25 Aralık 2017 Pazartesi

AT KÜLTÜRÜ ve ATLARIN EVCİLLEŞTİRİLMESİNDE TÜRKLERİN ROLÜ


Türklerde At Kültürü
İleri dörtnala giden at üzerinde 180 derece ok atmak
Amerika kıtasına Buzul Çağında Türkçe dili giderken, oradan Asya'ya At gelir…

Türkçe en az 11 bin yıllık bir dildir. Bu böyle olunca, Türkler en az 11 bin yıl önce tarih sahnesine çıkmış olduklarını da göstermektedir. Araştırmalara göre 11 bin yıl önce Bering Boğazını geçerek Kuzey Amerika’ya ulaşan bir boy, buzul çağından öncesine kara bağlantısı olan Bering Boğazından Amerika kıtasına ayak bastıkları, orada uygarlıklar kurdukları çok yakın sanı olarak ortaya çıkmaktadır.

Amerika kıtasında yaşayan Kızılderililer, Mayalar dillerine bakıldığında, Türkçe kökenli birçok sözcüklerin konuşulduğu dil bilginlerince ortaya çıkarılmıştır. Yani Bering Boğazı, buzul Çağı öncesi bir tür göç yolu olarak kullanılmış olduğuna dair en açık bilgi at cinsidir. Bu “Pliohippus” adlı at cinsi anavatanı Amerika’dır. Buzul çağında otlak ve yaşam alanları daralınca Kuzey Amerika’da yok olmuşlar ama Bering Boğazından Asya kıtasına geçerek yaşamları sürmüştür.

İşte Amerika anavatanı olan bu atlar, Amerika’dan Asya’ya, buzul çağında karayolu ile Bering Boğazından Asya’ya gelmiştir. Aynı anda Asya’dan Türkçe de Amerika’ya aynı yoldan gitmiştir. Kuzey Amerika’da nesli tükenen atlar, Asya’da nesillerinin sürmesi ve onları ilk evcilleştiren ve o atları koruyup bakımını yapan, besleyen, etinden, sütünden ve dahi en önemlisi, savaşlarda vazgeçilmez insan ve yük taşıyıcısı olarak kullanmasını bilen Türkler olmuştur.

İnsanlık tarihine en güzel armağan olan at soyunun günümüze kadar var olması ve atı ilk evcilleştiren, gem ve üzengi vuran Türklerdir! Yani günümüze kadar at soyunun sürmesi Türklerin sayesindendir. 

Kuzey Kazakistan bölgesinde yapılan çalışmalarda Arkeolog Viktor Zayberg, bu konuda birçok belgelere, bulgulara ulaşmış; 6 bin yıl önce Kuzey Kazakistan’da yaşayan Botaystsıyların kımız içen ilk topluluk olduğunu ifade eder. Bulgularında dahi, atların bilinenler aksine evcilleştirildiği tarih 6 bin yıldan daha öncesine rastladığını açıkladı.

1492 yılında Amerika keşfedildiğinde Amerika kıtasında bir tek bile at yoktur. Amerika kıtasına ilk ayak basan at, Kristof Kolomb ile birlikte gemiyle kıtaya ulaşmıştır. Yani at, atalarının topraklarına yeniden ayak basmış oluyordu.

Gelelim Kuzey Amerika yerlilerine…
Günümüzde bilinen Kuzey Amerika yerlilerinde yüzlerce Türkçe sözcük vardır. Dil bilimi bakımından bu çok önemli olan bu sözcükler arasında tesadüf benzerlikler değildir. Örneğin “Çapul Tepek”(çapulcular tepesi) benzeri ve “çift sözcükler” in eski diller uzmanı, tarihçi Tahsin Mayatepek 1932 yılında yapılan 1. Tarih Kongresinde sunduğu bir ön raporda, Orta Amerika Maya uygarlığının dil ve kültürü ile Anadolu dahi, Orta Asya kültürü ve uygarlıkları arasında şaşırtıcı benzerliklerin olduğunu ortaya koymuştur. Tahsin Mayatepek, “Çapultepek” sözcüğüne benzer 120 Türkçe sözcük bulmuştur.

Salt Tahsin Mayatepek değil, M. Naci Özfatura’nın bildirdiğine göre Fransız dil bilimcisi Dumesnil, Kızılderili dilinde 320 Türkçe sözcük tespit etmiştir. Bir başka, 1964 yılında çıkan New York Times’in “Bilim” ekinde Amerika kıtasının, Kuzey ve Güney olmak üzere ilk kültür taşıyıcıları, yani ilk ayak basanları bir haritada gösterdi. Orada, M.Ö. 4 ile 5 bin yılları “Turks” olarak göstermiştir. Anlatıma göre, Bering Boğazı yoluyla gelenler çoğunlukla Kuzey ve Orta Amerika’ya ve bir küçük kısımda Güney Amerika’ya yerleşmişlerdir.

1673’te John Jocelya adlı yazar Mohawk, Kızılderililerin “Tatarca Türkçesi” konuştuklarını yazdı. Dahi bir başka ünlü bilgin Von Humboldt da 1800 yılında yazdığı yapıtında Amerika kıtasında konuşulan 137 sözcüğün “Ural-Altay” ve “Uygurca” olduğunu yazdı. 1924’de Rio’da toplanan 20. Amerikanistler Kongresi’nde Çinli Kien, Kızılderililerin Altay menşeli olduklarını beyan etmiştir.

At Kültürü ve Atlı Yaşam
Altay Türkü Gurki'in fırçasından

Türkler Atı, iti, keçiyi, koyunu evcilleştirenlerdirler... At, ehil hayvanlar arasında en hızlı gidenidir... Onlar at sayesinde akıncılık yaptılar. Ekincilikle uğraşan kavimler üzerinde hâkimiyetler kurdular. Onlar için alınan yerlerde oturup yerleşmek değil; ele geçirmek, yenmek, utku kazanmaktır... Onlar şehirlerde, köylerde yerleşiklere, “yatuk” tembel diye alay ederler, “yürük” Yörük, yürümekten 
gelen “Yörük” yerinde duramayan, otları,
suları takip edenlerdi. Onlar Altay Göçebe Halkları olarak at sırtında dünyanın damını dolaştılar; iki bin yıldan fazla yerleşik toplumlar ile çatıştılar. Japon Denizinden başlayıp, Avrupa içlerinde son bulan maceraları bol sulu, bol otlu ovalarda Asya Bozkırları geride kalma kaydını düşerek yerleştiler. Onlar, Atlı okçulardı, Orta Asya coğrafi koşullarda göçebe halk olarak doğa ile mücadelesi, bozkırın dayanıklı, sert, yırtıcı insan türü olarak, en değerli kaynakları, kendi yaşamlarını ayakta tutmak için hayvanlar; hayvanların gereksinimi olan otlar ve sulardı...

Atlı göçebe Bozkır yaşamına özgü akıncılık; at sırtında oklu akıncıların okçu darbe vuruşları, hareket alanlarının genişliği, yerleşik kavimlere hâkim olma; çok güçlü ve büyük ordular karşılarına dikilmeden yenilgiye uğramayan bir yapıları olan sert ve sert doğa koşullarına uyum sağlayan vücut yapıları onları at ve ok sayesinde güçlü kılıyordu. Atlı göçebe kültürüne özgü tekmil yaşam tarzı, büyük sürülerin bakımı, toplu sürek avı onlara bir çeşit savaş eğitimi sayılırdı. Çinliler: “Yay çekip ok atan milletler” der kuzey komşuları olan onlara...

At sırtında koyun, keçi sürüleriyle Asya Bozkır sahalarını geçip yüz yılda Anadolu’ya ulaştılar; bin yıldır Anadolu’yu Türk yurdu haline getirdiler. Dev devletler kurdular; dev ordular organize ettiler. Avrupa içlerine kadar at sürdüler. Onlarda tek kahramanlıklar pek olmazdı. Atlı göçebe kalabalık halde hareket eder, kahramanlıklar topluma mal edilirdi. Dini dünyaları içinde göksel olanlarla hayvanlar önemli yer tutar. “Gök Tüylü; Gök Yeleli Kurt” soyut enerji verir onlara...

Onlar tarihin en eski, en hareketli atlı göçebe uygarlığı, ideal insan, ata binen, ok kullanan, avlanan, doğada avcılık yanında hayvan sürüleri besleyen, yerleşikte duramayan, sürekli akıncı olan bir ulustu. Dahi, iç içe, sıkı sıkıya yaşadığı doğayla mücadelesi yanında, beşeri kavimlerle de mücadele eder durumdaydı…

At sırtında her yere kolay uzanılan ulaşım aracıdır. Türkler at sayesinde her yöne yayılmalarına yardımcı olmuştur. Gittikleri yerlerde otlak ve sulu yerleri takip ettiler. Direnme gücüyle karşılaştıkları durumlarda ise ulu bir askeri güce dönüşerek zorlukları aşma yolunu bilmişlerdir. Koşullara bağlı olarak daha çok batıya doğru otlak ve sulak araziler, yaylalar atlı göçebelerin ayakları altına serilir.

