22 Eylül 2012 Cumartesi

İSLAM'A IŞIK SAÇAN 300 YIL


BATI ve DOĞU UYGARLIĞI

İslam’ın ışık saçan 300 yılı…
İslam 8. İle 12 yüz yılları arasında en görkemli bilim ve özgürlüklerin altın çağını yaşamıştır. İslam’ın aydınlanmasını kimler, nasıl, neden söndürdü. Aradan 1000 yıl geçmiş, yıl 2012: “TV’ler işkâl altında: “Özgürlük sorunu”  diye her gün bir hurafeler yaratılıyor, türban tartışılıyor, dindar gençlik yetiştirme uğraşını kendilerine iş edinmiş siyaset adamları 1000 yıl çökertilen İslam da aydınlanmanın ışığını söndürmeye devam ediyorlar, yeniden aydınlanma ışığını yakmaya kalkanlar cezalandırılıyor.

Öyle Batılıların dedikleri gibi medeniyetin hep kendilerine ait olmadığı konusuna:  Avrupalıların dediği uygarlık:  “Eski Yunan mucizesi gelişti, Avrupa da 16. Yüz yılda doruğa çıktı” iddiaları doğru mudur derseniz, doğru değil. Batılılar her icatlarının patentini alıp sahiplenip iyi korumasını biliyorlar. Birey olarak Doğulu insan, bulduğu icadın patentini almak diye bir şeyi düşünmüyor. Zamanla ya anonim olarak kalıyor ya biri (genelde Batılı) çalıp kendi patentine alıyor.

Huydur, çıkmaz bir kere zihinlere tecavüz etti mi. Batılılar Doğuluları ciddiye almayı bir türlü içlerine sindiremiyorlar. Doğunun geliştirdiği uygarlık, patentsiz olarak bin bir kaynaktan beslenerek anonim olarak gelişti. Avrupa’nın gelişmesine katkı sağladı ama Batılılar Doğululardan aldığı pek çok anonim kalmış bilimi görmezden gelerek, İslam uygarlığına mal edilmiyor.

İnkâr edilmez bir gerçek var ki, Batı uygarlığının gelişmesinde Yunan varsa, doğu da vardır. Başta bugün Batılıların sahip olduğu eski Yunan uygarlığı, Doğulu bilim adamları tarafından alana çıkarılarak Batılılara aktarılmasında katkıları göz ardı edilemez...  

Batılılar için Doğu denince akla “gerici İslam” gelmektedir…
Batılıların eline kozu Müslümanlar vermiştir. Batı 15. Yüz yılda hızlıca bilim ve sanatta geliştikçe Müslümanlar korktu, git gide içe kapandı, uygarlık düşmanı görünümüne büründü. Uygarlığın geliştiği 300 yıl heba edilerek, pek çok İslam uygarlığına ait bilimsel çalışmalar, bağnaz ve koyu yobaz içtihatçılar tarafından yok sayılmış, Batıların patentine geçmiştir.

Aşağıdaki İslam bilginleri ve yaşadıkları yıllara bir bakarsak İslam’a ne olduğunu anlarız:

Harezmî (780-850), El Kindi (801-866). El Razi (865-925). Farabi (870-950), Ebu-l Vefa Buzcani (940-998), İbn-i Heysem (57-1029), İbn-i Sina (980-1037), Ömer Hayyam (1048-1131), İbn-i Rüşd (1126-1198), Nasreddin Tusi (1201-1274), Gıyasettin Cemşit (1380-1437) gibi İslam bilim adamları. Ve dahi yüzlerce İslam’ın 300 yılına uygarlık damgasını vuran filozof ve keşif adamları vardır.

Avrupa’nın temelini eski Yunan medeniyetinden aldığını tezi, inkâr edilemeyecek biçimde doğrudur. Lakin eski Yunan medeniyetini meydana çıkaran dahi Eflatun’u Batılılar, Müslümanlardan öğrendiler.

İspanya’da Endülüs, Şam, Bağdat, Semerkant, Horasan, Herat, Buhara, İsfahan, Tebriz, İstanbul, Balkanlar, Kahire Hindistan’daki kalıcı bıraktıkları mimari eserleri. Bu şehirlerin mazileri İslam’ın dünya mirasına armağan ettiği bilim merkezleriydiler.

