14 Eylül 2016 Çarşamba

NORVEÇLİ HEYKELTIRAJ GUSTAV VİGELAND (1869-1943)


GUSTAV VİGELAND ve Açık hava müzesi 
OSLO-Frogner Park’ın Yaratıcısı  

Norveçli bir değerli heykeltıraştır. 11 Nisan 1869’da, çiftçilik yapan fanatik dinci bir babanın çocuğu olarak Güney Norveç-Mandal’da doğar. Ocak 1943 yılında kalp krizi geçirir ve 12 Martta Oslo’da gözlerini dünyaya kapar. Ama her daim yaptığı eserleri adına yaptığı parkta onu ölümsüzleştirmektedir.

Vigeland’ın çocukluğu ve gençliği, babasının din baskısı altında savrularak geçer. Vigelan’ın babası öylesine dinci ve dine körü körüne bağlanmış ki, fanatik biri olarak, doğadaki her hareketin dinden geldiği paniğine kapılır, cennetin paramparça olduğunu sanır halde dine bağlı, her fırsatta dini törenlere katılırmış. Bu babanın aşırı olumsuz fanatik dinciliği Frogner Park’taki Vigeland’ın heykellerine yansır.  Yetiştiği ortamdan dolayı  “ilahi bir korku”  ile “cehennem korkusu”  Vigelan’ın hep Çocukluğu içinde var olmuştur: “Çok fazla şeytan, az İsa, çok fazla karanlık, çok az ışık”  ünlü sözüdür.

1889 dondurucu kış soğuklarında Oslo da yarı aç, yarı tok, kalacak yer sorunuyla umutsuzluk içinde kıvranırken, heykeltıraş Brynjulf Bergslien’in kapısını çalar. Ona çizimlerini gösterir. Bu çizimleri gören heykeltıraş, Bergslien Gustav’a ilgi gösterir. Devreye soktuğu Oslolu zenginlerden kaynak aktararak Gustav’a kaynak sağlar ve dahi, model-alçı kalıp dökümü ve mermer yontma ile ilgili dersler verir.

20 yaşında bir genç, terk edilmiş bir anne ile çocuğunu anlatan “Hagar ve İshmal” adlı heykeli yapar. Bu yapıtı, yıllık ulusal sergide kabul edilerek sergilenir. Dahası; babası ile duygusal kopukluğu yansıtan yapıtında etkisini gösterir. Bir ara Kraliyet Resim Okulunda öğretmenlik yapan Mathias Skeibrok’un okulunda çalışır.


1891 yılında Kopenhag’da, normal insanlar boyunda “Lanet” adlı veriden bir topluluk heykel üzerinde çalışır. O heykelde yaşlı adam, genç kadın, çocuklar ve bir köpekten oluşan heykeli yaptığında 22 yaşında başarıya ulaşır. Bu heykel çok anlamlı duygusal ilk heykeli sayılır. Heykelde anlatmaya çalıştığı tema, korkudan bir şeyden kaçtıkları, bilinçaltına yerleşmiş ailevi sorunları, beyin üstünü uyararak harekete geçirmesi sonucu olsa gerek. Bu sanat yapıtlarında her zaman çocukluğunun anlatamadığı aile yaşamının heykellerde okunuşuydu gerçek olan. Şöyle de diyebiliriz. Caz müziği ile zenci kölelerin duygularını, çektikleri cefaları söyleyemeyip, müzikle alana döktükleri gibi bir şey olsa gerek.

Gustav Vigeland 1893’de beş ay Paris’te kalır. Orada ünlü Fransız heykeltıraş Aguste Rodin’in atölyesine sıkça uğrayarak, orada ondan, heykelde insanların tutku ve duygularının nasıl yansıtıldığına dair bilgiler edinir. Dahi; Kabartma sanatında kendi “cehennemi” yapıtında hatalar bulur. Yeniden “Cehennem”i yaptı. Bu yapıtında, babasının dünyasıyla, anlattıklarıyla ilgili  “Şeytan”  varlığı, sağdan doğru cehenneme itilen, anlamsız korkunç yakarışlar bilmezlik içinde kaybolur gider.  

