28 Haziran 2015 Pazar

İSLAM TARİHİNİN EN KANLI LEKESİ KERBELA OLAYI

Kerela'da Hüseyin
Kerbela ve Sonra İslam                   Dünyası
İlk Türkmen ayaklanmalı eylemler kökeninde din faktörü öncelikli değildi. Türkmen ayaklanmalarına dinsel kılıf her zaman gördüğümüz gibi merkezi otoritenin bahanesi ve saldırganlığına kılıfı olmuştur. Anadolu’ya Türklerin yak bastıklarından bu yana yerli Hıristiyan halklarla, ufak tefek “şu bu” kişisel nedenler dışında herhangi bir dinsel çatışma içinde olmamıştır. Türkmenlerin dinsel nedenle Hıristiyanları kötü bir davranış içinde olmadılar. Çünkü Türkmenlere Hıristiyanlık kötü bir etki tesir edip üzerlerinde böyle intiba bırakmamıştır. Türkmenler Anadolu’da var olduklarında, taassuptan uzak, bağnaz yobaz olmayan, şeriata bağlı kalmayan, eski görenek ve geleneklerini, derinlemesine olmayan, görünen basit bir Müslümanlık cilası altında, eski Gök Tanrı dini ve Kamcılık desturunda Şaman kılıklı Baba-Dedelerin Türkmen heterodoks bir Müslümanlaşma anlayışı ile karşılaşırız.

Osman Turan (1) şöyle der: “Yunus Emre, Hacı Bektaş, (…) Baba İshak (İlyas) gibi büyük Türkmen şeyhlerinin (Baba-Dedelerinin) Anladığı ve telkin ettiği İslamiyet, Türk Şamanizm’i ve sair menşelerden gelen inanışlar, halka kadar inmiş, geniş tasavvufi fikirlerle imtizacından mürekkep olup, medrese mensuplarının da şeriat kaidelerine karşı lakayt bir mahiyette idi.

Bu sebeple kendilerine mensup olan cemaatlerin, inanış ve yaşayışları İslamiyet’e aykırı olsa dahi buna pek ehemmiyet vermiyorlardı. Anadolu Gibi birçok akidelerin kaynaştığı bir içtimai muhitte yaşayan bu Türkmen şeyhlerinin bir kısmı yalınız doğrudan doğruya kendilerine mensup Şii-Şaman hayat ve akidelerine bağlı Türkmenlerin değil, Sünni Türklerin ve hatta Hıristiyanların bile, bilhassa ölümlerinden sonra, velileri haline gelmişlerdir.”  Der.

Allah ve adını kılıf olarak kullananlar dönemde egemen güçler olmuştur. Halkı Allah ile aldatarak peşlerine taktıkları yoksul halklar, mezhep farklılıkları kışkırtmalara neden edilerek birbirlerini kıymaları için hep egemen güçlerin işi olmuştur. Bu işten halklar kaybeden, egemen güçler ise kazanalar olmuşlardır. Dinsel temel üzerine inşa edilen saltanatlarına meşruluk kazandırmak, “cihat/fetih/şahadet” seslenişleriyle halka coşturucu enerji verilerek, vaat edilen, “ebedi cennet” için insanları kışkırtan ve savaşlara sürükleyen egemen güçler, onların kanları üzerinden saltanatlarını temin altına alarak rahatlıkla sürdürenlerdir.   

M.S.680 yılında Muaviye’nin ölümünden sonra, Muaviye’nin oğlu Yezit, Hüseyin’e hiçbir seçenek bırakmak istemiyordu. Babası Muaviye, Hüseyin’in kardeşi Hasan ile yaptığı anlaşmaya rağmen tahtı oğlu Yezit’e bırakırken, oğlu Yezit’i şöyle uyarıyordu: Ebu Bekir oğlu Abdurrahman’a, Zübeyir oğlu Abdullah’a, Abbas oğlu Abdullah’a, Ömer oğlu Abdullah’a ve özellikle de kendine biat etmemiş olan Ali oğlu Hüseyin’e karşı uyarıyordu. Dahi sağlığında Muaviye, egemen odakları oğlu Yezit’e biat ettiriyordu. Abisi Hasan’dan çok farklı olan Hüseyin boyun eğmiyor, Emevi zulmüne ve Yezit’e karşı başkaldırıyordu. 

Hep hayal kırıklıklarından bıkmış, yorgun düşmüş olan Hüseyin, Mekke’ye göç eder. Süren baskılar yüzünden oradan ayrılmak zorunda kalır. Irak’ta bulunan Küfe kentinden destek verecekleri bilgisi gelir. Yakın çevresini yanına alarak Küfe kentine doğru yola çıkar. Bu arada Yezit, bu yönelimi üzerine Basra Valisi Abdullah b. Ziyad’ı Küfe’ye vali atayıp onun aracılığıyla zulüm siyaseti uygulanır. Hüseyin’e karşı küfe’de kontrol kurar. Hüseyin’in Küfe’ye gönderdiği elçisi Müslim b. Akl’i yakalatıp işkenceyle saf değiştirmeye zorlar. Başaramayınca da kafası kesilerek halka yıldırmak için Küfe sokaklarında dolaştırmışlardır. İş böyle bitince, Hüseyin’in kentle olan bağlantısı da kopmuş olur. 

Küfe yolunda ki Hüseyin, Kerbela denilen yerde, Fırat nehri kıyısında, ama suya ulaşılması olanaksızlaştırılmış kuşatma altında kalmışlardı. Hur bin Yezit komutasındaki iki bin Emevi ordusu, bu kuşatmayla onun hem ilerlemesini hem de geri gidişini engelleyecekti. Susuzlukla biate zorlanan Hüseyin ise, direnme kararlı gücünü sürdürmektedir. Peygamber tarafından cennetlikle müjdelenmişlerden Sad bin Ebul Vakkas’ın oğlu Amr komutasında dört bin kişilik ek bir güçle desteklenerek artırılacaktı. Güçler arasında oldukça çok eşitsizlikler vardı. Hüseyin’in güçleri, bir kısmı çocuk ve kadınlardan oluşan 155 kişiden oluşuyordu. Bunların içinde savaşçı durumda olan 32 süvari, 40 piyade olmak üzere 72 kişiden ibaretti. Karşılarında karınları tok, tam teşekküllü altı bin askerden oluşan bir orduydu.

Bu eşitsizliğe karşı sabah gün ağarırken başlayan savaş, gün batımına kadar sürmüştü. Hüseyin’in yanındaki savaşçıları bir mucize yaratarak, adeta 6 bin kişilik Yezit ordusunu oldukça yıpratmışlardı. Sonuçta, Hüseyin’in ölümüyle savaş sona ermiştir. Aldığı emir üzerine başta Amr, Hüseyin olmak üzere Kerbela şehitlerinin başları gövdelerinden keserek Küfe valisi Ziyad’a gönderdiler. İçlerinde tek sağ kalan Hüseyin’in hasta oğlu Zeynel Abidin ve kadınlar da bu boyunlarına zincir takılarak parçalanmış cesetler arasından geçirilerek Küfe’ye, oradan Şam’a Yezit’e götürülmüşlerdir.

Bu arada Hüseyin’in kardeşi Zeynep, bu korkunç acı tablo karşısında kendini kaybetmiş biçimde:  “Ya Muhammed, sana semanın melekleri salât ve selam götürsün. İşte Hüseyin’in kanlara bulanmış, uzuvları kesilmiş, kızların esir, zürriyettin maktul” diyerek çığlıklar atıyordu. Korkutulmuş, susturulmuş haktan sesiz bir protesto yükselir; “Bu işte payı olanların asla cennet yüzü görmeyeceği”, Kadınların Hüseyin için yaktığı ağıtlar İslam coğrafyasında dolaşıyor, Yezit’in sarayında bile bu yapılan haksızlıkları herkes kınıyordu. Öyle bir yayılır ki, Yezit korkmaya başlar, Kerbela’da sağ kalan Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin ve kadınları Şam sarayında giydirir, karınlarını doyurur, onları Medine’ye gönderir ve yapılan olayların suçlusu olarak da Küfe valisi İbn Ziyad’ın üzerine yuvarlar ve sorumluktan kurtulmaya çalışır.     