Batılılar, simyadan kimyaya geçmelerini Müslümanların sayesinde olmuştur.
Dahi; Müslümanlardan Batılara geçen kimya, cebir, ziraat, bitki bilimi, narenç, safran, suda, kuttun, nilüfer, serap ve dahi yüzlercesi Müslümanların buluşudur...

Potasyum, aminoasit, sodyum, nitrat ve cıvayı Müslümanlar buldu. Çeliğe ilk su vererek sertleştiren, katarakt, çiçek ve kızamık hastalıklarını Batılılar ilk kez Müslümanlardan öğrendiler.

Cerrahi müdahalelerde hastanın acı çekmesini önlemek için uyuşturucu kullanmayı ve ateşli hastalıklarda soğuk suyla ateşi düşürmek için soğuk su banyosunu yapmayı, damardan kan akıtma gibi tedavi yöntemleri Müslüman tıp adamları buldu.

Harezmi (780-850) Aritmetiğin kaynağı İslam bilgini…

Gıyasettin Cemşid (1380-1437) “Hesab-ı Hindi” yapıtında, ondalık kesirler sistemini bulan kişi…

Ebu-l Vefa (940-998) Trigonometreyi yeniden kuran kişidir. Matematikte devrin yaratan Muhammed bin Ahmet  “sıfırı” 976 tarihinde buldu…

İbn-i Heysem (957-1029) Modern optiğin ilk temeli attan kişi dahi evrim düşüncesini keşfetmiş kişidir…

Al Mahusen (1256) Delikli iğneyi bulan kişidir. İbn-i al Nefis Portekizli Servet’e atfedilen kan dolaşımını ondan 300 yıl önce bulduğu bir gerçektir…

Taberi (839-922) tarihini unutmamak gerek dahi Mesud-i (Ö.956), İbn-i Miskeyf (Ö.1030) gibi kişilerin yazdıkları tarihsiz dünya olunur mu?

İbb-i Haldun: Dünyanın gelmiş geçmiş en ünlü sosyologlarından olup modern sosyolojinin öncüsü olmuştur…

Kâğıt Avrupalılardan önce Semerkant ’da Müslümanlar tarafından kullanılıyordu…

Bin bir gece masalları, Batılıların övünüp durdukları klasik müziğin sol anahtarı ve beş hatlı noktayı ilk kez Müslümanlardan öğrendiler…

Uluğ Bey’in hazırladığı dünya haritası, keşfe çıkan kaptanlara rehberlik etmiştir… Dahi, Kristof Kolomb 1408’de Haiti’den yazdığı mektuba göre Amerika’nın keşfinde İbn-i Rüşt’ün kaydettiği bilgiler doğrultusunda gerçekleştirilir…

Yukarıda verilen bilgiler doğru ve hep belirli bir dönemde olmuştur Yani 8. Yüz yıl ile 12 yüz yıl arası. Her ne hikmetse 12. Yüz yıldan itibaren İslam âlemi akılını kaybetmeye başlamış, bilimde sanatta Batılıların çok gerilerine düşmeye başlamıştır. Şu günümüzde öyle durağanlaşmış ki, bu durağanlık ancak türban takma özgürlüğü, dindar gençlik yetiştirme, üç çocuk doğurma, kürtaj ile ancak hareketlilik kazandırılmaktadır. Bilimde teknolojide ilerleme ancak Batılıların tek elinde kalmıştır.

 

3 Eylül 2012 Pazartesi

EDVARD MUNCH "ÇIĞLIK" (SKRİKE)


EDVARD MUNCH “ÇIĞLIK”I (SKRİKE)

Mutluluğun değil de korkunun resmini yapmış Edvard Munch…

Norveçli ünlü ressamın yaptığı resme neden “Çığlık” adını verdiğidir. Bir söylenceye göre Munch, Paris’te “Müsse de L.Homme” ziyaretinde gördüğü, Peru’dan getirilmiş bir İnka Mumyasından etkilenmiş olması. “Çiğlık” resminin kaynağı, İnka mumyasından etkilenilerek mi yaptı?

Yoksa arka arkaya çizdiği, birbirine benzerlikler taşıyan “Çığlık” resimlerinde bile bir fark var ortaya çıkan. 1894’de, insan tüylerini diken gibi eden “Kaygı” ve bir başka resminde kadın ve insanlar arasında ön planda bir kişi var. Edvard’ın babası, Edvad’ın bilinçaltı “hayaletin simgesi” olduğu varsayımı ile yola çıkarsak, Edvard, aile içi ilişkilerde bir düzenin olmadığını gösterir bize.

O zamanlar Edvard Munch, anı defterine: “İnsan sadece çıldırdığı zaman resim yapabilir” diye yazar. Ve “Çığlık” Munch’in çıldırdığı zamanda mı yaptı bilemeyiz.

1891’de “Umutsuzluk” 1892’de biraz daha geliştirerek yaptığı “Umutsuzluk”, ilkinden besili yüzlü adamdan, zayıflamış yüzlü adama dönüşür. Sonuç olarak 1893 yılında  “Çığlık” adlı tablosunu tamamlar.

Edvard Munch12 Aralık 1863’de Norveç’in Aadalsbrug-Löten’de doğar ve 23 Ocak 1944’de Oslo’da ölür.

1893 yılında tamamladığı “Çığlık” adlı tablosu, ruhsal sorunların zihne işlediği ruh hali mi açığa çıkıyordu? Bir bakıma öyle olsa gerek. Çünkü Edvard, daha 23 yaşındayken ruhsal sorunlar yaşıyordu. Umutsuzluk, aşırı korku, üzüntü; kendi hastalık duygusunun verdiği durumla, ölüm acısının ortaya çıkardığı bir değerli sanatçıydı.

Yıl 1994, Ulusal Galeri (Nasjonalgalleriet) ziyaretimde “Çığlık” adlı tablonun yerinden çalındığı gündü. Orijinali olan tablonun yerine kopyasını asmışlardır. Dört tane hırsız, içlerinden biri tablo hırsızlığında sabıkalı biri, galeride bir tek bekçinin olduğunu fırsat bilerek, galerinin arka penceresinden giriyorlar ve sadece 50 saniyede tabloyu yerinden alıp kaçıyorlar. Birde oraya şöyle bir not bırakıyorlar:  “Böyle zayıf bir güvenlik için teşekkürler” diyorlar. 

60-70 milyon dolar değerinde olan bu tablo, her ne kadar çalınmış olsa da, dünyaca tanınan bu tablonun satılamayacağını bilen hırsızlar, tabloyu geri vermeleri için para isteseler de polisin oyununa gelirler ve tablo ellerinden alınır ve çalındığı yerine konur.

İşte bu tablo, dünyada en çok kopyası üretilen iki tablodan birisidir. Birincisi Mona Lisa olurken, en çok kopya resimleri basılan da Edvar Munch’in “Çığlık”  tablosudur.  
Selman ZEBİL

2 Eylül 2012 Pazar

GUSTAV VİGELAND ve ONUN OLUŞTURDUĞU OSLO-FROGNER PARKI


GUSTAV VİGELAND ve Açık hava müzesi
Oslo-Frogner Park’ın mucidi.

Norveçli bir değerli heykeltıraştır.
11 Nisan 1869’da, çiftçilik yapan fanatik dinci bir babanın çocuğu olarak Güney Norveç-Mandal’da doğar. Ocak 1943 yılında kalp krizi geçirir ve 12 Martta Oslo’da gözlerini dünyaya kapar. Ama her daim yaptığı eserleri adına yaptığı parkta onu ölümsüzleştirmektedir.

Vigeland’ın çocukluğu ve gençliği, babasının din baskısı altında savrularak geçer. Vigelan’ın babası öylesine dinci ve dine körü körüne bağlanmış ki, fanatik biri olarak, doğadaki her hareketin dinden geldiği paniğine kapılır, cennetin paramparça olduğunu sanır halde dine bağlı, her fırsatta dini törenlere katılırmış. Bu babanın aşırı olumsuz fanatik dinciliği Frogner Park’taki Vigeland’ın heykellerine yansır.  Yetiştiği ortamdan dolayı “ilahi bir korku”  ile “cehennem korkusu” Vigelan’ın hep Çocukluğu içinde var olmuştur:

Ünlü sğzü: “Çok fazla şeytan, az İsa, çok azla karanlık, çok az ışık” Olur
1889 dondurucu kış soğuklarında Oslo da yarı aç, yarı tok, kalacak yer sorunuyla umutsuzluk içinde kıvranırken, heykeltıraş Brynjulf Bergslien’in kapısını çalar. Ona çizimlerini gösterir. Bu çizimleri gören heykeltıraş Bergslien Gustav’a ilgi gösterir. Devreye soktuğu Oslolu zenginlerden kaynak aktararak Gustav’a kaynak sağlar ve dahi, model-alçı kalıp dökümü ve mermer yontma ile ilgili dersler verir.

20 yaşında bir genç, terk edilmiş bir anne ile çocuğunu anlatan “Hagar ve İshmal”  adlı heykeli yapar. Bu yapıtı, yıllık ulusal sergide kabul edilerek sergilenir. Dahası; babası ile duygusal kopukluğu yansıtan yapıtında etkisini gösterir. Bir ara Kraliyet Resim Okulunda öğretmenlik yapan Mathias Skeibrok’un okulunda çalışır.

1891 yılında Kopenhag’da, normal insanlar boyunda  “Lanet” adlı veriden bir topluluk heykel üzerinde çalışır. O heykelde yaşlı adam, genç kadın, çocuklar ve bir köpekten oluşan heykeli yaptığında 22 yaşında başarıya ulaşır. Bu heykel çok anlamlı duygusal ilk heykeli sayılır. Heykelde anlatmaya çalıştığı tema, korkudan bir şeyden kaçtıkları, bilinçaltına yerleşmiş ailevi sorunları, beyin üstünü uyararak harekete geçirmesi sonucu olsa gerek. Bu sanat yapıtlarında her zaman çocukluğunun anlatamadığı aile yaşamının heykellerde okunuşuydu gerçek olan. Şöyle de diyebiliriz. Caz müziği ile zenci kölelerin duygularını, çektikleri
cefaları söyleyemeyip, müzikle alana döktükleri gibi bir şey olsa gerek.

Gustav Vigeland 1893’de beş ay Paris’te kalır. Orada ünlü Fransız heykeltıraş Aguste Rodin’in atölyesine sıkça uğrayarak, orada ondan, heykelde insanların tutku ve duygularının nasıl yansıtıldığına dair bilgiler edinir. Dahi; Kabartma sanatında kendi “cehennemi” yapıtında hatalar bulur. Yeniden “Cehennem” i yaptı. Bu yapıtında, babasının dünyasıyla, anlattıklarıyla ilgili “Şeytan” varlığı, sağdan doğru
cehenneme itilen, anlamsız korkunç yakarışlar bilmezlik içinde kaybolur gider.   

Anlaşılan, yaşamını bir cehennem olgusuna vurgulamak istemesi, aile düzeninin “Yargı Günü, Selamet-Cennet, Yeniden Doğuş” tasarım düzeyinde kalırken, zamanla fanatik dinsel temalardan uzaklaşıp alkole alışan babası gibi Gustav Vigelan dinselliğini yenerek dinden uzaklaşır. Bu arada fanatik dincilikten uzaklaşan babası hala aile düzensizliği içinde 1922 yılında 19 yaşında İngerid
Vilberg adlı genç bir kızla evlenir.         

Kendine özgü yapıtlarında duygular, kadın-erkek ilişkileri, çekicilik, etkilenme, dikkat çekme gibi kadın, kadın temaları, kadın üzerine kurgular. Melankolik ve kederli duygular ve kucağındaki kadın, anne ve çocuk, yaşlılar dünyası, yeni doğan çocuk “Orfeus” ve “Eurydica” adlı heykel belirgin bir biçimde ortaya çıkar. Yeni doğmuş ve kısa süren ilk evliliğinden iki çocuğundan biri annesi ile birlikte yansıtılmıştır.     

Bir ara, o dönemde tutucu olan Norveç halkı Gustav’ın yaptıkları erotik heykellere karşı sempati duymuyorlardı. Norveçli burjuvazi Gustav’ın heykellerine para ödemiyorlardı. O nedenle geliri de yoktu. Gelir getiren o dönemde ancak dekoratif vazo, kandil, tabak gbi neslerdi. Buna isyan eden Gustav: “Artık dayanamıyorum,
insanlığıma dönmek istiyorum” diyerek Gustav, kiliselerdeki gotik heykellerin tamirinden para kazanmaya başlıyor. Ama yüreğinde bildiği özgün sanatta atar. Beyninde geçen erotik, mitolojik, kurgular geçer. Anıt tasarımları çizer, çeşmeler tasarlar ileride hayata geçirmek için.

Gustav Vigelan’ın beyninde akıp giden bu tasarlar 20. Yüzyılda yaratıcılığın tohumlarını ürünleştirmeye adım atar. 1902’de kiliselerde yaptığı tamir işlerine son vererek, kent meydanlarının ünlü anıtlarını yapmaya başlar ve Norveç’in en ünlü heykeltıraş sanatçısı olarak ün kazanır. Daha sonra hayalindeki açık hava heykel müzesi fikrini hayata geçirmek ister. 1915’den sonra, çağlar öncesi buzullardan oluşmuş Norveç granitini kullanmaya başlar yontularında.

Norveç’in güneyi-Mandal yaşadığı zamanlar, Mandal ve çevresinden etkilendiği 420 oyma eser yapmıştır. Gelecek için idesindeki düşlediği hayallerini gerçekleştirmek için büyük bir park düşünür. İşin ilginç tarafı, dünya da bir benzeri olmayan, düşlediği parkın bütün mimari tasarımı ve kendi eserleriyle donatmaktı. Günü gelince bu fikrini Oslo Belediye Meçlisine sunar. Hiçbir masraf almayacağını, bütün masrafların kedince karşılanacağını söyler. Böylece çok şiddetli tartışmalar sonucu, Vigelan’ın bu önerisi kabul görür ve Oslo Meclisinde kabul edilir.

Böyle bir parkın yeri için çok yerler önerilir. Bu yerlerden birisi de parlamento önündeki alan olur ama bu alanın küçük geleceğinden dolayı vazgeçilir. 1924’de yer olarak en sonunda içinden bir çay akıntısı geçen, 850 metre uzunluğunda 40 hektar alan olan Frogner Park için karar kılınır. Oslo’ya uğrayıp ta bu açık hava müzesini ziyaret etmeden dönen biri için boş yere Norveç-Oslo’ya gitmiş olur.

Bu çok zengin salt Vigelan’ın eserleri olan açık hava müzesinde 600’ü aşkın figürlerden, granit, bronz, dövme demir ve 192 heykelden oluşan bir parktır burası. Her yapıtında şaşırtıcı ayrı bir incelik önümüze çıkar. Hala sanatın içine tüküren siyaset adamları varken, bu yapıtlara imrenmek elde değildir.

Ben bu heykelleri ilk kez 1983 yılı bir kış gününde izlediğimde, görsel yaratıcılığın büyüsü içinde, hangi heykele bakacağımı şaşırmış halimi hatırlıyor. Büyüledi beni, defalarca bu heykelleri izlemeye gittim, her seferinde bir mana, çevremde yaşayan
nesnelerdi sanki oradaki bulduğum...

Vikeland Parktaki heykeller evrenselliğe ulamış yapıtlardır. İşte bu heykelleri seyreden her tür insan mutlak birinde kendini bulur. Bu değerli parkın meydana gelmesinde tek başına caba harcayan Vigeland, ekmek parasını ve geçimini ise ona buna yaptığı ekstra heykellerle sağlamıştır…

Bu parkın adı “Frogner Park” olsa da, Gustav Vigeland’ın soyadı olan “Vigeland Park” olarak ta anılmaktadır. Vigeland rahat çalışsın diye Frogner Parkın bir kıyısında Oslo Belediyesince kendine büyük bir yer tahsis etmiştir. Belki dünyanın en büyük yontucu için çalışma alanıydı. Vigeland öldükten sonra bu yer “Vigeland Müzesi” yapılır ve Vigelan’ın yakılmış külleri burada bir kulede korunmaktadır.
Selman ZEBİL 2 Ağustos 2012

BÜYÜK İSRAİL PLANI ve KÜRESEL GÜÇ OYUNLARI KIYAMETİN HAYALİ BİR REÇETESİ Bu makale Internationalist 360 tarafından yayımlandı. Espen B. Øyul...