10 Kasım 2012 Cumartesi

VATAN


VATAN;
Sonuçta bir toprak yığınıdır. Üzerinde yaşayan insanlar, sınırla çevrilmiş toprağın sahipleridir. Bu toprak yığını gerçek değerini üzerinde yaşayan insanlar artırır ve  değerli "vatan” haline getirir. Vatan; kendi değerini sedefi içinde inci yapmaktır. Alevin içine sokulan demiri yumuşatıp biçim vermek gibi işlemektir. Aşk ile gönül gönülle çırpınmaktır, kişisel bir beklentisi olmadan ıstırabın ateşinde yanmaktır. Aşkın, arzunun temeli toprak yığınını cennet-vatan yapmaktır.

İnsan ve Mutluluk
Anlarsın, şaşarsın;  aranan mutluluk, bulutların arasından sıcak yüzünü gösterip, yine bulutların arkasında kaybolan kış güneşi ayaza çalar üşütür seni ya, öyle bir şey olur için burkulur. İşte böyle! “Vatan” dersin seversin delicesine ama yetmez. Çıkar resmi kıyafetli biri karşına: “Ben devletim, devletin polisiyim der” ülkenin tapusu kendi elinde, vatandaşlardan koruma görevi kendinde sanır, çıkar karşına bir zulüm odağı olarak. Koruduğunu sandığı devletin zalimi olduğunu işkence yaparak ispata kalkar.

Hayallerin altüst olur, sevginin yeri birden nefrete dönüşür, sevmek isteğin ağır gelmeye başlar, savurur seni hayallerin bir o yana bir bu yana, saat sarkacı gibi gider gelirsin şaşkın, bir o yana bir bu yana...

Sevmek ya da Nefret Etmek
Mutlak bir nedene dayalı bir güdüdür... 
Işığın aydınlatan yanını görürüz hep bu ülkede. Ama karanlık ışığın arkasındadır. Orada, vicdanları, ruhları, kara göremediklerimiz vardır. Vatandaşını her zaman potansiyel suçlu, her an suç işleyebilir gören ülkesinin tapusu elinde olduğunu sananları mutlak gördüğün anda anlarsın boşuna sevmenin manasızlığını. İşte vatanına bağlılığın nefrete dönüşmesine bu maaşlı zihniyetin tavrı ile bu ülkede barışı sağlamasına olanak yoktur.

Polis, önce sokakta kafasından geçirdiği vatandaştan suçlu yaratıyor, tahrik ediyor, onur ve haysiyetini incitiyor, canı bir yerde patlayan vatandaşa kendine karşı suç işletiyor, (Hiçbir suç unsuru bulamasa dahi “Görevli memura Mukavemet” suçu ile) sonra suçluyu yakaladım diye hayatı cehennem ediyor ve devletine düşman hale getiriyor.

Başta kolluk güçleri bu ülkeye ne kadar yarlı ise o kadarda ülkesine nefret duyguları besleyen insanlar yığını haline getirenler oldukları da bir gerçektir. Elbette her ülkede polis vardır vatandaşı vatandaştan koruyan. Ama Türkiye de vatandaş kendi polisten nasıl koruyabilecek? Ben devlet memuruyum, yetkilerim vardır diyenler, yetkilerini aşmışsa, vatandaşı da bu devletin varlık sebebi olarak görmüyorsa, nasıl huzurlu olunur bu ülkede? 

22 Eylül 2012 Cumartesi

İSLAM'A IŞIK SAÇAN 300 YIL


BATI ve DOĞU UYGARLIĞI

İslam’ın ışık saçan 300 yılı…
İslam 8. İle 12 yüz yılları arasında en görkemli bilim ve özgürlüklerin altın çağını yaşamıştır. İslam’ın aydınlanmasını kimler, nasıl, neden söndürdü. Aradan 1000 yıl geçmiş, yıl 2012: “TV’ler işkâl altında: “Özgürlük sorunu”  diye her gün bir hurafeler yaratılıyor, türban tartışılıyor, dindar gençlik yetiştirme uğraşını kendilerine iş edinmiş siyaset adamları 1000 yıl çökertilen İslam da aydınlanmanın ışığını söndürmeye devam ediyorlar, yeniden aydınlanma ışığını yakmaya kalkanlar cezalandırılıyor.

Öyle Batılıların dedikleri gibi medeniyetin hep kendilerine ait olmadığı konusuna:  Avrupalıların dediği uygarlık:  “Eski Yunan mucizesi gelişti, Avrupa da 16. Yüz yılda doruğa çıktı” iddiaları doğru mudur derseniz, doğru değil. Batılılar her icatlarının patentini alıp sahiplenip iyi korumasını biliyorlar. Birey olarak Doğulu insan, bulduğu icadın patentini almak diye bir şeyi düşünmüyor. Zamanla ya anonim olarak kalıyor ya biri (genelde Batılı) çalıp kendi patentine alıyor.

Huydur, çıkmaz bir kere zihinlere tecavüz etti mi. Batılılar Doğuluları ciddiye almayı bir türlü içlerine sindiremiyorlar. Doğunun geliştirdiği uygarlık, patentsiz olarak bin bir kaynaktan beslenerek anonim olarak gelişti. Avrupa’nın gelişmesine katkı sağladı ama Batılılar Doğululardan aldığı pek çok anonim kalmış bilimi görmezden gelerek, İslam uygarlığına mal edilmiyor.

İnkâr edilmez bir gerçek var ki, Batı uygarlığının gelişmesinde Yunan varsa, doğu da vardır. Başta bugün Batılıların sahip olduğu eski Yunan uygarlığı, Doğulu bilim adamları tarafından alana çıkarılarak Batılılara aktarılmasında katkıları göz ardı edilemez...  

Batılılar için Doğu denince akla “gerici İslam” gelmektedir…
Batılıların eline kozu Müslümanlar vermiştir. Batı 15. Yüz yılda hızlıca bilim ve sanatta geliştikçe Müslümanlar korktu, git gide içe kapandı, uygarlık düşmanı görünümüne büründü. Uygarlığın geliştiği 300 yıl heba edilerek, pek çok İslam uygarlığına ait bilimsel çalışmalar, bağnaz ve koyu yobaz içtihatçılar tarafından yok sayılmış, Batıların patentine geçmiştir.

Aşağıdaki İslam bilginleri ve yaşadıkları yıllara bir bakarsak İslam’a ne olduğunu anlarız:

Harezmî (780-850), El Kindi (801-866). El Razi (865-925). Farabi (870-950), Ebu-l Vefa Buzcani (940-998), İbn-i Heysem (57-1029), İbn-i Sina (980-1037), Ömer Hayyam (1048-1131), İbn-i Rüşd (1126-1198), Nasreddin Tusi (1201-1274), Gıyasettin Cemşit (1380-1437) gibi İslam bilim adamları. Ve dahi yüzlerce İslam’ın 300 yılına uygarlık damgasını vuran filozof ve keşif adamları vardır.

Avrupa’nın temelini eski Yunan medeniyetinden aldığını tezi, inkâr edilemeyecek biçimde doğrudur. Lakin eski Yunan medeniyetini meydana çıkaran dahi Eflatun’u Batılılar, Müslümanlardan öğrendiler.

