DEVLET ve
REAYA (DAVAR SÜRÜSÜ)
Doğu
geleneğinde devlet kavramı ilk çağlardan bu yana hükümetle karıştırılmış, aynı
manayı taşır gibi algılanmıştır. Bu algılama biçimi, Türklerde daha da belirgin
biçimde zihinlerde canlı tutulmuştur. Örneği bu anlayış bizde de böyle
algılanmıştır.
Türkler
kurdukları devletleri bir aile veya şahsiyet adına kurmuşlardır. Değişik Türk
kabilelerin kabile adıyla kurulmayan Göktürklerden sonra 1000 yıldan fazla
zaman, değişik kabile (Selçuklu, Osmanlı, Gazneli, Akkoyunlu vs. gibi) adlarıyla
devletler kurmuşlar ve hep aynı düşüncenin eylemi olmuşlardır. Geçmiş Türk
tarihine bir baktığımızda her gelen yeni Türk devleti, yendiği eski Türk devlet
üzerine kurulduğu görülmüştür ama devletin adı değiştirip de dili değişmeyen
eski devlet üzerinde kurulan yeni devlet, eski devleti adeta yabancı saymıştır.
Buna bir Osmanlı şair:
“Biz ol nesil-i kerim-i huda-yi Osmaniye’yiz. Kim cihangir ne bir devlet çıkardık bir aşiretten” der. 600 hanelik bir çadır aşiretten, dünyayı fed eden bir devlet çıkarmanın gururuyla söylenir şair.
Lakin
600 haneden çıkan dünya imparatorluğuna yükselen Osmanlı, Selçuklu mirası
üzerine oturmuştur. Selçuklu halkı Osmanlıya ilhak etmiştir. Yani, Selçuklu
namı taşıyan yüz binlerce Anadolu insanı Osmanlı imparatorluğun içerisinde
görev almıştır. Bu açıdan bakarsak, gerçek devleti doğuran unsur Selçuklu
aidiyetinden olan Türklerdir.
O
insanların ne aidiyetten olduğu millet adla anılması gereği daha uygundur.
Doğu
geleneğinde devlet, bir zümrenin adıyla kurulurken, Avrupa da bu genelde o
milletin adıyla kurulur. O nedenle Osmanlı tabiyesinde bulunan “reaya”
denen halk dahi bilmez iken Türk olduğunu Avrupalı ona “Türk” derdi, ülkesine de “Türkiye”
derdi. Ama o kendini “Devleti
Aliye-i Osmaniye” içinde yaşayan “reaya”
olarak algılardı.
Avrupalıların
bağımsız devletin gerçekleri bir sülale veya bir zümrenin adıyla değil de,
milletin adıyla devletin oluşmasıdır. Genelde Türklerin devlet anlayışında ise
bir bir şahıs ve bir sülale adına kurulmasıdır.
Dolayısıyla, gün gelip sülale adıyla kurulmuş olan devlet bağımsızlığını
kaybettiğinde değişir, lakin devleti oluşturan millet, sülalesiz yaşayabilir.
Bir devletin bir sülaleden oluşmuş olma yanlışı sülaleyi yok edebiliyor ama
milleti asla yok edemiyor.
Yani,
devletlerin kalıcı ve sürekliliğini sülaleler teşkil etmez. O devletin kurucusu
millettir. Devlet yıkılsa bile, millet yoluna devam eder. Şöyle ki, sülaleyi
devlet sayan zihniyet, aynı dili konuşan öteki sülale adıyla kurulan devleti
düşman olarak tanır, tehlikeli görür.
REAYADAN “VATANDAŞ OLMA” ONURUNA
Reaya:
Arapçada “otlatılan hayvan
sürüsü” anlamına gelen “raiyyet” ten üretilen “reaya” sözü, Osmanlı Padişahlarının altında yaşayan
bütün halkı simgeleyen bir aşağılayıcı terim olarak kullanılmıştır. Osmanlı
yönetici askerler içinse, reayadan bir üst sınıf anlamına “beraya” denirdi.
