CUMHURİYET
Cumhuriyet öyle bir ortam yaratmıştı
ki, genelde dengeler iyi işler durumdaydı. Dindar kesimle laik kesim dahi
farklı etnik kimlik ve mezhep sahipleri arasında bir denge unsuru olmuştu.
Ancak pek az uçta kalan dinci kesim laik cumhuriyetle sorunluydular. 1946’dan
sonra siyesi dengesizliklerden cesaret alan dinci unsurlar başlarını
sığındıkları karanlık deliklerden çıkarmaya başladılar.
Cumhuriyetle eş zamanlı Balkanlardan
gelen Arnavutlar, Makedonyalılar, Boşnaklar, Pomaklar; Kafkaslardan gelen
Çerkezler, Çeçenler, Gürcüler Abaza vs. Anadolu’ya geldiler, cumhuriyete uyum
sağladılar, kendi etnik kimliklerinin bilincinde, Türk vatandaşı olmakta fazla bir sorun olmadılar
ama yerli Kürtler kabul etmediler ve Türkleşmediler. İşte sorun Kürtçe konuşarak dilin özgürleşmesi ötesinde,
Kürt toplum varlığının ispatı “özgür ve
bağımsız” bir zihniyetin olmasını
istiyorlar.
Atatürk;
Batı emperyalizmin planladıkları
Anadolu’yu işgal hayallerini bozan Atatürk’e karşı elbette iyi düşündükleri
düşünülemez. Müslümanlık kisvesi altındaki dincilerin işbirliğini hüsrana
uğratan Atatürk ve arkadaşlarıdır. Bu aynı biçimde Müslüman kisveli dincilerin
de hala sürmekte olan Atatürk düşmanlığı, mağlup olunmuşluğun kuyruk acısıdır
gaflet ve hıyanete iten hal. İşte böyle,
bazen insanoğlu en soylu duygularını elinden alanlara karşı mücadele etmek
yerine, o duyguları kendine iade etmek isteyenlerle savaşır durur.
Padişah taraftarı Damat Ferit, milli
güçleri: “Serseri, katil, bozguncu,
eşkıya, isyancılar” diyerek kötüler. O
devrin dinci ulema bu sözleri tasdik ederek onların yanında yer alarak fetvalar
verdiler padişah yanlısı. Günümüzde de farksızdır aynı mevki ve şan uğruna
yapılanlar.
Atatürk’ü sevmezler. Onlar için vatan
işgalci güçlerden kurtulmuş olması bir anlam ifade etmez. Vatan kavramı onlar
için soyut bir kavramdır. Onların pek çoğuna göre vatan “seccadenin serildiği
yerdir” sınırlarla belirtilmiş yer
değildir. Yine onların pek çoğuna göre ise Türkiye “dar-ül Harp” yani savaşılması gereken kâfir bir ülkedir. O halde çalıp çarpmak
helaldir. İnsandaki aklı hapsederek, dine körü körüne sımsıkı bağlarlar insanı.
Arap âleminde de pek çok Arap,
Atatürk’ü sevmezler. Atatürk’ü tanımadıkları için değil, daha iyi tanıdıkları
için sevmezler. Buna neden, Osmanlıyı yıkarak ortadan kaldırıp, yerine bir ulus
devlet. Bunu yaparken bizleri perişan halde emperyalistlerin eline
bıraktı. Ama bütün Müslümanlar Osmanlı
sistemi içindeyken yücelerdeydik. Şimdi perişanız. Derler. İşte Atatürk’ü anlamak, yolundan
gitmek, emperyalistlerin eline düşmemektir. Katıksız antiemperyalist olmak, din
gibi sorgulaması mümkün olmayan uhrevi bir argümana sığınmadan akıllı siyaset
yapmak, kitleleri etrafında toplayabilmektir.
Türkiye de cemaatlerin nedeyse tamamı
gayri millicidir, Recep Erdoğan’ı seçimlerde destelemişlerdir. Pek çoğu Recep
Erdoğan’ı kurtarıcı Mehdi sıfatını yakıştırmaktadır.
Bunlara bazı kesimler demokrasi adına
sivil toplum örgütleri gözüyle bakarlar. Bu görüş yanlıştır, cemaatler sivil
toplum örgütleri falan değildir.
Evliya, şıh, şeyh, cemaat ve tarikat
liderleri İslam da şirkleşmiş alt ilahlardır. Pek çok zayıf insanlar bu alt
ilahlara sığınırlar, onlardan nasip beklerler. Bunlar İslam ülkelerinin
çekilmez ıstıraplı kahrıdır. “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” sözleri ile inanmış saf ve temiz, insanların
kirletilmesinde kullanılan en can alıcı silahlarıdır.
Yaşar Nuri Öztürk: “Her mümin aynı zamanda Müslüman’dır ama her
Müslüman aynı zamanda mümin değildir.” Dahi: “çağımızda hastalığa
uğrayan değerlerin başında din gelmektedir” Der. Ve dahi: “İman dediğiniz erdirici değerin
Tanrı katındaki varlığını ispat için nüfuz kâğıdında yeterli değildir. Tanrı
imanın varlığını, onun bunun sözü veya damgasıyla değil, kendi kararıyla
belirleyecektir” der.
Allah’a kulluk görevini yapmak isteyen
inanmış saf insanlara tebelleş olup Allah-kul arası aracılık yapma kendilerinin
elinde olduğuna dair iyice inandırılıyorlar. Ama Kur'an’a göre İslam da hiçbir
aracı, şefaatçi yoktur ve şirktir” Zümer
suresi 1- 3 Şeytanların insanları şeytanla korkutarak kendilerine bağlamaları,
öldüklerinde dahi mezarlarını ziyaret eden müritlerine şefaat vereceklerine
inandırılıyorlar.
Müridin mal varlığı aklı olan şeyhlerin
denetiminde olmalıdır mantığı ile işe başlarsak şöyle, saçma sapan şeyler çıkar
karşımıza: “Şeyhin elinde mürit, ölü
yıkayıcının eline teslim edilmiş ölü gibidir” derler. Dahi şeyhine kendini teslim etmiş mürit mallarını, mülklerini,
itibarlarını, ırzlarını, mevkilerini teslim etmek, insan nefsinin Tanrısal
iradenin yerine konmak olur muş.
Şeyhine şartsız teslim olmuş mürit:
“Allah’a ve cennete gidiş, efendi şeyhinin istekleri ve şefaatine bağlıdır. O
halde onu memnun etmek, Allah’ın iradesini bizim lehimize tahrik etmek
demektir. Ve o halde şeyh ne istiyorsa kayıtsız şartsız yerine getirilmelidir.
O senin vücuduna sahip olmak istiyorsa bu senin cenneti kazanman, hem şart hem
de garantin olacaktır. Bunlara ters düşen müridin feyzi kesilir” diye söylerler yalanlarını.
Hiçbir zaman Müslümanların silahı,
Hıristiyanlara göre denk değildir. Akıl bakımından da öyledir. Kim ne derse
desin, bu bağlamda yola çıkarsak, Hıristiyanlara karşı hep kaybeden
Müslümanlardır. Silah; ille de otom silahları yaparak (İran Gibi) güçlülük
taslamak yersizdir. Günümüzün öldürücü silahları akılcılığın geliştirdiği
teknoloji, bilimde ilerleme ve akla dayanan stratejik savaşlardır.
Osmanlı’da “Kavm-i Necip” Araplar, “Etrak-ı İdrak” Türkler olur…
Osmanlılar
Araplara “Kavm-i Necip” (soyu temiz kavim) derlermiş. Araplar ise
Türkler için “Etrak-ı bi İdrak” (kaba
saba, kılıksız, anlayışsız) demişlerdir.
Mustafa
Kemal orduya katıldığı ilk günlerde bir Arap binbaşının “Kavm-i necip evladına sen nasıl kötülük
yaparsın? Diyerek tokatladığı bir Anadolu çocuğunun iki damla gözyaşlarında
Türklük bilincine erdim, onda gördüm, kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük
benim esin kaynağım, erdemim, övünç membaım oldu. Benim hayatta yegâne fahrim,
servetim Türklükten başka bir şey değildir.” Der.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder