14 Mayıs 2022 Cumartesi

SÜMERBANK'A NE OLDU?

 

SÜMERBANK HİYANETE KURBAN GİTTİ
Atatürk'ün 9 Ekim 1937’de kendi eliyle 22 ayar altın anahtarla ölümünden önce açtığı son fabrika idi Sümerbank Nazilli Tekstil Kombinası. Açılışta yanında İsmet İnönü, Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Celal Bayar, ve fabrika müdürü bulunmaktaydı. “Hayırlı uğurlu olsun” diyerek altın anahtarla kapı açıldı ve anahtarı orada bırakmayan Celal Bayar, alır altın anahtarı, “Altın, milletin hazinesinde durur…” diye konuşur.

Aklı evvel siyasiler bu fabrikayı kapattı, kapısına son kilit vurarak, Sümerbank’ın “S” ini bile sileceğiz” dediler sildiler. Böylece Türkiye’nin kalkınma lokomotifi olan diğer fabrikalar gibi Sümerbank Nazilli Dokuma Fabrikası kapatılmış oldu.

Azra Akın, 2002’deki Dünya Güzellik Yarışmasına katıldı birincilik aldı. Yarışmaya katılmadan önce, yarışmada sahnede giyeceği eteğini ünlü modacı Cemil İpekçi’ye diktirir.Cemil İpekçi, seçtiği Sümerbank pazeni basmadan diker. Sümerbank pazeninini seçip diktiği eteğin şöyle anlatır: "Azra’nın bana gıkını bile çıkarmadı, çok önemli bir gece sonuçta, ben o pazeni diktikçe Azra mutlu oldu ve hak ettiği birinciliği aldı, o kostüm Azra’da şu an, saklıyor.” Diye anlatır.

Dahi ayrıca, Londra’da yapılan Dünya Güzellik Yarışmada Azra Akın final gecesi giydiği Anadolu kültürünü yansıtan kırmızı basma etek, en iyi giysi seçilir. İngilizler bu Anadolu halkına özgü basma giysinin, Türkiye’de 80 yıl önce Nazilli’de kurulmuş Sümerbank dokuma fabrikasında üretildiğini belki hiç bilmediler ama çok beğenmişlerdi...

Cumhuriyet hükümetinin, 1. Beş Yıllık Endüstri Programı’ndan bir maddeye dayandırılarak gerçekleştirilmişti. 1932’de İsmet İnönü Sovyetler Birliğinden 8,5 milyon liralık kredi alarak ilk kapsamlı yatırım olarak Sümerbank'ın Nazilli'd tekistil fabrikasının temeli 25 Ağustos 1935’te atılmış, yapımı 18 ayda tamamlanmış ve 9 Ekim 1937’de açılmıştır. Bina ve makineler dahil, toplam 8 milyon liraya mal olmuştur.

Fabrikanın, 28 bin iğ ve 800 otomatik tezgah ile çalışmaya başlaması ve 2.400.000 kilo iplik işlemesi planlanmıştır. Bununla 20 milyon metre basma imal edilecektir.

Bir esin kaynağı olan fabrika, 1937’de Atatürk tarafından açılan Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’dır. Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası, Atatürk’ün kafasındaki “Sosyal Fabrika Projesi’nin” ilk uygulaması olması bakımından çok önemlidir. Atatürk’ün kafasındaki fabrika, salt üretim yapılan bir yer değil, aynı zamanda araştırma-geliştirme çalışmalarının yapıldığı bir laboratuvar, eğitim verilen bir okul, her türlü sanat ve spor imkanlarına sahip bir kültür kompleksi, kısacası adeta dört dörtlük bir yaşam alanı bir toplu merkezdir. Atatürk, işçilerin yüksek ölçekli her türlü olanaklardan yararlandıkları sosyal bir fabrikaları olarak tasarlanmış olup, benzer biçimde Anadolu’nun her yanına yapmayı düşünüyordu. Ancak bu projesini yaygınlaştırmaya ömrü yetmeyecekti.

Sonuç: Sümerbank Nazilli Basma Fabrikasının Kapanışı ve Kapanışa Temel Oluşturan Unsurların başında Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 14.11.2000’de, 2000/83 no’lu kararı ile Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası Aydın’daki Adnan Menderes Üniversitesi’ne devri öngörülür. Bu öngörülen karala 0.04.2002’den önce şalterleri indirilerek fabrika üretim dışı bırakılır. Bir yıl sonra 31.07.2003’te de yani Nazilli’ye kurup, kendi elleri ile açılışını yaptığı, ülkeye teslim ettiği fabrika 66 yıllık hizmetinden sonra bazı güçler tarafından sonlandırılarak Adanan Menderes Üniversitesine devri gerçekleştirilmiştir. O güne kadar ülkenin 100 işletmesi arasında yerini alan bir fabrikaydı. Kapanışına zemin hazırlamak için siyasi birçok entrikaların döndüğü nedenler sorgulanmadan kalmamalıydı.

Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası bir tekstil kombinası olarak Atatürk tarafından 9 Ekim 1937 tarihinde açılmıştı. Fabrikaya kaynak olarak Rusya’dan temin edilen kredi ve teknik destekle inşa edilmişti. Ancak ekonomik hammaddesi pamuk bölgede yetişiyordu. Ülke zor koşullarda askeri zaferlerden sonra ulusal bağımsızlığını kazanmış, ekonomide de ulusal bağımsızlığın sonsuza denk yerleştirmek amacıyla ülkede üretime yönelik fabrikalar kuruluyordu. Bunlardan birisi de Nazilli tekstil fabrikasıydı. Sonunda fabrika kuruldu, ülkenin kalkınmasına 66 yıl ülkeye hizmet etti. Yerli ve yabancı birçok insana iş olanakları sağladı. 50 binden fazla insana ekmek kapısı oldu. Ürettiği basma-pazenlerle yurdu renklendirdi ta ki, 66 yıl sonra 2003’e gelene kadar.

Atatürk, ekonomiye önem vermesinin nedenleri öngörülerinden belli oluyordu ve şöyle diyordu: “Ekonomik bağımsızlık olmadıkça, ulusal bağımsızlık olmaz” Sonuç, ekonomik bağımsızlıkta güçlü olan ülkeler yıkılamazdı. Sümerbank gibi yine köklü kuruluşlardan olan Etibank bu ekonomik bağımsızlığı yükseltmek için kurmuştur.

Yararlanılan Kaynak:
Cemal Kutay, “Atatürk’ün Son Günleri”, 3. Baskı, Ekim 2005, İklim Yayıncılık” 5. Sayfa: 66
Hulusi Doğan, Yrd. Doç. Dr. Adnan Menderes Üniversitesi, Nazilli Meslek Yüksekokulu, Ege Akademik Bakış, 7 (2) 2007: 661-689
Afet İnan, “Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler”, 5. Baskıya Hazırlayan Arı İnan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 2007, ISBN: 978-9944-88-140-1. Sayfa: 230-233

Salt İktisadi Değil Sosyal Yönü de Ülkeyi Değiştirdi
Nazilli Tekstil Fabrikası kurulmasıyla başta Anadolu kadını için adeta çok renkli, çok desenli bir basma devrimi yaşanmıştı. Anadolu köylü kadınların şalvarı, Anadolu kentli kadınların entarileri Sümerbank desen ve renkleriyle emprime basmalar üretildi yıllarca. Salt iktisat yönü değil, toplumsal, kültürel olarak ta ülkede büyük bir devrimdi.

Ülkede kurulan Sümerbank fabrikaları; işçilerine kütüphane, sinema binası, spor sahası, lojman (görevli evleri denirdi), çay bahçesi ve hastane dahil her türlü sosyal olanaklar sunan tesisler düşünülmüştür. Düşünün bir an, bugün bile adını duymamış insanlar ülkesindeyiz ama 1935 yılında üretime geçen Nazilli basma fabrikasında işçilerin kurduğu klasik müzik korosundan canlı Beethoven’den müzik dinlerdi.

Türkiye’de Bir Ulusu Giydiren Sümerbank İdi
Okullar açılır, babalar-analar koşar Sümerbank’tan keselerine uygun çocuklarını giydirmek için giysiler çantalar alırlardır. Bir zamanlar giydiğimiz, pırıl pırık ak yakalık rengarenk kundurular, çantalar bulunan kara önlükleri alınırdı. Yine Sümerbank’tan Beykoz-Sümer ayakkabılar alınır, analar, patiskaları, mutfakta kullandıkları porselenleri, babaların, dedelerin mendillerine, pazen pijamaları, çorapları Sümerbank satış mağazalarından alırlardır.

Ülkenin devlet memurları ve işçileri birçok gereksinimlerini Sümerbank’tan alırlardı çocukları. Çünkü devlete bağlı kurumlarda çalışanlara Sümerbank’tan indirimli yıllık indirimli uygulamaları vardı. Bitmedi, gelinlik çeyizlere, damatlık elbiselere varana kadar Sümerbank’tan alırlardır.

Karaoğlan’ın Bülent Ecevit’in ünlü mavi gömleği Sümerbank kumaşındandır. Mavi gömlek veya kumaş almak isteyen vatandaş, “Ecevit Mavisi” kumaş isterdi. Dünya Güzellik yarışmasına katılıp 1. Seçilen Azra Akın’ın o oldukça çok beğeni kazanan elbisesini bile Sümerbank basmasıydı. Düşünebiliyor musunuz? Bugün Recep Erdoğan’ın karısı Emine Hanım, Christian Louboutin marka 6 bin dolara ayakkabı satın alıp giydiği söylenmektedir.



Türkiye’de Dağılmış, Kitlelere Uzanmış Kolları
Kendi finans sitemini sağlayan 43 banka şubesi yanında, ülkede 500’e yakın satış mağazası, 41 fabrikası, 40 binden fazla çalışanı olan Türkiye’nin en büyük holding kuruluşlarından bir kurumdu.

Sümerbank’tan karşılaması Neo liberalizmin Türkiye resmi sponsoru Turgut Özal ile başlayıp, IMF ve Dünya Bankası ile çalışıp, “Bu kurumlar halkın sırtındaki kamburdur” diyerek Sümerbank’ı şikâyet etti. Nedeni neymiş bakın! Bu fabrikada çalışan işçisi çok para alıyormuş! “Ben zengini severim” demedi mi? Bu sözleri bile çok para alan emek işçisini hiç sevmezdi. Çok zengin iş insanlarına severdi...

Önce Sümerbank’ın bir kısmı işçi düşmanı Hayyam Garipoğlu’na, bir kısmı da şu sürekli adı geçip duran Albayraklara haraç mezat satıldı. Araya TÜMOSAN ihalesi de sokuldu. Ardından Merinos, Beykoz, Bergama ve Malatya olmak üzere diğer fabrikalarda birer birer ya satıldılar veya kapatıldılar. Sümerbank’ın Atatürk’ün bizzat kente gelerek açılışını altın anahtarla yaptığı Nazilli tekstil fabrikası 11 Ocak 2002’de kapatılıp kapısına anahtar vurularak kapatılıp bir anda kent fabrikasız kaldı...

Arkası bitmedi, 2002’de iktidar olan AKP ile yerli ve milli bütün cumhuriyet kurumları hızlanarak ya satıldı ya da kapatıldı. AKP dönemin peşkeşten sorumlu maliye bakanı Kemal Unakıtan’ın düşmanlık yaparcasına Sümerbank’ı tamamen bitirmek için “S”sini bile sileceğiz” dedi; dediği gerçekleşti maalesef, tarihten silindi. Hatta soranlara inadına, “Satıyoruz, satıyoruz bitmiyor, ne komünist ülkeymişiz” diyordu.

Atatürk'ün Son Açtığı Fabrika 9 Ekim 1937’de Nazilli Tekstil Kombinasıdır;
Çevre halkı, zamanlardır özlemini çektikleri fabrikanın, Atatürk eliyle açılacağını öğrenince, yirmi iki ayar altın anahtar yaptırmışlardı. Koskocaman anahtar…

Yanında Başvekil Celal Bayar vardı, anahtarla kapıyı “Hayırlı uğurlu olsun…” dileğiyle açtı, üzerinde bırakmadı, Celal Bayar’ın mendil cebine yerleştirdi ve: “Altın, milletin hazinesinde durur…” dedi.

Kaynak: Cemal Kutay; “Atatürk’ün Son Günleri” 3. Baskı, Ekim 2005, İklim Yayıncılık, Sayfa: 66
Mahmut Kiper, “Türkiye’nin ilk Yıllarında Sanayi Politikaları ve Sümerbank” Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Metalürji Mühendisler Odası


Bir Döneme Damga Vuran Türk Sanayinin Öncüsü Sümerbank
Cumhuriyet ilan edildikten 8 yıl sonra ülkenin ekonomik açıdan kalkınması için ivedilikle ekonomik çalışmalara başlanmıştı. Osmanlı’dan kalan dış açıkların kapatılması için yeni ekonomik atılımların gerekiyordu. İşte bu atılımlar doğrultusunda Atatürk tarafından atılan adımlar Sümerbank büyük bir proje olarak doğuyordu. 1931’de 1. Sanayi Planı yapılarak Sümerbank’ın temeli atılıyordu. Sümerbank’ın ana görevi sanayi planının uygulanması doğrultusunda, ülke 
ekonomisini ayağa kaldıracak tesislerinin kurulmasına öncülük etmesiydi.

Türkiye savaştan bitkin durumda yeni çıkmış, elde avuçta Osmanlıdan kalan dış borçtan başka bir şey yok, halk yoksulluk içinde inim inim inlemekte olduğu o zorlu günler geçirmesine rağmen yılmadan ülkeyi savaştan kurtaranlar, ekonomik zorluklardan da ülkeyi kurtarma görevini kendilerine borç bilmişlerdi. 1932’de İsmet İnönü Sovyetler Birliğinden 8,5 milyon liralık kredi alarak ilk kapsamlı yatırım olarak Sümerbank’ın temelini atmışlardır.

Hemen bu dönemde sanayiin geliştirmesi için Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlanmıştır. 1934’de uygulamaya konan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın ana hedef ve stratejisi, ülkenin yerüstü kaynaklarını değerlendirerek ithalata konu olan özellikle şeker, dokuma ve kâğıt başta olmak üzere temel gereksinim maddelerinin yurtiçinde üretilmesi, yerel veya bölgesel, tarımsal üretime ve doğal kaynaklara dayalı sınai üretim birimleri kurmaktı.

Sümerbank, Atatürk’ün; 11 Temmuz 1933’te ileri görüşüyle Cumhuriyet dönemi Türk Sanayisinin öncüsü olarak kurulur. 17 Haziran 1938’de de 3460 sayılı kanunla Kamu İktisadi Devlet Teşekkülü (KİT) haline getirilmiştir. Daha sonrası ise, Devlet Sanayi Ofisi tarafından işletilen Feshane (Defterdar) Fabrikası, Basmahane (Bakırköy) Fabrikası, Hereke Fabrikası ve Beykoz Fabrikası Sümerbank bünyesine devredilmiştir.

Sümerbank, sanayi planları ile Pamuklu Dokuma, Yünlü Dokuma, Deri ve Ayakkabı, Kimya, Toprak ve Seramik, Kâğıt ve Demir-Çelik Sanayii sektörlerindeki birçok üretim alanında faaliyete geçirerek çok önemli kalkınma görevlerini üstlenmiştir. (*)

Kalkınma Planı ve Yıllık Programları ile DPT (Devlet Planlama Teşkilatı) tarafından Sümerbank’a verilen görevler arasında, ülke genelinde gerçekleştirebileceği ülke genelinde yeni tesis kurma, bankacılık, araştırma-geliştirme, (ar-ge) pazarlama ve eğitim alanında başarıyla sürdürmüştür.

Sümerbank, kuruluşundan 2001 yılına kadarki 66 yıllık dönemde; başta Türk Silahlı Kuvvetlerine, Emniyet Genel Müdürlüğüne eğitim elbisesi, iç çamaşırı, postal, çadır, paraşüt, çarşaf, battaniye, havlu gibi bütün gereksinimlerini karşılamaktaydı. Hatta, Azerbaycan, Ürdün, Arnavutluk, Bosna Hersek gibi ülkelerin ordu ve polis teşkilatlarının gerekli ihtiyaçlarını da karşılamaktaydı. İşte bir el uzandı, zihinleri bulandırdı, siyasi alınan özelleştirme kararları ile kamu kurumu olan Sümerbank ve diğer kuruluşlara ait bu varlıklar teker teker özelleştirilerek satıldı veya kapılarına kilit vuruldu. Değerli arazileri yandaşlara peşkeş çekildi...

80′ler öncesi Rahmetli Necmettin Erbakan’ın başlattığı O meşhur “milli sanayii hamlesi” sürecinde hemen hemen ülkenin her tarafında yörenin şartlarına uygun fabrika temelleri atılıyor.

Sümerbank’ı verilen tarihi görevleri 1. Planda yer alan projelerin gerçekleştirmekti.
Bu planda yer alan projeler, dokuma, maden, selüloz, seramik ve kimya sanayileri olmak üzere beş sektörde toplanmıştır. Bunlar Sümerbank tarafından gerçekleştirilirken, sömikok, Şişecam ve kükürt sanayine ilişkin yatırımlar İş Bankası tarafından yürütülmüştür.

1934’de palan kapsamında Bakırköy Bez Fabrikası, Keçiborlu Kükürt Fabrikası ve Isparta Gülyağı Fabrikası, 1935’de Kayseri Bez Fabrikası, Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası ve Zonguldak Antrasit Fabrikası, 1936’da İzmit Kâğıt Fabrikası, 1937’de de Ereğli ve Nazilli Bez Fabrikaları işletmeye alınmıştır.

Mustafa Kemal’in Sümerbank Merinos Fabrikası açılışında söylediği gibi her fabrika milli sevinci artırmaktadır. Çünkü bu tesisler sadece üretmekle, milli ekonomiyi kalkındırmakla kalmamakta, yöreyi de baştan başa değiştirmekte, 

yenibir kimlik kazandırmaktadır.

1980’li yıllarda neo liberal zihniyetli Özal ile başlamasıyla Türkiye’nin batıdan etkilenerek ama batılı gibi olmayıp kendilerine özgü özelleştirme merakına girmesi, ülkeyi üretme çizgisinden uzaklaştırmış ve özelleştirme fikrinin ülkeye girmesine neden olmuştur.Özallı dönem, 28 Mayıs 1986 tarih ve 3291 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüslerinin Özelleştirilmesi Hakkında Kanun çerçevesinde; 11 Eylül 1987 tarih, 12184 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Sümerbank’ın özelleştirilmesine karar verilmiştir.Özelleştirme sürecinde şirket yeniden yapılandırılarak, bankacılık birimi ayrılmış, sanayi sektöründe faaliyetlerine devam eden bölümü Sümer Holding A.Ş. adını almıştır. Özelleştirme sürecinde Türkiye Yapağı ve Tiftik A.Ş., Erhaz, Sihaz, Tümosan, Turban, Türkiye Zirai Donatım Kurumu gibi pek çok kuruluşu bünyesinde eriten Sümerbank; TÜPRAŞ, Erdemir, Telekom gibi son dönemde yapılan özelleştirmeler hariç, Türkiye’nin 8 milyar dolar civarında olan toplam özelleştirme gelirinin 881 milyon dolarlık (yaklaşık %11’lik) bölümünü kendi bünyesinde yine kendi varlıklarını özelleştirerek yapmıştır.

1988'de Sümerbank Holding kuruldu. Holdingin bankacılık birimi 1993'de Yüksek Planlama Kurulu kararıyla Sümerbank adı altında yeniden yapılandırılmıştır.

24 Ekim 1995'te Garipoğlu şirketler grubuna 103,4 milyon dolara satılarak özelleştirilmiştir. Hayyam Garipoğlu'nun Malki cinayeti ve TÜRKBANK skandalına adının karışması, Sümerbank'ın elinden alınmasına neden olmuştur. Sümerbank 21 Aralık 1999'da TMSF'ye devredilmiş, ardından 9 Ağustos 2001 tarihinde OYAK Grubuna satılmıştır. OYAKBANK A.Ş.’ye 11 Ocak 2002 tarihinde tescil edilmiştir.

Sümerbank’ın özelleştirilmesi Türkiye için hem maddi hem de manevi anlamda büyük bir kayıptır; halka yapılan en büyük hıyanetti. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren milli kimliğimizi oluşturan bu eserler, ilk etapta özelleştirilmiş, daha sonra da birçoğu yabancı firmalara satılmıştır.

(*) Murat Koraltürk tarafından yazılan “Sümerbank AŞ.” Tarafından çıkartılan, “Türkiye Ekonomisinde Bir Öncü” Sümerbank’ kitabına göre.
Kaynakça: Ali İhsan Toraman “Türkiye’yi ve Sümerbank’ı Çok Seviyorum”
Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Afet İnan, 5. Baskıya Hazırlayan Arı İnan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 200
7, ISBN: 978-9944-88-140-1. Sayfa: 230-233

9 Mayıs 2022 Pazartesi

NESİMİ (1369-1417) (?)

 NESİMİ SEYYİD İMAMEDDİN               (1369-1417 (?)

Nesimi, 14. Yüzyılın sonları ile 15. Yüzyılın başları yaşamış olduğu biliniyor...Seyyid İmadeddin Nesimi olarak bilinen ozan, 1369-1417 yılları arasında günümüzdeki İran, Anadolu ve Azerbaycan topraklarında yaşamıştır. Hurufilik tarikatından olup Alevi-Bektaşilerce “yedi ulu ozandan biri” olarak kabul edilmektedir. Ayrıca Azerbaycan halkı içerisinde de oldukça saygın bir ozan olarak bilinmekte ve günümüzde adı Azerbaycan’da dilbilim çalışmalarının en önemli merkezlerinden olan “Nesimi Dilcilik Enstitüsü” yaşatılmaktadır. Genellikle tasavvuf ve özellikle de Hurufilik üzerine deyişler yazan Nesimi’nin, inancı doğrultusunda “Vahdet-i Vücut” felsefesini benimsediği bilinmektedir. Deyişlerini Türkçe, Farsça, Arapça dillerinde deyişlerini yazmıştır. Vahdeti vücut felsefesi ve Hurufilik inancını deyişlerinde işlediği görülür. Bundan dolayı da gerekçe gösterilerek derisi yüzülerek idam edilmiştir.

Gerçek adıla Ömer İmadüddin Nesimi’dir. Kökeni Türkmen olan Nesimi, (1) Bağdat doğumludur. Bir başka en güçlü kanıtsa Nesimi Tebriz doğumludur. Türkçenin ve Türk edebiyatının en güçlü ozanlarından olup, Alevi-Bektaşilerce “yedi ulu ozan” olarak kabul edilmiştir. Nesimi; Hurufiliğin ile tanımış olup, Anadolu’da varlığını sürdüren Kalenderiler toplumları arasında takdis edildiği de bir gerçektir. Hatta divanından deyişleri Kalenderi ayinlerinde okudukları görülmüştür.

Türk edebiyatı ozanlarından olan Nesimi hakkında birçok karışık söylenceler vardır ancak tam kanıt yoktur. Nesimi ile ilgili bilgiler Latifi, Aşık Çelebi, Hasan Çelebi tezkirelerinde geçen bilgilerden yararlanılmaktadır. Yine de, Nesimi’nin tam doğum tarihi ve ölüm tarihi ve gerçek adı bilinmemektedir. Hakkında birçok söylenceler bulunsa da, birbirini tutmamaktadır. Ancak bulunan kaynaklarda geçen gerçek vardır ki, Nesimi derisi yüzülerek öldürülmesidir.

Hurufilik tarikatı kurucularından, düşüncelerinden dolayı Timurilerden Miran Şah tarafından Elence kalesinde eziyet edilerek öldürülen Hurufiliği kuran Fazlullah-i Hurufi’nin en sadık müritlerinden ve damadıdır Nesimi. Bir ara Anadolu’ya, Osmanlının o zamanki merkezi olan Bursa’ya gelir. 1. Murat zamanıdır. Bursa Sünniliğin merkezi olan Bursa da aradığını bulamayarak oradan Ankara’ya gider. Ankara’da Hacı Bayram Veli vardır. Devlete sadık (2) bu Sünni şeyhinin ilgisini de görmeyince, orada Halep’e gider. Lakin umudunu bulamadığı Anadolu’nun Trakya kesiminden bir ses yükselir, Şeyh Bedrettin Simavi 1420 yılında kalkar. O sırada Şeyh Bedrettin Halep’te bulunan Nesimiyle görüşmek üzere Halep’e gitmiştir.

Nesimi'nin mistik görünümü

Sünni ulamanın durmak bilmeyen hoşgörüsüzlüğü, Nesimi’nin her davranışını, kimlerle ilişkiye geçtiğini sürekli gözlemektedir. Punduna getirip her an canını almaya fetva verecektir; kanlı eller bu kez Nesimi ye, Hallaç’a yaptığını yapacaktır. Gün gelir öyle de olur. Ulemanın takibi ve üzerine suçlamaları sonuçlanır, fetva verilir, Memluk Sultanı Melikül Müeyyed el-Mahmut-i tarafından onaylanır, Nesimi, “şeriat” adına boynu vurularak, derisi yüzülerek Halep’te öldürülür.

Türkçe ve Farsça yazılmış iki divanı bulunan Nesimi, 1973 yılında Azerbaycan’da UNESKCO tarafından 600. Doğum yılı olarak anılarak kutlanmıştır.

Nesiminin insanı öne çıkaran, insanı, Allah’ın yeryüzünde dolaşan yansıması olarak gören bir değerli ozandır. İslam toplumunda hala sürdürülen, insan ezilmesi, İslam’ın kitabı Kur’an’da insanı yüceltmesiyle ter oranda sürdürülmektedir. Anadolu’da halk ozanları, kalabalıklar için kendini her daim kurban eden ozanlar, kalabalıktan insanı öne çıkaran, yücelten yönleriyle ünlüdürler.

Nesimi, deyişlerine “insanın Kur’an’ı” diyor, İnsanı “Canlı Kur’an” olarak tanımlıyor.

Azerbaycan SSCB iken 1973'te bastırdığı posta pulu
Onun için Arap yazar Abdulfettah Kal’aci, “Lü’lüetü Azerbaycan ve Şairü’l İnsan” adlı yapıtında Nesimi için: “İnsanın Şairi” adını yakıştırıyor.

Nesimi, gizli hazine denilen o şeyin kendisi olduğunu, aslında mekânız yerde değilim, ayan beyan ortadayım diye haykırıyordu. Bu bilge kişi Azeri aksanlı âşık Nesimi idi!

O zamanlar da bu sözü söylemek, Nesimi’nin derisini yüzdürmüştü…
Başka bir Aşık yine benzer bir şey söylüyor, “Canlı, cansız bir nesneden” diyordu.
Hurufilik Tarikatı ve bu tarikata bağlı olan Nesimi’ye ve bu tarikatta göre Allah’ın zuhur ettiği yer insanın yüzüydü. Allah’ın varlığı insanın sıfatında yansımasıydı yani, insanın yüzü Allah’ın aynasıydı. Bu görüş-düşünceye göre insan sıfatı harflerle sistemleştirilip her bir organı 32 harf ile anlatılmaktaydı. Bu düşüncelerinin dönemin din alimlerinin şiddetli biçimde tepkiler korlar, Nesimi’yi “zındık” olmakla suçlamış, derisi yüzülerek öldürülmüştür.

Bunun üzerine Nesimi şu beyti söylemişti:
Zahid’a bir parmağın kessen dönüp haktan kaçar
Gör bu miskin aşığı sarpa sayarlar ağlamaz

Nesimi’i şeriata karşı diye öldürüyorlar sonra da “Şehitlik” mertebesine çıkarıyorlar. 

(3) Nesimi’nin öldürülüşü hakkında Kınalızade: “Medine-i Haleb’de fetavaya eimme-i şeriat ve tarikatle katil-i meydan-ı aşk u meveddet ve ğasil-i ma-i tahur-i şahadet olmuştur."

Çevirisi: “Halep kentinde şeriat ve tarikat imamlarının fetvasıyla aşk ve sevgi meydanını öldürülenin ve şehitliğin temiz suyla yıkamaya ermiş olmuştu” oluyor.
                                                                                  
Zahid: Dinin yasak ettiği şeylerden sakınıp buyurduklarını yerine getiren anlamına gelen Arapça sıfat.

Sarpa sayarlar: Baştan aşağı soyarlar.

Nesimi’nin bağlı olduğu Hurufilik Tarikatı Anadolu’dan Balkanlara kadar uzanan alanlarda mistik felsefi bir akım olarak 17. Yüzyıla kadar sürmüştür. Daha sonra ise Hurufilik Anadolu’da Bektaşileşerek, Bektaşiliğe zenginlik katmışlardır.