Anlaşılan, yaşamını bir cehennem olgusuna vurgulamak istemesi, aile düzeninin “Yargı Günü, Selamet-Cennet, Yeniden Doğuş”  tasarım düzeyinde kalırken, zamanla fanatik dinsel temalardan uzaklaşıp alkole alışan babası gibi Gustav Vigeland dinselliğini yenerek dinden uzaklaşır. Bu arada fanatik dincilikten uzaklaşan babası hala aile düzensizliği içinde 1922 yılında 19 yaşında İngerid Vilberg adlı genç bir kızla evlenir.   

Vikeland, kendine özgü yapıtlarında duygular, kadın-erkek ilişkileri, çekicilik, etkilenme, dikkat çekme gibi kadın, kadın temaları, kadın üzerine kurgular. Melankolik ve kederli duygular ve kucağındaki kadın, anne ve çocuk, yaşlılar dünyası, yeni doğan çocuk “Orfeus” ve “Eurydica” adlı heykel belirgin bir biçimde ortaya çıkar. Yeni doğmuş ve kısa süren ilk evliliğinden iki çocuğundan biri annesi ile birlikte yansıtılmıştır.    

Bir ara, o dönemde tutucu olan Norveç halkı Gustav’ın yaptıkları erotik heykellere karşı sempati duymuyorlardı. Norveçli burjuvazi Gustav’ın heykellerine para ödemiyorlardı. O nedenle geliri de yoktu. Gelir getiren o dönemde ancak dekoratif vazo, kandil, tabak gibi nesnelerdi. Bu hale isyan eden Gustav:  “Artık dayanamıyorum, insanlığıma dönmek istiyorum”  diyerek, kiliselerdeki gotik heykellerin tamirinden para kazanmaya başlıyor. Ama yüreğinde bildiği özgün sanatta atar. Beyninde geçen erotik, mitolojik, kurgular geçer. Anıt tasarımları çizer, çeşmeler tasarlar ileride hayata geçirmek için.

Gustav Vigelan’ın beyninde akıp giden bu tasarlar 20. Yüzyılda yaratıcılığın tohumlarını ürün vermesi yolunda adımlar atar. 1902’de kiliselerde yaptığı tamir işlerine son vererek, kent meydanlarının ünlü anıtlarını yapmaya başlar ve Norveç’in en ünlü heykeltıraş sanatçısı olarak ün kazanır. Daha sonra hayalindeki açık hava  heykel müzesi fikrini hayata geçirmek ister. 1915’den sonra, çağlar öncesi buzullardan oluşmuş Norveç granitini kullanmaya başlar yontularında.

Norveç’in güneyi-Mandal yaşadığı zamanlar, Mandal ve çevresinden etkilendiği 420 oyma eser yapmıştır. Gelecek için idesindeki düşlediği hayallerini gerçekleştirmek için büyük bir park düşünür. İşin ilginç tarafı, dünya da bir benzeri olmayan, düşlediği parkın bütün mimari tasarımı ve kendi eserleriyle donatmaktı. Günü gelince bu fikrini Oslo Belediye Meçlisine sunar. Hiçbir masraf almayacağını, bütün masrafların kedince karşılanacağını söyler. Böylece çok şiddetli tartışmalar sonucu, Vigelan’ın bu önerisi kabul görür ve Oslo Meclisinde kabul edilir.

Böyle bir parkın yeri için çok yerler önerilir. Bu yerlerden birisi de parlamento önündeki alan olur ama bu alanın küçük geleceğinden dolayı vazgeçilir. 1924’de yer olarak en sonunda içinden bir çay akıntısı geçen, 850 metre uzunluğunda 40 hektar alan olan Frogner Park için karar kılınır. Oslo’ya uğrayıp ta bu açık hava müzesini ziyaret etmeden dönen biri için boş yere Norveç-Oslo’ya gitmiş olur.

Bu çok zengin salt Vigeland’ın eserleri olan açık hava müzesinde 600’ü aşkın figürlerden, Norveç-granit taşı, bronz, dövme demir ve 192 heykelden oluşan bir parktır burası. Her yapıtında şaşırtıcı ayrı bir incelik önümüze çıkar. Hala sanatın içine tüküren siyaset adamları varken, bu yapıtlara imrenmek elde değildir.