At, en iyi bildikleridir, attan çok yönlü yaralanmışlardır, üzengiyi ve eyeri icat etmişlerdir. Vazgeçilmez zevkleri atçılık, avcılık, akıncılık onların yaşamlarının temelini oluşturuyordu. Orman içlerinde yaban avları geyik, karaca, sincap, samur ve avcılığa dâhil balıktır. Geyiklerin evcilleştirirler, etinden, sütünden, derilerinden elbise yaparak yaralanırlar.

Jean Paul Roux şöyle: “Anarşist bir ruha sahip olan göçebe, çünkü yaşam biçimi özgürlüktür ve özgürlük hem otoritenin reddini getirir. Bir şefi tanıyıp kabul ettiğinde hiç zorluk çekmeden en sıkı disipline boyun eğer.” Der.

Avcı-çoban kültürünün en öncelikli işi, at ve köpeği evcilleştirmek olmuştur. Köpeğin evcilleştirilmesi, sadık dost haline getirilmesi, keçi, koyun gibi küçükbaş hayvanların evcilleştirilip koruma altına alınmasını da işin içine katarsak, ormandan, bozkıra çıkış kaçınılmaz olur.

B. Laufer’in At Kültürü ile ilgili “Chinese Clay Figüres” adlı yapıtından alıntı yapan Bahattin Ögel, Mete’nin savaş taktiği ve stratejisi ile ilgili önemli araştırmalardan söz ede. (1) Laufer, Orta Asya’daki atlı birliklerden söz ede. Atın üzerinde askerlerin çevikçe hareket edebilmelerini sağladığı sürece atlı birlikler, birbirinden ayrılmaz bir gövde gibi ve işbirliği ile ilerleyebiliyordu. Atlı birliklerin başarıları, hız ve çeviklik, güvenlik ve baskın yapabilme yetenek ve güçlerine bağlı idi. At birliklerini yitirdiklerinde de kendileri de yok oluyorlardı.

Atlı ordular İranlılardan çıkıp yayılmış olduğuna rağmen, Romalı Anthonius Pirus çağında da Romalılarda atlı birlikler görülür. İranlılar, atlar ile askerleri genel olarak zırhlarla donatırlardı. Bu donama biçimi, Hunlar ile Sibirya’ya ve Yenisey vadilerine yayılmış olduğu görülür.

B. Laufer, Orta Asya’da atlı birliklere çok önem verilmesine rağmen, eski İran tekniğini de unutmamaktadırlar. Aslında İran toprağında at az idi. Yıllık ekonomisi, yani at sürülerine dayanan ekonomi Orta Asya’da bulunuyordu. Orta Asya’da at yalınız savaş aracı olarak beslenmiyordu; Orta Asya ekonomisinin temelini oluşturuyordu.  Atın etinden, sütünden, avda, savaşta üstüne binmek için yararlanılıyordu.

Hunlar, doğuştan savaşçı atlı oymaklardan kurulu, atçılığın ve okçuluğun uzmanıydılar. Çin tarihçisi Sema Ts’ien’in anlattıklarında da çocukları koyun üzerlerine bindirilerek kuşlar ile kemirici hayvanlara ok atarak avladıklarını gördük.

Ayrıca Marko Polo da Türklerin askeri dehasını anlatır. Şöyle der; “Türkler savaşlarda geri çekilmeyi korkaklığın bir göstergesi olarak yapmazlar, karşılarındaki aldatmaca bir taktik olarak yaparlar, düşmanlarının güçlerini tüketmeye çalışıyorlardı” der. Bu geri çekilme sırasında arkalarından takip eden düşmanlara da ileriye koşan atların üzerinde iyi bir manevra yaparak geriye, düşmana doğru ok atıyorlardı.

Hun Türklerinde At Kültürü ve Çin’e Etkisi
Okçuluk ve At Üzerinde Okçu Askerler: Çinliler daha önceleri at üzerinde yay çekip ok atmasını bilmiyorlardı. Kaynağa göre: “Kral, Hun elbisesi giydi ve orduya, at üzerinde yay çekebilen askerler kaydetti. Ayrıca Hunlara karşı savaşmak için, yine Hunlardan toplanmış askeri birliklerde kurulmuştu” (2)

Doğrusu at yetiştirme Orta Asya Türk kavimlerine uygun bir gelenektir. Eski Çin’de ata binmek için değil, at; iki tekerlekli savaş arabalarının koşumunda kullanmak içindi. M.Ö 1450-1050, Şang Sülalesi dönemi başlayan köklü değişiklikler ile at kültürü Çin’de gittikçe yayılır, atın çektiği ilk tekerlekli savaş arabası da bu dönemde görülse de pek yaygın değildir. O da salt savaş arabalarına sahip olan pek az bulunan feodallerin elindeydi.  

At: Çin’de yok denecek kadar azdır. Yani atlı savaş yapabilecek kabiliyette yoktur. Çinliler at kültürüyle yeni tanışıyorlardı. Otto Farake: M.Ö. 5. Yüzyıl ortalarında Çin’in Kuzeyindeki beylikler, savaş arabası yerine, atlı birlikler kullanmayı Türk kökenli Hunlardan öğrenmişlerdir. Çin duvarları da bu dönemde yapılmaya başladığı bir çağ idi.

Kuzey Çin de yeni görülen Orta Asyalı biçimli giyimlerle değiştirilmesi, Çinliler için düşmanı (kuzey komşuları Proto-Türk kavimleri) durdurabilmek için ordularında giyim kuşam konusunda köklü değişiklik yapmak durumunda kalmışlar, Hun elbiseleri ve zıhlarını kabul etmiş bulunuyorlardı. Bu giyim değişikliğine alışılmış Çin kültürüne bağlı kalmak isteyenler karşı çıkıyorlardı. Buna karşın halk, eski geleneklere göre giyinebilirler kararına varılır.    

Alman araştırmacı Berthold Laufer’in anlatımlarında Çin silahlarının Hunlarınkinden daha üstün olduğu iddiası doğru olsa da, Orta Asya’da bulunan Hun silahları da Çinlilerin silahları kadar mükemmeldir.

Atı kültürüne geçen Çinlilerin yapması gereken en önemli değişim kılık kıyafetlerdi.
Dünyada ve ülkemizde, İtalyan icadı “pantolon” olarak bilinen giysinin, ilk bulucusu bir İtalyan olarak bilinse de işin gerçeği öyle değildir. Pantolon, üç bin yıldan beri Orta Asya’da Türkler tarafından kullanılmıştır. Çünkü at üzerinde savaşmak, etek giyen Çinlilere göre uygun değildi. At kültürüne geçmek isteyen Çinliler de Hunların giyim kuşamlarından biri olan pantolonu da giymeleri gerekiyordu.

Çin İmparatoru Orduda Reform Yapmak İster…
M.Ö. 307’de Çin imparatoru Shih Hoang-ti, değişime karşı koyan filozof din adamlarına karşı kızar ve karşı koyanları diri diri toprağa gömülmesini ve yakılmasını emreder. Ve bu sertliğini şöyle açıklar: “Ben şimdi Hunların elbiselerinin alınıp giyilmesini ve at üzerinde nasıl ok atılabileceğini, eğitimle halkıma öğretilmesini istiyorum. Fakat herkes beni tenkit edecektir, ‘bu nasıl olabilir’ diyeceklerdir.” Der.

Ata binen, çizmeyi de icat etmişlerdir
Lakin bu istenilen değişiklik o kadar yerleşmiş bir kültürde o kadar kolay değildi ama Çin usulü entari ile de ata binilmez, at üzerinde ok kullanılmazdı. Bu olaylar karşında Vezir Fei İ, Çin İmparatoruna uzun konuşmasından sonra şöyle der: “Bunun için ey kral, çekinmeyiniz! 

Bu sözlerden destek alan Kral: “Hun elbiseleri ile silahları kullanma yolu ile elde edeceğimiz zaferler sayısız olabilir. İsterlerse herkes benimle alay etsin” der ve kararını verdi.

Zamanla Çinliler, Orta Asya’dan getirdikleri atları takas yolu ila kurdukları at pazarlarında satmaya başlıyorlardı… At ticareti o kadar verimli, duruma gelmiş ki, Çinliler Hunlulardan at satın alıp Çin içlerinde kurulmuş at pazarlarında satıyorlardı.  

At Sevgisi
Dede Korkut hikâyelerinde olsun, diğer bütün Türk destanlarında olsun at yiğidin en yakın arkadaşıdır. Türk töresine göre yiğit öldükten sonra dahi atından ayrılmaz. Eski Türkler ölen yiğitleri silahları ve savaş atlarıyla birlikte gömerlerdi.
 
