26 Aralık 2021 Pazar

AKP' İKTİDARININ "DENEME-YANILMA" YÖNTEMİ BİLGİSİZLİĞİN BECERİKSİZLİĞİDİR



Deneme-Yanılma Yöntemi Sonunda Gelindi
            Dolar Garantili TL Hesabı

Erdoğan konuştu, dolar hızlı düşüşe geçti sanmayın! Erdoğan gece yarısı halkı uyutup gece yarısı konuşurken oyun içinde oyun kurgulanıp 10 saatte 7 milyar dolar Recep Erdoğan’ın talimatlarına bağlı kalan Hazinenin parası ile kumar oynayanır. Kazanırsa kendi ikbali yükselecek, kaybederse hazine kaybedecektir. Ancak her iki konuda kazançlı çıkacak olan doları yüksek seviyeden bozup, 5 saat sonra yeniden dolar alan küçük bir imtiyazlı çevredir.

Sonuç mu? Ucu, arkası belli olmayan faizdir. Kitabına uygun örtülü faiz artırımıdır. Yani bir şey değil. Bu sinsi uygulama “ortada nas var, sana bana ne oluyor?” demenin “U” dönüşü yapılıp halka hap gibi yutulmasının açık biçimiydi...

Bunun adı çarpıtılarak halkı aldatmacadır, “faiz” demeden, faiz artırımı hilekarlığıdır.
Döviz üzerinden faiz ve dövizin garantisidir. Dövizi olmayan yoksul halka ağır bedeller ödetilmesidir. Yani bu TL görünümlü limitsiz, sınırsız dolar garantili bir tür mevduat hilesidir. Kendi milli parasına güven duymayıp, dolar güvencesi ile garanti verilmesidir; din iman, milli yerli sözlerin havada kalmasıdır. Doları olmayan, doları olanın yükünü yüklenecek demektir. Yani doları olmayan yoksul, dolar zenginini besleme adaletsizliği demektir. Hazineden dolar kuru üzerinden ödeme yapmaktır. Bu halle, Anayasanın 10. Maddesine göre işletilemez, Anayasal suç demektir. Düzgün giden ülke ekonomilerinde böylesi görülmeyen yanlış giden bir olay demektir...

Bütün Bunlar İkbal Uğruna mı?
Nerde kaldı sözde NAS, din, diyanet, millilik-yerlilik deyin, kur garantili sonsuz faiz ödemeli günlere yol alınıyor. Ekonomi şaşırtmış, ne yaptıklarının bilincinde bile değiller, yeter ki artık kendi ikballeri sağlam dursun.

Daha açıkçası, %14 faiz artı kur korumalı, dövize çevrilebilir uygulama demek, “Türk parasına güven yok; itibarı yok, size tam güvenli dolar garantili” demekle sıfır risk hazinenin (dolaysıyla yoksul halkın) üstüne sarıp, doları olmayan, yüzünü bile görüp nasıl olduğunu bilmeyen bun ülkenin yoksul insanlarının haklarını dolar sahiplerine yükleyen yoksul halkın riski demektir...

Erdoğan Anayasal Suç İşliyor
Recep Erdoğan, ağır biçimde Anayasal suçu daha önce olmamış biçimde işlemekte ve çevresine topladığı kendisine biat eden yöneticilere de işletiyor.

Bütün bunları yaparken çocukluğundan beri kafasında biçimlenmiş, ideolojik saplantıları yaşama geçirmek için Anayasa, hukuk, hak, yasa düşünmüyor. Ettiği yeminin tersini yapıyor. Buna da kılıf olarak, “Kutlu dava, menzile varmak için her şey mubah” mantıksız dayanağı yani, Ortadoğu yaşam biçimine doğru yol almaktır.

Halkın Aklıyla Alay Etmek, Ben Cumhurbaşkanıydım!
Recep Erdoğan, 2021 İlim Yayma Ödülleri Töreni'nde Merkez Bankası’nın 128 milyar dolar rezervlerin eritilmesine; Merkez Bankası'nın döviz rezervinin yok olmasına: “Başbakanlığım döneminde 135 milyar dolara çıkardık, sonra düşüş yaşandı, yoktum, cumhurbaşkanıydım.” Diyerek sorumluluğu üzerine almadı. 20 Aralık Pazartesi 2021

Ahmet Davutoğlu bu sözlerine ise: “Çok açık bir ifadeyle bir kez daha söylüyorum. Ne nası cehaletinizi örtmek için kullanın ne de rakamları başarısızlığınızı örtmek için istismar edin. Bu başarısızlığın sorumlusu siz ve göreve getirdiğiniz ehil olmayan kadrolardır. Siz gideceksiniz ve Gelecek kadroları bütün enkazı toparladığı gibi yeni bir ufka bu ülkeyi taşıyacak.” Diyerek karşılık verdi.

Recep Erdoğan Nerede Durabilir?
Recep Erdoğan, her geçen gün iki ileri, bir geri adım atarak sürekli amacına ulaşma yoluna devam ediyor. Bütün önündeki engelleri geçtiğini, önünde hiçbir engel kalmadığı anda bilin ki, Afganistan’da gerici Taliban neler yapıyorsa, onların bile biz neden düşünemedik” diye gıpta edecekleri karanlık günlere ülkeyi dönüştürecektir.

Recep Erdoğan, Anayasasında laik bir devlet yazmasına rağmen, son derece dünyevi bir konu olan ekonomiyi, çekinmeden dini kurallarına göre yönetim uyarlama söylemi, “NAS var, sana bana ne demek düşer” demesi, yarın sistemi daha sert biçimde tehdit etmeyeceği garantisi var mı?

Recep Erdoğan, faiz ile ilgili ne demişti bakın: “Neymiş efendim? Faizleri düşürüyormuşuz. Benden başka bir şey beklemeyin. Bir Müslüman olarak naslar neyi gerektiriyorsa, onu yapmaya devam edeceğim. Hele “hüküm bu” oldukça tehlikeli sözleri, tehlikenin en belirleyici dışa vurmuş halidir. Recep Erdoğan sinsi bir biçimde teokratik (din üzerine kurulu) kitabına göre yönetiliyormuş gibi konuşma, tehlikesi az buçuk aksakta olsa olan demokrasiyi hançerlemektir...

Recep Erdoğan bütün davranışlarıyla laik bir ülkenin Cumhurbaşkanı gibi davranmıyor, niyetinin bazen açık biçimde, toplumu ayrıştırarak, muhalefete en ağır hakaretler ederek ayrıştırıyor, kendi kitlesine mesajlar veriyor, kentleştiriyor. Biz, saklı niyetinin yeri ve zamanı geldikçe yüzeye vurmasından anlıyoruz.

Başta Anayasa; Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına göre “değişmez ve değiştirilmesi teklif bile edilemez” denen laiklik yazılı bir biçimde var ama uygulamada olmayan; hiçleştirilen bir madde. Laiklik, Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısının olmazsa olmazının tek unsurudur, yoksa demokrasiden söz edilemez, otokrattık rejime kaymış demektir.

Her ne kadar Cumhurbaşkanı olup görevine başlarken bu cumhuriyet Anayasasına ve laik ilkelerine bağlı kalacağına dair namusu ve şerefi üzerine yemin ettiğine inanmayın. O yemin, dini yolda yürümek için takkiye yemini olarak kabul edilir ve Allah bunun hesabını sormaz inancı vardır. Çünkü kendilerine göre “kutsal yolda” bu namus ve şeref üzerine yapılmış yeminin kendi açılarından pek te bir bağlayıcı yanı yoktur. Edilen yemin “laik demokratik Cumhuriyet için olmadığı, NASA göre evirip çevirip din üzerine kurulmuş bir ülkeyi yönetmek için ideali olduğuna artık inanmak gerekir.

Türkiye artık böyle mi yönetilecekse anayasaya ne gerek vardır ki?
Artık Recep Erdoğan, dünyevi bir konu olan ekonomi yönetiminde sıkıştığı anda, din, iman, Kur’an, Allah ve Peygamber'in buyruklarına göre hüküm ortaya atarak işini sürdürecektir anlaşıldığı kadar. Sınırı nerde durur belli değil.


10 Aralık 2021 Cuma

ISPARTA HALISININ TARİHİ ÖYKÜSÜ

Beylikler Döneminde Başlayan Isparta Halıların Öyküsü

Rönesans ressamlarının büyülendiği Türk halıları bir zamanlar tüm Avrupa’nın zengin konutlarını süslüyor, Batı Anadolu’da yüz binlerce tezgâhta milyonlarca metrekare el dokuması halı üretiliyordu. Isparta halısı üzerinden anlattığımız bu öykü, aslında bütün Türkiye’nin ortak öyküsüdür.

12. Yüzyıldan itibaren yöreye yerleşen Türk boylarının Asya’dan getirdiği bu köklü kültür mirası, Anadolulu Rumların ve Ermenilerin de emeğiyle harmanlanarak 19. Yüzyılın sonundan itibaren dünyanın en büyük üretim organizasyonlarından birini kurmuştu. Kent merkezinden dağ köylerine kadar binlerce evde, birbirinden bağımsız kadınlı erkekli yüz bin dokumacı; adeta büyük bir fabrikanın üniteleri gibi halı üretiyordu. Dokumacılar arasında Ispartalı Rum kadınlarının olması da ayrıca dikkat çekiyordu. Neredeyse her evin alt katında ya da bir köşesinde ‘halılık’ adı verilen bir oda ekleniyor, halı atölyeleri bölgedeki sivil konut mimarisinin doğal bir unsuru haline geliyordu.

Selçuklu devletinin dağılmasının ardından Anadolu’nun güneyinde kurulan Hamitoğulları Beyliği’nin merkezi olan Eğirdir ve Isparta çevresinde sürdürülen geleneksel dokumacılık kültürü, 19. Yüzyılda tüm Avrupa’ya yayılacak olan bir Türk halısı çılgınlığının başlamasını da sağlayacaktı. 12. yüzyıldan itibaren bölgeye yerleşmeye başlayan Türkmen gruplar, Antalya’dan başlayarak Torosların iç kesimlerine, Burdur, Isparta, Konya ve Afyonkarahisar çevrelerine yayılan alanda yoğun bir hayvancılık üretimi yapıyorlardı. Dağlık kesimlerde keçi, daha düz alanlar ve ovalarda koyun yetiştiriciliği yapan halkın ürettiği yünler hem giysi hem de dokumacılık için kullanılıyordu.

Bir zamanlar ünü tüm dünyaya yayılan Isparta halıcılığı işte bu üretimin sonucu doğdu. Isparta çevresinde yürütülen yoğun hayvancılık üretimi sayesinde geleneksel dokumacılığı sürdüren kırsaldaki Yörük-Türkmen toplulukları, 19. Yüzyıla gelindiğinde kentli Türk, Rum ve Ermeni girişimcilerin çabalarıyla tüm Avrupa kıtasına ve hatta Amerika’ya halı gönderir oldular.


19. yüzyılın sonlarında Isparta’da halı dokumacıları. (Şark Halı Kumpanyası kartpostalı)

1800’lü yılların ikinci yarısında Isparta’da kurulan yerel halı şirketi, Avrupa’ya halı ihraç etmek üzere girişimlerde bulunsa da yaşanan büyük bir dolandırıcılık skandalının ardından feshedilmişti. Ancak Ispartalı Rumlardan biri olan Dr. Bodosaki ile Etrelizade Mehmet Efendi adında bir Türk girişimci, Rönesans ressamlarının tablolarını süsleyen ve 13. Yüzyıldan bu yana Avrupalı zenginlerin hayali olan Türk halılarını dış pazarlara ulaştırma çabalarını sürdürdüler. Yeni halı tezgâhları, modeller ve boyahaneler kuruldu. Kendisi de bizzat bu dönemin tanığı olan ve halıcılığı geliştirme çabasında bulunan Ispartalı tarihçi ve siyasetçi Böcüzade Süleyman Sami, o günlerde yaşananları, “Etrelizade, sonradan zarar ederek işi bırakmış, Bodosaki ve kardeşleri İzmir’de buldukları yeni alıcılar sayesinde işi ilerleterek zengin olmuşlardı” diye aktarıyor.

Ispartalı Rumların İzmir üzerinden Avrupa pazarına halı ihraç etmeye başlaması, yereldeki üretimin de yaygınlaşmasına neden olur. Bu çabaların ardından Isparta halıcığı için başlayacak yeni atılımın kahramanı, Akşehirli bir Ermeni olan ve Reji İdaresi’nde muhasebecilik yaparken Isparta’ya sürgün gönderilen Haçik Usta olur. Böcüzade’nin Haçik Usta ile ilgili aktardıkları şöyle: “Halıcılığın gelişmesinde, Akşehir’den Isparta’da sürgün bulunan Ermeni Haçik Usta ön ayak olmuş, yeni bir makas icat ederek beratını almıştı. Bu Haçik Usta, İzmir’de oturan Ispartalı Agopoğlu ve Mahdumlarıyla ilişki kurarak onların yardımıyla Isparta’da Şark Halı Kumpanyasını kurmuş, kendisi de Direktör (Müdür) olmuştu. Bu şirket sayesinde halıcılık köylere kadar yayılmıştır. Halen çalışmakta olan Şark Halı Kumpanyası bu ciddi girişimin ürünüdür.”

1908-1912 yılları arasında Osmanlı Meclis-i Mebussan, Isparta mebusu olarak görev yapan Böcüzade Süleyman Sami, o yıllarda Fransa’nın Isparta halılarından yüksek gümrük alacağını öğrenince İzmir Mebusu (Rum) Aristidi Paşa ile müşterek bir önerge vererek Osmanlı’nın Paris Sefareti (Elçilik) tarafından bu konuda önlem almasını ve Hariciye Nezareti’nin (Dışişleri Bakanlığı) gerekli girişimlerde bulunmasını istediklerini de tarihe not düşüyor.

Isparta Halılarında Renkler ve Adları
Isparta’da ‘Seccade’, ‘Üzümlü’, ‘Yolluk’, ‘Kelle’ ve ‘Taban’ olarak anılan halıların dokunduğu tezgahlar hızla yaygınlaşır. Goncalı, Gülistan, Goblen, Kandahar, Elvan, Saatli gibi modellerin hâkim desenleri de tıpkı Isparta’nın gül bahçeleri gibi allı-güllüdür. Isparta halılarını diğerlerinden ayırt eden renkler hemen göze çarpar; kiremit kırmızısı, lacivert, cam göbeği, yağ yeşili, ‘kirli’ de denilen kırık beyaz, kirli sarı, indigo mavi, yeşil ve bejin hâkim olduğu halılar insanda hayranlık uyandıracak canlılıkla ve bir tablo gibi halıya işlenir.



Oriental Carpet Manufacturers
Böcüzade’nin kısaca değindiği Şark Halı Kumpanyası, aslında Isparta halıcılığı başta olmak üzere tüm Batı Anadolu’da geleneksel Türk halıcılığının gelişmesinde önemli rol oynayan Londra merkezli büyük bir şirketti. Daha önce aracılar eliyle Batı Avrupa pazarına ulaştırdığı Türk halılarını, doğrudan temin etmek isteyen şirket harekete geçti. 1907’de İstanbul’da, 1908’de ise İzmir’de şubeler açan ve tam adı “Oriental Carpet Manufacturers” olan, Türkiye’deki adıyla Şark Halı Kumpanyası, 1911’den itibaren de İran’ın kuzeybatısında bulunan ve ağırlıklı olarak Türk nüfusun yaşadığı Hemadan kentinde bir şube açtı.


Şark Halı Kumpanyasına ait bir katalogda yer alan iki Isparta halısı,

1978 yılında 44 Bin Tezgâh, 100 Bin Dokumacı, 2 milyon m2 Halı Hesaplanır
1890’lardan 1930’lara kadar Isparta’daki ticari halıcılığı doğrudan etkileyen Şark Halı Kumpanyası, bu dönemde Avrupalı tüketicinin Oryantalist algılarına yönelik modeller de yaratarak, halıcılığın tüm köylere yayılmasını sağladı.

Öyle ki 1924 yılında Isparta çevresinde 2450 tezgâhta toplam 7350 halı dokumacısı çalışır. Bu tezgahlarda dokunan halı miktarı ise toplam 100 bin metrekarenin üzerine çıkar. Bu rakamlar 1950’de 5928 tezgâhta 12.870 dokumacı ile 186 bin metrekare halıya çıkarılır. 1978 yılına gelindiğinde, Isparta halıcılığı için bir daha asla görülemeyecek olan rakamlara ulaşılır: Isparta çevresinde 44 bin halı tezgahında 100 bin dokumacı o yıl toplam 2 milyon 150 bin metrekare halı üretecekti.


         Ispartalı halıcılar bir sergi sırasında

Isparta halıcılığının ünü öylesine yaygınlaşmıştı ki, Türk sinemasının ilk renkli filmi olarak tarihe geçen Muhsin Ertuğrul’un yönetmenliğini üstlendiği 1953 yapımı ‘Halıcı Kız’ filmi Isparta’da çekilecek, halı dokuyarak yaşamını kazanan genç kızların öyküsünü beyaz perdeye aktaracaktı.

Şark Halı Kumpanyası büyük bir ivme kazandırdığı ticari halıcılık, Birinci Dünya Savaşı ve 1920’lerin sonlarında başlayan ekonomik krizin Avrupa’daki tüketimi sekteye uğratmasıyla şirketin Türkiye şubelerini kapatmasına neden oldu. Ardından ise Isparta halıcılığı daha çok iç pazara yönelmeye başladı. 1970’li ve 1980’li yıllarda Isparta çevresinde üretilen halılar, kent merkezindeki devasa halı pazarında doğrudan dokumacı kadınlar ya da yakınları tarafından satışa sunuluyor, tüccarlar tarafından satın alınan halılar tüm ülkeye ulaştırılıyordu. Eşi askerde olan gelinler, çocuğunu okutan anneler, çarşı-pazar parası biriktiren kadınların yanı sıra halı dokumacılığı kadın-erkek ailece yapılan belli başlı bir iş kolu haline gelmişti.

Modern dokumacılığın gelişmesi karşısında kolaylaşan ve iş gücü ucuzlayan halıcılık üretimi giderek yerini fabrikalara terk etti. Geçmişte yün ve pamuktan üretilen Türk halılarının yerini, Petro-kimya ürünü ve sentetik halılar almaya başladı. İpinden boyasına, tezgahından makasına, kirkitinden modeline birçok kalemde kent halkına büyük bir ekonomik olanak sağlayan halıcılık yalnızca zaman yenilmedi, aynı zamanda gelmekte olanı doğru okuyamayan yöneticilerin basiretsizliğine de kurban gitmişti.


Şark Halı Kumpanyasına ait bir broşür (Şark Halı Kumpanyası’nah ait İzmir’deki merkezi)

Yüzlerce yıl ömrü olan geleneksel Türk halılarının, kurtulunmak istenen birer ceset gibi evlerden sokağa atıldığı 1990’lı yıllara gelindiğinde, Isparta’da kent merkezinden köylere halı tezgâhları da birer birer sökülerek ya sobalarda yakılan oduna ya da inşaat malzemesine dönüştü. Tezgâh demirleri hurdacıya satıldı, Ermeni Haçik Usta’nın yaklaşık 120 yıl önce icat ettiği makaslar ve kirkitler ise tavan arasına atıldı. Bugün kent genelinde bir iki kurumun çabasıyla sürdürülen ‘göstermelik’ halı dokumacılığını saymazsak neredeyse Isparta halısı dokunan hiçbir tezgâh kalmadı. Dokumacılıkla yaşamını kazanan kırsal nüfus, üretim araçlarının işlevsiz hale gelmesiyle birlikte 1980’li yıllardan itibaren büyük bir hızla köyleri boşaltarak büyük kentlerde ucuz ve niteliksiz iş gücüne dönüştü. Bir zamanlar zeminini ve çevreleyen dükkanları rengarenk halıların süslediği Isparta Halı Sarayı bugün ‘otopark’ olarak kullanılan bir viraneye dönüşmüş durumda.

Bugün İran’da halen canlılığını koruyan geleneksel Türk halıcılığı dünya pazarlarında ‘İran halısı’ olarak yüksek meblağlarla alıcı bulurken, İsfahan, Tebriz, Hamedan, Şiraz, Urmiye ve onlarca kentin her birinde ayrı ayrı halıcılık fuarları düzenleniyor. İran halısı olarak ünlenen ‘Sumak’ halıları, İran’da ‘Şahseven’ olarak anılan Türkler tarafından dokunuyor. Kaşkay Türklerinin dokuduğu halılar, İran halı pazarının en önemli markalarından birini oluşturuyor.

Bugün tek bir İran halısının fiyatı 10 bin liradan başlıyor, malzemesine ve ebadına göre 100 bin liraya kadar çıkıyor. Isparta, Uşak, Konya, Niğde gibi bölgelerde 30-40 yıl öncesine kadar yaşayan geleneksel Türk halı ve kilim dokumacılığının, bugün İran’da varlığını sürdürüyor olması İran’ın kazancı, Türkiye’nin ise büyük bir ayıbıdır. Isparta halıcılığının zamana ve teknolojiye yenildiği yalanını fütursuzca söylemeyi sürdüren sorumlular, bugün el dokuması halıların dünyanın her yerinde halen büyük bir kültürel ve ekonomik değer olduğunu görmüyor.


Uşak ve Eskişehir’de halı ipi boyahaneleri-Şark Halı Kampanyasına ait kartpostallar

Kaynaklar:
Yusuf Yavuz, “Dinleyin, Yitip Giden Sizin Öykünüzdür”: Yusuf Yavuz 3 Mart 2018
Süleyman Sami, “Isparta Tarihi, Böcüzade. Serenler Yayını-İstanbul 1983.
Isparta Kültür ve Turizm Envanteri, Isparta İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü yayını, 2011.
Isparta Turan Yazgan Etnografya Müzesi sergisinden bir tarihçe.
Şark Halı Kumpanyası görselleri: http://www.levantineheritage.com/ocm.htm

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP) ve EŞBAŞKANLIK GÖREVİ



BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ ve EŞBAŞKANI

Bu Bush’un Haziran 2004’de ilan ettiği BOP’nin haritası
Eski ABD çikolata renkli Dışişleri Bakanı Condoleezza Rise tarafından 7. Ağustos 2003’de Washington Post’a kaleme aldığı yazısı şöyle: “Büyük Orta Doğu Projesi” içindir. Orada Rise şöyle der: “Fas’tan Basra Körfezi’ne, oradan Orta Asya steplerine kadar 22 ülkenin rejimlerini, sınırlarını, haritalarını değiştirmek.” diye kaleme aldığı yazısı bir ibret oluşturmalıdır zihinlerde. Yine nitekim ABD Silahlar Kuvvetleri dergisinde yayınlanan yazı ve haritada “Diyarbakır Orta Doğu’nun yıldızı olacak” denerek Diyarbakır “Yahudi-Kürt Devleti” nin sınırları içinde gösteriliyor. Benzer haritalar NATO toplantılarında da sıkça gündeme getirilir.

Açıya şöyle bakarsak Recep Erdoğan’ın “Büyük Orta Doğu Projesi” hakkındaki yeri konumuna dair teyit edici 16 Şubat 2004’deki konuşmasında şöyle: “Şu anda Büyük Orta Doğu Projesi var ya, bu proje içerisinde Diyarbakır bir merkez, bir yıldız olabilir” der.

31 Mart 2003 tarihinde yine Recep Erdoğan, The Wall Street Journal adlı İngilizce gazeteye verdiği bir demecinde. Amerikalıların Irak işkâlına destek çıktığını beyan eder. Recep Erdoğan Orada şöyle: “Irak’ta savaşan ABD’li kahraman bay ve bayan askerlere, en az zayiatla ülkelerine mümkün olan en kısa zamanda dönmeleri arzusuyla dua ediyoruz” demiştir.

Bakın; dua ettiği Amerikan askerleri Müslüman Irak’ı işkâl etmiş, her şeyiyle yok etmiş, bir milyon beş yüz bin Müslüman öldürmüş ve binlerce kadının zorla ırzına geçilmiş Amerikan askerleri için dua etmiş Müslüman (!) olduğunu iddia edeni düşünün!