Ben bu heykelleri ilk kez 1983 yılı bir kış gününde izlediğimde, görsel yaratıcılığın büyüsü içinde, hangi heykele bakarak şaşırmış halimi hatırlıyor. Büyüledi beni, defalarca bu heykelleri izlemeye gittim, her seferinde bir mana, çevremde yaşayan nesnelerdi sanki oradaki bulduğum...

Vigeland Parktaki heykeller evrenselliğe ulamış yapıtlardır. İşte bu heykelleri seyreden her tür insan mutlak birinde kendini bulur. Bu değerli parkın meydana gelmesinde tek başına caba harcayan Vigeland, ekmek parasını ve geçimini ise ona buna yaptığı ekstra heykellerle sağlamıştır…

Bu parkın adı “Frogner Park” olsa da, Gustav Vigeland’ın soyadı olan “Vigeland Park” olarak ta anılmaktadır. Vigeland rahat çalışsın diye Frogner Parkın bir kıyısında Oslo Belediyesince kendine büyük bir yer tahsis etmiştir. Belki dünyanın en büyük yontucu için çalışma alanıydı. Vigeland öldükten sonra bu yer  “Vigeland Müzesi” yapılır ve Vigeland’ın yakılmış külleri bu müzede bir kulede korunmaktadır

11 Eylül 2016 Pazar

OSMANLI'NIN TÜRKMEN SÜRGÜN YERİ RAKKA ÇÖLLERİ

Gök renkler, Türkmenleri yoğunlukta
yaşadıkları Suriye toprakları
Osmanlının Zorunlu Türkmen Sürgün Siyaseti
Osmanlı Devleti vatandaşlarıyla kavgalı olmuş, kaynaşamamış ve vatandaşına huzurlu bir ortam sağlayamamış, devlet-vatandaş ilişkileri zamanla kızgınlıklar artmış, kin ve nefrete dönüşmüştü. Osmanlı’nın yanlış Türkmen sürgünü siyaseti yüzünden Anadolu’da pek çok verimli toprakları ekecek, biçecek, işleyecek insan kalmamış, topraklar atıl duruma düşmüştü. Osmanlı ile Türkmen halklar arasında kin ve nefrete dönüşmüş kızgınlık, cumhuriyete kadar sürmüştür.

16. yüzyılda itibaren Yavuz Sultan Selim iradesinde Osmanlı idaresi altında yaşayan topraklarda Türkmen Alevi din adamların başları kopartıldı, kıyımdan geçirildi, öldürüldü, sürüldü, zulümlerin en acımasızlığı ne varsa reva görüldü. Sunni Türkmen olsun Alevi Türkmen olsun Osmanlının uygulamaya çalıştığı yerleşik sisteme geçmeleri ve daha kolay yönetim altına alınmalarına tepki koyan Anadolu konargöçer Türkmenleri zulme uğradılar. Bu nedenle Osmanlıya kırgın, kendi haline ulaşılması güç, sürüleriyle birlikte sarp dağlara çekildiler. Osmanlı devlet adamının uğramadığı dağlık alanları kendilerine yurt ettiler. Yüz yıllarca sistem dışında, hatta Alevi Türkmenler, aynı soydan olmalarına rağmen Sünni Türkmen toplumdan etkin iftira propaganda ile ayrıştırılmış halde uzun süre izole bir yaşama tutundular.

Türkmen Sürgün Yeri Rakka Neresi?
Ruha eyaleti olarak da bilinen Rakka1516 yılında Osmanlı Topraklarına katıldı. Günümüzde Suriye sınırları içinde kalan, hala günümüzde orada Anadolu'dan sürgün edilmiş Türkmenlerin yaşadığı yerdir. Osmanlı bu bölgeyi, Anadolu’da Türkmen ayaklanmaların bastırılmasında kullanılan sürgün yeri olarak kullanmıştır. Bu sürgün zulmü Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan selim ile başladı, oğlu Kanuni ile hız kazanarak 300 yıldan fazla sürdü.