Kaynaklar:
(1) Kınalızade, “Tezkire” 2/985-987
(2) Y. N. Öztürk, Enel Hak İsyanı, Hallaç-ı Mansur” 2. Cilt 6. Baskı, s. 30
(3) Nesimi’nin öldürülüşü hakkında Kınalızade, Tezkire, 2/985-987Gölpınarlı, Abdülbâki “Türk Tasavvuf Şiiri Antolojisi” İstanbul: İnkılap Kitabevi. 1971
Gölpınarlı, Abdülbâki “Kul Himmet- Hatayi” İstanbul: Varlık Yayınevi, 1953
Saadettin Nüshet Ergün, “Bektaşi Şairleri ve Nefesleri” İstanbul: Maarif Kitap hanesi, 1944
Pertev Naili Boratav,” İzahlı Halk Şiiri Antolojisi.” İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay,2000

7 Mayıs 2022 Cumartesi

KUL NESİMİ (17. YÜZYIL OZANIMIZ)

KUL NESİMİ (17. Yüzyıl Ozanı)
17. yüzyılda Anadolu’da Osmanlı Devletinde 4. Murat döneminde yaşamış olduğu sanılıyor. Alevi-Bektaşi halk ozanı olan Kul Nesimi’nin gerçek Ali’dir.14. Yüzyılda yaşamış olan İmameddin Seyit Nesimi’den etkilendiğinden dolayı mahlasını “Kul Nesimi” olarak kullanmış olduğu bilinmektedir. Ayrıca başta Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre, Şah İsmail, Pir Sultan Abdal’dan iyice etkilenmiş olup hem hece hem aruz vezinlerinde deyişler yazmıştır. Kul Nesimi’nin, “Vahdet-i Vücut” anlayışına sahip olduğunu deyişlerinden anlaşıldığı kadarı ile de
 düzgün bir hece ölçüsünde kullanmasını bilen ve iyi bir eğitim görmüş olduğunu kanıtlar. Kul Nesimi Bazen aruz da iyi bir biçimde başarıyla kullandığı, en çok ise hece ölçüsünde deyişlerini söylemiştir.

Cahit Öztelli, Tekke ozanı olan Kul Nesimi’nin yüzden fazla deyişini derleyip bir araya getirerek 17. Yüzyıl ozanı olarak adına bir kitap yayımlamıştır. Ozan Kul Nesimi adının mahlasında kullandığı “Kul Nesimi” İmameddin Nesimi’den başka bir Nesimi olduğunu bu yapıtı sayesinde anlaşılmıştır. Ancak ozan, adı geçen kitapta 100’ün üzerinde yer alan deyişlerinde yalnızca ikisinde “Kul Nesimi” mahlasını kullanmış, diğer deyişlerinde ise “Seyit Nesim”, “Can Nesimi”, “Nesimi” gibi mahlaslar kullanmıştır.

Ancak deneyimli olan Cahit Öztelli, ozanın adının benzerliğinden dolayı yukarıda söz edilen “İmadeddin Nesimi” ile karıştırılmaması için kitabının adını Kul Nesimi olarak kullanmıştır.

Bir örnek: “Ben Melamet Hırkasını” veya “Kime Ne” sözleri ile bilinen ve daha sonra sanatçılar tarafından bestelenen deyişler daha çok karıştırılarak, 17. Yüzyılda yaşamış olan Kul Nesimi’ye değil de 14. Yüzyılda yaşamış İmameddin Nesimiye atfedilmektedir.

14. Yüzyılda Bağdat'ta doğmuş, 1404’te Halep'te derisi yüzülerek öldürülmüş ünlü tasavvuf ozanı Azerbaycanlı İmameddin Seyit Nesim ile 17. Yüzyılda yaşadığı sanılan Kul Nesimi karıştırıyorlar. Kul Nesiminin gerçek adı Ali olup yaşamı konusunda derin bir bilgi yok. Cahit Öztelli'nin yaptığı araştırmaya göre: “17. Yüzyılın ünlü Bektaşi ve Hurufî şairidir. Soyu 14. yüzyılın ünlü şairlerinden ve Yunus Emre izleyicilerinden Sait Emre'ye dayanır, İran Safavi şahlarının Anadolu üzerindeki egemenliğini sağlamak yolunda sürdürülen siyasal çabalara katılmış, bu yüzden Alioğlu ve Dedemoğlu ile birlikte kovuşturmalara uğramıştır. Sonunun nasıl bittiğini gösterecek belge yoktur." Diye yazar.

17. Yüzyılda yaşamış olan, Kul Nesimi'nin doğum yeri ve yılı bilinmediği gibi, ölüm yeri ve yılı da bilinmiyor. Ancak deyişlerinde M.S.1668'de sağ olduğu, Bektaşiliğe bağlı olduğu, iyi bir öğrenim gördüğü, tekke edebiyatının önde gelenlerinden olup tasavvuf ve din konularda bilgeliğe sahip olduğu anlaşılmaktadır. 

Kul Nesimi, deyişlerini hem hece hem de aruzla yazmıştır. İki ölçüyü de beceriyle kullandığı, inancıyla sanatını eksiksiz yan yana götürdüğü görülmektedir. Daha çok tasavvufi inancını yansıtan dini eğilimli lirik deyişler yazmış, ancak aşk konusuna da arada bir değindiğini deyişlerinde yansıtmakta olduğunu görürüz.

Cahit Öztelli'nin yaptığı son araştırmaya göre, "17. yüzyılın ünlü Bektaşî ve Hurufî ozanıdır. Soyu 14. yüzyılın ünlü şairlerinden ve Yunus Emre izleyicilerinden Sait Emre'ye dayanır, İran Safavi şahlarının Anadolu üzerindeki egemenliğini sağlamak yolunda sürdürülen siyasal çabalara katılmış, bu yüzden Alioğlu ve Dedemoğlu ile birlikte kovuşturmalara uğramıştır. Sonunun nasıl bittiğini gösterecek belge yoktur." Diye açıklar.

Kul Nesimi'nin doğum yeri ve yılı gibi ölüm yeri ve yılı da bilinmiyor. Ancak deyişlerinde 1668'de sağ olduğu, Bektaşiliğe bağlandığı, sağlam bir öğrenim gördüğü, tasavvuf ve din konularını iyi bildiği anlaşılıyor. Aşağıdaki dizelerden de anlaşıldığı gibi, Bektaşi olduğuna dair bir kanıttır:

Meşrebidir herkese yâran dur Bektaşiler
Kimse bilmez sırlarını seyran olur Bektaşiler
Biz tarik-ı Bektaşi’yiz zikrederiz Hakkı biz

Kul Nesimi'nin iki ölçüde beceriyle kullandığı hem hece hem de aruzla deyişleri vardır. Dahi, inancıyla sanatını yan yana yürüttüğü görülmüştür. Aşk konusuna da değinmekle birlikte, Kul Nesimi, daha çok din ve tasavvuf inancını yansıtan lirik nefesleriyle ün kazanmıştır. Bunlardan bazıları bestelenmiştir. Kul Nesimi'nin deyişlerinden birkaçı, 
Cahit Öztelli'nin şu kitabında bir araya getirilmiştir: Kul Nesimi (1969).

Ben yitirdim ben ararım yar benimdir kime ne
Gâh giderim öz bağıma gül dererim kime ne
Gâh giderim medreseye ders okurum hak için
Gâh giderim meyhaneye dem çekerim kime ne

Sofular haram demişler, bu aşkın şarabına
Ben doldurur ben içerim, günah benim kime ne
Ben melâmet hırkasını, kendim giydim eğnime
Ar ü namus şişesini, taşa çaldım kime ne

Sofular secde ederler, mescidin mihrabına
Yar eşiği secde gahım, yüz sürerim kime ne
Gâh çıkarım gökyüzüne, kaftan kafa
Gâh inerim yeryüzüne, yar severim kime ne

Nesimi’ye sormuşlar yârin ile hoş musun?
Hoş olayım olmayayım o yar benim kime ne
An Haydar, Haydar o yar benim kine ne

****
Kul Nesimi sen seni mana bilir söylersin
Biz bir deriz geçeriz bir ummana benzemez
Hah çıkarım gökyüzüne silkemem hiç âlemi
Gâh inerim yeryüzüne silkemez âlem beni

Yaptığımız Kâbe’dir yıktığımız kilise
Şu bizim seyranımız bir seyrana benzemez
Abdestimiz katlanmak, namazımız sabretmek
Biz bir oruç tutarız, Ramazan’a benzemez

Kitabımızda kıl var, dağlar kadar görünmez
Biz bir ayet okuruz bir Kur’an’a benzemez
Kul Nesimi sen seni mana biter söylersin
Biz bir deniz geçeriz bir ummana benzemez

Kelb rakip haram diyormuş şarabın bir katresine
Saki doldur ben içerim günah benim kime ne.

Nesimi’den
Har içinde biten gonca güle minnet eylemem
Arabi, Farisiyi bilmem, dile minnet eylemem
Sırat-ı Mustakim üzere gözetirim Rahimi
İblisin talim ettiği yola minnet eyleme

Bir acayip derde düştüm herkes gider karına
Bugün buldum bugün yerim, Hak kerimdir yarına
Zerrece tamahım yoktur şu dünya varına
Rızkımı veren Huda’dır kula minnet eylemem

Ey Nesimi Can Nesimi ol gani mihman iken
Yarın şefaatlerim Ahmet-i Muhtar iken
Cümlelerin rızkını veren ol gani serdar iken
Yeryüzünün halifesi hünkâra minnet eylemem

Canım Erenlere Kurban
Canım erenlere kurban, Serim meydanda meydan da
İkrarım ezelden kadim, Canım meydanda meydan da

Yanarım yoktur dumanım, Gönlümde yoktur gümanım
Al malım bağışla canım, Varım meydanda meydan da

Kellem koltuğuma aldım, Kan ettim kapına geldim
Ettiğime pişman oldum, Darım meydanda meydan da

Münkir rakipten kaçın, Müminim hülle don biçin
Ben bülbülüm bir gül için, Zarım meydanda meydanda

Gerçek olan olur gani, Gani olan olur veli
Nesimi’yem yüzün beni, Derim meydanda meydanda

Sorma Mezhebimi

Sorma be birader mezhebimizi
Biz mezhep bilmeyiz yolumuz vardır
Çağırma meclis-i riyaya bizi
Biz şerbet bilmeyiz dolumuz vardır

Biz müftü bilmeyiz fetva bilmeyiz
Kıl ü kal bilmeyiz iftar bilmeyiz
Hakikat bağında hata bilmeyiz
Şah-ı Merdan gibi ulumuz vardır