Müslümanlıkla birlikte Türkler arasında bu gelenek ise ölen yiğidin “atını boğazlayıp aşını vermekle”  yetindiler. Osmanlılar devrinde de ata karşı derin sevgi ve saygı gelenekleri sürdü. Sultan 2. Osman'ın (1618-1621) ölen bir kır atının mezar taşı bulunmuştur…

Atların cenaze törenindeki yerleri de Osmanlı döneminde dahi, eski Şamanizm dönemi geleneğine uygun biçimde, 4. Murat'ın cenaze töreninde, binip harbe gittiği üç atının tersine eyerleyip tabutu önünde götürüldüğünü Naima Tarihi'nde yazar…

Kırgız-Kazaklarda da cenaze töreninde ölünün atının tersine eyerlenmesi âdeti vardır. Yolda ölen bir Kazak-Kırgız'ın atı tersine eyerlenip ölünün elbisesi ve külahı bu eğer üzerine konulup evine götürülür…

Türkler düşmanlarını yanıltmak için atlarının nallarını ters çakarlardı. Düşman gittiği yönü ileriye değil de geriye gittiği anladı…

Tarih boyunca at Türk’e kardeş olmuştur…
Köroğlu; “At yiğidin yoldaşıdır” der.
Kuşkanadı ile Türk atı ile uçar atasözü…
Türkün kanadı attır…

Köroğlu Atı İçin Şöyle Der:
Bir at gördüm Silistre'nin ilinde 
Elma gözlü kız perçemli Kırat gel 
Ne bend oldun lekelerin elinde 
Elma gözlü kız perçemli Kırat gel

Kırı binmek iyi gelir uğura 
Hay edende dağı taşı devire 
Başı küçük boynu benzer puhura 
Elma gözlü kız perçemli Kırat gel

Büyüktür gövdesi küçüktür başı 
Altıdan yediye gidiyor yaşı 
Çardaklıçamlı'da küçük kardeşi 
Elma gözlü kız perçemli Kırat gel

At ile ilgili; Selçuklular döneminde at ve atçılık konularına ışık tutmaktadır Ömer Hayyam. Ömer Hayyam, “Nevruzname” adlı yapıtında, Türkler, Selçuklular, at ve at türleri hakkında bilgiler verir: “İnsandan sonra yaratılan en şerefli mahlûk”  olarak nitelendirilen attır Şebdiz (karayağız at, Hüsrev-i Perviz’in meşhur atının adıdır) ve gülgun Hüsevin adları olup Hikâyeye gülgun’u Şirin’e hediye etmiştir. Aynı kısraktan olmadır ve bu kısrak, bir mağarada bulunan aygır heykeline sürtünerek iki defa gebe kalmış, birinde şebdiz’i diğerinde ise gülgun’u doğurmuştur. Rüstem’in atı kırmızılı, Divan edebiyatında genel anlamda olmak üzere gösterişli, yürük at anlamında da kullanılmıştır. Türkçede “kır at” denilen beyaz at veya katırlar için kullanılır.

Hun Elbise (Pantolon) ve Silahları Çin’de
Ata binen, çizme ve pantolonu giyendir
Askeri açıdan birbirini tamamlayan iki unsurdur. Hunların başarılı at üzerinde savaşları, Çinlilerin atların çektiği arabalarla savaşlarına daima üstün gelmiştir. Çin usulü at çeken arabalar, düz yerlerde iyi iş görseler de, engebeli arazilerde hareket alanları elverişli olmayıp askerlerine büyük kayıplar verdirebiliyordu. M.Ö.307, Mete Kağan’dan yüz yıl önce yazılmış Çin tarihinde: Orta Asya Türk Kavimlerinin karşısında yeterli etkisi olmayan, bundan dolayı Çinlileri Hunlar gibi giyinme, Hunlar gibi ata binip, at üzerinde yay çekmeleri için, dikenlere takılıp yırtılmayacak deri çizmeler ile deri pantolonlar giymeleri gerekiyordu. Ayrıca silah ve koşumlarını asabilecek kalın deri palaskalar, sırtlarına da sıcak ile soğuğa karşı koruyabilecek elbise reformları yapılması gerekiyordu…

Çin elbiseleri ile silah ve ordu düzeni, Orta Asya Türk kavimleri karşı yeterli etkiler sağlayamıyorlardı. Çinliler ağır hareket eden savaş arabalarını bırakıp Hunlular gibi hafif, atlı birlikler kurmak istediler. Salt atlı birlikler oluşturmak için, Çinlilerin eskiden beri giydikleri uzun etek giysilerinde buna bağlı olarak değişmesi gerekiyordu. Çünkü ata bindikleri için uygun gelen Hun âdeti pantolon ve tokalı kısa ceketler ata binenler için uygun gelendi. Dahi, Çinlilerin eskiden giydikleri ayakkabıların yerini de Hunluların ata binilmede en uygun deri çizmeler almaya başlandı. Ayrıca Çin’de ki bu değişimde Hunların süz eşyaları ve madenden yapılmış silah ve donanımlar da Çin’e girmiş ve yayılmışlardı.

Otto Franke kaynaklarına göre bir bakıma, Mete Kağan çağına gelindiğinde ise Çin ordu düzeni Hun ordu düzeni gibi durumdaydı. Hun ve Çin savaşlarında taktikler eşitlenmiş oluyordu.

Bir dip not olarak; Asya topraklarında salt Çinliler değil at Mancurya ve Doğu Moğolistan kavimleri de at kültürü yok denecek kadar azdır…

M.Ö.2000 yıllarında oluştuğu söylenen Çin kültürü, sınırlarında oluşan sınır kavimlerinin rolü oldukça açıktır. Bir incelersek yüksek Çin kültürünün safhalarını, kendi başına bir Çin kültürünün olmadığı, Çin Tarihi yazarı Prof. Eberhart’a göre "Ana Çin kültürü küçük bir bölgede ve az sayıda bir kavim tarafından oluşturulmuş bir kültür idi”  diyor. Bundan yola çıkarsak, Çin kültürünün zenginliğine, çevresindeki kavimlerden etkilenmiş ve kendi kültürünü zenginleştirmişti. Yani bugünkü zengin yüksek Çin kültürü, komşu kavimlerin yığılmalarıyla oluşmuştu. (3) Böyle olunca, at ve giysi kültürünü Çinliler Türklerden öğrenmişle ve kendi yüksek kültürlerine katmışlardır.  

Kaynaklar
(1) Bahaddin Ögel, “Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi” TTK, 2015, s. 165-166
(2) Bahaddin Ögel, “Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi” TTK Yayınları 2015, 1. Cilt, sayfa 71
(3) Bahaddin Ögel, “Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi” TTK Yayınları 2015, 1. Cilt, sayfa 2

Türklerin Savaşlardaki Başarı Nedenleri At, Zırh, Üzengi
Ekonomisi hayvancılığa dayalı Asya bozkırlarının göçebe Tükler ve diğer yakın akrabaları uçsuz bucaksız bozkırlarda binlerce at sürülerine sahiptiler. Hatta zengin seçkinler at sürüleriyle anılırlardı. Dahi, Türkler ve Moğollar Orta Asya’dan diğer ülkeler, Hindistan, Çin Rusya ve Avrupa’ya at ihracatı zenginlik kaynaklarındandı.   

Hayvancılık Orta Asya’da Türkleri hareketli duruma getirmiştir. Genellikle otlak ve sulak alanlar için sürekli mücadele içinde geçen yaşamları vardı. Bu yaşama biçimi Türkleri ve Moğolları, Doğu Avrupa’ya, Çin ve Hindistan’a, kadar alanlarda kışlak yazlık mevsimlerde at sırtında ömürleri geçerdi. Ekonomileri hayvancılığa dayanan göçebe akıncı Türklerin, yerleşik ekincilik yapan halkların tarlalardaki hâsılatları üzerlerinden geçerlerken bir direnç gösteremezler.

Onları hırçın savaşçı yapan özelliklerin başında, kendilerinin ve atların zırhlı olmasıdır. Avarlara bağımlı iken demircilikte hünerleri biliniyordu. Sanatları demir işletilmesinde becerirliklerini kaynaklarda görüyoruz. Büyük destanlarından biride Ergenekon’dan demir dağları eriterek çıkıp, Avar egemenliğinden bu gayretle kurtuldukları ve kendilerine yol buldukları anlatılır.

Gelelim zırhın önemine!
Batı dünyası daha zırh nedir bilmezken, Türkler Anadolu’da 1000 yıllık varlıkları ve tarih yazmalarına neden olan zırhlı süvariler sayesinde olmuştur. Osman Gazinin ordusunda zırhlı süvarilerin bulunduğunu 1330 yıllarında Âşık Paşa, “Garipname”  adlı yapıtında “zırhlı süvarileri Alplar” diye söz eder. Ayrıca Orhan Gazi çağdaşı Bizans İmparatoru Kantakuzenos (1347-1355), Osmanlıların silahça üstün olduklarını, onlara karşı koymanın kolay olmadığını hatıratında yazmıştır.

Zırh, At ve Üzengi
Batılı savaşçılar zırh tekniğini, Avrupa’yı istila eden Hunlardan ve Avarlardan öğrenmişlerdir. Ata binmeyi, ata hâkimiyet kazandıran üzengiyi de Batı Avarlardan öğrendiklerini Macar bilginler bildirirler. Osmanlı, Memluklar, Akkoyunlular ve Safevililer ordularının çekirdeğini zırhlı süvariler oluşturuyordu. Batılılar Osmanlının bu zırhlı tekniğine karşı ateşli silahlara yönelmesine ve başarılarının artmasına neden olmuşlardır.

Çaldıran Savaşında Safevilerin yıkılmasına ateşli silahlar neden olur…
Çaldıran Savaşında önce Şah İsmail, kırk bin zırhlı Türkmen süvarisiyle, karşısına çıkan Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı askerlerini bozguna uğratarak perişan etmişti. Osmanlı-Safevi savaşında, Şah İsmail, Sultan’ın otağına doğru yaklaştıkları anda Osmanlının Batıdan satın aldığı top, tüfek atışıyla karşısında yaralanarak bozulmuş,  yaralı olarak geri çekilmek zorunda kalınmıştı. Hatta Şah’ın askerleri de daha yeni tanıdıkları silahların ateşi karşısında şaşa kalmışlardı. Ayrıca Yavuz Selim, Memluk ordularını, Mercidabık ve Ridaniyye Savaşlarını da ateşli silahlar sayesinde kazanmıştır. 

Anadolu Türkleri ilk ateşli silahlarla 1344’de Haçlı donamasının İzmir sahil kalesi zapt emekle tanıştı. Osmanlı ateşli silahların gücünü 1380 yıllarında Balkan savaşında karşılaştıkları Sırplardan öğrenmişlerdir. Batının top tekniğini İtalya’dan öğrenen ve top imal edilen merkez Dubrovnik idi Dubrovnik Cumhuriyeti, topları Sırplara, daha sonra Osmanlılara satıyorlardı. 1. Murat Kosova Savaşında top kullanmış olduğu kesindi. Tüfek kullanımı ise Osmanlı ordusunda daha sonraları 2. Murat zamanında olmuştur.

Geriye dönelim bir an...
Osmanlı parlak dönemlerini 1352’den itibaren Rumeli’ye, dolaysıyla Avrupa’ya ayak bastığında yaşamaya başladı. Osmanlı ilk zamanlar Bizans askerleri karşında askeri üstünlüğü, zırhlı süvarilerden oluşuydu. Ne zaman Avrupa Hıristiyan dünyası ateşli silahları icat etti ve kullanmaya başladı, zırhın önemi yitti.

Osmanlı İstanbul’un fethinde kullandığı topları Macar top ustası Urban’a yaptırmıştı. İstanbul’un alınışı bu Macar top ustası Urban’ın döktüğü topları sur duvarlarını delerek “top yıktığı gedikten” (çağdaş kaynakların aktarır) Fatih İstanbul’a girmiştir. İstanbul’a giren Fatih bu top ustası Macar Urban’a güzel bir evi hediye etmiştir.

Daha sonra Sultan Süleyman tarafından, hala “Tophane” adıyla anılan yerde bir top dökme fabrikası kurulmuştur. Bir yabancı kaynağa göre burada Alman topçu ustaların çalıştığı anlatılır. Burada üretilen toplarla Rodos, Macaristan gibi ülkelerdeki dev gibi kaleler fer edilir.

Yani, zırhlı süvariler namını ateşli silahların çıkışına kadar korur; ateşli silahların çıkmasından sonra, karşı koyamayarak etkisini kaybeder. 16. Yüzyıl sonlarında kılıç, kalkan, ok yay, mızrak savaşları önemini kaybettiği yıllar olur. Avrupa’nın yeni tip geliştirdiği ateşli silahlar karşısında Osmanlı kendini yenileyemedikçe geriye doğru gelişir. Alman-Avusturya askeri karşısında Osmanlı kumandanları, tımarlı sipahiyle düşmana karşı koyamadıkları için sultana gönderdikleri telhislerde acı bir geçek olarak aktarılır. Yani açıkçası, 16. Yüzyıldan itibaren, Osmanlı zırhlı süvarisinin önemini yitirdiği, ateşli silahların üstünlüğüyle üstünlüğün Avrupalılara geçmesi, Osmanlı gerileme dönemine girmişti.

Ta-yüen Devleti ve Atları Hakkında
Devletin merkezi Kuei-shan kentidir. Ch’ang-an’dan 12550 li (5208.25 Km. uzaklıktadır. 60 bin hane, 300 bin kişi, 60 bin askeri vardır. Büyük Yüehchihlar’a 690 li (286,35 Km.) uzaklıktadır. Kuzeyde K’ang-chü ve güneyde Büyük Yüeh-chih ile komşudur. Toprağı, iklimi, yetiştirdikleri ürünleri, halkın adetleri Büyük Yüeh-chih  ve An-hsi’dekilerle aynıdır. Ta-Yüen civarında üzümden şarap yapılır, zengin kişiler içkinin 10 bin tan’dan (Han Hanedanlığı döneminde “tan” bir tür hacim ölçüsü olup yaklaşık 199,968 litre.) 199.680 litre depolarlar. Böylece bunlar onlarca yıl bozulmadan dayanırdı. Halkı içkiye, atlara, yoncaya düşkündü.

Ta-Yüen Atları
Ta-yüen’de 70’den fazla kent bulunurdu, iyi cins atlar çoktu, atların vücutlarından kan fışkırırdı. Söylenenlere göre bunlar “Gök Atlardan” doğmuştu.

Meng Kang’a göre, Ta-yüen’in yüksek dağlarında yakalaması çok zor olan vahşi bir at cinsi vardır. Bu atı ele geçirmek için beş ayrı renkten kısrak toplanır, at buraya çekilerek kısraklar ile çiftleştirilir. Doğan tayların hepsi çok hızlı koşar ve vücutlarından ter yerine kan çıkardı. Bu yüzden bunlara “Gök Atın yavrusu”  denilmiştir. Kaynak Han Shu 96A, s. 3895, n. 1, HS 22. Aynı yapıtta, s. 1060-1061’de (1) “Gök Atlar” için, atların kan terlemesinin nedeni, atların omuz ve sırt derileri altında yaşayan parazitlerdir. Kanla beslenen bu parazitler şişer ve at koştuğunda da patlayarak kan akmasına neden olurlardı.(2)

Göğün Oğlu “Yi”, Değişiklikler kitabı olarak ta çevrilen Chin Döneminin başlangıcına ait bir fal kitabında yazılanlara dayanarak, “Kutsal atlar, kuzeybatıdan gelir” der. Wu-sun atlarına sahip olunca, onları çok beğendiğinden bunlara “T’ien ma” (Gök Atlar) adını verdi. Sonra Ta-yüan ülkesinden temin edilen “Kan Terleyen Atlar” daha güçlü olduğu için Wu-sun atlarının adını yeniden değiştirerek “Hsi-chi-ma” (Çok Uzaklardan Gelen Atlar” dedi. Ta-yüen atlarına da “Gök Atları” adını verdi. (3)

Han elçileri, Göğün Oğlu’nun karşısına çıktıklarında (seyahatleri hakkında) etraflı bilgi verirlerdi. Dediklerine göre Ta-yüan’ın en iyi atları vardır ve bunlar Erh-shih kentinde bulunurdu. Fakat halk onları Han elçilerine göstermekten sakınırdı. Göğün Oğlu, Ta-yüan atlarına çok düşkün olduğundan bu duydukları hoşuna gitti. Cesur bir asker olan Chü-ling ve beraberindekileri 1000 chin altın (*) ve altından bir at heykeli ile Ta-yüan Kralı’na yollayıp karşılığında Erh-shıh kentinin iyi cins atlarından istedi.

Ta-yüan ülkesinde Han malları çoktur (Han ülkesinden gelen mallar çok olduğundan, altın at heykeli hediyesine itibar etmediler) İleri gelenler aralarında görüşerek şöyle dediler: “Han devleti bizden uzaktadır, ayrıca ‘Yen-shui’ da 
(ana yolun geçtiği bir akarsu adıdır) sık kötü kazalar olmaktadır. Kuzeyden gidildiğinde Han (Hu) saldırılarına maruz kalınır, güneyden gidildiğinde ise otlak ve su sıkıntısı yaşanırdı; bundan başka, gidilen her yerde yerleşim yeri ile bağlantıları kesik olduğundan (yol üzerinde yerleşim yerleri yoktu) yiyecek sıkıntısı çekenler çok olurdu. Han, buralara yüzlerce kişilik elçilik heyetleri yollamış, çoğu zaman bunların yarıdan fazlası yiyecek bulamadığı için ölmüştü. Bu durumda Han, nasıl büyük bir ordu göndermeye cesaret 
edebilir; ayrıca Erh-Shih kentin atları Ta-yüan’ın en değerli atlardır” diye kayıt edilmiştir. 

Böylece atlarını Han elçilerine vermeye razı olmadılar. Han elçileri kızgınlıkla kötü sözler söyleyip, altın atı kırıp parçaladılar ve orayı terk ettiler. Ta-yüan soyluları öfkelenerek, “Han elçileri bizi çok aşağıladı” deyip Han elçilerini geri gönderdiler ve doğu sınırındaki Yü-ch’eng Kralı’ndan onların yolunu kesip saldırmasını Han elçilerini öldürerek mallarına el konmasını istediler. Göğün Oğlu bunu duyunca çok öfkelendi. Daha önceden Ya-yüan’a gitmiş Yao Ting-han ve yanındakiler ona şöyle dediler: “Ta-yüan askerleri zayıftır, sayıları 3 bin bile geçmeyen güçlü Han okçu birlikleri ile karşılaştıklarında Ta-yüan mutlak yenilgiye uğrayacaktır” Göğün Oğlu daha önce Cho-yeh hou unvanlı bir kişiyi Lou-lan’a saldırıya göndermişti ve Cho-yeh hou 700 süvarisiyle buraya gelir gelmez kralı ele geçirmişti...

Atların bakımı ve eğitimi için iki at bakıcısı “Chıh ve Ch’ü-ma Hsiao-wei” (atlardan sorumlu kişi unvanlar) gibi görevlere getirildi. Bunlar Yüan fethedildikten sonra, iyi cins atların seçimi ile ilgileneceklerdi...

Ta-yüan soyluları bir plan yaparak şöyle dediler: “Kralımız Wu-kua, en iyi atlarımızı sakladı ve Han elçilerini öldürdü. Şimdi Kralı öldürür en iyi cins atları verirsek, Han ordusu kuşatmayı kaldırır; eğer bu olmazsa, o zaman bütün gücümüzle savaşır ve ölürüz. Vakit henüz geç değildir” derler.

Yüan soylularının hepsi fikri kabul ederek birlikte kralı öldürdüler. Kentin dış duvarları yıkıldı ve bir Yüan soylusu olan General Chien-mi (atlardan sorumlu olan unvan) yakalandı. Yüan halkı büyük korku içinde kentin içlerine doğru kaçtı. Soylular birbirlerine danışarak: "Han’ın Ta-yüan’a saldırısının nedeni Kral Wu-kua’dır” deyip, kafasını elçiyle birlikte Erh-shih’e gönderdiler, anlaşma teklif ederek şöyle dediler: “Eğer Han bize saldırmazsa, iyi atlarımızın hepsini çıkartırız, sizde istediğiniz kadar seçebilirsiniz, ayrıca Han ordusuna yiyecekte veririz. Eğer bizim isteklerimizi kabul etmezseniz o zaman iyi cins atlarımızın hepsini öldürürüz. K’ang-chü’den yardım gelmek üzeredir, geldiğinde biz içeriden, K’ang-chu askerleri dışarıdan, Han ordusu ile savaşacağız. Bunu iyi düşünün, hangi yolu takip edeceksiniz?”

O sırada Erh-shih Generalinin izleyeceği iki yol vardı. Saldırıya geçip savaşmalı veyahut saldırmaktan vazgeçip, atlara sahip olmaktı...

Ta-yüan’ı kurtarmaya gelecek, o zaman Han ordusu muhakkak yenilecekti. Ordudaki subayların hepsinin de böyle düşünmesinden dolayı Ta-yüan’ın anlaşma teklifi kabul edildi.

Bunun üzerine Ta-yüan, atlarını meydan çıkararak, Han görevlilerinden istediklerini seçmelerini istedi ve Han ordusuna bol miktarda yiyecek verdi. Han ordusu, en iyi cins onlarca ile orta ve ortanın altında üç binden fazla kısrak ve aygır seçti. Ayrıca bir Yüan soylusu olan, daha önce Han elçilerine iyi davranmış Mei-tsai adlı kişiyi Ta-yüan kralı olarak başa geçirdi ve anlaşma yapılarak ordu çekildi. Sonunda Han’ın ordusu kentin içine girmeden geri döndü...    
Selman ZEBİL 2017

(1) Han Shu 96 A, s. 3895, Yine  Han Shu 22. s. 1060-1061 
(2) Ayşe Onat, “Çin Kaynaklarında Türkler, Han Hanedanı Tarihinde Batı Bölgeleri” TTK, 2012,s.40
(3) Ayşe Onat, “Çin Kaynaklarında Türkler, Han Hanedanı Tarihinde Batı Bölgeleri” TTK, 2012,s.85-86
(*) Yaklaşık 224-250 gr. Ağırlığında parçalardı Genelde ticari amaçlı değil, süs ve hediye eşyası olarak kullanılırdı.

18 Ekim 2017 Çarşamba

ÜNLÜ DOLANDIRICI SÜLÜN OSMAN'DAN GERÇEK ÖYKÜLERİ

Ünlü Dolandırıcı Osman Ziya Sülün, (1923-1984)
Sülün Osman
Dolandırıcılar kralı olarak Türk tarihine geçen bir kişidir. Adını duyurduğu ilk “işini” Sülün Osman 1948 yılında ilk dolandırıcılık işine, Fatih’te yeni tuttuğu evin sahibi ile başlar. 1950'li ve 1960’lı yıllarda dolandırıcılık işleri ile ün kazanır. Tramvay, Galata Kulesi, kent meydanlarındaki saat kulesi, şehir hatları vapurları gibi kamu mallarını saf vatandaşlara ‘satarak’ ya da ‘kiraya vererek’ efsane haline gelmiştir.

Birinde Galata Köprüsü’nü satmak üzereyken tesadüfen yakalandı…

Ölümüyle ilgili kesin bilgi olmamakla birlikte, polisin tahminlerine göre 1984’te Beyoğlu’nda sürekli kaldığı otelde kalp krizinden öldü ve kimlik taşımadığı için kimsesizler mezarlığına gömüldü.

Galata Kulesinin kiraya vermiş ve uzun süre kimsenin haberi olmamış.
Rivayet o ki, Sülün Osman Bir gün Beyoğlu’nda yere çömelmiş gelip geçeni seyretmektedir. O sırada saf görünüşlü bir vatandaş Sülün Osman’ a burada neye baktığını sorar. Adamı şöyle bir süzen Osman, bununla iyi bir iş yapılır diye düşünüp; Şu gecen tramvaylar benim, müşteriler çok mu, vatmanlar düzgün çalışıyor mu, onları kontrol ediyorum der ve bu sayede hoşbeşe başlarlar.

Sülün Osman; “Bey amca, sen yabancısın galiba, ne iş yaparsın” diye sorar. Adam ise; “Çitçiyim, traktör almak için geldim ama hem çok pahalı, hem de bu parayı versem bile bunu nasıl kullanacağım, bayağı zor bir iş bu diye dertlenir. O sırada tramvaylar vızır vızır önlerinden geçip gitmektedir. Birden rahmetli Sülün Osman’ın kafasında bir ışık parlar ve adama dönüp,Yahu bey amca, bu yaştan sonra senin traktörle falan ne işin olur. Onu alsan bile masrafı çok, Mazotu köyde problem olur, yedek parçası, hele hele o arkadaki büyük tekerlekler var ya, onlar tarlada çok çabuk aşınır. Her yıl sana büyük masraf açar, kazandığın ürünün parasını yatırsan bir lastiğini bile zor alırsın” Diyerek zavallı kurbanına tramvaylar için şöyle bir teklifte bulunur:

“Bunların hepsi benimdir. O kadar çok ki, bende onları kontrol etmekten bıktım, müşteri çıktıkça tek tek satıyorum. Üstelik bu araçların tekerleği demirdendir, hiç aşınmaz, patlamaz beş kuruş masrafı yoktur. Benzin mazot gerekmez, Akşam elektriğe bağlarsın sabahtan akşama kadar o elektrikle çalışır. Köyle kasaba arasında işletirsin. Hem seni bayağı sevdim bey amca, gel sana birini vereyim, 
hem de kelepir vereceğim” der

Adam şöyle bir bakar tramvaylara, gerçekten köyle kasaba arasında bunlardan bir tane olsa hem iyi kazanır, hem de sükseli olur diye düşünür, “Kaç paraya vereceksin” diye sorar.

Sülün Osman: “Senin traktör parası bunları almaya yetmez ama bir tane eksilse benim için bir şey fark etmez. Baksana 484 numaralı aracım geçiyor. Bunun gibi 600 tane var. Canın sağ olsun bir tanesini senin gül hatırın için vereceğim bey amca, sevildiğinin kıymetini bil. Hemen al yoksa satmaktan vazgeçerim bilmiş ol. Diye konuşur.

Adam tava gelince cebinden bir kağıt çıkartır ve iş sağlam olsun diye köy senedi hazırlar Osman. Karşılıklı aldım, sattım diye imzalar atılır, parmaklar basılır ve hayrını görmesi için adamla tokalaşır. Duraktan bir tanesine hayırlı uğurlu olsun diye adamı bindirir. Biletçiyi uyandırmaması için sen şu parayı bilet kesene ver, gideceği yere varınca bu senedi gösterir tramvayını alır köye götürürsün diyerek uğurlar. Son durağa gelince vatman inmesini ister. Adam inmek istemez ve cebinden köy senedini çıkarıp onların inmesini tramvayı köye götüreceğini söyler. Biraz patırtıdan sonra polisler çağrılır, birde imzaya bakarlar ki, imza Sülün Osman’a ait. Durum anlaşılır, iş basına kadar akseder ve zavallı adam beş parasız köyüne döner.

Galata Kulesi'ni de satan Sülün Osman'a, "Oğlum, Galata Kulesi'ni satmaya utanmadın mı?'' diye soran bir komiser ise; “Komiserim, bu memlekette Galata Kulesi'ni satın alacak eşek olduğu sürece ben bu kuleyi satarım, hiç kusura bakmayın” der. 1962 yılında hapse girdikten sonra, hapishanede “Alın teri ile Yaşamak” konulu bir konferans vermiştir. 

Dünyada gelmiş geçmiş en komik ve efsane dolandırıcılardan olan Sülün Osman'ın hikâyeleri anlatmakla bitmez. Onun dolandırdığı o kadar saf görünümlü ama kendini kurnaz sanıp, dolandırılanlarda asla Türkiye’deki kadar bulunmaz.