Osmanlının Rakka’ya sürgün ettiği, Oğuzların Üç Ok kolundan Beydili-Boz Ulus Türkmenlerine sürgün bölgesi yapar. Günümüzde Suriye sınırları içerisinden kalan Rakka 1516 yılında Osmanlı topraklarına katıldığında Rakka, Diyarbakır, Halep eyaletleri arasında kalan bölge merkezi ile Urfa olmak üzere bölge 6 Sancaktan oluşmaktaydı. Ayrıca, Rakka Beylerbeyliği 37 zeamet ve 616 tümenden oluşuyordu. 

Osmanlı yönetimi bölge için özel iskân siyaseti uygulayarak buraya, daha çok orta Anadolu’dan Beydili ve Boz Ulus Türkmenlerini Fırat boylarına yerleştirmek ister. Osmanlı böylece başta ekonomik olmakla birlikte, inançsal, siyasal, kültürel nedenlerle yaşamlarına müdahaleye karşı koyan disiplinsiz konargöçer Türkmenlerden kurtulmak içindi Rakka sürgünleri olurlar.

Sonuç olarak, Türkmenlerin düzenlerini bozan Osmanlı iskân siyaseti büyük bir başarısızlıkla sonuçlanır. Rakka ve çevresinde yaşayan yerli Arap aşiretleri ve bazı eşkıyalığı sanat edinmişlerden iyice rahatsızlaşırlar. Bu karışık bir ortamda bölgede Türkmenler 19. Yüzyıllarında meydana gelen ayaklanmada Mısır Hidivi İbrahim Paşa’nın bölgeyi alması sonucunda, Türkmenler yöreden çekilirler. 1840 yılında bölge tekrar Osmanlı topraklarına katılır. Rakka eyaletlikten kaldırılır, Urfa, Halep’e bağlanır ve Sancak statüsü verilir. 

Göçebeciliğin Yerleşik düzene geçirilme talimatları 11 Ocak 1691 yılından itibaren çeşitli ferman, hüccet ve emirler yayımlanır. Özet olarak şöyle izah edebiliriz; Harap ve boş toprakların iskân edilerek imar ve ziraata elverişli duruma getirilmesi. Konargöçer oymakların zapdedilemez, göçebecilikten çıkartılıp yerleşik yaşama geçirilmesi, kontrol altına alınması için konargöçerlikten eker biçerliğe uyum sağlamalarının sağlanması amaçlıydı.

Lakin bir mücadele vardı. Akıncılarla, ekincileri, çoban ile sabanın mücadelesi öyle kolay halledilecek bir olay değildi. Yani, yeni bir yaşama boyun eğdirmek kendine buyruk Türkmenlere öyle kolay olmadığı pek çok deneylerde anlaşılmıştır.

Faruk Sümer’in deyimiyle, 24 Oğuz boyundan olan Begdili boyunun güzel günleri sona ermiş, acılı ve hüzünlü günleri başlamıştır. En çok Begdili boyunun, bugün Suriye sınırları içinde kalan Halep ve Rakka bölgelerine sürgün günleriyle karşılaşmışlar. Yeni İl (Mersin, İçel) de bütün obalar 3200 vergilendirilenler idiler. Pek çoğu iç kesimlere “Urum” dedikleri yerlere kaçmışlar. Beydili’nin başı Firuz Bey ise, bu fena yerlerde durulmaz” diyerek aşireti ile İran’a göçer. İran'a Anadolu'dan göçen, Erdebil ve Tebriz böklgelerine yerleşen ve orada Şiileşen Türkmenlerden olşan günümüzde 200 köy bulunmaktadır. 

Firuz Bey obasından bir şair, turna ve semah ritüelli deyiş şöyle:

Seherde avazın bağrımı deler
Durnanın kanadı köz gibi yanar
Kaldırmış kanadın yavru baş sanar
Firuz Bey Acem’e gitti durnalar

Yedi atlı ile bindik Allah emanet
Yetmiş bin evliya eylesin himmet
Yurdumu beklesin oğlum Muhammed

Çağrışı çağrışı yayladan inin
İnin ayn-Elize bir semah dönün
Beğden izin oldu koruya konun
Firuz Bey Acem’e gitti durnalar

Benden selam söyle Hazna Hatuna
Çıkarsın alları, karalar bağlasın
Küçük oğlu ile gönül eğlesin
Firuz Bey Acem’e gitti durnalar

Rakka’ya gitmeyenler “Urum” dedikleri Anadolu içlerine parçalanarak kaçarlar. Rakka’ya sürgün edilip de bir fırsatını bulupta Rakka’dan kalabalıklar halinde Anadolu'da değişik yerlere kaçanlar vardır. Ancak şiddetli biçimde takibe alınırlar. Yakalananlar geriye getirilirler. Bu iskânın icrasına yapan Kadı-Zade Hüseyin Paşa başlatmıştı. Yusuf Paşa adlı biri de tamamlamıştır. O dönemi şiirinde anlatan “Taşdemir” adlı bir ozan, Kadı Oğlu Yusuf Paşa için şöyle der:

Kadı Oğlu Yusuf Paşa gelende
Yalan dünya benim derdi Begdili
Seksen bin evle Rakka’ya iskân olanda
Tayı, Muvali’yi kırdı Begdili

(…)

TAŞDEMİR’im de söyler özünden
Methedelim Begdili’nin yazından
Ala bucak Kette’lenin düzünden
Hamed’in sancağını bastı Begdili

Alıştıkları serin, sulak, otlak yaylalardan en zor olanı Rakka çöllerinin susuz yakıcı sıcağı sürülmeleri bir yana, “Tayy ve Aneze” adlı Arap aşiretler oldukça kalabalık nüfuzlarıyla bölgelerini payşamak istemedikleri Türkmenlere dirlik, düzenlik vermezler. O dönem Türkmen ozanı Mehmet şöyle seslenir deyişinde Arap aşiretlerinin yanında olan Halep Valisi Abbas Paşa’ya:

Dağıttın Colap’ı sen Abbas Paşa
Aşiret sizde böyle zamana
Dağıttın Colap’ı sen Abbas Paşa

Haydarlı, Çelebi çıksın bu yana
Araplı, Kadirli döndü aslana
Dört çevremiz döndü kara dumana
Dağıttın Colap’ı hey Abbas Paşa

Güneşli, Ulaşlı dövüşe insin
Bayındırlı, Kazlı arkada dursun
Torunla, Şark-evli hazırlık görsün
Dağıttın Colap’ı hey Abbas Paşa

MEHMET’İM der ki, belim büküldü
Gözüm yaşı sineklere döküldü
Dağıldı aşiretim, bendim söküldü
Dağıttın Colap’ı sen Abbas Paşa
 
Yararlanılan Kaynaklar: 
Faruk Sümer, "Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişiminde Anadolu Türlerinin Rolü" TTK yayılnlarından
Ali Rıza Yalman, "Cenupta Türkmen Oymakları  1 ve 2. cilt
Fuat Köprülü, "Saz Şairleri" Akçay Yayınları
Selman  ZEBİL

7 Eylül 2016 Çarşamba

EDVARD MUNCH (1863-1944 NOEVEÇLİ RESSAM


KARŞILAŞTIRMA!
Topraktan yapılmış MÖ 3000, yani 5000 yıllık resimde gördüğünüz heykel, Türkiye-Afyon civarında bulunmuş, çığlık atan ana tanrıçadır. İkinci resim Norveçli ressam Edvard Munch'un 1893 tarihli “Çığlık” adlı tablosu ile neredeyse ayırt edilmeyecek benzerlikte.

100 yıl önce Afyonda bulunmuş bu heykeli. Edvard Munch görmüş olabilir mi? Bence hayır. Ama benzerlik aynıdır. Bir söylenceye göre de Peru’dan Paris’e getirilmiş İnka mumyasından etkilenmiş olması… Anadolu uygarlığından, Peru-İnka uygarlığına ve Edvard Munch’e insanların çığlığı aynı…






EDVARD MUNCH (1863-1944) "SKRİK" (ÇIĞLIK)
Edvard Munch, pek varlıklı olmayan bir askeri doktorun beş çocuğundan ikincisi olarak 12 Aralık 1863’de Norveç’in Aadalsbrug-Löten’de doğar ve 23 Ocak 1944’de Oslo’da ölür. Yapıtlarında daha çok korku, yaşam, aşk, ölüm, çelişkileri, kederi, mutsuzlukla ilgili ruhsal ve duygusal konuları işledi. Buna neden annesini ve kız kardeşini veremden kaybetmesi; belki de bu tatsız olayların etkisiyle içe dönük ve karamsarlık gösteren duyguları işledi.