M.S.680 yılında İslam tarihine en kanlı kara leke, en derin iz bırakan, İslam’ın itibarına en ağır darbe vuran, sonrasında İslam’ın iyice monarşist yola sokan ve mutlak bir bölünmeye iten, peygamber soyunu kurutan Kerbela olayı sonrası süren İslam’ın günümüze kadar süren gelen çilesinin başlangıcıydı. Yezit karşında hiçbir şansı olmadığının farkında olan Hüseyin, Kerbela’da ölümlüne kararlılık, ona bağlı, onun bu davranışını örnek alan sevenleri, İslam kültür coğrafyasında bir biçimlenme ile her zaman adına ilanı yas ile anılırken, ona bu zulmü hak gören Yezit ve soyu, hep lanetle bir soy olarak anılır olmuştur.

13. yüzyılda Anadolu
13. yüzyılda Anadolu, “Ehli-Sünnet harici” dinsel eğilim günümüzden çok farlıydı. Turgut Akpınar, “Tarih ve Toplum” dergisi sayı 82, s.15’de, Tanınmış Osmanlı tarihi yazarı Jorga yapıtına kaydettiği bir Venedik belgesi (…) Osmanlı Anadolu’sunda ahalinin beşte dördü Alevi olarak göstermektedir. Hava böyle iken, Osmanlının ilk dönemleri de bu yapıyla, bu dini anlayışla, böyle bir gevşek dinsel anlayış yapısında Osmanlının ilk kuruluş yıllarına tanık oluyoruz. Buna bir örnek: “Orhan Gazi’ye ait Vakfiyede Bursa’nın zaptında büyük hikmeti ve askeri coşturarak zaferde büyük katkısı olan heterodoks gazi dervişlerden Geyikli Baba’ya bir bölüm arazi ile iki yük şarap ve iki yük rakı verilmesi kaydı” (*) vardır. İlginç değil mi? Orhan Gazi’nin Geyikli Baba’ya; “İki yük şarap, iki yük rakı” göndermesi!

Aşıkpaşazade tarihinde; Geyikli Baba, kendisinin Baba İlyas müridi olduğunu, Seyit Ebül Vefa tarikatından olduğunu açık bir biçimde ilan eden (**) bir şahsiyettir. Ebül Vefa tarikatının izinden gelen Baba İlyas, Selçukluya karşı 1240 yılında ayaklanmış bir önderdir. Sencer Divitçioğlu’da belirttiğine göre Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Gazi’nin de Babai-Vefai inancına bağlıdır. Beyliğinde yanına Ebul Vefa halifelerinden Ede Bali gibi birini alması da bunu kanıt olarak göstermektedir.

Osmanlı’nın kurucusu Osman diye bilenen, Osman değil “Odman” (Türkçe ateş adam) olduğu, resmi tarihçilerin kullandığı bir addır” dır.

(*) H.Ziya Ülken’den kaynak aktarma Turgut Akpınar “Tarih ve Toplum Dergisi” sayı 82, s. 15
(**) Aşıkpaşazade Tarihi, s. 45

6 Mayıs 2015 Çarşamba

EBU ZER DAVASI, MUAVİYE ve SARAY İTİBARI

Ebu Zer Giffari (ö. 652)

Ebu Zer 
Ebu Zer, İslam tarihi içinde en yoğun tartışma konusu olan sahabelerden kişilikli bir insandır. İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Gaabe’ye göre gerçek adı Cündeb bin Cünade ve bazı kaynaklarda ise Berir ya da Bereyr olarak geçer. Babasının adı Abdullah veya Seken olarak söylenir.

Ebu Zer, servet ve mal konusunda görüşlerini Kur'an ve Peygamberin sözlerine dayandırarak. Ebu Zer için Tirmizi, Menakıb 35; İbn Mace, Mukaddime’lerde şöyle der: “Gökkubbenin altında, yer kürenin üstünde Ebu Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur”

Muhammed, çok dürüst biri oluşundan dolayı ona, "yaratılışının devlet görevlerinde uygun olmadığını bildirmişti." Ebu Zer’de bu söze uyarak yaşamı boyunca hiçbir devlet görevinde çalışmayı kabul etmemiştir. Yaratılışında sömürü düzenine alet olamayacağını anladığı Ebu Zer’e Muhammed’in tavsiyesi niteliğindeydi bu sözleri… 

Ebu Zer’in Muhammed’den öğrendiği, idealindeki sınıfsız toplum, ezensiz, ezilensiz zulümsüz, kinsiz, nefretsiz, kasavetsiz bir dünya idi Müslümanlara layık gördüğü. Müslümanların, yozlaşmış merhametsiz servet azgınlarına alet edilmemesine karşı mücadelesiydi. Mal-Mülk biriktirerek, ötekilerin yoksulluk çekmelerine neden olan faizci kenzcilere, mekân ve mevki düşkünü hadsizlere mücadele başlatan Ebu Zer, halkın malını yandaşlara, paydaşlara paylaştıranlalar, onların servet sahibi yapan yöneticilere isyanıydı.

Değişen bir şey yok. Aç gözlülük, sonradan görmecilik, başa geçince, her yaptıklarını ilahi bir güce sığınma yoluyla Allah ile aldatanlara Ebu Zer’in ruhu, zenginliklerine, servetlerine, oğullarının, kızlarının yolsuzluklarına, bulunduğu makamı kullanarak rüşvet yemelerine ta derinlerden seslenişiydi.  

Ebu Zer, Muhammed’in ölümünden sonra, Halifelik Ali’ye layık olduğunu açıkça söylese de, bazı kesimlerin halifeliği Ebu Bekir’e ardından Ömer’e daha sonra, her zaman kendisine bela olan Osman’a geçmesine de saygıyla biat etmiştir.

İslam Peygamberi en sevdiği dostu Ebu Zer için “ümmetin en zahit, en doğru sözlü, en nakşinas mensubu ve sahabenin en müçtehit fakihlerinden biri” olduğunu söyler. Bu sözlere Ebu Zer düşmanları bile olmaz öyle şey diyemedikleridir. 

Halife Ömer ölünce yerine geçen Osman, İslam’da, Müslümanların yaşamında tüm değişikliğe gider. İslam dünyasını Osman değişikliği doğal durumuna gelir. Daha sonra Akrabası Muaviye’nin kurnazlıkla kurduğu Emevi devletiyle de şu günümüze kadar uzanır.

İlk kez Müslümanların beytül malını akrabaları Emeviler’e yedirten, talan ettiren Osman olur. Muhammed’in Medine’den Şama sürdürdüğü Mevan bin El-Hekim’le, Haris bin Hakem bin Ebu’l As’a büyük miktarda paraların hazineden akışını, Ensar’dan Zeyd bin Sabit aracılığıyla vermiştir. 

Olay Medine de yayılınca, Ebu Zer Kur'an’dan (Tevbe 34-35) şu ayetini sokak sokak okumaya başlar: “Ey iman sahipleri! Şu bir gerçek ki, hahamlardan ve rahiplerden birçoğu halkın mallarını uydurma yollarla tıka basa yerler de insanları Allah’ın yolundan caydırılar. Altın ve gümüşü de depolayıp da onları Allah yolunda harcayamayacakları korkunç bir azap muştula” der.

Gelelim 3. Halife Osman ne yapar?
Ebu Zer Osman’ın seçilmesini görünce, madem halk seçti, o halde biat etmek düşer diyerek Osman’ın Halifeliğine biat eder. Ne var ki Osman, İslam’a ters düşen yanlış icraatlar yapmakta. Verdiği fetvalarla Osman’ı ciddi biçimde zora sokar. İş böyle gidince, Osman Ebu Zer’in konuşmalarını yasaklar. Çünkü Ebu Zer, Osman’ın akraba kayıcılığını, beytül malın yandaşlara peşkeş çekilişini Kur-andan ayetler vererek halka anlatıyordu. 

Osman Kamu hazinesinden akrabalarına aktarılan paralar için, “sıla-i rahim” (akrabaya yardım ve ilgi) ile açıklık getiriyordu dahi, “sıla-i rahim” dinin emri olduğunu iddia ediyordu. Osman’ın öyle çok akrabaları ve yandaşları var ki, Osman’ın her birine dağıttığı olanaklar hesaba gelir nitelikte değil, devlet hazinesinden beslenen akrabaları alabildiğine zenginleşmişlerdi. 

Dinden ibretlikler…
Osman, Ebu Zer’den kenz ayetini okuyarak kendisini eleştirmeyi durdurmasını istedi. Ebu Zer’in yanıtı şöyle olur: “Sen benim, Allah’ın kitabından bir ayet okumama engel mi oluyorsun? Vallahi, ben bu ayeti okumayı durduracak Osman’ı memnun etmektense, okumaya devam ederek Allah’ı memnun etmeyi yeğlerim.” 

"Allah’ın malını (kamu malı) akrabana değil, Allah’ın muhtaç kullarına dağıtırsın. Ama sen yapmıyorsun. Tanrı Elçisi’nin şöyle dediğini biliyorum, ‘Benu Ümeyeden otuz kişi bir birlik oluşturdular mı Allah’ın malını egemenlik aracı, Allah’ın kullarını köle, Allah’ın dini pusu yeri, sığınak yaparlar” 

Ebu Zer’in bu sözleri karşında Osman sinirlenir, öfkeden küplere biner, Bağırmaya başlar: “Senin bana ve en seçkin dostlarıma bu yaptığın nedir, yeter artık, Medine’den çık git” der. (*)

Osman tarafından Ebu Zer Şam’a böylece sürgün edilir. Sürgün bir yarar sağlamaz Osman’a. Orada Osman’ın en yakın akrabası Muaviye Şam valisidir. Şam’a yerleşen Ebu Zer, bu kez de orada rahat durmayan, İslam kaidelerine uymayan Şam valisi Osman’ın akrabası ve vurguncu yoldaşı Muaviye vardır. Muaviye’nin İslam dışı eylemlerine hep muhalefet yapar, onu yerden yere vuran eleştiriler yapar.

Muaviye’nin kamu parasıyla Şam’da yaptırdığı şatafatlı sarayı eleştirir ve saray hakkında Ebu Zer şöyle der:

"Bu sarayı kamunun malından yaptırdınsa, bu bir hıyanettir; kendi paranla malından yaptırdınsa bu da bir israftır”  diyerek yerden yere vurur Muaviye’yi.

Muaviye dayanamaz, son çare olarak Halife Osman’a şikayet eder, “Bu belayı başından alması”  için ricada bulunur. Halife Osman’dan gelen yanıtta, tahkir edici bir eda ile Ebu Zer’in Medine’ye gönderilmesini emreder. Muaviye’yi eleştiriyor diye ajanlar Osman’a gammazlıyorlardı. Halife Osman’da adeta Ebu Zer’i bir terörist muamelesine tabi tutarak, Muaviye Ebu Zer’i, kör ve uyuz bir çulsuz katıra bindiriyor, gözcüler nezaretinde Şam’dan Medine’ye gönderiyor. Medine’de Osman’ın huzuruna çıkartılıyor. Osman Ebu Zer’e hakaretler yağdırarak şöyle diyor:

“Benim aleyhimde konuşuyormuşsun. Bu şehirden hemen çıkıp git ve bir daha buraya dönme” diyor. Belazüri, el-Esnab, 6/167’de, Ebu Zer, sürgün yeri olarak Şam, Kudüs, Mekke, Küfe, Basra gibi yerlerden birini istiyor ama Osman onu en kısa sürede ölebileceği tek yer olarak çölün ortasında ıssız bir köy olan Rebeze göndermeye kararında. 

Ebu Zer “Tek dostum kalmaması pahasına da olsa gerçekleri söylemeye devam edeceğim” diyor.

Yoksulluk ve açlık içinde ölünceye kadar Rebeze’de yaşadı. Orada öldüğünde bütün geçimini sağlamaya çalıştığı iki keçisi ve yanında birde tek karısı vardı.

Ebu Zer Gifari, Görkemli Saray ve Muaviye
Ebu Zer Çöllerde
Halife Osman tarafından bir tür sürgün konumunda Muaviye'nin yanına Şam'a gönderilen Muhammed dostu Ebu Zer için: "O böyle bir eve laiktir" diyerek Muavi’nin askerleri kalabileceği bir mekân gösterirler.

Ebuzer: Yoksullar varken o bu evde asla kalmak istemez: "Asker, beni Muaviye’ye götür” der. Ebu Zer Muaviye’nin sarayına gelir, şaşa kalır görkemine ve işçiliğine, yapılan onca masraflara.

Ebu Zer: “Muaviye bu sarayda mı kalıyor?”
Asker: “Evet, bu sene yaptırdı, “Yeşil Saray” diyorlar adına. Duvarlarında süslü mücevherler, dünyanın en büyük ustalarına yaptırıldı. Diyorlar ki, Rum saraylarından daha muhteşemmiş. Valimiz Muaviye: "Müslümanlarında görkemli sarayları olması lazım" diyor.

Ebu Zer: İnsanlar ölmek için doğuyorlar” der ve Etrafında fır dönen hizmetçilerin hizmet ettiği Muaviye tahtında oturmaktayken, öfkeyle yanına çıkan Ebu zer, bakın ne der Muaviye’ye: “Ey Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye, ey şabbaris, ey allı şanlı sahabe” der ve Muaviye:

Ey Ebu Zer hoş geldin” der.
Ebu Zer: “Derhal yık bu sarayı!” der.
Bu söze şaşıra Muaviye: “Ne? der.

Ebu Zer, Kur'an'dan bir ayet okur ve: “Ey Muaviye! Bilmez misin peygamberimiz yoksulları düşünür; yoksullar gibi yaşardı. Hasırlarda uyur, halktan biri gibi davranırdı, o açlıktan karnına taş bağlamıştı, bir hurmayla günü geçirmişti. Bu halk nasıl yaşarsa, o da öyle yaşardı… Sen nasıl valisin ey Muaviye? Sen nasıl sahabesin? Tıpkı ruh kısanlarına benzemişsin, saltanat kurmuşsun kendine; bu ne şatafat, bu ne ihtişam! Yoksullar inlerken sen burada tepinecek misin? Bunun hesabını öte tarafta nasıl vereceksin?"

"Ey vali! Şehrinde yoksullar var, dilenciler her köşede inliyor, sense bir saray kurmuş içinde gülüyorsun. Sen nasıl bir valisin Muaviye? "Ey Ebu Süfyanın oğlu, bu sarayı halkın parası ile yaptıysan haksızlıktır. Eğer bu sarayı kendi paran ile yaptıysan israftır, haramdır. Derhal yık bu sarayı” der ve öfkeyle sarayı terk ederken arkasından Muaviye yanındaki adamlarına: “Bu adam önceden de deliydi, şimdi daha da delirmiş. Ah halifemiz bunu benim başıma bela olarak mı gönderdi”  der.

05.06.2015 günü Recep Erdoğan kendine yaptırdığı şatafatlı ve görkemli dahi karadelik gibi para yutan kaçak Ak saray hakkında eleştirenlere şöyle seslendi meydanlarda: "Aslan yattığı yerden belli olur" dedi. 

Ama bu ülkede koyunlar hala tezek kokulu ağıllarda yatıyor. Bir açıklaması var mı? onlar aslanların nesi oluyor? Dahi, Anadolu ova köylerinde insanlar nasıl yaşar hiç baktı mı. Köstebek yuvasını andıran evler, kırsallarda ve dağ koyaklarında da insanlar kartal yuvasını andıran çalı çırpıdan yapılmış ev bile denemeyecek yerde yaşıyorlar... 

Ebu Zer Gifari
Ebu Zer Gifari çöllerde
Seçkin sahabelerden Ebu Zer, Emevi pisliklerin ihbarları sonucu zulme yenik
düşer. Halife Osman tarafından eziyet edilen, inim inim inletilen, sonra ıssız
Arap çöllerine sürülüp ölümüne terk edilendi.

Muhammed dostu Ebu Zer Giffari, iktidar, güç, otorite, zenginlik elinde olanlara
ne diyor bakın: “Evinde yiyecek ekmeği bulunmadığı halde, kılıcını çekip sokağa fırlamayanın aklına şaşarım” Polis tarafından üç bakan çocuğu sahtekârlıktan, rüşvetten ve nüfuz kullanmaktan sanık olarak gözaltına alındı, o polisler derhal görevden alındı. Altı gencimizi öldüren polislere ise “Polisimiz destan yazdı”
 dendi.

Allah’ın resulüne ve ashabının yolundan gitmeyenler! Ey gurur sahipleri! Sepetçilikle geçimini sağlayan Muhammed dostu Selman-i Farisi’ye Halife Ömer bir miktar maaş başlamış, O’da bu maaşını olduğu gibi fakirlere dağıtırmış. Bir gün Selman-i Farisi’nin evine Halife Ömer’in adamları gelir, maaşını dağıtmadan kendi masrafları için harcasın diye halifenin emirlerini iletirler.

Sepet yaparak geçimimi sağlayan Selman-i Farisi’nin Ömer’in adamlarına anlattığı
şu sözleri sizleri utandırsın: “Bir dirhem veriyorum hurma yaprağı alıyor, sepet örüyorum. Ördüğüm sepeti üç dirheme satıyorum, üç dirhemin birini yaprak almak için ayırıyorum, bir dirhemini çocuklarımın nafakasına harcıyorum, öteki bir dirhemini de sadaka veriyorum. Eğer Ömer b. Hattat beni bu işten men etse onu dinlemem” (**) der. 

Bir hadis Ebu Hürreye’den aktarma: “Muhammed şöyle buyurur; siz işlerinizde kendinizden aşağı olanlara bakınız ve sizden yukarı olanlara bakmayınız” demiştir.
Bu hadisi doğrusu alıp lafazanca sulandırarak kendine göre yorumlayarak aktaran Ebu Muaviye: “Üzerine olan nimetini” diye değiştirir. Aslında “hadiste üzerinizde”  diye bir söz yoktur “yukarıda” sözü vardır.

Bir insan sürekli konuşmaları arasına dini bazı terimleri sıkıştırarak konuşuyorsa,
o yalancılık ve sahtekârlıktan beslenen kişidir.       

İslam, doğrudan yaşamın içindeki düzensiz gidene karşı mücadelenin sonucudur. Yani, İslam, düzensiz gidişatı düzene sokmak içindir. Ömer, Ali bu İslam düzenine “devrim” dedi, Osman ve akrabası Muaviye ise Emevi geleneğine sarıldı, kazanan da onlar oldu. Ömer, Ali’nin, yenilikçi icraatlarının akıl hocası olduğunu söyler…

Ali, kayınbabası, amcaoğlu ve can yoldaşı Muhammed’in ölümünden, kendisinin halifeliğine kadar geçen 25 yıllık sürede Medine’de oturdu. Bütün dönemler ana muhalefet rolü üstlendi. Çevresinde Ebu Zer ve Ammar gibi etkili sahabeler vardı. Muhammed’in getirdiği kabile mantığını aşan, getirdiği yeni değerlere içten bağlı kalan biriydi Ali. Diğerleri, adaletli yaşamak istemesiydi. Muhammed’in devrim mantığıyla hareket etti Ali. Osman ise siyasi tavrını sergiliyordu. Ali’ye uymak istemiyordu. Bugün siyasetin 1400 yıllık fıkha, kalemden felsefeye kadar tutum alanlarında bu saflaşma sürdü.
Selman ZEBİL 

(*) Kaynak: Muhammed Cevad Alülfakih, "Ebu Zer" s. 136
(**) Kaynak: İbn Sa’d’dan aktarma.  

26 Ocak 2015 Pazartesi

İNGİLİZ CASUSLARDAN LAWRENCE ve BELL

İNGİLİZ CASUSU THOMAS EDWARD LAWRENCE

İngiliz casus Lawrence
1926 yılında “Bilgiliğin Yedi Sütunu” adında Arabistan anılarını yayınladı. Bu kitaba en çok itibar veren Anglosakson dünyası olur.

Osmanlı toprakları olan Arap coğrafyasında İngilizler Şerif Hüseyin’e ayda 200 bin sterlin ödüyorlardı.  Ayrıca silah ve cephane yardımları yapıyorlardı. Bu işleri iyi Arapça bilen, yalınayak ve bedevi elbisesiyle Hicaz topraklarında dolaşan Lawrence (1888-1935) işleri İngilizler adına yürütüyordu.

Lawrence adlı İngiliz ajanının Arapları Osmanlıya karşı kışkırtmaları sonucunda Hüseyin 1-2 Haziran 1916 yılında ayaklanır. Medine dışında Hicaz’ı ele geçirdi. 29 Ekim 1916 yılında Hüseyin kendini Arapların kralı ilan etti.

Fransa, İngiltere, Rusya Hüseyin’in bu sıfatını tanıdı. Lakin Bedevilerin modern bir savaşı yürütecek durumları olmadığı için, ordunun başındaki Hüseyin’in oğlu Faysal’ın Hicaz Demiryollarına baskınlar yapmaktan başka bir yeteneği yoktu.

1888 doğumlu 47 yaşında bir motosiklet kazasında 1935 de İngiltere de ölür.
Yarı İngiliz yarı İskandinav olan Lawrence, Osmanlı-Arap düşmanlığı yapan bir İngiliz casusudur.

Casusluk başarısını şöyle açıklar: “Irak’ın petrol ve mısır tarlaları bizim olsun diye bunları elde etmek için düşmanlarımızı (Osmanlı İmparatorluğu) mağlup etmemiz kâfi idi. (...) Biz Arapları Türklere karşı başarılı şekilde organize ettik...” der.

Gerçek resmi yandaki Lawrence, Türklere karşı savaşta yanında bulunan Arap arkadaşları, Osmanlı’ya karşı isyanın en güçlü kişileri Mekke Şerifi Hüseyin, Emir Faysal, Şerif Ali, Dahum ve Ahuda dahi diğerleri...

Lawrence’ın amacı 20 milyon Arap’ı bir araya toplayıp “Sami Arap milleti” yaratmaktı. Fakat değil bir çatı altında birleşmeyi, birçok birbirine düşman Arap devletler doğurdular...

İngiliz casus Lawrence (filimden görüntü) 
Bugün “Kürt sorunu” diye dayatılan, yakın geçmişte Osmanlıyı parçalaması için İngilizlerin bölgeye gönderdiği Edward Lawrense’nin dediklerine kulak verilim: “Irak petrolleri ve mısır tarlaları bizim olsun diye bunları elde etmek için düşmanlarımızı (Osmanlı İmparatorluğu) mağlup etmemiz kâfi idi...” demesi

Hala bu emperyalist emellerinden vazgeçmedikleri, son Irak işgaliyle kanıtlanmıştır.
Ekmeğin akına petrolün karasını sürmeye devam etmektedirler. Bence bu bölgede durgunluğun, petrolün bitmesi sonucu başlayacaktır...

Osmanlılar tarafından Mekke’de yaptırılan “Ecyad Kalesi ”UNESCO tarafından dünya mirası sayıldığı halde tarihe saygısızlık yapan Suudi yönetimi tarafından yıktırılarak yerine otel yaptırılmıştır. Başında Abdullah'ın bulunduğu aynı Suudi yönetimi İngiliz casus, Arapları Osmanlıya karşı kışkırtmak, isyanlar yaptırmak için mücadele veren Lawrence’nin Cidde’deki yaşadığı evi restore ettirip kapısına kocaman harflerle  “Bu ev, Türklere karşı savaş vermemize yardımcı olan Lawrence’nin karargâhıdır” diye adına onurluluk bildirisi asarlar. 

İngiliz casus kadın Bell Arap çöllerinde 1920

İNGİLİZ CASUSU GERTRUDE BELL
Arapça, Farsça bilen soylu ve güzel bir kadın olan Bell, 1868’de doğar 1926’da ölür. Arapları, Ermenileri, Kürtleri Türklere karşı kışkırtmasıyla tanınır. Geleneklere meydan okuyarak Arap çöllerini deve sırtında geçerek, inanılmaz maceralara dolu bir hayatı olan İngiliz keşif, arkeolog, diplomat, yazar, en önemlisi casusu bir kadın.

Anadolu dağlarında Osmanlı halkları kışkırtarak ayrılıkçı tohumlarını ünlü, yine Türk düşmanı olan casus (ibne olduğu söylenen) tam adı Thomas Edward Lawrence ile birlikte attılar...


İngiliz kadın casus Bell Kral Faysal ile piknikte 1920
Osmanlı İmparatorluğundan Mezopotamya’nın ayrılmasında istekli bir çaba içinde olur. Daha sonra, uğraşıları sonucu, Osmanlı’dan koparılıp Irak devletinin kurulmasında rol oynar. Irak eski eserler içinde bırakılır. 













SİYONİZM, İSRAİL DEVLETİNİN KURULUŞU ve FİLİSTİN SORUNU, ARAP-İSRAİL ÇEKİŞMELERİ


THODOR HERZL, Siyonizm ve Vambery
Macar Yahudi'si ve Çifte Casus
Arminius Vambery
Vambery Abdülhamit’in güveni kazanmış, 1900 yılının Haziran ayında 2. Abdülhamit’in huzuruna çıkmış, ondan Siyasi Siyonizm’i destekleyen Vambery, Siyonizm’in fikir babası Theodor Herzl’a için Sultandan görüşme talebinde bulunmuş ama bu görüşme için başarılı olamamıştı.

Aşağıdaki harita, Yahudi-Siyonizm’in hedeflediği “Büyük İsrail” topraklarıdır. Nil nehrinden Fırat nehrine kadar uzanan, Suriye’yi, Ürdün’ü, Lübnan’ı, Kuveyt’i tamamen yutuyor. Suudi Arabistan’ı, Mısır’ı, Irak’ı ve Türkiye’yi bölerek oluşması hayal edilen “Büyük İsrail” toprakları haritasıdır.

Siyonizm’in babası Theodor Herzl, yazdığı mektuplarda 2. Abdülhamit için Avrupalı Musevilerin konuştuğu Yidiş dilinde aşağılayıcı bir biçimde “mamser-ben-mennide” (fahişenin oğlu, piç) ifadelerini kullanıyordu. Ancak Vambery 1901 yılında Herzl’in Sultanın huzuruna çıkmasına sağlayan bir randevu ayarlayabilir.

Herzl 16 Haziran 1900 tarihinde Vambery Tirol’da ziyaret. Şöyle bir günlük yazdı:
“Yetmiş yaşındaki bir aksak Macar Musevi’sinin şahsımda hayatımda gördüğüm en ilginç insanı tanıdır. Kitaplarını Alman dilinde yazan, 12 dili aynı mükemmellikle konuşan daha fazla Türk mü yoksa İngiliz mi olduğuna bir türlü karar bir adam hayatında 5 ayrı dine geçerek bunlardan ikisinde rahip oldu. Bunca dini bu kadar yakından tanıyınca ateist olması normal karşılanmalıdır. Şark ülkelerinden bana 1001 Gece Masalı gibi olayları anlattı, Sultan’la (2.Abdülhamit) yakın olan ilişkisi gibi şeylerden söz etti. Ayrıca bana ant içerek İngiliz ve Türk ajanı olduğunu söyledi. Macaristan’da Profesörlük unvanı salt göstermelikmiş. Yahudi düşmanı bir toplumda yaşadığı bunca çileden sonra, bana çok sayıda belgeyi gösterdi. Bunlardan bazıları Sultan’ın kendi eliyle yazmıştı; ancak Türkçe yazdığı için okuyamıyordum ve içeriği hakkında bir şey diyemem. Oradayken yanımıza gelen William Hechler’i kaba bir biçimde yanımızdan kovdu, benimle yalınız 

Sözlerine şöyle başladı: “Ben paranın peşinde değilim, zengin biriyim. Altından biftek yenmez. Çeyrek milyonum var ve sermayemin faizlerinin yarısını bile harcamıyorum. Size yardım edeceksem, dava uğruna yardım edeceğim. Benden bütün planlarınızın bütün detaylarını, para vs. hususunda öğrenmek istedi. .

Sultan’ın kendisinden Avrupa basınında lehinde bir kamuoyu oluşması için çalışmasını istediğini söyledi. Bu konuda yardım etmemi istedi. Bense yarım ağızla yanıt verdim. Konuşurken arada konuyu değiştirip başına gelen, oldukça ilginç olayları anlattı. Bejamin Disraeli sayesinde İngiliz ajanı olmuş. Türkiye’de önceleri kahvehanelerde şarkıcı olarak başlamış, arada geçen bir buçuk yıl içinde Sadrazamla ahbap olmayı başarmış. İsterse Yıldız Sarayında (İmparatorluk Sarayı) konaklayabilirmiş. Ancak suikast kurbanı olmaktan korkuyormuş. Sultanın sofrasında, hem de samimiyetten elleriyle yemek yiyormuş, ancak zehirlenmekten korkuyormuş. Yüzlerce böyle ilginç şeyler anlattı. Ben ona dedim ki, …Sultana beni kabul etmesini söyleyin, birincisi, basında ona değerli hizmetler sağlayabildiğim için, ikincisi salt huzuruna çıkışımın bile onun Avrupa’daki itibarını yükselteceği için Dilmaç (tercüman) olarak ona tercih ettiğimi söyledim. Ancak yaz yolculuğunun meşakkatlerinden dolayı çekiniyor. Zamanım bittiğinde, benim için harekete geçip geçmeyeceği meçhul kalmıştı… Ancak bana vedalaşırken sarıldı ve beni öptü… “ diye anlatır.

Herzl’e Vambery’nin anlattıklarından biri, maddi bakımdan herhangi bir ihtiyacı bulunmadığını söyler. İşini para için değil de adil bir dava için gördüğünü, Siyonizm’e dertsek vermek için yaptığını söyler. Aralık 1900 yılında gazetelere Osmanlı Devletinin siyasi Siyonizm Filistin’e göçlerin önlenmesini sıkışlaştığı yazdı. 

Bunun üzerine Herzl Vambery’ye 28 Aralık 1900’de şu satırları yazdı: “Bana kalırsa bu hiç kötü bir alamet değil, aksine iyi bir işaret. Fahişe (Osmanlı devleti) fiyatını yüksek tutmak istiyor, onun için sahip olunamayacağını söylüyor. Yanılıyor muyum?” der.

Bir Filistin topraklarına Yahudi göçüyle ilgili pazarlıklar var. Bir yandan da Musevi bankerlerin Osmanlı İmparatorluğuna verecekleri hatırı sayılır (5000 pound) bir kredi anlaşmasına dair arabuluculuk yapar, bundan alacağı komisyondan söz edilir.

Herzl Ocak 1901’den itibaren işlerin istenildiği gibi gitmeyişinden Vambery aracılığıyla tehditler savurur. Padişah’ı yola getirmeye çabalar. Osmanlılar, Yahudilerin isteklerine biraz daha ılımlı yaklaşmayacak olursa, Yahudiler Osmanlı’nın bütün para kaynaklarını kesebileceklerini ima eder.

Dahi aynı yıl Hewrzl Vambery’den, kendisi ve Siyonistlerin Osmanlı Padişahı için neler yapabileceklerine sahip olduklarına dair padişah’a anlatmasını ister. Hatta Fransızlara karşı aciz düşmemek için ona bir torpidolu bir muhrip gemisi bile gönderebileceğini söyler. (Hatta Midilli adasını, Fransızların itilaflı bir alacağı yüzünden savaş gemileriyle işkal etmişler, ancak Osmanlı devleti taksitle ödemeyi kabul ettiği için çekilmişlerdi.)

Herzl, Vambery’ye yerleşmek için taşınacak Yahudiler için bir gemi temin etmesini ister. Bu geminin temini için 300,000 bin Hollanda florini teklif etti. Parayı istediği gibi harcayabilecekti, artanı da kendine saklayabilecekti, önemli olan sonuca ulaşmaktı.

İşte böyle bir düzen içinde, kendi söylediğine göre paraya ihtiyacı olmayan Vambery, Herzl’in teklifini kabul etti, gerektiğinde Osmanlı Devletinde kendisi önemli bir görev alacak hatta padişahı bile devirecekti.

Herzl, İtalyan ilk Siyonistlerinden Meranolu Tobias Marcus vasıtasıyla Vambery ile tanıştı. Herzl’e 13 Eylül 1898 tarihinde mektup göndererek Marcus, Vambery’yi şu sözlere tarif etmiştir: “Daha önce söylediğim gibi, Vambery oldukça karmaşık bir şahsiyettir. Dâhiyane bir insan, ancak zarafet, eğitim ve karakterden yoksun bir. Kendini beğenmişliğiyle toplumda saygınlık sahibi, herkese tepeden bakar. Her türlü din ve milliyetçilikten nefret eder. Güya kendisi çağın en büyük hür düşünen kişi, kendini kozmopolit bir insan olarak görmektedir. Öte yandan İslam’ı ve aynı anda İngiltere’yi övüyor. Genelde bakılırsa, kendini fazlasıyla beğenmiş ve çelişkili karaktere sahip, sözlerine her zaman itibar edilmemesi gereken, yine de son derece dikkatli yaklaşılması gereken bir insandır, zira aleyhtarı olmak ziyadesiyle tehlikelidir” diye anlatır.

Vambery’nin bir oğlu olur (1872-1948) Adı Rüstem Vambery
Rüstem Vambery Macar ceza hukukçusu ve siyaset adamı olur. Budapeşte Üniversitesi Hukuk Fakültesi üyesi oldu, 1919 yılında Prof. unvanını aldıktan sonra fakültenin dekanı oldu. Bir ara Macar Milli Meçlisinde de milletvekilliği taptı.

Vambery’yi İstanbul’daki teması sırasında Osmanlı Padişahıyla tanıştıran kişi, yıllarca Osmanlı Devletinden Dâhiliye Nezaretinin Sıhhiye Müdürlüğünü ifa etmiş Macar asıllı hekim Dr. Soma Wellsch (1866-1926) olmuştur.

Siyonizm’in Temelleri
Siyonizm:1890’lı yıllarda Avrupa ve Rusya’da sıkıştırılmış Yahudilerin barınabilecekleri bir Yahudi Devleti kurulmasını isteyen Yahudilerin kurduğu bir örgüttür. Siyonizm’in fikir babası Theodor Herzl adlı Yahudi, Filistin’e yerleşme planlarını Padişah Abdülhamit’e anlatır. Abdülhamit kabul etmez, “Filistin hariç başka yerlere yerleşin” der.

Filistin Sorunu ve İsrail
Filistin-İsrail sorunu yalınız Filistin-İsraillilerin değil, bütün dünyanın sorunudur. Salt İsrail-Arap toplumlarına zehir olmaktan öte, dünya insanlığına zehir saçan bir sorun olmaya devam ediyor. Dev gibi, kalabalık bir nüfuza sahip Arap toplumu karşısında ufak kalan, sınırları Arap ülkeleriyle çevrilmiş İsrail, aklıyla hareket eden bir devlet, eli tetikte bekler, arkasında ABD başta, güçlü BatIı devletler var, karşıdaki Arap ise aklı kıt ama zengin, parası bol, düzenli bir savaş yeteneği olmayan topluktan
oluşmaktadır.

Ki, ayrıca, Aklı kıt, parası bol olan Arapların Avro-dolarları, İsrail’i ayakta tutan Batılıların bankalarında, batılıların ekonomik gelişmelerine katkı sağlamakta oluşu ayrıca düşündürücü değil mi?

İsrail haritası nasıl değişti, 2. Abdülhamit ve Siyornizm
Gelirsek konunun esasına: Her ikisi de Semitik ırktan İbrahim peygamberin Hacer adlı karısından doğma oğlu İsmail’den gelen Araplar, Sara adlı karısından doğma İshak adlı oğlundan gelen Yahudilerdir. Yani Araplarla İsrailliler amca çocuklarıdırlar. Bunların birbirlerine düşmanlıkları, dini farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Hatta ihtimal, Filistinliler Yahudilerin atası İshak’tan gelmeleri daha olasıdır.

Gelelim kutsal kitap Tevrat’a. Tevrat’ın anlattığına göre, Kadeş Savaşı (M.Ö.1286) sonrası Mısır egemenliğine geçer. Musa’nın önderliğinde Mısır’a gelen İsrailoğulları (bunlar 12 kabile) bu topraklardan kendilerine vaat edilmiş bir krallık kurmuşlardır.

M.S. 132’lere gelindiğinde Romalılara karşı bir ayaklanma yaptılar. Romalıların öfkesini üzerlerine çeken Yahudiler, pek çoğu öldürülür, geri kalanları Filistin topraklarından dünyanın dört bir tarafına kovulurlar. Daha önde de Asurlular tarafından da bu topraklardan sürgün edilmişler, bir süre sonra da geri Filistin’e dönmüşlerdi.

20. Yüzyılda Yahudi Devleti kurmak amacıyla tekrar Yahudiler ikinci defa Filistin topraklarına dönmüşler ve 1947 yılında da İsrail Devletini kurmuşlardır. 

Romalı ve Bizanslılar tarafından Filistin topraklarından sürülen Yahudilerin topraklarında bulunan Kudüs’e Araplar M.S.637’de egemen oldular. Arada bir Haçlı Seferleri dışında Filistin’e Araplar uzun yıllar hâkim olarak, Müslüman topraklarının bir parçası olarak kaldı. Osmanlı Sultanı Yavuz Selim’in, Mercidabık Savaşıyla, 1516’da Osmanlı egemenliği altına girdi.

İsrail Devletinin Oluşumu ve Siyonizm
İsrail'in İlan Edilişi ve Duvardaki Resim Theodore Herzl
1882-1904 yılları arasında, Rusya topraklarından kaçan 30 bine aşan Yahudi Filistin topraklarına gelip kalıcı olarak yerleşmeye başlarlar. Filistin’de 23 tarımsal yerleşim yerleri oluştururlar.

Ayrıca 1904-1914 yıllarında devletleşmek için gelen 33 bin göçmen Yahudi, Siyonizm’in bası Herzl devletleşme düşüncesinde insanlardı. Bu gelenler arasında David Ben Gurion’da bulunmaktaydı.

1882’de 24 bin olan Yahudilerin sayısı, 1917 yılına gelindiğinde 75 bini bulmuştu. Böylece Filistin nüfuzu içinde Yahudi nüfuz %5’den %10’a yükselmiş oldu. Bu arada Osmanlı hükümeti 1882’de başlayarak Filistin’e yerleşmeye, 1892’de toprak satın almalarını yasaklamış olsa da, Osmanlı yerli memurlar bu yasakları dikkate almayarak, (rüşvetle olsa gerek), işin kolaylaştırıcı rol oynamışlardır.

Yahudiler, Filistinlilerden daha hızlı ve daha çağ aşıcı yönleri, tembel olmadıkları, idealist bir ivme ile en kısa sürede, disiplinli bir biçimde bölgede yükselen ekonomik  güç odağı olmuşlardır. Rusya’dan gelen Yahudiler, Sosyalist düşünceli disiplininde birleşmesiyle “kibutz” adıyla kooperatifler biçiminde örgütlendiler.

1909 yılında salt Yahudilerden oluşan ilk Tel-Aviv kentini kurdular. Ayrıca ölü bir dil durumuna gelen İbraniceyi dirilterek konuşulan diller arasına soktular. Dahi yazılarını yeniden işler hale getirdiler.

Gelelim Arapların Osmanlıya karşı işbirliği yaptığı İngilizlere.
1. Dünya Savaşı sırasında 2 Kasım 1917’de yayınladığı Balfour Bildirisi İsrail devletinin kurulmasına gerçekçi bir temel oluşturmuştu. O dönemde kabinede Balfour bakandı. Buna göre (*) İngiltere Filistin’de Yahudiler için bir “ulusal yurt”  kurulmasını destekleyecekti. Bu bildiriyi ABD ve itilaf Devletler de desteklediler.

Bu arada İngiliz ordusu Filistin’i işkal etti. 1922 yılında. Milletler Cemiyeti Filistin’in mandasını İngilizlere verdi. Araplar işin nereye doğru yol aldığını nihayet anlamaya başlamışlardı. 1920 yılında Araplar Kudüs’te günlerce süren gösteriler yaptılar, faydasız kalındı. 1921 yılı Mayısında Araplar tekrar Yafa’da Kudüs Müftüsü olan Hacı Muhammed Emin el- Hüseyin-i direnen Araplara destek olarak günlerce süren gösteriler yaptılar.

Bu arada 1920-1948 yılları arasında Filistin’e 452 bin nüfuzlu Yahudi göçü başlar. Büyük çapta (%80) Avrupa’dan gelir. 1947 yılına gelindiğinde Filistin de Yahudi nüfuzu %32’ye ulaşmıştır. İngilizler Filistin’e Yahudi göçlerini kısıtlar gibi görünse de aslında el altından desteklemişti. Bölgede Yahudi nüfuzu şaşırtan hızlılıkla büyümeye başlamıştır.

Ağustos 1929 yılına gelindiğinde Ağlama Duvarına ilişkin bir sorun üzerine ilk Arap-Yahudi çatışması başladı. Bu çatışmalarda 250 kişi öldü. İngilizlerin gerçek yüzü orada biraz daha alana çıkar, Arapları sindirebilmek için Arap köylerini bombalıyor, toplu ağır cezalar veriyordu. İngilizlerle uyum içinde olan bazı Arap eşrafı tarafından gözden düşmeye başlar. Lakin iş işten geçmişti bir kere.

Yıl 1933’e gelindiğinde bu kez Yafa’da Araplar İngilizlere karşı gösterilere başladılar. Daha geniş alanlara yayılmaya başladı. 7 Temmuz 1937 tarihli Peel Komisyonu raporda, çare olarak Filistin’in bütün kalmayacağı için üçe bölünmesini salık verdi. O raporda Yahudi devleti ülkenin üçte birini kapsayacak, kuzeyi Yafa’ya kadar kıyıları içine alacaktı. Yafa ve Kudüs İngiliz bölgesi olacak, diğer yerler Araplara kalacak ve Ürdün’le birleşecekti. 

2. Dünya Savaşı patlak vermesiyle Yahudi Soykırımı Nazi Almanya’sında ayyuka çıkar. İvedilikle Yahudiler ABD’yi devreye sokarak Mayıs 1942’de Biltmore’de yaptıkları toplantıda ABD Yahudileri Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasından yana bir kara aldılar.

Bu arada 1944 yılı İngiliz İşçi Partisi Kongresinde alınan bir karara göre Filistin’de bir Yahudi yurdunun olabilmesi için, Yahudilerin Filistin’e doluşması, Araplarında bölgeyi terk etmeleri gerekiyordu. İngiliz İşçi Partisi iktidara geldiğinde Filistin’in üçte birinin Yahudilerden oluştuğunu görünce, Arap nüfuzun Filistin’den sürülmesi zorluğunu anlar.

1945 Ağustosuna gelindiğinde Başkan Truman, Siyonistlerin 100 bin Yahudi’nin hemen Filistin’e alınmasını talebini desteklediği açıkladı. Dahi, ayrıca ADB kongresi Filistin’e sınırsız göçe izin verilmesi istedi. İngiliz, ABD’nin kendi içişlerine karışmasına kızsalar da, bir yandan birlikte çalışmak, Amerika’yı işin içine katmak istediler.  

Nisan 1946 yılına gelindiğinde ise hazırladıkları raporda 100 bin Yahudi göçmenin derhal kabulünü, Birleşmiş Milletler vesayeti altında bir Arap-Yahudi devletinin kurulmasını istedi. Dahi, kitle halinde Filistin’e yasadışı Yahudi göçleri geliyor, bir yandan Yahudi milisler terör estiriyorlardı. Bu arada İngilizler bunlarla baş edemiyordu. En sonunda terör 22 Temmuz 1946 yılında Kudüs’te İngiliz yönetiminin merkezi olan King David Otelini havaya uçurmasıyla doruk noktasına çıkar 4 Ekim 1946 yılında Truman Filistin’in bölünmesinden yana olduğunu açıkladı.

İngiliz hegemonyası altındaki Filistin’e, İngilizlerin içişlerine karışarak müdahale eden Amerika, 2. Dünya Savaşı sırasında kendi ülkesine ancak 5 bin Yahudi göçmen kabul etmişti. Demek ki, bundan anladığımız kadarıyla Amerika (**) İsrail devletini kurdurmak için uğraşmakta olduğu ve Yahudi hayranlığından değil de, Ortadoğu’da Araplara karşı stratejik-lojistik bir dayanak noktası amacıyla davranmış olmasıdır. 

İngiltere gelişen olaylardan bıkkınlık içinde Şubat 1947’de Filistin sorununu Birleşmiş Milletlere taşır, ne yapılması gerektiği konusunda da tavsiyelerde bulunur.  31 Ağustos 1947 yılında Birleşmiş Milletler görüş bildirir. Filistin üçe bölünmeli; bir tarafta Yahudi bölge, Arap-Yahudi halın yaşayacağı. Bir Arap bölge salt Arapların yaşayabileceği bölgeydi. Birde Kudüs ve çevresinde oluşacak uluslar arası bölge. Birleşmiş Milletler bu görüşü benimsedi. ABD’de böyle istemesine karşın iş öyle olmadı. Bölünme olaylarına Araplar ret ettiler, Yahudiler kabul ettiler. ABD, SSCB ve Türkiye Filistin’in bölünmesi için oy kullandılar. İngiltere çekimser kaldı.

Filistin’in bölünmesi dillerde dolaşmaya başlayınca Arap-Yahudi çatışmalar başlatır. İngiliz hegemonyası altında bulunan Arap-Yahudi çatışmalarına tarafsız gibi davransa da Yahudilerin daha iyi örgütlenmelerine yardım yaptı. Bu arada Araplar ise bir taraftan Yahudilerle çatışırken, bir taraftan birbirleri ile didişmekteydiler.

İsrail devletinin kuruluşunun iki nedeni vardı. Birincisi toprak satışı ve dışarıdan Yahudi göçlerinin engellenememesi ve Yahudilerin çok iyi örgütlenmiş olmalarıydı. İkincisi ise Arapların dağınık, birbirleriyle uyum içinde olmayışlarıydı. Yahudiler yekpare savunma halindeydiler, daha sonra taarruza geçtiler ve Arap-Yahudi karması Yafa Yahudilerin eline geçti.

9 Nisan 1948’de Yahudi teröristler Deyr Yasin Köyünü bastılar 254 Arap köylüsünü öldürdüler. Bu olay Araplar arasında derin bir dehşete neden oldu. Sonuçta 1948-1949 yılında, Araplar evlerini barklarını terk ederek Siyonistlerin yerleştikleri bölgelerden 750 bin kadar Araplar kaçarak diğer Arap ülkelerine sığındılar. Zaten Siyonistlerin istediği de buydu, terör estirerek Filistin topraklarını Araplardan temizlemekti. Yıl 1975’e gelindiğinde İsrail’in nüfuzu 2,5 milyona ulaşmıştı.

Sonuç belli oldu: 14 Mayıs 1948 yılında İngilizler yönetimi bıraktıkları günde İsrail devleti ilan edildi, ABD ve SSCB ilk tanıyanlar oldu. 10 ay sonra Türkiye de tanıdı. Her şey Arapların başarısızlıkları altında gerçekleşti. Her şeye rağmen Arap-İsrail savaşı Ocak 1949’a kadar sürse de, sonra İsrail savaştığı Araplarla barış imzaladı.

Bu arada Sovyetlerin İsrail devletini desteklemesi, Arap ülkelerinin Batının kuklaları olarak görmesinden kaynaklanıyordu. Daha sonraları ise (1950’den sonra) tutumları değişir.

İsrail 1948-1951 yıllarında 700 bin, 1951-1991 yılları arası 1 milyon göçmen geldi İsrail’e. Ayrıca İsrail’e 1967’ye kadar dışarıdan 200 milyon dolar giriyordu. 1967-1973 yılları arasında ise 700milyon dolara yükselmişti. Dahi, tazminat olarak 1966 yılına kadar Almanya’dan her yıl 125 milyon dolar ödeme geliyordu.

Sonuç olarak İsrail, Başta ABD ve Batı emperyalizminin Ortadoğu’da karakolu olmuştu. Ve Batı her zaman İsrail’in varlığını kollamış, gelişmesine katkı sağlamış olması, Batının değişmez bir parçası halindeydi.
Selman ZEBİL 

Kaynaklar: 
Theodor Herzl, “Mektuplar ve Günlükler, 7 ciltlik yapıtı
Osmanlıcası çeviren A.H. Abdurrahim: “Bir Sahte dervişin Asya’yı Vustada Seyahati”
Abdurrahman Şamipaşazade çevri, “Bir Sahte Dervişin Orta Asya’da Seyahati, Kitapevi Yayınları 2009
Kemal Öke Mim,  “Saraydaki Casus: Gizli belgelerle Abülhamit Devri ve İngiliz ajanı Yahudi Vambery”, İrfan yaınları İst. 2009 Ve “İngiliz Casusu Prof. Arminius Vambery’nin Gizli Raporlarında 2.Abdülhamit ve Dönemi, Üçdal Neşriyat 1983
Cemal Kutay,  “Sahta Derviş” Aksoy Yayıncılık İst. 1998
http://www.etymonline.com/index.php?search=vampire
(*) Sina Akşin, “Kısa 20. Yüzyıl Tarihi” İş-bank yayınları 2. Baskı, s. 301-32
(**) a.y. s.301--305


30 Aralık 2014 Salı

KALABALIK-SÜRÜ

Sürü bir çobana takılır gider
Kalabalık, Sürü
Amacı olmayan birçok insan yığını! Bedava yaşamayı seven, asalak gezer, derinlemesine bir konuyu anlamadan ahkâm kesen, Mevlana Rumi’nin “Eşek sürüsü” dediği, Osmanlının “reaya” (davar sürüsü) diye adlandırdığı kalabalıkların pisini yıkamak erdemli insan işi, pisi, temiz azınlıkta kalan erdemli insanlar yakar, yıkar. Lakin erdemli kişiler, pisi yıkadıkça başları belaya girer, siyasi beladan kurtulmaz her zaman.

Kur'an Maide suresi 100, kalabalıklar ile ilgili açık bir şey söyler: “Pisin çoğunluğu seni hayrete düşürse de pisle temiz bir olmaz! O halde, ey akıl ve gönül sahipleri! Allah’tan sakının ki, kurtuluşa erebilirsiniz.”

Allah ayetinde, kalabalıklara yön vermek için akıllı insanları seçmiştir. Onların içinde peygamberler çıkarmıştır:

Kur'an Enam 116: “Eğer yeryüzündeki insanların çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Sadece sanıya uyarlar onlar ve sadece saçmalarlar.” Der.

İşte çoğunluk, gaza verildi mi galeyana gelebiliyor. Düşünme, tartışma, eleştirme diye bir akıl işi yok, hakikatten anlamaz, çok basit, kulağa hoş gelen menkıbelerden hoşlanan bir yığın kalabalık, kendini aydınlığa çıkartmak isteyenlere düşman olandır.

Pir Sultan Abdal halkı için kendini feda edendi…
Zorba zalimin sözüne uyan kalabalık, Pir Sultan idama götürülürken taş yağmuruna tuttu. Kalabalıklar arasında O’na en yakını, taş yerine gül atar, o gül onu taştan çok yaralar. İşte kalabalık böyle bir şey, bazen sürüye dönüşebiliyor, “göt kılı” olabiliyor, “öl de ölelim” diyebiliyor. Evde babasının sözünü dinlemeyen ama sokaklarda tez galeyana gelip yakıp yıkabiliyor, liderine demokratik bir söz söyleyeni polislerin arasında bile linç edebilecek kötü bir karaktere dönüşebiliyorlar. 

Halk görüntüsü veren, Mevlana’nın dediği “eşek sürüsü” Osmanlı’nın dediği “reaya” (davar sürüsü), bir başkasını anlamadan dinlemeden, birinin peşinden körü körüne  koşan kalabalık, birden bire “sürüye” dönüşebiliyor. Fikir mücadele adamı yerine şöhret, şan, nam için kalabalıklar içinden çıkma, sıyrılma, üste olma, kalabalık ona gıpta etsin istiyor. Yani, şöhretle tam insan olmuyor, ezikliğini yenmiş bir kişi sanıyor, sürüde baş oluyor lakin kalabalık sürüye uygarlık yolunu açamıyor.

Halk olabilmek zordur; kedilerini halk sananlar birdenbire şartların değişkenliklerine göre kalabalık sürüye dönüşebiliyor. Halkı aydınlatmak, aydının kendisini yakmasıdır, kendini bilerek feda etmesidir. Aydın fedakârlığın bütün çileleri, halka değer vermesi içindir. Deniz Gezmiş ve arkadaşları halk için, halka değer verdikleri için kendilerini feda ettiler. Ama o kalk denilen, kalabalık bir sürüye dönüştü, kendileri için canlarını feda edenlerin idamlarını alkışladı.

Kalabalık böyle bir şey!
850 lira Asgari ücret alır, 750 bin lira rüşvet olarak gelen kol saati takan siyasetçiyi, elleri çatlayana kadar alkışlar, “senden gurur duyuyorum” der. Oturacak, başını sokacak bir tek göz oda evi bile olmayan, kendine görkemli saraylar yaptıran siyasetçiyi ölümüne alkışlar, onun oturduğu saraydan itibarının yükseldiğini sanır…
İşte gerçeğin ta kendisi, bir ülkede halkın yaşadığı yaşam alanlardan, yöneticilerin yaşadığı alanların pek çok kat ve kat lüksse, o millet kalabalık sürüdür…  

Kalabalık sürü, geçmişte de böyleydi şimdide. Geçmişte o kalabalık sürü, Peygamberin soyu kıyımdan geçirilerek dilim dilim kesilirken sesini çıkarmayan kalabalık sürü aynı sürü, süre gelen. Eğer içlerinde bir gram halkçılık duygusu olsaydı, işler böyle mi giderdi? Kalabalık değil de insan olmuş olsalardı, değeri felakete açılan şöhret değil de, pisliğin ahmaklığından sorumlu olmazdı.

İnsanlığın en kötüsü zalimlere dalkavukluk yapan it yalakları, pisliğin en kötüsü, kraldan çok kralcı basın organları ve gazeteciler var kalabalıklar içinde yaşayan.

Kalabalık, kirletilmiş din üzerine dininin emirlerini yerine getirdiğini sanıyor. Kin ve nefrettin aracı olarak din kullanılıyor. Kinlenmiş kişi, dini kirletiyor, zehirli zulüm din adına sorgulamaz oluyor. Siyasilerin böyle ürettikleri küfür ve şirk üzerine oturan dine sahip çıkmaktansa dinsiz olmak daha yeğdir. Sorun, kalabalıkların alkışladığı siyasiler karşında “halk” olamamaktandır.

Yalnızlık, hep kalabalıklar içinde olup, yalnız yaşamak ve yalnız ölmek…
Bir başına olmak, yalnızlaşmak, bilginin ıstıraplı kaderidir. Bu ıstıraplı yalnızlık, dağ başında, ıssız bir çölde tek başına kalmak yalnızlığı değildir.

Bilginin yalnızlığı, kalabalıklar içinde omuz omuza çarpışarak sokaklarda bir iç dünya, kendine özgü bir yalnızlık değil, örneğin evrende gelişen olaylara duyarlı davrananlar karşısında duyarsız insanlardır neden.

Kalabalık akımların cehaletinin karanlığında perişan kalan aydın azınlıklardır. Kalabalıkların kurtuluşu için kendini feda eden düşünen, yaratan bilim adamıdır. Kalabalıkların bilim adamına verebileceği ise hiçbir şey yoktur, salt kendini düşünür, şöhret peşinde koşar. Kendilerini düşünmekle, kendilerinden önce başkalarını düşünmek, onların gamını çekmek (isar) birde, kendi yanında, başkalarını da düşünmek (infak) insan olmanın gereklerindendir. Bencilik buradan kalkar.
Selman ZEBİL



TURANCI-TÜRKÇÜ-SOSYALİST ETHEM NEJAT (1881-1921)

ETHEM NEJAT (1887-1921) Annesinin adı Cavide, babasının adı Hasan'dır. Anne tarafından dedesi Ahmet Cavit Paşa, Çerkes İttihat ve Teavün...