8 Haziran 2005’de bu kez Recep Erdoğan: “Geniş Büyük Orta Doğu Projesinde demokratik ortak olarak bir görev üstlendik. Şu anda Orta Doğu coğrafyası üzerindeki ülkelere yapmış olduğumuz ziyaretler de bunun açık ve net örnekleridir” der.

4 Mart 2006’da yine Recep Erdoğan: “Türkiye’nin Orta Doğu’da bir görevi var. Biz BOP’un eş başkanlarından biriyiz. Bu görevi yapıyoruz” der.

Onlara göre iyi bir iş, gerçekler ise “BOP için biçilen anlamsız “eş başkanlık görevi” Irak’ta rezilliğin rüsvasıdır.

13 Ocak 2009’dada iktidara geldiğinden bu yana BOP’a kilitlenen Recep Erdoğan, Haftalık AKP grup toplantısında BOP konusunda en kapsamlı konuşması se: “Büyük Orta Doğu Projesinin amacı bellidir. O amaçlar içerisinde Türkiye’nin üstlendiği görev de bellidir. BOP, barış, huzur, insan hakları, hukukun üstünlüğü, ileri demokrasi ve ekonomik kalkınma, kadın hakları ve eğitim özgürlüğünü daha yukarılara taşımak amacıyla atılmış bir adımdır. Burada Türkiye’ye de bir görev verildi ve biz bu görevi üstlendik” der.

Ama nedense sayılan haklar hala ortada yok, görevi de kimler verdi Türk halkı nazarında belli değil. Büyük Orta Doğu Projesinde “bize bir görev verildi” diyen Recep Erdoğan’ın Orta Doğu Projesi hakkında dedikleri tam bir müstemleke devletinin muhtarı gibidir sanki.

Millî Gazete yazarı M. Şevki Eygi bile o günlerde, AKP’nin gidişatından hiç hoşnut değil! Şu günümüzde Amerika’nın BOP projesiyle niyetini kavramış galiba, 1969’da ki Amerikan hayranlığının yerini nefret almış gibi bir havası var yazılarında gördüğümüz kadarıyla. AKP iktidarının gidişatından, pervasızlıklarına kadar karnı ağrır hale geldi; ishal oldu, afakanları arttı. Yazık yahu zavallı M. Şevki Eygi, kahrından dünyasını terk edip gitti başka dünyasına...

Recep Erdoğan ATV’de Konuştu. ATV’de canlı yayınlanan “Başbakanla Gündem Özel” adlı programda, BOP’un Türkiye de tam olarak tanımının yapılmadığını, projenin en başından ölü doğduğu teziyle: “Doğuşta daha adımı atıldığında olmadı, yürümedi bu iş. Fakat bizdekiler (Muhalefet) sanki bu ‘BOP hala yürüyor’ diyor. Bunun baş aktörü biziz. Böyle bir şey yok. Çalışma yok... Ama hala bunu konuşuyorlar” diyerek asla suçluluğunu kabul etmeyen durumunu burada da göstererek, suçu muhalefete yüklemedeki sanatını burada da kullandığını görmekteyiz... SELMAN ZEBİL 10 ARALIK 2021




6 Aralık 2021 Pazartesi

ŞAMLARLIYDIK, ESKİ GELENEKLERİMİZ BİTİRİLDİ ŞİMDİ NERDEN GELDİK NERELERDEYİZ?

Bizim Eski Gelenek ve Göreneklerimiz Vardı
Köylüydük, Köylülüğümüzü Unuttuk...