Cumhuriyetin Türk insanına bahşettiklerine
nankörlük etmeden bir bakarsak, ümmet yerine millet, mümin yerine vatandaş olma
onurunu vermiştir. Devleti yöneten monarşi kadrolar meşruluğunu dinden alırken,
halk “kul taifesi” olur. Cumhuriyetle
birlikte egemenlik milletin kendisinin olur, kulluktan vatandaşlığa terfi eder.
Şimdi dönersek başa, şöyle doğru bir tespit
yapar Doçent Dr. Ercan Eyupoğlu: “Batı’da burjuvazinin, kapitalizmin
yetiştirdiği yurttaş cumhuriyeti yaratıyor; Türkiye‘de ise yurttaş cumhuriyeti
değil, cumhuriyet yurttaşı yarattı” der.
Türkiye’de siyasal yaşama etkin bir biçimde
bilinçli, bilgili bir demokrasi geçmişinden gelmemiş kökenleri gereği, aile
yapısı ataerkil sürdürülen gelenek ve inanç kurumların yıllarca telkinleri
sonucu ümmet aidiyeti, eğitim düzeyi düşük topluluklar olarak bireysel karar
verememe, vesayet hiyerarşicilik kıskacı vardır. Bundan yola çıkarak, özerk
olmayan halk kitleleri, kendilerine verilen yurttaşlık hakları iyi, mantıklı
kullandığı söylenemez. Ancak bağımlı oy kullanmaları olarak algılanabilirler.
Daha çok tarikat ve cemaat şeyhlerinin, toprak ağalarının çarpıtılmış emir ve görüşleri
doğrultusunda kullanılan güdümlü oylarla Türk demokrasisinin iyi gidişatının
işareti olamamıştır dahi Türkiye’nin kaderini olumsuz yönde etkilemiştir.
Türkiye’de siyasi ahlak düzeyi tam gelişme
gösterememiştir. Buna takiben yurttaşlık bilinci de yeterince gelişim
gösterememiştir. Yani başta yurttaşlık ahlakı cemaatlerce tırpanlanmıştır
sürekli. Buda sürekli Türk demokrasinin gelişmesine engel teşkil etmiştir.
Modern anlamda “yurttaş” kavramı, Fransız Devriminden sonra ortaya çıkar. Daha önceki antik çağda
Yunan ve Roma uygarlıklarında bir ölçüde “yurttaş” kavramı tanımı var idi.
Monarşiden cumhuriyete, aşiretten ağalığa,
tarikatlardan cemaatçiliğe kadar toplumsal yapıyı oluşturanlara Kul, Reaya, Tebaa, Uyruk, Ahali, Bi-İdrak sözler
alt halk tabakası için kullanılan sözcüklerdi. Modern Türkiye yurttaş, vatandaş
olarak üstün mertebede değerlendirse de
“sürüler” hala varlıklarını sürdürmektedir.
Ulus
devlet olmada vatandaş, yurttaş gibi kavramlar Avrupa’da gelişerek dünyaya
yayıldı ve böylece bizim ülkemize de etki etti. Modern anlamda “yurttaş” kavramı, Fransız Devriminden sonra ortaya çıkar. Daha önceki antik çağda
Yunan ve Roma uygarlıklarında bir ölçüde “yurttaş” kavramı tanımı var idi.
Monarşiden
cumhuriyete, aşiretten ağalığa, tarikatlardan cemaatçiliğe kadar toplumsal
yapıyı oluşturanlara “kul, reaya, tebaa, uyruk, ahali, bi-idrak”, halk olarak
adlandırılan alt tabaka halk için kullanılan sözcüklerdi. Modern Türkiye
yurttaş, vatandaş olarak üstün mertebede değerlendirse de “sürüler” hala varlıklarını sürdürmektedir.
Yurttaş,
modern devletlerde devlete karşı gereken ödevlerini yerine getirir. Devlette
yurttaşına siyasi yaşama etkin biçimde katılmasının önünü açarak seçme ve
seçilme hakkını tanıyarak görevini yerine getirir. Bir dine sahip olmak,
düşüncesini özgürce açıklamak, örgütlenme faaliyetlerini hak ve özgürlüklere
sahip olma hakkını vererek demokratik ortama katılmasını sağlar. Ama boş geçip
bu haklarını “sürü” yaşamayı inatla tercih anlaşılır kahır
değildir...