Şahin Bakışlı

Uykudan uyanmış şahin bakışlım
Dedim sarhoş musun söyledi yok yok
Ak ellerin elvan elvan kınalım
Dedim bayram mıdır söyledi yok yok

Dedim ne gülersin dedi nazımdır
Dedim kaşın mıdır dedi gözümdür
Dedim ay mı doğdu dedi yüzümdür
Dedim ver öpeyim söyledi yok yok

Dedim aydınlık var dedi aynımda
Dedim günahım çok dedi boynumda
Dedim mehtab nedir dedi koynumda
Dedim ki göreyim söyledi yok yok

Dedim vatanın mı dedi ilimdir
Dedim bülbül müdür dedi dilimdir
Dedim Nesimi Şah dedi kulumdur
Dedim satar mısın söyledi yok yok

Kaynaklar:
Cahit Öztelli, “Pir Sultan’ın Dostları”, İstanbul, 1984,
Cahit Öztelli'nin "Kul Nesimi" 1969.
Saadettin Nüshet Ergün, “Bektaşi Şairleri ve Nefesleri” İstanbul: Maarif Kitap hanesi, 1944
Asım Bezirci, “Türk Halk Şiiri” İstanbul: Say Yay, 1993
Pertev Naili Boratav,” İzahlı Halk Şiiri Antolojisi.” İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay,2000






KUL HİMMET


KUL HİMMET
Kul Himmet hakkında, yakın zamanlara kadar üzerinde pek araştırma yapılmamıştır. Bundan dolayıdır ki, deyişlerinde mahlası “Kul Himmet Üstadım” olarak birde "Kul Himmet" mahlalı olan iki ayrı ozan oldukları ortaya çıkartılmıştır. Bu ozanları tek kişi sanmışlar ve bütün deyişleri de Kul Himmet’in sanılmıştır. Bu ozanlardan "Kul Himmet Üstadım" mahlalı, Divriği’nin Örencik köyünden Aşık İbrahim’dir, Kul Himmet ise Tokat’ın Almus ilçesinin Görümlü köyünde doğduğu ve doğduğu yerde öldüğü bilinmektedir.

Kul Himmet Üstadım mahlalı ozan, diğer taraftan Sefil Kul Himmet, Öksüz Kul Himmet ve Geda Kul Himmet mahlaslı deyişlerinin varlığı, sorunu daha da karışık duruma getirmektedir.

Kul Himmet ve Kul Himmet Üstadım konusunda bugüne kadar en önemli çalışma, Türk folklorunun önde gelen isimlerinden İbrahim Aslanoğlu tarafından gerçekleştirilmiştir. Aslanoğlu, her iki çalışmasında şiirleri mahlaslarına göre ayırmış, gerek şiirlerinden gerekse tarihi vesika ve derlemelere dayanarak bu isimler hakkında yorum ve değerlendirmeler yapmıştır.

Kaynaklara göre Kul Himmet, 16. ve 17. yüzyıllarda yaşamış olup, mezarı, doğduğu yer Tokat’ın Almus ilçesinin Görümlü köyünde doğduğu ve doğduğu yerde öldüğü, kendi adını taşıyan türbesi Tokat’ın Almut ilçesinin Varzıl (Görümlü) köyünde bulunmaktadır. Köylüleri onu, Bektaşi tarikatının Erdebil Tekkesine bağlı Safeviye koluna bağlarlar. Kul Himmet’in deyişlerinden anlaşıldığı kadarıyla, Şah İsmail’in oğlu Şah Tahmasb (ö.1576) döneminde yazılan “Menakıbü’l-Esrar Behçetü’l- Ahvar” adlı yapıtta rastlandığına göre 16. yüzyılda yaşamış olması gerekir. Ayrıca Kul Himmet’in Pir Sultan’ın müritlerinden biri olduğu sanılıyor. Pir Sultan Abdal’ın 1560'ta asılmasından sonra uzun süre kaçak yaşayıp köyünde vefat ettiği, Söylenceye göre Kul Himmet, inancından dolayı çileli bir yaşamı geçirmiş, zindana atılmıştır. Ancak ölümü ve nasıl öldüğüne dair kesin bir bilgi yok ama, uzun süre kaçak yaşayıp köyünde öldüğü söylenmektedir.

İbrahim Aslanoğlu’nun, Kul Himmet hakkında araştırmalar yapar. Araştırmalarına göre Kul Himmet’e ait 143 deyişini bulmuş ve kitabına işlemiştir. Aslanoğlu, kitabında önceki yayınlardaki ve yirmiden fazla cönkteki Kul himmet mahlaslı taşıyan deyişlerle bu sayıya ulaşmıştır. Deyişlerin ölçülerine göre dağılımını 7 heceli 1, 8 heceli 26, 11 heceli 104 ve aruz vezni ile 7. Kul Himmet’in ilk kez 36 deyişi yayımlanmış ve Cahit Öztelli tarafından bu sayı 87’ye ulaştırılmıştır. Aslanoğlu tarafından 143 sayıya ulaşmıştır. 13 deyiş daha eklenerek bu sayı 156’ya çıkmıştır. Deyişlerin nerdeyse tamamına baktığımızda Bektaşi ve Alevi inancıyla iç içedir.

****
Divane gönlümüz geçmez güzelden
Mihrin yer eyledi tenden ya Ali
Arzumanım sensin ezel ezelden
Gitmez muhabbetin benden ya Ali

Canü dilden sevenlerin cansın
Âşıklara methetmenin şanısın
Kusura kalmayan mürvet kanısın
Geçersin günahtan kandan ya Ali

Müşkülünü halledersin dostuna
Çağırınca erişirsin düşküne
Kerbelada yatan imam aşkına
Şefaat umarız senden ya Ali

Nice yüz bin yıllar Kandilde durdun
Atanın belinden madere geldin
Anın için halkı gümana saldın
Bin bir dondan baş gösterdin ya Ali

Tarikat içinde şemsü kamerin
Hakikat içinde zatı kemalin
İstemem Cenneti göster cemalin
Kul Himmet göçmezden bundan ya Ali

****
Dünya ile bir pazarlık eyledim
Ne virane ne harabe ne şendir
Seyrettim de bir dükkâna uğradım
Ne çarşıdır ne bedesten ne hardır

Sırr-ı surullahtır âleme inen
Dedim harfim manasını duyana
Çiçeğe uğradım kokusu bana
Ne bağdadır ne bağbandır ne güldür

Bir makam seyrettim ya kim gelecek
İkrarsızlar kıyamete kalacak
Bir gerçek harfim var mana alacak
Ne mezheptir ne imandır ne dindir

Yedi iklim çar köşe kilidi birdir
Ana akıl ermez bir gizli sırdır
Sorarsan dünya ana misaldir
Ne ağızdır ne burundur ne dildir

Kitabın kalbinde olur mu ilan
Ümmet-i billah da Ali’ye ayan
Doluyu bu demde elime sunan
Ne âdemdir ne insandır ne kuldur

Kul Himmet’im bu manadan al imdi
Alamazsın bir gerçeğe sor imdi
Senede bir kere doğdu dolandı
Ne ülkerdir ne yıldızdır ne gündür

****
Bir zaman turapta yattım
Türlü çiçeklerden bittim
Arı ile çok bal yaptım
Ballarım Ali çağırır

Bulut oldum göğe ağdım
Yağmur olup yere yağdım
Coşkun coşkun ben kaynadım
Sellerim Ali çağırır

Bu haneye mihman gelmişim
Kâh ağlayıp kâh gülmüşüm
Bahr-i ummana dalmışım
Göllerim Ali çağırır

Kul Himmet’im aşka düştü
Aşk deryası boydan aştı
Virdiğimiz Ali’ye düştü
Dillerim Ali çağırır

Cahit Öztelli, “Bektaşi Gülleri” ve “Pir Sultan’ın Dostları” adlı yapıtlarından aşağıdaki deyişler aktarılmıştır.

Hak nasip eylese dergâha varsam
Bir dem divanında dursam ya Ali
Eğilsem dizine niyaz eylesem
Yüzüm tabanına sürsem ya Ali

Yüzüm tabanına sürdüğüm zaman
Kalmadı gönlümde zerrece güman
Ali’m Zülfikar’ın çektiğin zaman
Önünde Kanber’in olsam ya Ali

Çeksen Zülfikar’ın beni öldürsen
Her dem ağlatırsın, bir dem güldürsen
Kanber gibi hizmetine yeldirsen
Elim eteğinden kesmem ya Ali

Hiç kesmenem eteğinden elimi
Hak katında kabul ettiğim ölümü
Doğru süren evliyanın yolunu
Ol mümin kulların görsem ya Ali

Mümin olan zehresinden bellidir
Hak söyleyip nefesinden bellidir
Evliyalar yolu sabah gülüdür
Deste deste gülün dersem ya Ali

Mümin olan, Müslümanı getirsin
Getirsin de Hak cemine yetirsin
Diz-be-diz gelip te bile otursun
Doyunca yüzüne baksam ya Ali

Kul Himmet’im hizmet eyle pirine
Gül’inen Muhammed Ali yoluna
Dilerim dergâha, girem gönlüne
Yarın fırsat elden gider ya Ali

Farklı çeşitler olarak Cahit Öztelli tarafından aktarılan hâli:

Sabahın seher vaktinde
Ali’yi gördüm Ali’yi
Eğildim niyaz eyledim
Ali’yi gördüm Ali’yi

Kaşı kirpik deste deste
Armağan sunar dostuna
Muhammed ile miraçta
Ali’yi gördüm Ali’yi

Aslanı gördüm meşede
Kırk mum yanar bir şişede**
Yedi iklim çar köşede
Ali’yi gördüm Ali’yi

Arslanı gördüm çağında
Açılmış cennet bağında
Musa ile Tur Dağı’nda
Ali’yi gördüm Ali’yi

Cennet kapısında duran
Hayber’in kilidin kıran
Kafire Zülfikar çalan
Ali’yi gördüm Ali’yi

Çişkin dağlar başı çişkin
Kul Himmet’im oldu küskün
Cümle yerden, erden üstün
Ali’yi gördüm Ali’yi

KAYNAKÇA:
Cahit Öztelli, “Pir Sultan’ın Dostları”, İstanbul, 1984,
Gölpınarlı, Abdülbâki “Türk Tasavvuf Şiiri Antolojisi” İstanbul: İnkılap Kitabevi. 1971
Gölpınarlı, Abdülbâki “Kul Himmet- Hatayi” İstanbul: Varlık Yayınevi, 1953
Saadettin Nüshet Ergün, “Bektaşi Şairleri ve Nefesleri” İstanbul: Maarif Kitap hanesi, 1944
Pertev Naili Boratav,” İzahlı Halk Şiiri Antolojisi.” İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay,2000
Erdal Alova, “Türk Halk Edebiyatı Antolojisi”. İstanbul: Alfa Yay,2002
Asım Bezirci, “Türk Halk Şiiri” İstanbul: Say Yay, 1993 Şükr
ü Elçin, Halk Edebiyatına Giriş Ankara: Kültür Bakanlığı Yay, 1986

6 Mayıs 2022 Cuma

BABEK, HURUFİLİK ve HALLACI MANSUR

BABEK, HURUFİLİK ve HALLACI MANSUR

Fazlullah’ı etkileyen Babek,’in (El Hürrem) 9. yüzyılda yaşadığı bölge olarak bilinen, yerin adı “Odlar Yurdu” (Sönmeyen Ateşin Ülkesi) Azerbaycan’dır. Harflerden dinsel anlam çıkarma (harfçilik) ve harflerden “insan siması” oluşturma tarikatın kökeni Hurufilik, 9. yüzyılda yaşayan “Babek-i düşüncesi” bir tür ilkel komüncülük olan Babek’in düşünceleri Abbasi Halifesi tarafından “dine aykırıdır” diye parçalanılarak öldürülür. Böylece, “El Hürrem harekâtı” Fazlullah Hurufi içinde cila olarak gelişir. Fazlullah, Babek’ten sonra 10. yüzyılda yaşamış Hallacı Mansur’dan da etkilenmiştir...

Hurufiliğe göre harfler, insan yüzü şeklinde görünür. Örneğin: “ye” harfi çene “ayin” ağız “lam” burun, bunlar yan yana gelip tamamlandı mı da “Ali” ortaya çıkar. Dahi günümüzde aşağıdaki yazıgrafilerden de anlaşıldığı gibi Anadolu Alevi-Bektaşilerince harflerden “insan sıfatı” yazma sanatı hep kabul görür. Ve dahi; Tanrı da kendini insan yüzünde gösterir. İnsanın yüzü “elif” burnu iki yana  “lam” gözlerde “he” harfleri verir. Böyle olunca insanın yüzünde simetrik olarak sağlı-sollu iki “Allah” yazısı çıkar. Alevi-Bektaşi cemlerinde ve evlerinde böylesi yazıgrafili resimler çok vardır...

Hallacı Mansur, Muhyettin Arabî gibi sofiler, harflerle metafizik anlamları yükleyerek sayısal değerlerle geleceğe ilişkin bilgiler araştırırlarmış. Bu akımlardan etkilenen Fazlullah Hurufi bütün bu birikimleri değerlendirip, batini yöntemler kullanarak harflerden mana çıkarma olayıyla Hurufiliği sistemleştirir...

Hurufilik öğretisinde “elifba” harfleriyle Tanrı’nın resmi çizilir. Ayetlerde kapalı anlamları ve sırları insan yüz şekillerinde harflerle yansıması vardır. Fazlullah’a göre her harf dört öğeden oluşur. Bunlar: toprak, su, ateş, hava. “İnsan özünde âlemleri toplamış küçük bir evrendir. İnsanın Tanrılaşması; yaratıcı kemalini, insanı yaratıcılıkta bulmuştur” der.

Yine Hurufiliğe göre evrenin üç dönemi var:

1- Âdemle başlayan, Muhammet’le son bulan “nübüvvet” (Peygamberlik) dönemi

2- Ali ile başlayan11. İmam Hasan Ali Askeri ile sona eren “imamet” (İmamlar) dönemi.

3- Gönderilenleri en kusursuzu ve sonuncusu Mehdi ile (Fazlullah kendini işaret ederek) Başlamış bulunan “ulûhiyet” (Tanrısallık dönemi) Hurufilik felsefesinde: “Tanrı başka yerde aranmaz. Tanrı’nın köşkü insanoğlunun gönlüdür. Ancak Tanrı orada kemalin en yüksek noktasına erişir. Bu da şahadet ıstırapları ve kendini feda ediş ile elde edilir. Buna erişmeyen insan, bilgisiz gelmiş, bilgisiz gitmiş olanıdır” der.

Hurufilik...
Bektaşiliğe damgasını vuran Hurufilik, 14. yüzyılda gerçek adı Abdurrahman olan Fazluulah Hurufi adlı biri tarafından kurulur. Fazluullah’ın kurduğu bu tarikata göre yaratıcı olan “harftir” Hurufilikte öğreti: Konuşan insan Tanrı’dır. Tanrı’nın insanda dile gelmesiyle insan “Kelam Ullah Natık” (Konuşan Tanrı) olur.   

Arapça “harf” in çoğulu olan “huraf” dan türeme olan Hurufilik, harf ve sayılardan mana çıkarma tarikatının kurucusu Fazlullah Hurufi, Tebriz’in Astarabad’da 1339-40 da doğar. 1394 de Timur’un oğlu Miranşah (Yılan Şah) tarafından “din dışı düşünceler ve küfre bulanma” suçu ile 2 Eylül 1394 de Elince Kalesinde asılarak öldürülür.

Fazlullah 9. yüzyılda yaşamış Babek’ten ve 10. yüzyılda yaşamış Hallacı Mansur’dan etkilenmiştir... Babek’in (El Hürrem) yaşadığı bölge olarak bilinen, “Sönmeyen Ateşin Ülkesi” (Odlar Yurdu) Azerbaycan’dır. Abbasi Halifesi tarafından “düşünceleri dine aykırıdır” diye parçalanılarak öldürülür Babek.


M.S.922 de Abbasi Halifelerince “küfre bulandı” diye parçalanarak öldürülen Hallacı Mansur “Tavasin” adlı yapıtında: “Bundan daha güzel olanı, öncesiz nokta hakkında konuşmaktır; kaynaktır. O; ne büyür ne küçülür, ne yok olur” der. Ve harflerden mana çıkarma temelinde Hallaç’ın “nokta” sı Hurufiliği derin etkiler: “Bütün harfler ve biçimler noktanın uzantısı, noktanın türevi olarak görüldüğünden; Tanrı’nın maddeler evreninde ilk belirlenmesinin ‘nota’ olduğuna inanılır... Elif bir noktanın uzantısıdır” der Mansur.

Ve dahi; Tanrı da kendini insan yüzünde gösterir. İnsanın yüzü “elif” burnu iki yana “lam” gözlerde “he” harfleri verir. Böyle olunca insanın yüzünde simetrik olarak sağlı-sollu iki “Allah” yazısı çıkar. Alevi-Bektaşi cemlerinde ve evlerinde böylesi yazıgrafili resimler çok vardır...

Hallacı Mansur, Muhyettin Arabî gibi sofiler, harflerle metafizik anlamları yükleyerek sayısal değerlerle geleceğe ilişkin bilgiler araştırırlarmış. Bu akımlardan etkilenen Fazlullah Hurufi bütün bu birikimleri değerlendirip, batini yöntemler kullanarak harflerden mana çıkarma olayıyla Hurufiliği sistemleştirir...

Onuncu yüz yılda yaşamış olan Hallaç-ı Mansur’ da görülen “harflerden-rakamlardan mana çıkarma” felsefesi “Kitap-al Tavasin” adlı eserinde harfler ve rakamlardan gizli anlamlar çıkarma işi; Tanrı’yı insanda görme ile yorumlanır. “Ene-l hak” (Tanrı benim) diyerek de Tanrı ile bütünlük içinde olduğunu söylemesiyle Mansur, M.S. 922 yılında Abbasi iktidarlarınca “küfre bulandı” diye parçalanarak yok edilir. Hallaç-ı Mansur’un düşünceleri bir bakıma Hurufiliğe tesir eder...

Hurufiliğin Öğretisi
Hurufilik öğretisinde “elifba” harfleriyle Tanrı’nın resmi çizilir... Ve dahi de, Ali’nin ayetlerde kapalı anlamları ve sırları insan yüz şekillerinde harflerle yansıması vardır. Fazlullah’a göre her harf dört öğeden oluşur. Bunlar: toprak, su, ateş, hava. “İnsan özünde âlemleri toplamış küçük bir evrendir. İnsanın Tanrılaşması; yaratıcı kemalini, insanı yaratıcılıkta bulmuştur” der.

Hurufilik felsefesinde: “Tanrı başka yerde aranmaz. Tanrı'nın köşkü insanoğlunun gönlüdür. Ancak Tanrı orada kemalin en yüksek noktasına erişir. Bu da şahadet ıstırapları ve kendini feda ediş ile elde edilir. Buna erişmeyen insan, bilgisiz gelmiş, bilgisiz gitmiş olanıdır” der.

Fazlullah “küfre bulanma” safsatasıyla Timur’un oğlu Miran Şah tarafından, Nahcivan yakınlarında bulunan Elince Kalesine kapatılır. “Küfre buladı” suçu ile 2 Eylül 1394 de 55 yaşında idam edilerek cesedi ayaklarından iple bağlanarak, halka ibret olsun diye sokaklarda sürünür...

Fazlullah, Elince Kalesinde hapisteyken kızı Mahdumzade ve müritlerine “vasiyetname” sinde veda ederek Şirvan’ı Kerbela’ya, kendini de İmam Hüseyin’e benzetir ve şöyle der:

Yaşamım boyunca Şirvan da tek dostum olmadı
Ben çağın Hüseyn’iyin; düşmanlarım Yezit ve Şimr
Aşure alın yazım ve Şirvan Kerbelamdır.

Hurufiliğin geliştiği alanlar daha çok Arap olmayan bölgelerdir. Hurufilik öncelikle Arap olmayan Türkler arasında, Anadolu Alevi-Bektaşiler içinde zenginleşir, Alevi-Bektaşileşir.

Hurufiliğin kurucusu Fazlullah’ın öldürülmesinden sonra şiddet, ceza ve baskılardan dolayı perişan olan müritleri İran-Tebriz bölgesinden Anadolu içlerine kaçarlar. Daha da ileriye giderek Balkanlara kadar uzanırlar. Daha çok Batı Anadolu da ve Balkanlar da Bektaşi tekkelerine sığınırlar ve oralarda kendilerini gizlerler.

Zamanla Hurufiler, sığındıkları Anadolu Alevi-Bektaşi tekkelerinde eriyerek Alevi-Bektaşileşirler. 16. yüz yılarında Otman Baba, Rafii, gibi ozanları takip eden Hayreti, Usuli, Muhiti, Muhyiddin Abdal ve Alevi-Bektaşiliğe “Yedi Ulu Ozan” olarak damgasını vuran Yemini, Balkanlarda yetişmiş birer Hurufi ve Kalenderi eğilimli ozanlardır.

Abdulbaki Gölpınarlı’ya göre: Hurufilik bir süre sonra bağımsızlığını yitirir, sonra da Alevi-Bektaşilik içinde iz bırakarak ve kısman de başka tarikatlar içinde eriyerek tarih sahnesinden silinirler.

Alevi-Bektaşiliğin içine, neredeyse her evde ve har cemde duvarlarda asılı bulunan Arap harflerinden meydana gelme insan sıfatları, kuş figürleri, aslan figürleri Alevi-Bektaşilere Hurufilerden geçme olduğu açıktır. Alevi-Bektaşiliğin içine derinlemesine nüfuz eden çeşitli pek çok heterodoksi düşünceleri hoşgörü ile özümseyerek içinde barındırması Anadolu düşüncesini meydana getirir. Bu yapısından dolayı Alevi-Bektaşi düşüncesi asla bozulmaz, aksine zenginleşir. Aşağıda adları geçen Hurufilik gelenekli ozanlara Alevi-Bektaşilerin “Yedi Ulu Ozan” tanıdıklarından üçü olan Seyit Nesimi, Virani ve Yemini gibi ozanlardır.

Yaralanılan Kaynaklar:
Yaşar Nuri Öztürk “Enel Hak İsyanı Hallac-ı Mansur” adlı yapıtı
Burhan Oğuz, “Türk Halk Düşüncesi ve Hareketlerinin İdeolojik Kökenleri” yapıtı İst 1997

Rıza Yıldırım, “Anadolu Kızılbaş Kimliğinin Kökenleri: Türkmenler (1447-1514) Bilkent Unv. 2008,
Nizamü’l-Mülk, “Siyasetname” yapıtından







İbrahim Kafesoğlu, “Türk Milli Kültürü” yapıtından.
Mazdek dini: Eski İran dinine karşı, adalet ve paylaşım isteyerek isyan etmiş bir sosyalist din felsefi eylem.

KONYA'NIN HADİM İLÇESİNDEN AŞIK ÖMER

 

ÂŞIK ÖMER (1651-1707)
Konya'nın Hadim ilçesinin Gözleve köyünde 1651’de doğmuş, İstanbul'da ölmüştür. Orduya girmiş, sınır kalelerinde bulunmuş, bazı savaşlara katılmıştır. Şiirlerinden İstanbul, Bursa, Yama, Sakız, Sinop ve Bağdat gibi yerleri dolaştığı anlaşılmaktadır. Başlangıçta divan şairlerini taklit edip Adlî mahlasını kullanmış, Ömer mahlasını daha sonra benimsemiştir.

Döneminin ve Türk saz şiirinin önde gelen isimlerindendir. Kendisinden sonra gelen âşıkları etkilemiş, şiirleri bestelenmiş, çeşitli meclislerde çalınıp okunmuştur. Âşıkane ve sufiyane mahiyetteki bazı manzumeleri ise bir tür ilahi gibi uzun zaman tekke ve zaviyelerde terennüm edilmiştir.

Asker ocağında bulunması dolayısıyla hem serhat boylarının biraz serbest ve maceralı hayatını yaşayan dile getirmiş, hem de klasik şiirin mecaz, vezin, kafiye ve edebi sanatlarını, hatta biraz da dilini kullanarak o çevrelerin havasını yansıtmıştır.

Klasik Türk edebiyatından büyük ölçüde etkilenmiş, aruz vezniyle yazdığı divanlarda divan şiirinin kalıplaşmış mazmun ve hayal dünyasına büyük ölçüde yer vermiştir. Daha sağlığında üstat kabul edildiği için kendisinden sonraki şairler arasında onun gibi yazmak bir moda haline gelmiştir.

Onun açmış olduğu Divan şiirini taklit cereyanı yüzünden saz şiirinin eski saflığı ve dili fark edilir şekilde bozulmuştur. Geriye bırakmış olduğu 2000'den fazla deyişi Türk edebiyatının en çok yazan ozanlarından biri olarak tanındı. Hece vezniyle söylediği deyişleri ise daha güzeldi.

Ey şahin bakışlı yükseğe bakma
İndirirler seni kola bir zaman
Sadık âşıkları odlara yakma
Hiç lûtfun olur mu kula bir zaman

Âşıka ettiğin başka fen gibi
Hiç görmedim kalbi âhen sen gibi
Seni aşk oduna yaka ben gibi
Açılan güllerin sola bir zaman

Bir âhu gözlüye gönül veresin
Bakmaya pâyine yüzler süresin
Ettiğin işlere pişman olasın
Herkes ettiğini bula bir zaman

Aşık Ömer eydür ey perî-resmim
Eğrilmiş hilâle döndürdün cismim
Şimdi âr edersin anmağa ismim
Hatırından çıkmaz ola bir zaman

Gönül Eğlencesi Ey Tutu Dillim


Gönül eğlencesi ey tutu dillim
Ya benim kaşları hilalim mi var
Sarhoş yürüyüşlü mestane gözlüm
Ya benim lebleri zülalim mi var

Varup hakipaye yüzüm sürmeye
Selam olsun bizen ol kaşı yaye
Adem bezirgândır dosta hevaye
Cevahir vermeden elemim mi var

Ne canın var el sözüne uyacak
Kasdeyleyüp canımıza kıyacak
Varup ol rakibe karşu koyacak
Zaifim sultanım mecalim mi var

Der ki Ömer gamdır benim üstadım
Sözün bilmezlere yoktur inadım
Güzel sever deyü çekilür adım
Ya benim bu babda vebalim mi var

Gam Yükleri İle Yükümüz Tuttuk


Gam yükleri ile yükümüz tuttuk
Hicran katarının kervanıyız biz
Feleğin ağusun aşında bulduk
Mihnet tekkesinin mihmanıyız biz

Hakikat yolunu tutmuş gideriz
Kemlik edenlere iy'lik ederiz
Hazret-i Hüda'nın emrin tutarız
Rah-ı hakikatın rehvanıyız biz

Ey Ömer aşk ile irfan yoluyuz
Serv-i tubaların servi dalıyız
Bizi sevenlerin biz de kuluyuz
Sevmiyenin şah ü hakanıyız biz


Kaynaklar: Osmanlı Müellifleri, 2, 212-213.
S. Nüzhet Ergun, Âşık Ömer: Hayatı ve Şiirleri, İstanbul 1936.
Ahmet Talat, "Çankırı Şairleri," Çankırı 1931-32, 1, 13; 2, 120
M. Fuad Köprülü, Türk Sazşâirleri, İstanbul 1940, 2, 253-314.
Naci Yengül, “Aşık Ömer’in Neşredilmemiş Şiirleri”, HBH (1939), sy. 96. TDEA, 1, 195-196.












4 Mayıs 2022 Çarşamba

OZANLARIMIZ

HALK EDEBİYATINDA OZAN GEVHERİ (ö.1737)

Yüzlerce yıl Osmanlı'da; Ermeniler “Millet-i Sadıka” (sadık millet) Kürtler için “Millet-i Asli” (asil millet) Araplar içinse; “Kavm-i Necip” (soylu kavim) denirken Kızılbaş Türkmenler için ne kadar yerici, aşağılayıcı sözler varsa söylenmiştir. Yavuz Selim akıl hocalarından İdris-i Bitlisi'den beri süregelen ve İdris-i Bitlisi'nin Yavuz Selim'e atfedilmek üzerek yazdığı "Selim Şahnane" adlı kitabında anlattıklarına bakılırsa, orada açık biçimde Osmanlı-Kürt ittifakı olmuş, bölgede taş üstünde taş, gövde üstünde baş kalmayacak kadar katliamlar yapılıyordu. Böyle olunca, bölgenin başta etnik yapısı olmak üzere mezhepsel yapısı da değiştiriliyordu. Bölgede birçok Türkmen asimile oluyor, mezhepsel olarak ta değişime uğruyordu, mezhepsel ve etnik olarak değişime karşı çıkanlarda dağları kaçıp kendilerine mesken ediniyorlardı. Ozan Gevheri bu olaylara tanık olmuş, almış eline sazı, halkı dağlara çağırıyordu!

16. Yüzyıl başından itibaren Anadolu’da oldukça büyük Türkmen-Kızılbaş katliamı oluyordu. Birçok Türkmen'de katliamlardan kurtulmak için, kendilerinin "Kürt" oldularını söyleyerek, zamanla Kürtleştikleri görülür, ancak itikadlarını gizlemek zorunda kalıyorlardı. Sonuç, “Celali İsyanları”, "Sah Kulu İsyanları" Türkmenlerin hakir görülmesi sonucu doğmuştur. Rum’u, Ermeni'si, Arap'ı hatta doğuda Kürt ağalara imtiyazlar verilerek, yoksul zavallı "maraba" kürtler bile ezilmesinde Kürt aşiret liderleri bu yoksul Kürtleri toplayıp işbirliği yaptıkları Osmanlı ile büyük kıyımlar yapmışlar ve bu aşiret ağaları türlü imtiyazlara sahip olumuşlar, yoksul Kürtler ise maraba olarak kalmışlar. Anadolu’da en kötü koşullarda yaşamaya çalışan Türkmenler ise, devşirme Osmanlı vergi toplayıcı memurları vergi toplamak için Türkmen köylerine baskınlar yaparak, ellerinden buğdaylarını, arpalarını yarı yarıya el atarak daha harmanda iken ellerinden alıyorlardı. Zaten kıt kanaat geçinen Türkmen köylüler iktisadi durumlarından dolayı isyan eder oldular. Aşağıdaki öz kimliğinde belirtilen Ozan Gevheri’ye bir bakalım:

Ozan Gevheri halkı dağlara çağırıyor: “Dağlara Gele Dağlara” Diyordu
Grup Yorumun seslendirdiği bu bir tür isyan türküsüdür. Bu Türkünün söyleniş amacı, Osmanlı-Kürt Ağalarının ittifakı sonucu yapılan katliamdan kaçıp kervan geçmez dağlarda sığınan, dağları kendilerine mesken edinmek zorunda kalanların haklı haykırışlarıydı. “Dağlara gel, Dağlara” deyişini Cevheri, Kızılbaş Türkmenlere söylendiği; Kızılbaş Türkmen Alevilerine ait olan bu deyişi, amacından çok faklı yerlere çekerek, bugün ayrılıkçı Kürtler bu sözleri kendi siyasi amaçları için çarpıtarak kullandıklarını biliyor muydunuz? Yani geçmişte Şafi Kürt ve Osmanlı ittifakının zulmüne karşı kendilerine kervan geçmez dağları mesken tutan Kızılbaş Türkmenlerin sözleriydi. İşte bu deyişin öz sahibi Türkmen olan 17. Yüzyılda yaşamı Piri Ozan Gevheri şöyle sesleniyordu:

Başına bir hal gelirse
Dağlara gel dağlara gel
Seni saklar vermez ele
Dağlara gel dağlara gel

Bu canım aşka düşeli
Aşk odu ile pişeli
Yeşil dağlar benefşeli
Dağlara gel dağlara gel

Rakibe miktarın bildir
Yanına civanlar uydur
Zamane dostundan yeğdir
Dağlara gel dağlara gel

Gevheri düşmüş dillere
Diyar-ı gurbet illere
Billahi vermem ellere
Dağlara gel dağlara gel

Ozan Gevhari’nin hayatı hakkında elimizde pek fazla bilgi yoktur. Ama onun aruz ve hece ölçülü deyişler yazan bir Türk ozanı olduğunu biliyoruz.

17. yüzyılın ortalarında doğduğu, saz şairleri onu Kırımlı sayarlar. Önceler gerçek adının “Mustafa” olduğu sanılırken, sonradan bir şiirindeki, “Bir kemter kulundur Garip Mehmet” deyişinde adının Mustafa değil de Mehmet olduğu ileri sürülmüştür. (*) Onun aruz ile yazdığı deyişlerindeki söyleyişi de bunun bir başka delili olmaktadır. Ölümü ise 1715 yılından sonra ölen ozan Bahri Paşa’nın divan kâtipliğini yaptığı iddiaları da vardır. Ayrıca Hikmet Dizdaroğlu’nun bulduğu bir şirindeki, “sene bin yüz elli yazıldı tarih” dizisinden 1750’de yaşamakta olduğu anlaşılmaktadır. Bu farklı görüşler vardır. Bu sonuca göre 17. Yüzyılın ilk yarısının sonuna doğru 3. Ahmet dönemine (1703-1730) denk geldiği bir döneme denk gelmektedir. Dahi, İstanbul, Bursa’daki divan kâtipliği yaptığı dahi, Osmanlının diğer başka yerlerinde de bu görevi sürdüğü bilinir.

Şiirlerinden anlaşıldığı kadarıyla yurt içinde çok gezdiği, Şam, Arabistan ve Rumeli’de bulunduğu anlaşılmaktadır. Köy ve kasaba şairlerinden farklı olarak az veya çok bir tahsili olduğu bilinmektedir. İstanbul’da bulunduğu sıralarda padişahı ziyarete gelir (!)

M. Fuat Köprülü anlatımına göre, Kırım Hanı Selim Giray ile dostluk kurmuş ve ona yazıp sunduğu deyişinden do­layı şairin Kırımlı olduğunu söylerken, Şükrü Elçin ve Saim Sakaoğlu ise İstanbullu olması İhtimalinin daha kuvvetli olduğunu söylerler. Bir ara divan şiirine merak sarmış ve o zümre ozanlarının dil, üslup ve manzumelerinden yaralanarak birçok şiirler yazmıştır. (**)

Doğumu gibi ölümü de pek açıklık kazanmayan Gevherinin, ölümü hakkında,
M, Fuat Köprülü, ozanın hayatının son yıllarına doğru yazdığı tahmin edilen bir koşmasında geçen, “Bin yüz yirmi yedi üstüne tarih” mısrasından hareketle bu tarihten (1715) kısa bir süre sonra öldü­ğünü belirtmektedir.

Aynı manzumeye başka bir cönkte rastlayan Hikmet Dizdaroğlu ise man­zumenin son dörtlüğünde yer alan, “Sene bin yüz elli yazılı tarih mısrasına da­yanarak şairin bu tarihten (1737) sonra öldüğünü kabul etmenin daha uygun olacağını söyler...

Şükrü Elçin, bazı seyişlerinde geçen Hacı Bektaş adını, onun Hacı Bektaş Veli’ye bağlılığından bir Bektaşi muhibbi olmasının işareti olarak kabul eder. Dahi; Hacı Bektaş adını, onun Hacı Bektaş Veli’ye intisabından çok bir Bektaşi muhibbi olmasının işareti olarak kabul eder. Onun bu görüşüne destek olan diğer hususlar yazdığı kalenderlilerdir.

Tameşvarlı İbrahim Naimeddin’in "Hadikatü’ş Şüheda" ve "Müstakimzade’nin Tuhfe-i Hattatin" adlı yapıtında adı geçmektedir. Musiki ile de ilgilenmiş olan Gevheri’nin kendi adını taşıyan bir de hava vardır. Aruz ile yazdığı deyişlerinden başta Fuzuli olmak üzere klasik ozanlarımızın etkisi görülür. Yüzyılın başlıca adlarından biri olmasında, belki de, aruz veznini hece vezni kadar başarılı bir şekilde kullanan ender şairlerden biri olmasının da rolü vardır. Sevilen saygı duyulan usta bir ozan oluşu pek az ozana nasip olan bir durum da salt onun şiirlerine yer veren bir mecmuanın bulunmuş olması, deyişleri arasında Osmanlı’nın Avusturya’ya karşı çıkılan (1663 ve 1689) seferleri için söylediği deyişleri de vardır.

Divan tarzındakiler; divanlar, müstezadlar ve birkaç semaidir. Saz şairleri türündekiler ise koşma, türkü, Türkmen-i ve tecnistir. Bunları şimdiye kadar derleyenler, Gevheri’nin deyişleri üzerinde başta M. Fuad Köprülü olmak üzere Sadettin Nüzhet Ergün ve Mehmet Halid Bayin gibi birçok derleyici çalışmış ve pek çok şi­iri ortaya çıkarılmıştır. 

Hasan Eren, bir cönkte Gevheri’nin 300 kadar şiirinin bulunduğunu söylemektedir. Gevheri hakkında en kapsamlı çalışmayı Şükrü Elçin "Gevheri Divanı, İnceleme, Metin, Dizin, Bibliyografya" adlı yapıtıyla  yapmıştır. Bu­rada şairin hayatı ve sanatı hakkında geniş bilgi verilmiş, daha önce yapılan çalışmalar da gözönünde bulundurula­rak birçok yazma mecmua ve cönk karşılaştırarak onun hece ve aruz vezniyle yazdığı 979 şiiri yayımlanmıştır. Gevheri üzerindeki en son çalışmayı ise Burhan Kaçar hazırladığı doktora teziyle gerçek­leştirmiştir.

Gevheri’nin bazı deyişlerinden başlıklar:

Bir Elâ Gözlüden Şikâyetim Var / Bizden Selam Olsun Gül Yüzlü Yâre /
Bugün Ben Bir Bağa Girdim / Bugün Ben Bir Güzel Gördüm / Bülbül Ne Yatarsın Yaz Bahar Oldu / Dağlara Gel, Dağlara / Dila Gör Bu Cihan İçre / Ey Benim Nazlı Cananım / Ey Peri Cihana Sen Gibi Dilber / Garip Turna Bizi Senden Sorana. / Hey Ağalar Bir Sevdaya Uğradım. / Hey Ağalar Zaman Azdı / Mecnun'a Dönmüşüm / Bilmem Gezdiğim / Sözün Bilmez Bazı Nadan Elinden / Şunda Bir Dilbere Gönül Düşürdüm Bulunmaz / Beyaz Göğsün Bana Karşı.

(*) tr.vikipedia.org, Gevheri
(**) Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi 14. C. "Gevheri Kim, Hayatı ve Eserleri”

Kaynakçalar:
A. B. Karasoy, Yakup; Yavuz, Orhan; Yılmaz, İbrahim (2017). “Gevherî Divanı’na Katkılar”. Selçuk Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Dergisi Güz 2017; (42):
M. Sunullah Arısoy, "Türk halk şiiri antolojisi", Bilgi Yayınevi, 1985 s. 147.

BÜYÜK İSRAİL PLANI ve KÜRESEL GÜÇ OYUNLARI KIYAMETİN HAYALİ BİR REÇETESİ Bu makale Internationalist 360 tarafından yayımlandı. Espen B. Øyul...