İlk zamanlar hep mutluluğun değil de korkunun resmini yapmış Edvard Munch…
Norveçli ünlü ressamın yaptığı resme neden “Çığlık” adını verdiğidir. Bir söylenceye göre Munch, Paris’te “Müsse de L.Homme” ziyaretinde gördüğü, Peru’dan getirilmiş bir İnka Mumyasından etkilenmiş olması. “Çiğlık” resminin kaynağı, İnka mumyasından etkilenilerek mi yaptı?

Yoksa arka arkaya çizdiği, birbirine benzerlikler taşıyan  “Çığlık”  resimlerinde bile bir fark var ortaya çıkan. 1893’de, insan tüylerini diken gibi eden  “Kaygı”  ve bir başka resminde kadın ve insanlar arasında ön planda bir kişi var. Edvard’ın babası, Edvad’ın bilinçaltı  “hayaletin simgesi”  olduğu varsayımı ile yola çıkarsak, Edvard, aile içi ilişkilerde bir düzenin olmadığını gösterir bize. 

1893 yılında tamamladığı ilk “Skrik” (Çığlık) adlı tablosu, ruhsal sorunların zihne işlediği ruh hali mi açığa çıkıyor gibiydi! Bir bakıma onun gençlik yıllarına baktığımızda öyle olduğunu görüyoruz. Çünkü Edvard, daha 23 yaşındayken ruhsal sorunlar yaşıyordu. Umutsuzluk, aşırı korku, üzüntü; kendi hastalık duygusunun verdiği durumla, ölüm acısının ortaya çıkardığı bir değerli sanatçıydı.


Edvard Munch, anı defterine o zamanlar şöyle yazar: “İnsan sadece çıldırdığı zaman resim yapabilir” Ve “Çığlık” Munch’in çıldırdığı zamanda mı yaptı bilemeyiz ama Edvard
Munch’ün 1893’de çizdiği, korkan, umutsuz ve karamsar, çökük gözlü, kuru kafayı andıran bir insanın yüzüne verdiği ifadedeki mükemmelliğiyle dikkat çeken adına “Skrik” (Çığlık) dediği,  84X66 cm ölçülerindeki tablosu, ayrıca karmaşaya sürüklenen bir dünyayı çağrıştırıyordu sanki. Istıraplı varoluşçu bir dünyada olayların içinde Trabzonlara dayanmış, acı ve ıstırap çeken bir kişinin figürü çıldırma noktasında, arka fonda, göğün korkutucu kan kırmızı rengi içinde karmaşık, iç içe girmiş sert renkler. Munch’e göre çığlık atan doğadır, doğadan gelen çığlık sanki kendisi değildi veya öyle sanıyordu. Ama O, “bu karmaşa yüklü dünyanın insanları da ancak böyle olur” dercesine çığlığı resmetmiştir.

Gerçi,”Çığlığın yol alışı 1891’de "Umutsuzluk” 1892’de biraz daha geliştirerek yaptığı  “Umutsuzluk”, ilkinden biraz besili yüzlü adamdan, zayıflamış yüzlü adama dönüşür. Sonuç olarak 1893 yılında “Çığlık” adlı tablosunu tamamlar.