Son
söz olarak, Avrupa’da tebaadan yurttaşlığa geçiş 300 yıla yakın bir süreçle
oluşur. Türkiye’de 90 yılda yerleşmesi tam anlamıyla beklenemez ama daha fazla
beklemekte pek fayda vermez. Başta bir topluluğun devlet düzeyine gelmesinde,
devlet olarak kabul olunmasına iten faktörlerin başında ülke konumuna gelmesi
için egemenliği olması, ülke üzerinde bulunan insanların egemenlik otoritesi
ülke insanın elinde olması gerekir.
Modern devlete bireylerin tanımı devletçe
sayılmasıyla, saygınlığa erişmesiyle evre evre vatandaş-yurttaş olmuştur.
Kişideki yurttaşlık bilinci geliştikçe, kişiyi devlete bağlayan hukuksal yanını
da geliştirmiştir.
Yaşanılan ortak topraklar üzerinde tebaadan
yurttaşlığa geçmek, en alttakilerle en üstekiler hukuk önündeki eşitliği,
modern anlamda yurttaşlığa geçişte hangi dinden, hangi dilden, hangi ırktan
olursa olsun sayıldığı devlete aidiyetiyle üst kimlikte bütünleşmesinin adı
yurttaşlıktır.
SÜRÜ İÇİNDE YAŞAMAK KAHIRDIR İNSANA
Sürü içinde yaşamak, etinize batmış zahmet veren kızılcık dikenleriyle yaşamak gibidir.
Aşk denince kadın apış arasını anlarlar. Aşkın sevmeyi coşturduğunu bilmezler. Çünkü sevgiden yoksun yaşarlar. Sürüden seçilip tek başına, sürüden uzak kıyıda yalnızlığa çekilmek, rahat ve huzurlu yaşamaktır. Ya da sürü içinde kahırlı bir hayat sürdürmek, sürünün masalımsı, hayali hikâyelerine esir olmaktır. Sürü ölümlü olur, okuyan, düşünen ileriyi görmek isteyende ölür. Birinin ruhu vardır âlemi gezer, dillerde destanlaşır, ötekinin ruhu yoktur, toprak altında bir işe yaramadan çürür fışkı olur, unutulur gider. Âlemi gezen ruh, insanlığa yararlı bir iş yaptığına onula yaşar durur.
Aşk denince kadın apış arasını anlarlar. Aşkın sevmeyi coşturduğunu bilmezler. Çünkü sevgiden yoksun yaşarlar. Sürüden seçilip tek başına, sürüden uzak kıyıda yalnızlığa çekilmek, rahat ve huzurlu yaşamaktır. Ya da sürü içinde kahırlı bir hayat sürdürmek, sürünün masalımsı, hayali hikâyelerine esir olmaktır. Sürü ölümlü olur, okuyan, düşünen ileriyi görmek isteyende ölür. Birinin ruhu vardır âlemi gezer, dillerde destanlaşır, ötekinin ruhu yoktur, toprak altında bir işe yaramadan çürür fışkı olur, unutulur gider. Âlemi gezen ruh, insanlığa yararlı bir iş yaptığına onula yaşar durur.
Yaratıcı benlik sonsuzluğa uzanan yolda
yalpalanmadan gitmektir…
Sürünün yapabileceği hiçbir şey yoktur. Bir
şeyler yapmak isteyenlere de köstek olur yaşamı boyunca. Ama yaratıcı benlik
düşünerek ortaya, insanlığa yararlı bir şeyler ürettiğinde sürü, herkesten önce
kullanır, yer, içer, yine de yeni yeni bir şeyler yaratmak için uğraşanlara
tepkisini sürdürür.
Kısacası sürü, salt hayatını sürdürmek için
yaşar. Bir şeyler düşünüp insanlık yararına ortaya koyan
değildir, her yeniliğe tepki koyandır. İnsan özgürlüğü, insan olma onuru dogma
din tasallutu ve tahakkümüyle riyadan beslenir. Bazı hallerde ıstırap çeker,
çektiği ıstırabın kaynağını yanlış yerde arar. Değişen yenikleri ilerleyen
insanlarda arar.