Sülün Osman, Taksim Meydanı'nın girişine paspas koyup, gelen geçenden para toplamayı bile yapar. Saat kulesi satışı hikayesi ise şöyle; Adamlarıyla Dolmabahçe Sarayı yanındaki saatin kulesi önüne giden Sülün Osman, gözüne saf ve cebinde para olan bir kerizi kestirmeye koyulur. Kerizi anlından tanıyan Sülün Osman, kerizin göreceği bir yerde durur. Kendi adamları planlanmış olarak gelirler ve Dolmabahçe Saatine bakarak saatlerini ayarlarlar. Sonra da Sülün Osman'a yönelip, saat ayarlama parası ödeyip giderler. Cebinde parası olan, kendisini uyanık sanan keriz, bakar ki adama, saatini ayar yapan her kişi para veriyor. kısa yoldan zengin olmanın hayalini kuran vatandaşı sezen Sülün Osman, kısa bir konuşmadan sonra hemen, Dolmabahçe Meydanı'ndaki saati bu vatandaşa satmış. 

Taktik adamı olan Sülün Osman, sadece gayrimenkul alanında değil, menkul satışında da başarılı olmuştur. Zamanında Dolmabahçe önünde demirlemiş olan Amerikan 6. Filosu'na ait bir uçak gemisini de sattığı söylenmektedir.

TRT’de 1970’lerde yayınlanan Telespor adlı bir programa konuk olmuş
Program sunucusu Güneş Tecelli ve Cenk Koray röportaj yapıyorlardı Osman Bey ile. Bugün gibi hatırlıyorum o ilginç söyleşiyi. İstanbul Üniversitesi bahçesinin satışını, Galata kulesinin satışını, hacıya cennette arsa satışını, İzmir saat kulesi satışını ve birçok şeyi anlattı.

Cenk Koray “hiç tövbekar oldunuz mu?” dediğinde, “emin olun ki hep tövbe ettim ama bazılarının yüzüne bakınca dayanamayıp tövbemi bozuyordum” dedi. Bu sefer Güneş Tecelli “suratlarında ne var Osman Bey” diye sordu. Sülün Osman, “Alınlarındaki yazıyı görüyorum, adeta gel beni kazıkla yazıyor, bende dayanamayıp tövbemi bozuyordum” dedi. Cenk Koray ise “alınlarında ne yazıyor” deyince Sülün Osman, “enayi yazıyor” dedi. Güneş Tecelli “biz neden göremiyoruz” deyince rahmetli Sülün Osman “Okumasını bilecen kardeşim, ayan beyan yazıyor”  dedi. İşte o zaman koptuk adeta. İşte böyle renkli bir simaydı.

Bir ayrıntı daha vereyim, O programda Üniversite bahçesinde satış yapmaya çalışırken, torunu ile gelen bir yaşlı adama son anda satış yapmaktan vazgeçtiğini de söyledi. Neden diye sorulduğunda ise, dedesiyle gelen astım hastası torununun kalacak yerleri olmadığı ve tedavi için geldiklerini, tüm paralarını da hastane masrafları için harcayacaklarını söyleyince vicdanının sızlayarak satıştan vazgeçtiğini anlattı.

Anadolu’dan İstanbul’ un taşının toprağının altın olduğunu duyan, Anadolu’dan trenle kopup gelen vatandaşlar, ilk Haydarpaşa garında inince, ilk gözlerine çarpan garın büyük saatine bakmak olur. Sonra da kendi kolundaki saate bakarak ayarlamaya çalışırken yanına biri yaklaşır, “hoş geldin, nerden geldin” sohbetinden sonra ona, saatin sahibi olduğunu saate bakmanın ve saati ayarlamanın parasını ister. Anadolu’nun saf insanı inanır cebinden üç beş kuruş verir. Böylece “taşı toprağı altın olan İstanbul’un, saatine de bedava bakılmazdı elbette…

Dolandırıcılık tarihinde Sülün Osman adıyla nam salan Osman Ziya Sülün, namı diğer “Sülün Osman” İstanbulluları ve İstanbul’a Anadolu’dan gelen saf insanları yıllarca kandırmış; kimine Galata Kulesi’ni, kimine Galata Köprüsünü, kimine kent meydanındaki saat kulesindeki ‘saate bakma parası’ almış ve saat kulesin, kimisine de tramvayı satmıştır…

Son söz olarak, meşhur dolandırıcı Sülün Osman konuyla ilgili ne diyor lütfen okuyalım: "Benim dolandırdığım insanlar dolandırıcıydı aslında. Yani bana yaklaşma sebepleri beni dolandırmaktı. On tane bilezikle geçiyorum adamın önüne akşam vakti. Kuyumcunun kapısındayız ve dükkân kapalı. Karımın olmayan hastalığını anlatıyorum, acilen bilezikleri bozdurmam gerektiğini, o an nöbetçi eczaneye gidip hastaneden istedikleri ilaçları almamın şart olduğunu söylüyorum falan.

Hakiki olsalar bileziklerin fiyatı bin lira. Diyorum ki “Üç yüz liraya ihtiyacım var. Paranın gerisi umurumda değil, yeter ki karım ameliyat masasında kalmasın.” Adam sabah kuyumcuya gidip bilezikleri bin liraya bozdurabileceğini ve birkaç saat içinde havadan yedi yüz lira kazanacağını düşünüyor. O arada benim ayakçım da ortaya çıkıyor ve bileziklere alıcı oluyor. Telaşlanıyor adam kazanç imkânı kaybolacak diye. Üç yüz lirayı verip alıyor bilezikleri, ben de kayboluyorum ortalıktan. Adam ertesi sabah kuyumcuya gidip de bileziklerin sahte olduğunu öğrenince, "Eyvah! dolandırıldım" diye karakola gidiyor. Demiyorlar ki ona, "Be adam bin liralık bileziği üç yüz liraya almayı düşünürken aklında ne vardı?" Gayet açık ki, bu sahtekâr beni dolandırmayı planlamıştı. Ben hayatım boyunca beni dolandırmaya kalkışmamış tek bir kişiyi dolandırmadım." der.
Selman ZEBİL

Alıntı kaynakları:
2 – Ertuğrul Akkayanın yazısı: http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?p=651889


12 Eylül 2017 Salı

ORTAK ADLARI MEHMETÇİK'Tİ

Mehmet, Onların Ortak Adlarıydı

MEHMET ortak adları olan onlar, rüşvet yemediler, yolsuzluk yapmadılar, mafya, çete, hırsız, bozguncu hiç olmadılar. Ellerini sokup yetimin torbasından bir tutam ekmeklerini çalmadılar. Salt inançları ve yüreklerinde pırıldayan sevdaları vardı...

Osmanlı kendi can derdine düşer, bütün bu esirleri unutur, kaderlerine terk eder adeta. Onlar ki, adları sanları yoktu, MEHMET diye ortak adları ile gönüllerde yaşarlar. Türk tarihinin en şansız gençliğiydi onlar; tarihe sığmazlar yazmakla... Onların, yani adsız Mehmetlerin aziz ruhları önünde saygıyla eğiliyorum alnım toprağa değene kadar.

1880-1895 arası doğumlu 3 milyon; daha yirmi yaşlarında Anadolu insanı, en kutsal yaşamlarını verdiler bu ülke uğruna. Onlar atalarından aldıkları inançla 22 milyon 410 bin Km. kare topraklar üzerinde tarihin en şansız ve en acımasız savaşları içerisinde yurt sevgisiyle savaştılar. Mehmet ortak adları olan onların ruhlarında yükselen asalet meşale oldu dünyamızı aydınlatan...

1880-1895 doğumlulardır; kader onları bir amaç uğruna birleştirdi. 3 milyon silâhaltına alınan Mehmet'lerdi onlar. Kimisi Yemen Çöllerinde kaldı. Kimisi Balkanlarda, kimisi Kafkas Dağlarında, kimisi Trablusgarp Çöllerinde, kimisi de Arabistan Çöllerinde yok oldular. Çoğunun mezarları belli değil; kayıplar bulunamadı, binlercesi düşmana esir düştü, yarı aç yarı tok kimi kıyıma uğradı, kimi intihar etti esaret altında, kimi değişik şartlarda esaretten kaçarak yurda döndü.

Onlar ki, 20-25 yaşlarında bu ülkenin asil insanlarıydılar; unutuldular.
Günümüzde pervasız yaşamamızın kahramanlarıdırlar onlar. Kimi evliydi, kimi nişanlı; hepsinin sevdası birdi. Her üç kadından biri dul, her üç çocuktan biri yetim kaldı. Onların bizden hiçbir şey bekledikleri falan yoktur. Bizin onlara süresiz vefa borcumuz vardır...

Kan, ölüm, barut kokusu; ölümle iç içe inadına mücadele, hiçbir beklentisi olmayan salt ülkenin kurtuluşu sevdası onların yüreklerini çelikleştiren bir tindi. Onlar öyle politik çıkar falan peşinde değildiler. Soytarılık, hainlik, aymazlık, bütün ulusal değerlere kayıtsız kalmak yoktu. Vicdan rahatlığıyla dört cephede 15 yıl savaşmış insanlardı. Dahi 1914-1918 yılları arası 10 ayrı cephede düşmana karşı çarpıştılar...

En çok şehit oldukları Arap-Yemen Çölleri “Müslüman kardeşim” diye güvenip sırtını döndüklerince kalleşlerce sırtlarından hançerlenerek şehit edildiler; onların oldukça çoğu Araplar tarafından İngilizlere ihbar edilerek öldürtürdüler ve ya esir düşürüldüler...

Yıkılan imparatorluğun toz duman altında kalan; can derdine düşmüş bir yığın soytarı emperyalistlerle işbirliğinde kurtuluşu ararlarken; başka bir yığın nitelikli, dürüst inançlı insanlar Anadolu’da “Kuvayı Milliye” (Ulusal Ordular) ruh ateşi yakanlar bir bütün olarak emperyalistlere karşı savaş verdiler. Şu günümüzün güzel günlerini yaşıyorsak eğer rahat ve huzur içinde O Mehmetlerin ölümüne mücadeleleridir...

Onlar; 1914-1918 yılları arası 202 bin askeriydiler. 22 milyon 410 bin Kilo metre kare topraklar üzerinde 22 milyon nüfuz 10 milyona iner. Yıkılan Osmanlı kendini kurtarma telaşında kaldı. Onları adı bilinmedik ülkelerde unuttu.

Myanmar: (Burma) Şehitleri...
Myanmar gibi; ülke sınırları dışında kalan uzak yerlerde yatan binlerce meçhul vatan evladından haberi olmayan bir millet olarak %90'a yakınımın bilmediği, duymadığı Türk esir kamplarından hiç habersiz olan ama ama “yeni Osmanlıcı” olduklarının iddiasıyla içi boş, verimsiz, küflü propagandalarını yaparlar. Gelelim işin gerçeğine. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Sina-Filistin cephesinde  İngilizlere esir düşmüş... 

Cemalettin Taşkıran yazıyor: "
12 bin askerimiz, o zamanlar İngiliz sömürgesi olan, şimdiki adı Myammar olan Burmaya, demiryolu inşaatında köle muamelesi görerek yol inşaatında ve daha ağır işlerde çalıştırılmak üzere götürülerek esir kamplarına kapatılırlar. Orada alışık olmadıkları şartlarda ve bulaşıcı hastalıklardan kısa sürede gencecik yaşlarına rağmen hepsi ölürler" diyordu.

Siz bakmayın bugün ortaya çıkıp ta yerli-milli olduklarını söyleyenlere. Hatta “Osmanlı torunlayız” deyip de Osmanlıya özlem duyduklarını söyleyenlere. Onlar Osmanlı’nın yanlış siyaseti yüzünden bu adını sanını hala bilmeden, hatta harita da yerini bile gösteremeyen, dahi adını bile duymadıkları bu uzak Asya ülkesinde şehitlerimizin olduğunu bilmezler…

Arap çöllerinde savaşınlar diye gönderilen bu Anadolu evlatları oralarda Araplar tarafından İngilizlere ihbar edilerek yakalattırılıyorlar. En az beş bin şehit Myanmar’da mezarları olduğu bilinmektedir. Bu şehitlerimiz, İngiliz toplama kamplarına Basra’dan toplama kamplarına gemilerle götürülmek üzere Hindistan’a getirilmişler, Kalküta'daki istasyon kampında tutulmuşlar, oradan Irrawaddy nehri üzerinde çalışan mavnalarla Burma'ya taşımışlardır. Orada ilkel barakalarda 400’er kişiler olarak kalıyorlardı. Her esire haftada 40 adet sigara, ayda bir sabun veriliyordu. Aydınlatma gaz lambasıyla yapılıyordu. Kıyafetleri ve çarıkları, yılda bir defa kamp yönetimi tarafından yenileniyordu.

Ahşap küçük bir barakadan derleme ağaçlardan bir cami yaptılar, birde aralarından imam seçtiler. O halde bile,  “İrravadi” ve “Ne Münasebet” adlarında gazete bile çıkarırlar, şiirler, esprili makaleler yazıyorlar,  hayatta kalmaya, morallerini ayakta tutmaya gayret ediyorlardı. Dahi, ektiler biçtiler, sebze yetiştirdiler, tavuk yetiştirdiler, hatta yumurtaları İngilizlere sattılar. Kampta çadır hastanesi vardı, yedi Türk esir doktor çalışıyordu, o berbat ortamda ameliyat bile yapıyorlardı. Psikoloji allak bullaktı, bazen çok sık intihar olayları yaşanıyordu.

Dünya üzerinde üç kıtaya yayılmış, bugün dahi adlarını 
hiç duymadığımız kentlerdeki Türk esir kampları:  

Kimi: Schweba, Veiktilla, Thatmyo, Rangongoon da esirdiler.

Kimi Fransa: Montpeller, Marsilya, Korsika.

Kimi Malta: Veletta. Kimi Yunanistan: Selanik’te.

Kimi Moldova: Kişinev.

Kimi Hindistan: Nogar, Sümerpur, Belgaum, Bellary, Kalküta.

Kimi Irak: Bağdat ve Basra’da,

Kimi Rusya: Vologala, Vetluga, Kostroma, Kazan, Simbirsk, Samara, Toboisk,
Krasnoyarsk, Vladivostak.

Kimi Mısır: Seydibeşir, Ros El Tina, Bilbeis, Heliopolis, Abası, Kahire Kalesi, Maadi.

Kimi de Kıbrıs: Gazimogosa  (Mogosa şehitliğinde yatmaktalar)

Yararlanılan Kaynak: Cemalettin Taşkıran, Esir Türler Mektupları; “Ana Ben Ölmedim” kitabından aktarma Atlas Dergisi 101. sayı Ağustos 2001. Çaresizliğin verdiği durum, esir düşen askerlerimiz unutulur, Türk esirleri hakkında kapsamlı bir araştırma yapar Cemalettin Taşkıran Hoca.

1. Dünya Savaşı, dünyayı kasıp kavuran, patlayan bomba sesleri bir yana, acımasız hastalıklar ve açlık canından bezdirdiği yıllardı.

Türkiye'den 2 milyon 600 bin Mehmetçik askere alınıyor…
250 bin Mehmetçik çarpışarak öldürülüyor…
450 bin Mehmetçik yaralı, hastanelerde tifo, dizanteri gibi bulaşıcı hastalıklarla mücadele ederek ölüyorlar…

202 bin Mehmetçik İngilizlere, Ruslara, Fransızlara esir düşüyor…
Böylece kayıplarla birlikte, 1 milyon Mehmetçik Osmanlının son yirmi yılı içinde telef oluyor.

O kadar uzun askerlik olur ki, baba oğul aynı anda askerde olurlar. Bunlardan biri Mısır Seydibeşir esir kampında uzun yıllar askerlikten dönemeyen baba, yine esir düşen oğluyla buluşur. 

Türk esirleri elinde tutan ülkelerden İngilizlerin elinde 138 bin esir bulunur…
Rusların elinde tahmini 60-70 bindir… 40 bini Anadolu Mehmetçiği Rusya esir kamplarında donarak, açlıktan, hastalıktan ölür… 20 bin Türk esir geri ülkeye döner.

1917 Rusya’da Bolşevik Devrimi olur, ülke içinde yönetim boşluğu baş gösterir. Bu nedenden dolayı Türk esirlerin en kötü şartlarda kalırlar. Anadolu’dan o kadar uzak ki, Türk esirler kaçıp yeniden savaşa katılmasınlar diye Japonya sınırına yakın Sibirya’ya ve Vladivostak’a kadar uzaklara vagonlara tıka basa, üst üste yüklenerek götürülmüşlerdir. Pek çoğu uzun tren yolculuğu sırasında yallarda ölmüştür.

Rusya-Samara esir kampına 68 Türk esiri bir vagon içinde gönderilir. Samara’da bu vagon boş diye bir kıyıya çekilir. Günlerce dışarıdan kilitlenmiş vagon içinde aç, susuz orada kalırlar. En sonunda bağırmalar, vagon duvarlarına vurmalar sonucu bu sesleri duyan olur, vagonu açtıklarında 68 esirden sadece 8 esir sağ kalmış olarak kurtarılır. Ayrıca tren vagonlarına 800 esir doldurularak Rusya’nın Sibirya-Piyamu bölgesindeki kaplara sevk edilir. Kampa varana denk ancak 200 sağ kalmıştır, 600 esir yollarda ölmüştür. 

Türk esirlerin ölmelerinin nedeni salt hastalıklar değil, araştırmalara göre Türk esirlerin yetersiz beslenmelerinden, bünyenin dayanma gücünü kaybetmesinden dolayı öldükleri tespit edilenlerdendi.    

1914-1918 yılları arası Türkün en talihsiz tarihinin yazıldığı yılardır…
Birinci Dünya Savaşı Çanakkale, Sarıkamış, Galiçya, Kut-ül Ammare, Medine Müdafaası ile Türkün dört cephede savaşları vardı. Birde içerideki emperyalistlerin kışkırtmalarına uyup ta arkadan yıllarca birlikte yan yana yaşadığı Türkü hançerleyen isyankârlar vardı.

Görüyoruz ki, bunlar hep unutturulmak istenilerek 1915 yılında Ermenilere  “Soykırım yapılmış” olarak Türk tarihine kara bir leke düşürülmek istenilerek, Batılıların yanında yerli olur olmaz kişiler, Türkleri tarihiyle utandırılmak istiyorlar. 