Tablolarında çizdiği “Skrik” (Çığlık) adını verdiği resimlerde bazı değişikliklerle renkler karmaşa içinde ama insan figürü olarak sürekli çizdiği kişi ise bir tür kuru kafayı andıran, bir yere bakan, oyuk, çökük gözlü, yaşamdan ve dünyadan nefret eder gibi bakışlı doğaya tepki veren bir insan figürüdür. Mutsuz çığlığın tepkisinden doğa öyle renklere bürünüyor ki, insanı rahatsız edici yeşil, kırmızı, sarı, göz kamaştırıcı fondaki aykırı renkler yerle gökyüzünü sanki birleştiriyor gibi dolgundu. Yani, üzerinde asıl bir şeyi başka bir şey ile benzetmeye, kıyaslayarak anlatmaya çalışılmış sanki…

Edvard Munch 1893’de, “Skrik” (Çığlık) konusundaki esin kaynağına neden olan olayı günlüğünde şöyle anlatıyordu: “İki arkadaşımla birlikte yolda yürüyordum; bu sırada güneş batmaktaydı, bir melankoli dalgasına kapıldım. Birden gökyüzü kıpkızıl bir renk aldı. Yoruldum, durup parmaklıklara yaslandım. Alev gibi gökyüzü, mavi fiyordun ve şehrin üstünde kan ve kılıç gibi sarkıyordu. Arkadaşlarım yola devam etti; ben ise büyük bir endişeyle öylece Trabzonlara yaslanmış duruyor ve doğada sonsuz bir çığlığını duyuyordum” der. Dahi O’na göre o anda gördüklerini: “Hepsini doğanın içinden yükselen bir çığlık gibi algıladım ve bunun resmini yaptım. Bulutları kan rengine boyadım, renkler çığlık atmaya başladılar”  diyordu.

İlk bakıldığında aceleci ve acemice bir üslupla yapılmış gibi görünen donuk, cılız, uçuk renklerle parlak, canlı renkler arasında anlamsız gibi görünen geçişler yaparak genelde insanoğlunun ruhsal problemlerle boğuştuğunu, kendi özelini bir bakıma yansıttığı, kendi ruh dünyasını tuvale döktüğü izlenimi veriyor insana. Yani, sürekli aynı tablonun üzerinde çalıştığı ve dört tane, aynı insanın farklı fon renkleriyle yapmış olması, doğayla bütünleşmiş hissi veren yapısı, hatta doğayı kendi estetik anlayışına göre düzenlemeye çalışan yapısı olması, iç dünyasının tuvale yansıması şaşırtıcı gelmiyor insana.

 Ayrıca, 1895’te yaptığı ve özel koleksiyoncu birinin elinde bulunan tek pastel tablosu ise 2012’de ABD’de 120 milyon dolara satılarak kısa süreliğine en pahalı sanat eseri unvanını almıştır.

Sonuçta Edvard Munch’un ilk yapıtında karanlık, ürkütücü ve huzursuzluk işlenmiş resimler yapsa da, yaşamının son yıllarına doğru karamsar duygularının yerini yaşama sevincine bırakmıştır.

Yıl 1994, Ulusal Galeri (Nasjonalgalleriet) ziyaretimde  “Çığlık”  adlı tablonun yerinden çalındığı gündü. Orijinali olan tablonun yerine kopyasını asmışlardır. Dört tane hırsız, içlerinden biri tablo hırsızlığında sabıkalı biri, galeride bir tek bekçinin olduğunu fırsat bilerek, galerinin arka penceresinden giriyorlar ve sadece 50 saniyede tabloyu yerinden alıp kaçıyorlar. Birde oraya şöyle bir not bırakıyorlar: “Böyle zayıf bir güvenlik için teşekkürler”  diyorlar. 

100 milyon dolar değeri üzerinde olan bu tablo, her ne kadar çalınmış olsa da, dünyaca tanınan bu tablonun satılamayacağını bilen hırsızlar, tabloyu geri vermeleri için para isteseler de polisin oyununa gelirler ve tablo ellerinden alınır ve çalındığı yerine konur.

İşte bu tablo, dünyada en çok kopyası üretilen iki tablodan birisidir. Birincisi Mona Lisa olurken, en çok kopya resimleri basılan da Edvar Munch’in “Çığlık” tablosudur.  
  


BÜYÜK İSRAİL PLANI ve KÜRESEL GÜÇ OYUNLARI KIYAMETİN HAYALİ BİR REÇETESİ Bu makale Internationalist 360 tarafından yayımlandı. Espen B. Øyul...