İspanya’da Endülüs, Şam, Bağdat, Semerkant, Horasan, Herat, Buhara, İsfahan, Tebriz, İstanbul, Balkanlar, Kahire Hindistan’daki kalıcı bıraktıkları mimari eserleri. Bu şehirlerin mazileri İslam’ın dünya mirasına armağan ettiği bilim merkezleriydiler.

Batılılar, simyadan kimyaya geçmelerini Müslümanların sayesinde olmuştur.
Dahi; Müslümanlardan Batılara geçen kimya, cebir, ziraat, bitki bilimi, narenç, safran, suda, kuttun, nilüfer, serap ve dahi yüzlercesi Müslümanların buluşudur...

Potasyum, aminoasit, sodyum, nitrat ve cıvayı Müslümanlar buldu. Çeliğe ilk su vererek sertleştiren, katarakt, çiçek ve kızamık hastalıklarını Batılılar ilk kez Müslümanlardan öğrendiler.

Cerrahi müdahalelerde hastanın acı çekmesini önlemek için uyuşturucu kullanmayı ve ateşli hastalıklarda soğuk suyla ateşi düşürmek için soğuk su banyosunu yapmayı, damardan kan akıtma gibi tedavi yöntemleri Müslüman tıp adamları buldu.

Harezmi (780-850) Aritmetiğin kaynağı İslam bilgini…

Gıyasettin Cemşid (1380-1437) “Hesab-ı Hindi” yapıtında, ondalık kesirler sistemini bulan kişi…

Ebu-l Vefa (940-998) Trigonometreyi yeniden kuran kişidir. Matematikte devrin yaratan Muhammed bin Ahmet  “sıfırı” 976 tarihinde buldu…

İbn-i Heysem (957-1029) Modern optiğin ilk temeli attan kişi dahi evrim düşüncesini keşfetmiş kişidir…

Al Mahusen (1256) Delikli iğneyi bulan kişidir. İbn-i al Nefis Portekizli Servet’e atfedilen kan dolaşımını ondan 300 yıl önce bulduğu bir gerçektir…

Taberi (839-922) tarihini unutmamak gerek dahi Mesud-i (Ö.956), İbn-i Miskeyf (Ö.1030) gibi kişilerin yazdıkları tarihsiz dünya olunur mu?

İbb-i Haldun: Dünyanın gelmiş geçmiş en ünlü sosyologlarından olup modern sosyolojinin öncüsü olmuştur…

Kâğıt Avrupalılardan önce Semerkant ’da Müslümanlar tarafından kullanılıyordu…

Bin bir gece masalları, Batılıların övünüp durdukları klasik müziğin sol anahtarı ve beş hatlı noktayı ilk kez Müslümanlardan öğrendiler…

Uluğ Bey’in hazırladığı dünya haritası, keşfe çıkan kaptanlara rehberlik etmiştir… Dahi, Kristof Kolomb 1408’de Haiti’den yazdığı mektuba göre Amerika’nın keşfinde İbn-i Rüşt’ün kaydettiği bilgiler doğrultusunda gerçekleştirilir…

Yukarıda verilen bilgiler doğru ve hep belirli bir dönemde olmuştur Yani 8. Yüz yıl ile 12 yüz yıl arası. Her ne hikmetse 12. Yüz yıldan itibaren İslam âlemi akılını kaybetmeye başlamış, bilimde sanatta Batılıların çok gerilerine düşmeye başlamıştır. Şu günümüzde öyle durağanlaşmış ki, bu durağanlık ancak türban takma özgürlüğü, dindar gençlik yetiştirme, üç çocuk doğurma, kürtaj ile ancak hareketlilik kazandırılmaktadır. Bilimde teknolojide ilerleme ancak Batılıların tek elinde kalmıştır.

 

3 Eylül 2012 Pazartesi

EDVARD MUNCH "ÇIĞLIK" (SKRİKE)


EDVARD MUNCH “ÇIĞLIK”I (SKRİKE)

Mutluluğun değil de korkunun resmini yapmış Edvard Munch…

Norveçli ünlü ressamın yaptığı resme neden “Çığlık” adını verdiğidir. Bir söylenceye göre Munch, Paris’te “Müsse de L.Homme” ziyaretinde gördüğü, Peru’dan getirilmiş bir İnka Mumyasından etkilenmiş olması. “Çiğlık” resminin kaynağı, İnka mumyasından etkilenilerek mi yaptı?

Yoksa arka arkaya çizdiği, birbirine benzerlikler taşıyan “Çığlık” resimlerinde bile bir fark var ortaya çıkan. 1894’de, insan tüylerini diken gibi eden “Kaygı” ve bir başka resminde kadın ve insanlar arasında ön planda bir kişi var. Edvard’ın babası, Edvad’ın bilinçaltı “hayaletin simgesi” olduğu varsayımı ile yola çıkarsak, Edvard, aile içi ilişkilerde bir düzenin olmadığını gösterir bize.

O zamanlar Edvard Munch, anı defterine: “İnsan sadece çıldırdığı zaman resim yapabilir” diye yazar. Ve “Çığlık” Munch’in çıldırdığı zamanda mı yaptı bilemeyiz.

1891’de “Umutsuzluk” 1892’de biraz daha geliştirerek yaptığı “Umutsuzluk”, ilkinden besili yüzlü adamdan, zayıflamış yüzlü adama dönüşür. Sonuç olarak 1893 yılında  “Çığlık” adlı tablosunu tamamlar.

Edvard Munch12 Aralık 1863’de Norveç’in Aadalsbrug-Löten’de doğar ve 23 Ocak 1944’de Oslo’da ölür.

1893 yılında tamamladığı “Çığlık” adlı tablosu, ruhsal sorunların zihne işlediği ruh hali mi açığa çıkıyordu? Bir bakıma öyle olsa gerek. Çünkü Edvard, daha 23 yaşındayken ruhsal sorunlar yaşıyordu. Umutsuzluk, aşırı korku, üzüntü; kendi hastalık duygusunun verdiği durumla, ölüm acısının ortaya çıkardığı bir değerli sanatçıydı.

Yıl 1994, Ulusal Galeri (Nasjonalgalleriet) ziyaretimde “Çığlık” adlı tablonun yerinden çalındığı gündü. Orijinali olan tablonun yerine kopyasını asmışlardır. Dört tane hırsız, içlerinden biri tablo hırsızlığında sabıkalı biri, galeride bir tek bekçinin olduğunu fırsat bilerek, galerinin arka penceresinden giriyorlar ve sadece 50 saniyede tabloyu yerinden alıp kaçıyorlar. Birde oraya şöyle bir not bırakıyorlar:  “Böyle zayıf bir güvenlik için teşekkürler” diyorlar. 

60-70 milyon dolar değerinde olan bu tablo, her ne kadar çalınmış olsa da, dünyaca tanınan bu tablonun satılamayacağını bilen hırsızlar, tabloyu geri vermeleri için para isteseler de polisin oyununa gelirler ve tablo ellerinden alınır ve çalındığı yerine konur.

İşte bu tablo, dünyada en çok kopyası üretilen iki tablodan birisidir. Birincisi Mona Lisa olurken, en çok kopya resimleri basılan da Edvar Munch’in “Çığlık”  tablosudur.  
Selman ZEBİL

2 Eylül 2012 Pazar

GUSTAV VİGELAND ve ONUN OLUŞTURDUĞU OSLO-FROGNER PARKI


GUSTAV VİGELAND ve Açık hava müzesi
Oslo-Frogner Park’ın mucidi.

Norveçli bir değerli heykeltıraştır.
11 Nisan 1869’da, çiftçilik yapan fanatik dinci bir babanın çocuğu olarak Güney Norveç-Mandal’da doğar. Ocak 1943 yılında kalp krizi geçirir ve 12 Martta Oslo’da gözlerini dünyaya kapar. Ama her daim yaptığı eserleri adına yaptığı parkta onu ölümsüzleştirmektedir.

Vigeland’ın çocukluğu ve gençliği, babasının din baskısı altında savrularak geçer. Vigelan’ın babası öylesine dinci ve dine körü körüne bağlanmış ki, fanatik biri olarak, doğadaki her hareketin dinden geldiği paniğine kapılır, cennetin paramparça olduğunu sanır halde dine bağlı, her fırsatta dini törenlere katılırmış. Bu babanın aşırı olumsuz fanatik dinciliği Frogner Park’taki Vigeland’ın heykellerine yansır.  Yetiştiği ortamdan dolayı “ilahi bir korku”  ile “cehennem korkusu” Vigelan’ın hep Çocukluğu içinde var olmuştur:

Ünlü sğzü: “Çok fazla şeytan, az İsa, çok azla karanlık, çok az ışık” Olur
1889 dondurucu kış soğuklarında Oslo da yarı aç, yarı tok, kalacak yer sorunuyla umutsuzluk içinde kıvranırken, heykeltıraş Brynjulf Bergslien’in kapısını çalar. Ona çizimlerini gösterir. Bu çizimleri gören heykeltıraş Bergslien Gustav’a ilgi gösterir. Devreye soktuğu Oslolu zenginlerden kaynak aktararak Gustav’a kaynak sağlar ve dahi, model-alçı kalıp dökümü ve mermer yontma ile ilgili dersler verir.

20 yaşında bir genç, terk edilmiş bir anne ile çocuğunu anlatan “Hagar ve İshmal”  adlı heykeli yapar. Bu yapıtı, yıllık ulusal sergide kabul edilerek sergilenir. Dahası; babası ile duygusal kopukluğu yansıtan yapıtında etkisini gösterir. Bir ara Kraliyet Resim Okulunda öğretmenlik yapan Mathias Skeibrok’un okulunda çalışır.

1891 yılında Kopenhag’da, normal insanlar boyunda  “Lanet” adlı veriden bir topluluk heykel üzerinde çalışır. O heykelde yaşlı adam, genç kadın, çocuklar ve bir köpekten oluşan heykeli yaptığında 22 yaşında başarıya ulaşır. Bu heykel çok anlamlı duygusal ilk heykeli sayılır. Heykelde anlatmaya çalıştığı tema, korkudan bir şeyden kaçtıkları, bilinçaltına yerleşmiş ailevi sorunları, beyin üstünü uyararak harekete geçirmesi sonucu olsa gerek. Bu sanat yapıtlarında her zaman çocukluğunun anlatamadığı aile yaşamının heykellerde okunuşuydu gerçek olan. Şöyle de diyebiliriz. Caz müziği ile zenci kölelerin duygularını, çektikleri
cefaları söyleyemeyip, müzikle alana döktükleri gibi bir şey olsa gerek.

Gustav Vigeland 1893’de beş ay Paris’te kalır. Orada ünlü Fransız heykeltıraş Aguste Rodin’in atölyesine sıkça uğrayarak, orada ondan, heykelde insanların tutku ve duygularının nasıl yansıtıldığına dair bilgiler edinir. Dahi; Kabartma sanatında kendi “cehennemi” yapıtında hatalar bulur. Yeniden “Cehennem” i yaptı. Bu yapıtında, babasının dünyasıyla, anlattıklarıyla ilgili “Şeytan” varlığı, sağdan doğru
cehenneme itilen, anlamsız korkunç yakarışlar bilmezlik içinde kaybolur gider.   

Anlaşılan, yaşamını bir cehennem olgusuna vurgulamak istemesi, aile düzeninin “Yargı Günü, Selamet-Cennet, Yeniden Doğuş” tasarım düzeyinde kalırken, zamanla fanatik dinsel temalardan uzaklaşıp alkole alışan babası gibi Gustav Vigelan dinselliğini yenerek dinden uzaklaşır. Bu arada fanatik dincilikten uzaklaşan babası hala aile düzensizliği içinde 1922 yılında 19 yaşında İngerid
Vilberg adlı genç bir kızla evlenir.         

Kendine özgü yapıtlarında duygular, kadın-erkek ilişkileri, çekicilik, etkilenme, dikkat çekme gibi kadın, kadın temaları, kadın üzerine kurgular. Melankolik ve kederli duygular ve kucağındaki kadın, anne ve çocuk, yaşlılar dünyası, yeni doğan çocuk “Orfeus” ve “Eurydica” adlı heykel belirgin bir biçimde ortaya çıkar. Yeni doğmuş ve kısa süren ilk evliliğinden iki çocuğundan biri annesi ile birlikte yansıtılmıştır.     

Bir ara, o dönemde tutucu olan Norveç halkı Gustav’ın yaptıkları erotik heykellere karşı sempati duymuyorlardı. Norveçli burjuvazi Gustav’ın heykellerine para ödemiyorlardı. O nedenle geliri de yoktu. Gelir getiren o dönemde ancak dekoratif vazo, kandil, tabak gbi neslerdi. Buna isyan eden Gustav: “Artık dayanamıyorum,
insanlığıma dönmek istiyorum” diyerek Gustav, kiliselerdeki gotik heykellerin tamirinden para kazanmaya başlıyor. Ama yüreğinde bildiği özgün sanatta atar. Beyninde geçen erotik, mitolojik, kurgular geçer. Anıt tasarımları çizer, çeşmeler tasarlar ileride hayata geçirmek için.

Gustav Vigelan’ın beyninde akıp giden bu tasarlar 20. Yüzyılda yaratıcılığın tohumlarını ürünleştirmeye adım atar. 1902’de kiliselerde yaptığı tamir işlerine son vererek, kent meydanlarının ünlü anıtlarını yapmaya başlar ve Norveç’in en ünlü heykeltıraş sanatçısı olarak ün kazanır. Daha sonra hayalindeki açık hava heykel müzesi fikrini hayata geçirmek ister. 1915’den sonra, çağlar öncesi buzullardan oluşmuş Norveç granitini kullanmaya başlar yontularında.

Norveç’in güneyi-Mandal yaşadığı zamanlar, Mandal ve çevresinden etkilendiği 420 oyma eser yapmıştır. Gelecek için idesindeki düşlediği hayallerini gerçekleştirmek için büyük bir park düşünür. İşin ilginç tarafı, dünya da bir benzeri olmayan, düşlediği parkın bütün mimari tasarımı ve kendi eserleriyle donatmaktı. Günü gelince bu fikrini Oslo Belediye Meçlisine sunar. Hiçbir masraf almayacağını, bütün masrafların kedince karşılanacağını söyler. Böylece çok şiddetli tartışmalar sonucu, Vigelan’ın bu önerisi kabul görür ve Oslo Meclisinde kabul edilir.

Böyle bir parkın yeri için çok yerler önerilir. Bu yerlerden birisi de parlamento önündeki alan olur ama bu alanın küçük geleceğinden dolayı vazgeçilir. 1924’de yer olarak en sonunda içinden bir çay akıntısı geçen, 850 metre uzunluğunda 40 hektar alan olan Frogner Park için karar kılınır. Oslo’ya uğrayıp ta bu açık hava müzesini ziyaret etmeden dönen biri için boş yere Norveç-Oslo’ya gitmiş olur.

Bu çok zengin salt Vigelan’ın eserleri olan açık hava müzesinde 600’ü aşkın figürlerden, granit, bronz, dövme demir ve 192 heykelden oluşan bir parktır burası. Her yapıtında şaşırtıcı ayrı bir incelik önümüze çıkar. Hala sanatın içine tüküren siyaset adamları varken, bu yapıtlara imrenmek elde değildir.

Ben bu heykelleri ilk kez 1983 yılı bir kış gününde izlediğimde, görsel yaratıcılığın büyüsü içinde, hangi heykele bakacağımı şaşırmış halimi hatırlıyor. Büyüledi beni, defalarca bu heykelleri izlemeye gittim, her seferinde bir mana, çevremde yaşayan
nesnelerdi sanki oradaki bulduğum...

Vikeland Parktaki heykeller evrenselliğe ulamış yapıtlardır. İşte bu heykelleri seyreden her tür insan mutlak birinde kendini bulur. Bu değerli parkın meydana gelmesinde tek başına caba harcayan Vigeland, ekmek parasını ve geçimini ise ona buna yaptığı ekstra heykellerle sağlamıştır…

Bu parkın adı “Frogner Park” olsa da, Gustav Vigeland’ın soyadı olan “Vigeland Park” olarak ta anılmaktadır. Vigeland rahat çalışsın diye Frogner Parkın bir kıyısında Oslo Belediyesince kendine büyük bir yer tahsis etmiştir. Belki dünyanın en büyük yontucu için çalışma alanıydı. Vigeland öldükten sonra bu yer “Vigeland Müzesi” yapılır ve Vigelan’ın yakılmış külleri burada bir kulede korunmaktadır.
Selman ZEBİL 2 Ağustos 2012

21 Ağustos 2012 Salı

CUMHURİYETİN KALKINMA SERÜVENİ ve OKULLAŞMA


CUMHURİYETİN KALKINMA SERÜVENİ DEVLETÇİLİK
Pek çok iç ve dış tehditlere rağmen cumhuriyetin kalkınma serüveni çok farklı aşamalardan geçer. Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında ülke nüfuzunun %75’i tarımdan geçimini sağlıyordu ve tarıma dayalı ticaretten yararlanıyordu.


Ülke cumhuriyete geçildiğinde sanayileşme Avrupa’nın çok gerisinde kalmış, sanayileşmeyi kaçırmış bir imparatorluktan sonra cumhuriyetle birlikte Türkiye 1923’den itibaren Avrupa denginde bir sanayileşmeyi yakalamaya çabalar hale gelir. Kısa sürede orta gelirli bir sanayileşmeyi başarmış hale gelen bir ülke olur günümüzde.

Cumhuriyet döneminde gelişen sanayileşme hamlesi karşısında siyasilerin inişli çıkışlı siyasi yanlışlıkları 1923-1929 açık ekonomi, 1930-1946 korumacı ekonomi (O dönem yerli malı kullanılması için, yerli malı haftası düzenlenir) sanayileşeme atağı. 1950-1960 özel teşebbüslerin atağı ve sanayi birikiminin iştiraki. 1960-1977 planlamaya geçme, 1980- 1989 24 Ocak kararlarıyla dışa açılma ve dahi küresel sermayenin girişiyle dengelerin alt üst olmasıyla günümüze gelir.

Böylece cumhuriyet döneminde ekonomik stratejik gelişim iki bölümde değerlendirilir. Biri korumacı bir ekonomi, ikincisi liberal ekonomi olur.

1930-1933 yılları arasında pek çok dünya ülkesi çok ağır ekonomik buhran geçirirken Türkiye istikrarlı adımları sayesinde etkilenmedi dahi küçük çapta büyümesini sürdürür.

1927’de sanayi teşvik kanunu yerli sermayedarların sanayiye katılmaları sağlanır. 1930- 1946 yılları arası iç piyasayı koruma amaçlı sanayileşme 25 Şubat 1930’da Türk Parasını Koruma Kanunu yapılır. 30 Haziran 1930’da Merkez Bankası kurulur, Türk Lirası denetim altına alınır.

1930-1933 Dünya ekonomik buhranda durgunluk geçirirken, sanayi dalında Türkiye %15 civarında büyüme sağlar. 1938 yılında TMO (Toprak Mahsulleri Ofisi)  kurulur.

1930-1933 yıllarında Avrupa ve dünya ekonomik buhranlarla boğulurken, daha 13 yıllık Sovyetler Birliği planlı ekonomiden dolayı etkilenmez, kendini korur. 1923’de Türkiye Cumhuriyetini kuran kadroları Sovyetlerin başarılı ekonomik planından etkilenir.

1930 yılı itibariyle Sovyetlerden 5 Yıllık Kalkınma Planı alınarak Türkiye’de hızlı sanayileşme dönemine gidilir. Cumhuriyetin devletçi siyaseti ve altı ilkeden biri olan devletçilik ilkeleri bu dönemde biçimlenir. Buna bazı itirazları olanlar çıkarken, devletçilik ilkesini savunanlarda Osmanlı geleneğinde de var olan devletçiliğin uygun olduğunu öne sürerler. 

1932 yılında Başbakan İnönü Moskova’ya ziyaret eder. İlk 5 Yıllık Kalkınma Projesi Başbakan İnönü’nün Moskova ziyaretinden döndükten bir yıl sonra 1933’de tamamlanır 1934’de yaşama geçirilir.

Tekstil, kâğıt, seramik, şişe-cam sanayi ve metalürji dalında Türkiye gelişimini Sovyetlerden aldığı teknolojiyle sağlar ve böylece devlet sanayileşmenin öncüsü olur.

Yerli girişimci sınıf yaratmak
Cumhuriyetçilerden önce var olan bu düşünce 1908’den sonra İttihatçıların izlediği  “Milli İktisat”  siyaseti benzer amaçlıydı. Müslüman-Türk unsurların ekonomiye egemen olmaları amaçlanıyordu. Yani sanayinin Türkleştirilmesi çabası vardı.

1930’u yıllarda devletçiliğin gelişiminde sol bakışlılar ve kadrocular olarak iki fikir doğar. Devletçiliği bir araç olarak görenler ve bir amaç olarak değerlendirenler olur.  Atatürk, 1936 yılında Devletçiliğe karşı muhalif söylemler karşısında:  “Türkiye’nin tatbik ettiği devletçilik sistemi 19. yüz yıldan beri sosyalistlerin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir”  diyerek yararlı bir değerlendirme yapar. Ahmet Ağaoğlu:  “Ferdin yetmediği yerde devletin varlık göstermesi”  olarak tanımlar.

İşin garip tarafı:  “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılması ve Türbedarlıklarla İle Birtakım Unvanların Önlenmesine ve Kaldırılmasına Dair Yasa”  30.11.1925 tarihinde kabul edilen 167 sayılı yasa tasarısını teklifi veren dört isim var. Sonra 1946’da bu dört kişi Demokrat Parti’yi kurarlar. Bunlar:  Adnan Menderes, Refik Koraltan, Fuat Köprülü, Celal Bayar’dır. En çokta bu dörtlü kendilerinin teklif edip yaşama geçirdikleri yasaları laçkalaştıranlar olarak tarihe geçmişlerdir.

Türkler şimdiye kadar görmedikleri yeniliklerle tanışıyorlar. Türkün adam gibi adam olması için çıkarılmış aşağıdaki 8 maddeden oluşan, 10 yılda tamamlanan yasalara bir bakalım:

1. 3 Mart 1924 tarihinde 430 sayılı Tevhidi-i Tedrisat (Eğitim Birliği) kanunu.

2. 25 Kasım 1925 tarihinde 671 sayılı Şapka İktizası Kanunu.

3. 30 Kasım 1925 tarihinde 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddi’ne ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun.


4. 17 Şubat 1926 tarihinde 743 sayılı Türk Kanunu Maddesi’yle kabul edilen, evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair madeni nikâh esası ile aynı kanunun 110. maddesi hükmü.

5. 20 Mayıs tarihinde 1288 sayılı Beynelmilel Erkamın (rakamların) Kabulü Hakkında Kanun.

6. 1 Kasım 1928 tarihinde1353 sayılı Türk Harflerin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun.

7. 26 Kasım 1934 tarihinde 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa gibi lakap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun.

8. 3 Aralık 1934 tarihinde 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilmeyeceğine Dair Kanun

Akıl ve çağ dışılık zorluyor zihinleri. Akıl ve çağ dışı din anlayışının tortularıdır. Bir kere Bu yasaların Türk halkına verdiği  “adam gibi adam olma”  ağır gelmiştir. Millet olarak işimize yarayan ne varsa tersinde anlamakta üzerimize yoktur. 1923 ruhunun Türklere sunduğu  “adam olma”  yasaları duyarsızlıkla ortadan kaldırmak isteyenler, İslam’ın içine sinsice sokulan Emevi zihniyetinin kalıtımıdır. Bunu görmek lazım...


Çöreklenmiş Emevi zihniyetinden kurtulmak çok zor: “Geleneksel İslam fıkhı, temelleri Emevilik tarafından atılan bir fıkıh olduğu için, hem büyük ölçüde Kur-an dışıdır hem de şiddet üreten bir fıkıhtır. Çünkü bu fıkıh, İslam’ı ideolojileştiren bir fıkıhtır”  der Y. Nuri Öztütk

Eski Marksist, yeni Müslüman Fransız düşünür Roger Garaudy haklı olarak şöyle der:  “Müslümanlar, eğer tarihin önünde ayakta kalacaklarsa, Çöl fıkhından, uzay fıkhına geçmek zorundalar”  Yalan mı?

Mehmet Akif Ersoy, dil, din ilişkisi hakkında camiler de hutbesinde şöyle der:  "...Her tarafta Müslümanlık cehalet, Müslümanlar ise sefalet içinde mahvolup gidiyor. Müslümanlık bize dünya için bir ‘hayat-ı tayip’  vaat ediyordu. Niye vermedi? İşte bizim hep cehaletimiz yüzünden Müslümanların hepsi cahil, Arap’ı cahil, Türk'ü cahil, Kürt'ü, Arnavut'u cahil. Hani Müslümanlar kardeşti? O halde nedir Müslümanların bu hali? Aman Yarabbi! Kur-an ne söylüyor, biz ne anlıyoruz. Sabır katlanmak değil, göğüs germektir..."  diyerek acizledir.

İsmet Paşa İle Eski Bir Nazır: İsmet Paşa, Lozan anlaşması için görevlendirildiğinde, Osmanlı Babı âli sinde yetişmiş deneyimli bir eski Nazır'dan (bakan) akıl ister:  "Ben acemi diplomatım, sizin zengin deneyimlerinizden yararlanmak isterim"  der İsmet Paşa.


Eski Nazır'ın yanıtı:  "Bana akıl sorma! Ne düşünüyorsan onu yap! Çünkü bizim boynumuz dış ülkelere hep eğikti. Karşımızdakini güçlü, bizim güçsüz olduğu bilinci benliğimize işlenmişti, hep alttan alırdık. Siz ise bir yenginin insanısınız"  der.

Mustafa Kemal ve arkadaşlarının 10 yıl içinde yaşama geçirdikleri yukarıdaki yasaların birilerinin hesabına gelmese de ne kadar yararlı olduğu şimdi daha iyi anlaşılmaktadır...

1923’den 1945’e kadar devletini korumuş, gözlemiş; siyasi İslamcılara göz açtırmamış bir devlet idaresi 1945’den sonra ilk laçkalığını dinde göstermiştir. Kemalist ideolojinin çöküşü CİA’ nın kapalı planları sonucu, “Dünya İslam Birliği”  kurmaya, başına Türkiye’yi getirmeyi ön gören ABD, İslamcı-Müslümanları hep kışkırtmıştır...

17 Eylül 1943’de kurulan  “Büyük Doğu”  adlı derginin sahibi Necip Fazıl Kısakürek, dinsel gizemciliğin ve kendini besleyen Amerikancı bağlılığın gücü doğrultusunda kurar. 1946’da siyasi İslamcı çizgiye tamamen giren dergide, Aksekili olan Osman Yüksel Serdengeçti adı da öne çıkar.     

1923’den 1925’e kadar kısa sürede çökertilen Sünniliğin üst yapısı, niteliksiz siyasilerin gayretiyle yeniden karanlıkta yaşayan Sünni tarikat yuvalarının Şeyhlerine, şıhlarına göz kırparak, laikliğe karşı bir akım olmasını sağladılar... Laik Cumhuriyetin Diyanet İşleri Başkanlığı da, tarikatların palazlanıp gelişmesinde örtülü öncü rol oynamıştır. Gelişen tarikatlarda her nedense, palazlanıp geliştiği Diyanet İşlerine hep kuşkulu bakmıştır...

1923-25 yılları asında Sünnilik dinsel üst yapısı çökertilse de günümüzde halen tarikat yuvalarının şeyhlik, şıhlık asalakların taraftar toplamaları ve ölümüne gönderdikleri müritleri her geçen gün atmakta oluşu şaşırtmaktadır…

MEDENİ KANUN İle Kadının Özgürleştirilmesiydi
Mustafa Kemal’in 1 Kasım 1925 günü TBMM açılış konuşmasında şöyle bir açıklama yapar:  “Genel hayatımızı yeni baştan düzenleyecek yasalar” in haberini vererek başlar. Böylece cumhuriyetin en büyük temel yaptırımlarından biri sayılan  “Medeni Konun” un işaretini vermiş olur...
Başta; Medeni Kanun Türk kadını adına bir şereftir...

24 Aralık 1925 de TBMM’sine sunulan bu iyi haber 17 Şubat 1926’da  “Türk Medeni Konunu”  adıyla TBMM’ sinde kabul edilir. Bu kanunla neler değişti, kadınlara ne hakları verdi ona bir bakalım:

1- Ailede kadının erkeğe eşitliği sağlandı.

2- Evlilikte resmi nikâh zorunlu hale getirildi.

3- Erkekler için çok evlilik yasaklı hale getirildi. Tek evlilik esas alındı.

4- Miras hukukunda kadın erkeğe eşit hale getirildi

5- Mahkemelerde tanıklık erkeğe eşit hale getirildi.

6- Boşanma konusunda kadın erkeğe eşit hale getirildi.

7- Kadınların istedikleri mesleğe girme hakları tanındı.

Medeni Kanunun sonucu olarak kadınlar, siyasi alanda da ülke yönetiminde söz sahibi olmaları için gelişmeler sağlanır. Mustafa Kemal, itilip kakılan kölelikten alıp kadını, en değerli mertebeye yükseltmiştir; adam gibi bir konuma oturtmuştur; saymıştır, saygın bir yer vermiştir kadına...

Kadının sayılması, çalışma, meslek seçiminde dahi, siyasi hayatında erkeğe eşit tutulmasının önü nasıl açılır bir bakalım:

1- Türk kadını 1930’da belediye seçimlerine katılmaya hak kazanır.

2- Türk kadını 1933’de Muhtarlık seçimlerine katılma hakkı kazanır.

3- Türk kadını 1934’de seçme ve seçilme hakkını ve milletvekili olma hakkını alır.

İşte bunları görmezden gelip kendini erkeklerin esaretinden kurtaran cumhuriyete ve de Mustafa Kemal düşmanlığı yapan bazı kadınlar, Ruh ve kafa sağlığı yerinde midir acaba sormak lazım... Nankörler göremiyor, eğer daha fark edemiyorlarsa  “yuh”  denir artık...

OKULLAŞMA, Sefaletten Kurtarılmaktı
1923 yılına gelindiğinde Türkiye’de okul ve okulluluk, 4,894 olan İlkokul, öğrenci sayısı da 341,941 olur. 1930’a gelindiğinde ancak 6,598 okula ve 489,299 öğrenciye çıkartılabilir.

Yeni Cumhuriyetin aydınlanmasını sağlayacak, Cumhuriyet kurumlarından olan Halk Evleri 19 Şubat 1932’de, Türk halkının eğitim ve bilgi düzeyini yükseltmek için kurulur. Atatürk’ün bizzat kendi kurduğu Halk Evleri, yine siyasi kıyıma uğrayarak 8 Ağustos 1951’de DP zamanında kapatılır.

1936 yılında Saffet Arıkan’ın Milli Eğitim Bakanlığı sırasında, köy halkına pratik bilgi vermek amacıyla  “Köy Eğitim Projesi”  ile Köy Enstitülerin temeli atılır. 17 Nisan 1940’da da 3803 sayılı Köy Enstitüsü Kanunu kabul edilir. Köy Öğretmen okulları Köy Enstitülerine dönüştürülür. 1940-41 öğretim yıllında 10 yeni Enstitü daha açılır. Bu sayı 1945-46 yılına gelindiğinde 20’ye çıkarılır. 1948- 49 öğretim yılında bir okul daha açılır.


Cumhuriyetin en özgün, en bağımsız yaratıcılığın, en kapsamlı bilimde, teknolojide Türk insanın ileri adım atmasına yarayacak Köy Enstitüleri projesiydi, kapatıldı. Yaratıcılığın yerini eğitimde dahi taklitçilik aldı. Köy Enstitülerine kıyım DP dönemi olan 1953’de Köy Enstitüleri programları, İlk Öğretmen Okulları Programlarıyla birleştirilir. 1954’e gelindiğinde 6234 sayılı yasa ile de Köy Enstitüleri tamamen İlk Öğretmen Okullarına dönüştürülür.


Yaşar Nuri Öztürk şöyle bir tespitte bulunur  “Allah ile Atlatmak” adlı yapıtında:  “Haçlılar önce Müslümanları çağdışı hale getiriyor, ardından da  ‘böyle olmaz, ben bunu düzelteceğim diyerek muhtarlık yapmaya başlıyor. Kural ve kader hep aynı: Muhtarlık haçlıdan, finans ve hizmet Müslüman’dan”  der.

Köy enstitülerini İsmet İnönü’yle gezen Şemsettin Günaltan, döner İnönü’ye  “Paşam binler böyle eğitilirse yönetemeyiz”  der. Siyasetçiyi bile binlerin hızlıca eğitimde yükselişi ürkütür hale gelir.

14 Ağustos 2012 Salı

DÖNEK-HAİN-İHANET EDEN


DÖNEK;
Aynayı tut yüzüne, kırmak ister…
Dönek geçmişini bilir, geçmişteki arkadaşlarını, onlarla geçirdiği yaşam tarzını unutamaz. Değiştiği, katıldığı yeni çevresine bir türlü uyum sağlayamaz, eski sosyal yapısına özlem duyar durur ama o eski sosyal çevresine de düşmanca tavır koymaktan da geri kalmaz, onların yok olmasını ister.

Dönek; döneklik kötü bir eylemdir. Dönek siyasette arkadaşların, yoldaşlarına karşı dik durup yüzlerine bakamaz, utanır ama onlara çelme takmaktan kendini alamaz. Çünkü döneğin her daim önünde eski sosyal çevresi var olduğu müddetçe boynunda başı bir suçluluk duygusuyla eğik gezer, dik gezmesi için dönek, önünde engel gördüğü eski sosyal çevresinin bitilmesini ister. O neden dönek öteki rakiplerden daha çok tehlikelidir.

İHANET ve HAİN
Hain; ihanet eden, hilekâr, düzenbaz, gördüğü iyiliği ve güveni kötüye kullanandır. Yani dürüst hareket etmeyen, kendi menfaati için ülkesini satan, arkadaşını, hısım-akrabasını bile acımadan harcayan demektir. Mustafa Kemal hainleri için şöyle bir tespitte bulunur: “Kahramanı kadar haini de bol bir milletiz” der.

Her toplumda satılık; satın almaya yatkın hainlik yapabilecek kişiler bulunur. Yabancı ajanların, hedef ülkelerde kendileri adına, kendileri hesabına hainlik yapabilecek kişileri seçerler. Bunlar başta gazeteci, asker, bilim adamı, siyaset adamı olmalarını yeğlerler.

Hainin ihaneti bazen iyi niyetin arkasına sığınır. Bazen de demokrasinin arkasına sığınır. Hıyanet içinde olanların kamuoyu oluşturmada en güçlü sığınakları “İnsan Hakları” adıyla işe başlarlar. Bunun adına çaktırmadan, açıkça yapılan hıyanetliği örtüleme sığınağıdır. Hıyanetliğin öbür türü de, bilinçli, gizliden yapılan hıyanetliktir.

Bilinçli, gizliden hainlik yapacak kişileri bulmak için yabancı istihbarat örgütleri, bağımsız biriyle işe başlamak istemezler; onlarla çalışmak zordur. Ancak başkalarına güvenmeyi alışkanlık haline getirmiş, beceriksiz, işe yaramaz olan kişileri ve kendilerinin desteğine ihtiyaç duyacak karakterleri zayıf, kontrol yetersizliği olan kişileri hedef ülkenin içinden seçerler ve onlarla çalışırlar.

Hedef ülkeye sızmak isteyen istihbarat ajanları fırsatı iyi değerlendirirler; hiçbir zaman şiddetlenmezler, öfkelerine hâkim olurlar, amaca ulaşmak için bencillik etmezler, başarı için onlar hey yolu mubah sayarlar. Dahi; ülkesine ihanet edebilecek, ülkede söz sahibi mevkie gelmiş kişilere ulaşırlar, onları örgüt içinden kullanırlar.

Hedef ülkede hainlik yapabilecek kişiler tamamlandıktan sonra hedef milletin zihnini bulandırırlar, içerisine çeşitli nifak tohumları ekerler, içinden çıkılmaz karmakarışık halle sokarlar. Hedef milletin gençliğe darbe indirmek için parıltılarla büyüleyip aptal ederler, yeteneklerini kırarlar; düşlerini, düşüncelerini bulandırırlar, ihtiyaca bağlı yem kullanırlar ve yuttururlar. Hedef gençliğin dikkatini dağıtırlar ki, akıllı düşünme yeteneğini kırarlar ve bulunduğu topluma hıyanet etmesini sağlarlar...

8 Ağustos 2012 Çarşamba

EMEVİ DİN TEOLOJİSİ



EMEVİLERDEN BU YANA SİYASİLER İSLAM KULLANILIYO 

İslami geleneğine Emevilerden bu yana tecavüz sürüyor…

Bıktık artık; eskimiş Emevi teolojisi dayatmasından. Bu ülkede haksızlık almış başını giderken, cemaatlerin işi olması gerekeni hala Başbakan kendine görev sayıyor, yeni camiler açılışı yapıyor. Cesur düşünen Müslümanlar bile artık Sünni-Emevi teoloji ideolojisi ile sindiriliyor. Halkça kabul görmüş, oturmuş, sevilmiş, benimsenmiş İslam saptırılmış, gerçek İslam’ı temsil eden Müslümanlar sığ kalmışlardır. Birçok İslam savcıları türemiş mahallelerde, gerçek Müslümanları sindirilmiş hale getirmişlerdir. “Artık zalimlerin gittiği camilere gitmem” diyen inançlı insanlar çoğalmaya başladı bu ülkede.

Daha on yıl önce mağdurları oynuyorlar, ortalığı velvele ile ayağa kaldırıyorlardı. İslam’ın “akıl adamları” oyunuyla çıktılar meydanlarda halkın karşısına, sonra yıkıcı bir dönem eşiğine getirdiler ülkeyi. Güç ve kudretin verdiği şaşırmış şımarıklıkla zalimliğe terfi ettiler; mücahittiler, müteahhitliğe yükseldiler, yaya giderlerken jeeplere biner oldular, lüks otellerde göstermelik iftar sofrası düzelemeye geçtiler.

İslam’ın kaderi bu olmamalıydı… Muhammed’in ölümünden kısa bir süre sonra siyasi karmaşayı tarafsız gözleyemeyenler, yozlaşmanın mabudu 1500 yıldır sürüp gelen zihinlerin içine hapis olmuş. İslam’dan gibi görünen pek çok ritüeller, mekânlar, İslam ve kurallar, karşı devrimin oluşturduğu net biçimde anlaşılmaktadır…

Özellikle İslam’a tebelleş olmuş Emevi hanedanlığını kuran Muaviye süreciyle başlayan, günümüze kadar süre gelmesine neden olan halife Osman’la başlatılmış İslam öncesi Arap gelenekler ile, Muhammed’in gerçek İslam idealine kısa sürede karşı devrim başlatan halife Osman ‘a karşı koyan Muhammed dostu Abuzer ve halife Bekir’in oğlu Muhammed’i iyi anlamak gerek.

İslam’a sermaye biriktirmenin yolunu açan ve Müslümanlar kapitalistleştiren Muaviye, ortaya getirip, yaptıkları kötülükler ortaya dökülüp sorgulanmadıkça, mal-mülk istifleyen Müslüman kisveli dincilere, mal yoksunu Müslümanlar dengelenmedikçe din hep soru işaretiyle kuşkuda kalacaktır. Gerek din olgusu, Muhammed’in “sınıfsız toplum” ideali, ağalık-beylik-kölelik din bilginlerinin karanlık dehlizlerinde “fıkıh” diye anlamsız, kimsenin anlamadığı ama sahip çıkanı bol, boş hurafelerle dolu olacaktır.

İslam’ı toplumsal yapısından çıkartıp, salt tapınma dini haline getirme, insanları uyuma ve uyuşturma, aklı başında insan için geçerli değildir. İslam’ın eseri olan toplumsal adetler, fırsat eşitliği, egemen güçlerin elinde. Muktedir olan kişiler büyük halk yığınlarını ezildikçe, camilere ilgi artacaktır. Oradan siyasetçi yaralanacaktır…

İslamiyet adına meşru sayıldığı ve bu konuda yalan-dolan fetvalar yayınlandığı bir İslam anlayışı sürüp gider. Gösteriş için dindarlıktan çok, camiciliğin arttığı, mal-mülk artışlarını, koruma zırhına bürünmüş siyasi erkten yana taraf olarak sağlayan, korunmuş kollanmış, öncelik verilmiş mal-mülk tutkunları. Müslüman görünümlü o gidi iblisler İslam aidiyetinden görünümlülerdir. Muaviye Sünniliğinin tarihsel kökenlerindeki kodlarda bir bakarsak, ta Emeviler’den bu yana güç ve kudret savaşları hep din kullanarak verdiler, kılıçlarından damlayan ise insan kanıydı. Bugün değişen bir şey yok…

Alenen Sünnilik ideoloji harekete geçmiş durumda… Tehlikeli bir oyun oynanıyor, bu oyunda baş aktör Recep Erdoğan. Tarih böyle düşünen insanların çıkarttıkları savaşlarla doludur. Yarın da İslam dünyasında Sünni-Şii savaşları başlayabilir. Recep Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bölgede bir Sünni blok oluşturmak istiyorlar, başlarında da kendileri olacağı hayallerine kapılıyorlar gibi görünüyor.

Türkiye sayıklıyor; git gide bölgesinde sağlığını, saygınlığını kaybeden ülke durumunda. İktidara geldikleri ilk günlerde, ülkeyi bölüp parçalamak isteyen yabancı güçlerin arzuları doğrultusunda, kendi ülkesinin ordusuna “din düşmanı” gözüyle bakıyorlardı. Ülkesini sevenlere de “Türkçü, ırkçı, kafatasçı, statükocu” diye yaftalarlardı.

Şu günlerde evindeki yangını göremeyip, komşu ülkelerin yangınına su taşıyan siyasi erk, yandaş medya, iş ve ihale adamları, acizliğin verdiği ezikliği halkın gözünde başka tutmak için Çamlıca tepesine görkemli cami yaptırma projeleri müjdelemek, arada bir cami açılışlarına katılmak gibi göz dolduran görüntülerle halkı uyutma siyaseti izlemekteler.

Başbakan vatandaşların inancı hakkında Laik-Demokratik ülkede dinde tanımlama yapıp doğruluk, yanlışlık belirleme hakkına sahip değildir. Recep Erdoğan bunu yapıyor. Sevelim sevmeyelim, BDP'liler için "Zerdüş dininden" diyebiliyor. Aleviliğe öylesine karışır oldu ki, “siz yanlış yere ibadethane diyorsunuz, bu yanlıştır, madem Müslümanız diyorsunuz, Müslümanların ibadethanesi camilerdir, camiye gelin” diyor. 1000 yıldır cem evlerinde ibadet yapan Alevilere yön ve yöntem vermeye kalkıyor.

Aslında, siz bakmayın “Ali’yi sevmek Alevilikse en büyük Alevi benim” dediğine. Hangi Sünni Ali’yi sevmem der ki? Recep Erdoğan’ın, Alevilik hakkında vermiş olduğu zihninde bir kara var. Yeri ve zamanı geldiğinde o verdiği zihnindeki karar mutlak açığa çıkacak ama biraz daha zaman var. Sonuç ya istediği Alevilik olacak ya da (…) meçhule doğru bir yol çizilecek! Hele şu öndeki Şiiliğe karşı ezici Sünni blok bir oluşsun…

Arada bir Alevilikle suçladığı Kılıçtaroğlu’nu, Sünni büyük çoğunluğun gönlüne su serpmiş oluyor, gönlü hoş ediliyor. Karaca Ahmet Dergâhı yanında yapılan cem evine, halkını, ibadet edenlerini hiçe sayarak “ucube” demiştir. Bu ülkede şehircilik mimarisine uymayan, ruhsatsız yüzlerce “ucube” camiler varken, Recep Erdoğan ayrımcı tavrıyla Alevilerin ibadethaneye “ucube” demiştir. Soralım tarafsızca: Eğer bir Alevi önderi “bu cami burada ucube” dese hemen din jandarmaları ve din savcıları işgüzarlık yaparak halkı galeyana getiriler. Başta Recep Erdoğan olmak üzere siyasi malzeme yaparak: “Bakın camilerimize dil uzatıyorlar” diyerek şayia yaparlar.



 

17 Nisan 2012 Salı

KENTLİ OLMAK


KENT ve İNSAN
Yerleşik düzene geçmemiş göçebe insanlar için mekân, durulan, oturulan yer değildi, aşılan bir yerdi. Sürekli eylem içinde olan, yerinde duramayan, zamanı, mekânı süratle aşan insanlar için yerleşik düzene geçmek, yerleşik düzenin kurallarına uyum sağlamak zordur. Yani kentleşmemiş insanlar için her şey geçicidir. Mutlak bir gün terkedilecek çalı çırpıdan yapılmış geçici evlerde oturmak, derlenip toplanan çadırlarda yaşamak vardır yaşamlarında. Yani, yerleşik düzene geçmemiş insanlar için alınan yerlerde oturup yerleşmek değil; amaç ele geçirmek, yenmek, ekinciler üzerinde akınlar yaparak hâkimiyetler kurmak, utku kazanmaktır...

Yerleşik düzene geçmemişler için bir sınır kavramı diye bir düşünce yoktur. Bir ülkeden başka bir ülke sınırlarını  “ihlal etmek”, diye bir kavram, yerleşik düzene geçmemişlerin tuhaflarına giden olaydır. Tanrı’ya ait olan toprakların sahibi olamayacağı felsefesine inanırlar. O halde kişilerin tapu ile toprak sahiplenmesi de tuhaflarına giden hallerdir. Parsellenmiş toprağın tapusuna tuhaf bakan göçebe kültüründe kişisel servet biriktirme diye de bir kavramda yoktur.

Yerleşik kentliyle, akıncılık yapan göçebeler arası didişmeler binlerce yıldan bu yana sürmektedir. Akıncılık yapanlar kent düzenine karşı ve kentlerin sahiplerine  “tembel” diye hitap ederlerdi. Kent kültürüyle bütünleşmişler de, göçebelere:  “barbarlar”  diye hitap ederlerdi. Kentli Romalılar için  “barbarlar” akınlarla kuzeyden gelen, ikide bir kentleri yağmalayıp, yıkıp viran edelere karşı kullandıkları sözcüktür.

Yerleşik düzenin en temel özelliği ise imarlı kentler kurmaktır. Kurduğu kentlere uyum sağlayıp kent kültürüyle bütünleşmiş insana da “kentli” denir. Kent yaşamıyla ilişkilerini geliştirir, ötekiyle iletişim sağlar. Ortak yaşadıkları kentin genişledikçe plan ve projesini sürekli sağlarlar, nefes alınıp verilen hale getirirler.

En küçük yerleşim birimi olan köy kültüründen farlı gelişir kentler. Kent eğitir, geliştirir, planlı yaşamayı öğretir dahi her ayın hesabını yapar kentli insan. Ve dahi en başta ortak yaşam alanları, oturulan apartmanda olsun, park ve bahçelerde olsun, kurallara uygun, insanların birbirlerine saygılı yaşamasını öğretir.

Plan ve projeden anlamaz, tapu, imar planı tasaları olmaz. Hazineye ait bir arazi bulurlar kendilerine göre, kazmayı vururlar, kafalarına göre başlarını sokacak ev yapma telaşına kapılırlar, iki bilemedin üç günde dikiverirler gecekonduları. Geldikleri köye çevirirler kentlerin kıyılarını. Kentin hareketlerine uyum sağlamak çok zor olduğundan kendilerine benzeyenlerle birlik oluşturmayı severler. Yerleştikleri kentte yaşadıklarını hissetmezler, köy ilişkileri gibi sürdürürler ilişkilerini. Boş buldukları bir yer bulurlar, hemen çalı-çırpı ile bir kümes yaparlar, koyun-keçi beslerler, yan taraftaki komşusunun rahatsız olması umurlarında olmaz

Köyden göçle gelmiş, şehirlerin varoşlarına yerleşmiş, kentliyle bütünleşme sorunu yaşarlar. Kentlerin kıyılarına yerleşirler, kentliyle aralarına sınırlar çizerler. Kendilerini Şalvar, türban, çarşaf, başında takke, sarık, sakal giyim kuşamları ile kendilerini Allah’ın sevimli kulları sanırlar, kentliye bakarlar, yaşam tarzına uymadığı için hüküm verirler, günahkâr ilan ederler. Yani, sürekli kent kültürüyle çatışır halde kalırlar. Kendilerine özgü, benzer yaşam tarzları olmayan kentlilerin de kendileri gibi yaşamasını isterler. Kentli değişmedikçe  “Bunların yüzünde batacağız” der kabahatli kılarlar kentliyi.

Sevmek veya nefret etmek…
Mutlak bir nedene dayalı bir güdüdür. İki satır yazıyla bile kendini bir kâğıt üzerine yazarak tarif etmekte zorlanır, konuşurken dili dolaşır, pek çok sözleri de el-kol işaretiyle tarif yaparak anlatmaya çalışır. İşte böyle birileri sevmeyi öğrenmez, yaşadığı kentliyi sevemez ve onlarla uyum içinde yaşayamaz. Maalesef köyden kente göçmüşler ama kente verebilecekleri bir değerleri yoktur lakin kente yerleşmiş sayılırlar, sayılırlar, kentin yönetimine oylarıyla, sevip bütünleşemedikleri kentin alışılmış hayatına yön ve biçim verirler, kentin doğal yapısını kalabalıklaştıkça dönüştürürler.


BÜYÜK İSRAİL PLANI ve KÜRESEL GÜÇ OYUNLARI KIYAMETİN HAYALİ BİR REÇETESİ Bu makale Internationalist 360 tarafından yayımlandı. Espen B. Øyul...