Bu tür sürü insanların zenginleri vardır.
Malın, paranın insanı yoksulluktan kurtarıyor ama eşeklikten kurtarmadığına
şahidiz. Mal ve para sürü yaşayanları eşeklikten alı koymaya yetmiyor. Okuyana
tepkilidir, okuyanın bilgeliğinden rahatsız olur, kuşkulu gözle bakar, “bunda
bir illet var” der. Ama dedi kodu sanatı hayatının vazgeçilmez bir parçasıdır.
Aklı kıttır ama kurnazdır, beleşçiliği sever.
Çok küçük çıkarlara kendini değiştiriverir.
Sürü, iyi insan olduğu için Müslüman
değildir. Müslüman olduğu için iyi insan olduğunu gösterişleriyle başkalarına
ispatlamaya çalışır. Hatalarını, eksikliklerini günlük hayattaki yaşamına
baktığımızda, çevreye çalım satarak, gösteriş yaparak geçirir. Hak etmediği
itibar, menfaat, nefis terbiyesi eksikliği ile dine tebelleş olur kıt
zekâsıyla. Dini, dincilik yaparak zorlaştırır ve yozlaştırır. Ama o kıt zekâlı
sürü, dincinin sürü taraftarı olmakta her ne hikmetse çekici oluyor.
Sürü kimlere denir bir bakalım: Osmanlıda
1850 de yazılan sözlüklerde vatandaş, yurttaş geçmez ve bilinmezdi. Hatta
1900’lü yılların ilk başlarında dahi Türk halkına “Vatandaş” anlamına “reaya” ve “tebaa” sözcükleri kullanılırdı.
Şemsettin Sami’nin 1901 yılında yazmış olduğu
sözlüğü olan “Kamus-u Türkî” de
dahi “vatandaş ve yurttaş” yerine
“tebaa ve tabiiyet” salt “uyruk” olarak kullanılır. Orada
“vatandaşlık” sözcüğü ise “hemşerilik, memleketlilik” gibi aynı bölgenin fertleri anlamında
kullanılır. Vatan ve yurt kavramları, imparatorluğun son dönemlerinde
kullanılsa da “vatandaş, yurttaş” anlayışı henüz doğmamış olduğunu görürüz.
Daha açık bir ifade ile söylersek “yurt” vardır “yurttaş” yoktur.
17.
yüz yılda Batı’da ilk defa İngiltere de sanayileşmenin gelişmesiyle güçlenen
burjuvazi sermaye, insan kol gücüne muazzam ihtiyaç duymaya başlar. İşçileşen
kitleler ezilmenin karşılığı olan çeşitli haklarını bu dönemde almaya
başlarlar. Bu böyle olunca yurttaşlık bilinci ilk İngiltere’de gelişim
gösterir, Fransa ve Amerika’da yaygınlaşır.
1789’da Fransız Burjuva Devrimiyle daha
hukuksal anlamda, İnsan Hakları ve Yurttaşlık Bildirgesinde 1. Maddede “İnsanlar özgür doğarlar ve eşit haklara
sahip olarak yaşarlar” diye maddeleştirilir. Türklere yurttaşlık bilinci
1923’den sonra anlam taşır duruma gelir.
Türklere
yurttaşlık bilinci 1923’den sonra anlam taşır duruma gelir. Osmanlı sistemi
döneminde Türkiye de gerçek yurttaşlık bilincinin önünde din başta olmak
kaydıyla, “Tanrı izniyle” kulluk
görevlerini mutlakçı yöneticilere karşı yapmak alışkanlığından
kaynaklandığından, hala gerçek anlamda bilinçlenmeyen Türk toplumlarda
yurttaşlık kavramının
kabullenilmesi pek kolay olmuyor. Selman Zebil
Yararlanılan kaynaklar: 75. Yılda Tebaadan Yurttaşa Doğru Prof. Dr. Artun Ünsal, Yurttaşlık Zor Zanaat makalesi. Tarih Vakfı Yayınları 1998 İstanbul Sayfa. 13. Aynı yapıtta Doç. Dr. Ercan Eyupoğlu Sayfa 49.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder