlarıdırlar onlar. Kimi evliydi, kimi nişanlı; hepsinin sevdası birdi. Her üç kadından biri dul, her üç çocuktan biri yetim kaldı. Onların bizden hiçbir şey bekledikleri falan yoktur. Bizin onlara süresiz vefa borcumuz vardır...

Kan, ölüm, barut kokusu; ölümle iç içe inadına mücadele, hiçbir beklentisi olmayan salt ülkenin kurtuluşu sevdası onların yüreklerini çelikleştiren bir tindi. Onlar öyle politik çıkar falan peşinde değildiler. Soytarılık, hainlik, aymazlık, bütün ulusal değerlere kayıtsız kalmak yoktu. Vicdan rahatlığıyla dört cephede 15 yıl savaşmış insanlardı. Dahi 1914- 1918 yılları arası 10 ayrı cephede düşmana karşı çarpıştılar...

En çok şehit oldukları Arap-Yemen Çölleri “Müslüman kardeşim” diye güvenip sırtını döndüklerince kalleşlerce sırtlarından hançerlenerek şehit edildiler; onların oldukça çoğu Araplar tarafından İngilizlere ihbar edilerek öldürtürdüler ve ya esir düşürüldüler...

Yıkılan imparatorluğun toz duman altında kalan; can derdine düşmüş bir yığın soytarı emperyalistlerle işbirliğinde kurtuluşu ararlarken; başka bir yığın nitelikli, dürüst inançlı insanlar Anadolu’da “Kuvayı Milliye” (Ulusal Ordular) ruh ateşi yakanlar bir bütün olarak emperyalistlere karşı savaş verdiler. Şu günümüzün güzel günlerini yaşıyorsak eğer rahat ve huzur içinde O MEHMETLERİN ölümüne mücadeleleridir...

Onlar; 1914- 1918 yılları arası 202 bin askeriydiler. 22 milyon 410 bin Kilo metre kare topraklar üzerinde 22 milyon nüfuz 10 milyona iner. Yıkılan Osmanlı kendini kurtarma telaşında kaldı. Onları adı bilinmedik ülkelerde unuttu.

Üç kıtaya yayılmış Türk esir kampları. Kimi Myanmar: (Burma) Schweba, Veiktilla, Thatmyo, Rangongoon da esirdiler.

Kimi Fransa: Montpeller, Marsilya, Korsika.
Kimi Malta: Veletta. Kimi Yunanistan: Selanik’te
Kimi Moldova: Kişinev.
Kimi Hindistan: Nogar, Sümerpur, Belgaum, Bellary, Kalküta.
Kimi Irak: Bağdat ve Basra’da,
Kimi Rusya: Vologala, Vetluga, Kostroma, Kazan, Simbirsk, Samara, Toboisk,
Krasnoyarsk, Vladivostak. (1)

Kimi Mısır: Seydibeşir, Ros El Tina, Bilbeis, Heliopolis, Abası, Kahire Kalesi, Maadi. Kimide Kıbrıs: Gazimogosa (Mogosa şehitliğinde yatmaktalar) Kaynak: (1): Cemalettin Taşkıran “Esir Türler” kitabından aktarma Atlas Dergisi 101. sayı Ağustos 2001

1914- 1918 yılları arası Türkün en talihsiz tarihinin yazıldığı yılardır...
Birinci Dünya Savaşı Çanakkale, Sarıkamış, Galiçya, Kut-ül Ammare, Medine Müdafaası ile Türkün dört cephede savaşları vardı. Birde içerideki emperyalistlerin kışkırtmalarına uyup ta arkadan yıllarca birlikte yan yana yaşadığı Türkü hançerleyen isyankârlar vardı.

Görüyoruz ki, bunlar hep unutturulmak istenilerek 1915 yılında Ermenilere “Soykırım yapılmış” olarak Türk tarihine kara bir leke düşürülmek istenilerek, Batılıların yanında yerli olur olmaz kişiler, Türkleri tarihiyle utandırılmak istiyorlar.

Batılılar tarihimizi yeniden kurgulayıp, gerçek tarihimizi hırpalayarak bozup dağıtıyorlar. Yeniden bir tarih yazma heveslilerin iddiaları, “Resmi Tarih gerçekleri saklayan tarihtir” diyerek bahaneler aramalarından kaynaklanıyor. Batılı art niyetli tarihçiler en çok cesaret verenler yerli dincilerle ve kendilerini liberaller olarak lanse edenlerdir. Sürekli geveleyip durdukları bir şey vardır, onlara göre cumhuriyet felsefesi: “Türkleştirme politikası uyguladı” diye sığındıkları sığ düşünceler...

Lakin o sancılı Birinci Dünya Savaşı dönemdeki olayların, bütün devletlerin birbirlerinin ümüklerini ölümüne sıkarak öldürdüğü dönemdir. Görmezden gelinen, emperyalistlerin en çok Osmanlı topraklarına tecavüzleriydi. Kolonileri olan zavallı Anzakları, Hintlileri, Yeni Zelandalıları bağrımıza hançer sokar gibi soktular. Çanakkale’de ne işleri vardı İngilizlerin. Adana’da, Urfa’da, Maraş’ta ne işleri vardı Fransızların. Ne işleri vardı Sarıkamış’ta Rusların, Ne hat etmeye gelmişlerdi Akdeniz kıyılarına İtalyanlar? Birde yerli yardakçılar bu boyuttan baksalar Batılılar ne duruma düşer acaba?

Çanakkale

Türkiye Cumhuriyetinin ve Anadolu’nun Türk yurdu olmasının başlangıcıdır Çanakkale. Bugün hala millet olmanın heyecanlı gururunu yaşıyorsak, Çanakkale’de hiç gözlerini bile kırpmadan ülküleri uğruna ölümüne mücadelenin sonucudur. Bizler onlara ödeyemeyeceğimiz kadar borçluyuz…

Yani demem şu ki; Çanakkale varlığımızın mihenk taşıdır. “Türküm” demenin iyice ucuzladığı şu günümüzde, millet olmada, gündelik yaşamımızda anlamsızlaştırıldığı cehalet ahlaksızlığına karşı mücadele etmek isteyenler her geçen gün azaldıkça avanta, köşe dönmecilik milli değerlerin önüne geçtikçe, kapıp kaçma ahlakı pirim yaptıkça, Türkiye de “Türk olmak, Türküm” demek kahır olmaktaydı. Geçmişine sahip çıkamayan, onu korumayan, sorgulamayan, hesaplaşmayan milletler her zaman ayakta kalmayıp tarih sahnesinden silinmişlerdir.

Kurnazlık, dindara tebelleş olmuş, dincilik içinden pıtrak gibi meydanlara pervasızca dökülmektedir. Emevi disiplini içinde hareket halindeler. Cumhuriyetin getirdiği kültürel dokuya adeta alerjileri var, kaşıntı yapıyor duydukları zaman.

Bir şeyler görüyoruz ki, pek çok yanlı, yanıltıcı yayınlarda Çanakkale savaşı savsaklanarak hayali ordular kurtarıcı haline dönüştürülüyor, sanki kayıptan gelen, boğazın sularından ellerini uzatarak düşman gemilerini alabora ettikleri temaları işleniyor. Zaten okuma özürlü halkımızın zihinlerine yalan, yanlışlar savsatalar tarih diye telkin ediliyor.

Ama neden 250 bin şehidin Çanakkale’de savaşarak öldüğü gerçek manada sorgulanmıyor, onların ölümüne mücadeleleri hafife alınıyor, kayıptan eller, neden o kadar şehit vermemize engel olmamış olmalarına dair bir sorgulama, bir açıklama veremiyorlar.

Amaç: yeni bir liderin doğmasına, görmezden gelinmesine, yok sayılmasına hizmet için art niyetli kişilerin zihinlere hülyalı, rüyalı masalımsı uyduruk hikâyelerle, küflü çivi çakar gibi genç zihinlere sokuyorlar. Yani demem şu ki: Mustafa Kemal Çanakkale Savaşını hiç yapmamış gibi havalar estiriyorlar.

Çanakkale, Türkiye Cumhuriyeti için bir başlangıçtır. Dünyanın en güçlü ordularını dize getirilmiş günüdür. Emperyalistlerin yediği tokadın en şiddetlisidir, düşüp kıçlarının üstüne, ayağa kalkamadıkları, Anadolu işgal hayallerinin Çanakkale boğazın sularına gömüldüğü gündür.

Fırsat kollayan bu emperyalistler, Osmanlı topraklarındaki azınlıkları kışkırtarak Türkleri Balkan topraklarından kovdurdular, o topraklara kendileri yerleştiler. Şimdi bu topraklar üzerinde bulunan Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır, Suudi Arabistan, Katar, Bahreyim, Suriye, Irak, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri Yemen, Sudan bir bütün olarak yekpare Osmanlı topraklarıydı. Emperyalistler işgal ettikleri bu toprakları çıkarları gereği cetvelle böldüler, Arapça konuşan tek milleti, birçok devletçiklere ayrıştırdılar.

Sonuç olarak, bu topraklara vatan sevgisi, ümmet sevgisinin önüne geçerek gelişe gelmiştir. Çanakkale’de toprağa düşmüş canlar, öyle boşu boşuna kanlarını 1915’de 15 yaşlarında dökmediler. 10 Ağustos sabahı Conkbayır’dan düşman üzerine ölümüne koşan, öleceklerini bildikleri halde, arkalarına dahi bakmadan toprağa düşüp şahadete erdiler. Nedeni, bizim geleceğimizin güzel günleri içindi. Onlar bizim atalarımızdı, biz onların torunlarıyız, hiç unutmamalıyız.

Unuttuklarımız ve Hatıralarını Bile Anamadıklarımı
Yine nerdeyse unutulmuş gitmiş bir Kore’ye asker gönderme olayı var...
İkinci Dünya savaşı bitmiş, “Soğuk Savaş Dönemi” başlamış. Kim başlatmış, neden başlamış aklımızın almadığı dünyayı iki kutba ayrıştıran büyük devletlerin bir oyunu olduğu ise muhakkaktı.

Türkiye İkinci Dünya Savaşında tarafsız kalmayı başarmış, kendi topraklarına düşman saldırısına karşı siyasetini iyi uygulamış, kendi toprakları üzerinde savaşın sıçramasını engellemiş bir ülke olur lakin yalınız kalır ve yoluna davam edemez.

Dünyayı iki bloka ayrıştıran, iki bloktan birine yanaşması, tercihini Amerika’ya yanaşmaya ve onun üyeliğinde olduğu NATO’ya girebilmek için çaba harcamaya başlar. Kendini kanıtlamak için Türkiye, ABD’nin Kore’deki işgaline destek olmak için, Kore’ye asker gönderme kararı alır. Türkiye Kore’ye, 1950 yılında alınan bir kararla: 259 subay 18 askeri memur, 4 sivil memur, 395 astsubay, 4414 er ve erbaştan oluşan askerle toplam 5090 seçme Tük insanı ABD adına Kore’de savaşmaya gönderilir.

Sonuç olarak:741 Şehit, 2147 yaralı, 234 askerimiz tutsak olur, 175 askerimiz kaybolur, şimdiye kadar hala akıbetleri belli olmadı.
Selman Zebil




BÜYÜK İSRAİL PLANI ve KÜRESEL GÜÇ OYUNLARI KIYAMETİN HAYALİ BİR REÇETESİ Bu makale Internationalist 360 tarafından yayımlandı. Espen B. Øyul...