Batılılar tarihimizi yeniden kurgulayıp, gerçek tarihimizi hırpalayarak bozup dağıtıyorlar. Yeniden bir tarih yazma heveslilerin iddiaları, “Resmi Tarih gerçekleri saklayan tarihtir” diyerek bahaneler aramalarından kaynaklanıyor. Batılı art niyetli tarihçiler en çok cesaret verenler yerli dincilerle ve kendilerini liberaller olarak lanse edenlerdir. Sürekli geveleyip durdukları bir şey vardır, onlara göre cumhuriyet felsefesi: “Türkleştirme politikası uyguladı” diye sığındıkları sığ düşünceler...

Lakin o sancılı Birinci Dünya Savaşı dönemdeki olayların, bütün devletlerin birbirlerinin ümüklerini ölümüne sıkarak öldürdüğü dönemdir. Görmezden gelinen, emperyalistlerin en çok Osmanlı topraklarına tecavüzleriydi. Kolonileri olan zavallı Anzaklar'ı, Hintlileri, Yeni Zelandalıları bağrımıza hançer sokar gibi soktular. Çanakkale’de ne işleri vardı İngilizlerin. Adana’da, Urfa’da, Maraş’ta ne işleri vardı Fransızların. Ne işleri vardı Sarıkamış’ta Rusların, Ne hat etmeye gelmişlerdi Akdeniz kıyılarına İtalyanlar? Birde yerli yardakçılar bu boyuttan baksalar Batılılar ne duruma düşer acaba?

Çanakkale…
Türkiye Cumhuriyetinin ve Anadolu’nun Türk yurdu olmasının başlangıcıdır Çanakkale. Bugün hala millet olmanın heyecanlı gururunu yaşıyorsak, Çanakkale’de hiç gözlerini bile kırpmadan ülküleri uğruna ölümüne mücadelenin sonucudur. Bizler onlara ödeyemeyeceğimiz kadar borçluyuz… Çanakkale Savaşına 15 yaşında Tıp öğrencisi çocuk denebilecek gençler Çanakkale’de cepheye gönderilirler. Hiç biri dönemez, orada şehit düşerler, o yıl tıptan bir tek öğrenci mezun olamadığı yıl olur…

Yani demem şu ki; Çanakkale varlığımızın mihenk taşıdır. “Türküm” demenin iyice ucuzladığı şu günümüzde, millet olmada, gündelik yaşamımızda anlamsızlaştırıldığı cehalet ahlaksızlığına karşı mücadele etmek isteyenler her geçen gün azaldıkça avanta, köşe dönmecilik milli değerlerin önüne geçtikçe, kapıp kaçma ahlakı pirim yaptıkça, Türkiye de “Türk olmak, Türküm” demek kahır olmaktaydı. Geçmişine sahip çıkamayan, onu korumayan, sorgulamayan, hesaplaşmayan milletler her zaman ayakta kalmayıp tarih sahnesinden silinmişlerdir.

Kurnazlık, dindara tebelleş olmuş, dincilik içinden pıtrak gibi meydanlara pervasızca dökülmektedir. Emevi disiplini içinde hareket halindeler. Cumhuriyetin getirdiği kültürel dokuya adeta alerjileri var, kaşıntı yapıyor duydukları zaman.

Bir şeyler görüyoruz ki, pek çok yanlı, yanıltıcı yayınlarda Çanakkale savaşı savsaklanarak hayali ordular kurtarıcı haline dönüştürülüyor, sanki kayıptan gelen, boğazın sularından ellerini uzatarak düşman gemilerini alabora ettikleri temaları işleniyor. Zaten okuma özürlü halkımızın zihinlerine yalan, yanlışlar savsatalar tarih diye telkin ediliyor.

Ama neden 250 bin şehidin Çanakkale’de savaşarak öldüğü gerçek manada sorgulanmıyor, onların ölümüne mücadeleleri hafife alınıyor, kayıptan eller, neden o kadar şehit vermemize engel olmamış olmalarına dair bir sorgulama, bir açıklama veremiyorlar.

Amaç; yeni bir liderin doğmasına, görmezden gelinmesine, yok sayılmasına hizmet için art niyetli kişilerin zihinlere hülyalı, rüyalı masalımsı uyduruk hikâyelerle, küflü çivi çakar gibi genç zihinlere sokuyorlar. Yani demem şu ki: Mustafa Kemal Çanakkale Savaşını hiç yapmamış gibi havalar estiriyorlar.

Çanakkale, Türkiye Cumhuriyeti için bir başlangıçtır. Dünyanın en güçlü ordularını dize getirilmiş günüdür. Emperyalistlerin yediği tokadın en şiddetlisidir, düşüp kıçlarının üstüne, ayağa kalkamadıkları, Anadolu işgal hayallerinin Çanakkale boğazın sularına gömüldüğü gündür.

Fırsat kollayan bu emperyalistler, Osmanlı topraklarındaki azınlıkları kışkırtarak Türkleri Balkan topraklarından kovdurdular, o topraklara kendileri yerleştiler. Şimdi bu topraklar üzerinde bulunan Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır, Suudi Arabistan, Katar, Bahreyim, Suriye, Irak, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri Yemen, Sudan bir bütün olarak yekpare Osmanlı topraklarıydı. Emperyalistler işgal ettikleri bu toprakları çıkarları gereği cetvelle böldüler, Arapça konuşan tek milleti, birçok devletçiklere ayrıştırdılar. 

Sonuç olarak, bu topraklara vatan sevgisi, ümmet sevgisinin önüne geçerek gelişe gelmiştir. Çanakkale’de toprağa düşmüş canlar, öyle boşu boşuna kanlarını 1915’de 15 yaşlarında dökmediler. 10 Ağustos sabahı Conkbayır’dan düşman üzerine ölümüne koşan, öleceklerini bildikleri halde, arkalarına dahi bakmadan toprağa düşüp şahadete erdiler. Nedeni, bizim geleceğimizin güzel günleri içindi. Onlar bizim atalarımızdı, biz onların torunlarıyız, hiç unutmamalıyız.  

Unuttuklarımız ve Hatıralarını Bile Anamadıklarımız…
Yine nerdeyse unutulmuş gitmiş bir Kore’ye asker gönderme olayı var...
İkinci Dünya savaşı bitmiş, “Soğuk Savaş Dönemi” başlamış. Kim başlatmış, neden başlamış aklımızın almadığı dünyayı iki kutba ayrıştıran büyük devletlerin bir oyunu olduğu ise muhakkaktı.

Türkiye İkinci Dünya Savaşında tarafsız kalmayı başarmış, kendi topraklarına düşman saldırısına karşı siyasetini iyi uygulamış, kendi toprakları üzerinde savaşın sıçramasını engellemiş bir ülke olur lakin yalınız kalır ve yoluna davam edemez.  

Dünyayı iki bloğa ayrıştıran, iki bloktan birine yanaşması, tercihini Amerika’ya yanaşmaya ve onun üyeliğinde olduğu NATO’ya girebilmek için çaba harcamaya başlar. Kendini kanıtlamak için Türkiye, ABD’nin Kore’deki işgaline destek olmak için, Kore’ye asker gönderme kararı alır. Türkiye Kore’ye, 1950 yılında alınan bir kararla: 259 subay 18 askeri memur, 4 sivil memur, 395 astsubay, 4414 er ve erbaştan oluşan askerle toplam 5090 seçme Tük insanı ABD adına Kore’de savaşmaya gönderilir.

Sonuç olarak:741 Şehit, 2147 yaralı, 234 askerimiz tutsak olur, 175 askerimiz kaybolur, şimdiye kadar hala akıbetleri belli olmadı.

Son Söz, Kıbrıs Sevdalıları…
“Onlar; ilk seferde yedi kişiydiler... Yüreği vatan sevgisiyle çarpan, coşkulu, heyecanlı, ölüme meydan okuyan yedi gözü pek ve kararlı adam... İsimlerini, üniformalarını, mesleki kıdemlerini ve sevgi dolu yürek bağlarını geride bıraktılar... Maske isimler, maske mesleklerle bir meçhule gönüllü oldular... Bir bilmeze kulaç attılar... ‘Artık biz yokuz ve hiçbir zaman olmadık. Şu anda tek başınasınız’ dendiğinde büyüklerine kırılmadılar ve de yılmadılar. Aksine çatık silahların gölgesinde Kur'an’a el basıp dava için ölümüne yemin ettiler...” Emekli Albay İsmail Tansu, “Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu” adlı öyküsünden uyarlayan Ahmet Tolgay, “Şahinler Yılı” adlı yapıtından alıntı.  

“Karşı kıyıda bekleyenlere uzattılar ellerini, kader birliği ettiler: “Ölmek var, dönmek yok oldu. Parolaları hep birlikte, içtiler gizlilik andı... Artık biz yokuz ve hiçbir zaman olmadık. Şuanda tek başınasınız” dendiğinde bile gözlerini kırpmadan, vücutlarını ortaya koyanların vebali üzerlerine olsun. Canını ortaya koyup, hiç gözünü kırpmadan “Ben ülkemi severim, kimseyle paylaşmak istemem” diyenler selam olsun. Selman ZEBİL 





BÜYÜK İSRAİL PLANI ve KÜRESEL GÜÇ OYUNLARI KIYAMETİN HAYALİ BİR REÇETESİ Bu makale Internationalist 360 tarafından yayımlandı. Espen B. Øyul...