Buzdolabı, çamaşır makinesi, yoktu; bir kere başta elektrik yoktu, nadiren bazı evlerde bataryalı, sandık gibi radyolar vardı. Kesilen kışlık etler, dahi, kurbanlık olsun kavrulur, bir sepete doldurulur, tavana, kedilerin ulaşamayacağı bir yere asılır, oradan kış boyu yemeklere katılarak yenirdi…

Bileniniz var mı; yoksa unutuldu mu bilmem!
Katık adı verilen yoğurttan yapılmış, yoğurt tadında, peynir gibi, kuzu midesinden yapılmış “tuluk” adı verilen deri içinde, kış yiyeceği olarak saklandığını ve kış günlerinde yendiğini? Bilmeyeler öğrensin, bunlar bizim kültürel değerlerimizdi…

Yine, keçi derisi içine iki üç ay toplanan yoğurtan kışa hazırlık tahrana yapılır, kış günleri evlerde kızartılır, çerez niyetine yenirdi. Ayrıca, nohut, mısır kışlık hazırlanır bir kıyıda küp içinde saklanır, kışın kavrularak çerez olarak yenirdi. Bitmedi, güz geldiğinde, herkesin birer küçük üzüm bağları vardı, oradan toplanan üzümler, ezilerek pestilinden şıra adı verilen suyu kaynatılarak pekmez yapılır, küplere doldurularak ağzı sıkıca kapatılır, kışın yenirdi.

Ne günlerdi yokluk içinde huzurlu olmak!
Köylüydük; ne oldu da varlık içinde köylülüğümüzü unuttuk! Her ailenin en az on, on beş keçisi olurdu, kılından sütünden yararlanılırdı. Her ailenin en az bir karasığır cinsinden ineği vardır, danası büyür, erkekse okuz yapılır, dişi ise döllenmesi için büyütürlerdi.

Evlerin içinde mutlak vazgeçilmez mobilya sayılan bir sandık vardır, içi; anaların kızları için çeyizlikler koyduğu…

Sofra adabı vardır her evde, el işçiliğinden bakırdan bir sini, yine bakırdan dövme sahanlar vardı, odun ateşinde tencerede pişirilmiş yemekleri içine koyup tahta kaşıklarla, bağdaş kurulup oturulur sinin çevresinde yemekler yenirdi. Mutlak sofraların olmazsa olamaz olanı ayranlar içilirdi. Öyle çelik tencere, porselen tabak, çelik kaşık-çatal falan bilinmezdi...

Yemekler, öyle gazla çalışan ocaklarda falan pişirilmezdi ha! 
Her evin demirbaşlarından sacayağı denilen, demirden yapılmış, üzerine bakırdan yapma kalaylı yemek tenceresi konup, altında odun yanan ateşte pişirilirdi. Odun ateşinde, kalaylı bakır tencerede pişen yemeğin tadı bir başka olurdu. Bacalardan tüten meşe odunu dumanı evirile kıvrıla süzülürdü göklere doğru akşamüzerleri. Yemek kokusu buram buram kokardı burunlara hani...

Hele yekpare kütükten oyularak yapılmış hamur karma tekneleri vardı ki, içinde undan hamur yoğrulur, yanına, dört ayaklı, ağaçtan yapma, “senit” adı verilen düz bir ağaç üzerinde “meleksi” adı verilen topak hamurlar, oklava ile açılarak, yufka ekmek yapılır; saç üzerinde pişierken kokusu ta ötelerden alınırdı…

Köylünün en değerli günlük kullanılan eşya varlıkları hamur teknesi, oklava, sacayağı, saç, un ambarı, kıl çul dokuma buğday denkler, saman savurma atkısı, ot didelemede kullanılan dirgen, öküzleri sürmek için kullanılan üvendiren, beldenat, karasaban, boyunduruk, sırımdan yapılmış kayış, iki tekerlekli öküzlerin çektiği kağnı, düvendi. Kimsenin aklına lüks yaşantı gelmezdi, bir yarış içinde olmazlardı asla, kıskançlık yoktu, sende var bende de olsun diye bir yarış falan düşünülmez, akıl bile edilmezdi...

Taştan yapılmış, yarı kâgir, üstü toprak örtülü, altı samanlık bir tarafı, bir tarafı hayvanların barınağı ahır evler. İkinci kat içleri çamur-saman karışımı sıva ve üzerine “çırpı” adı verilen ak çamurdan badana yapılırdı. Ev düzeni; yatak yorgan koymak için, adına “yüklük” denen oda içinde bir yer olurdu, oraya yataklar, yorganlar sabah olunca istiflenir, görülmemesi içinde üzerine bir "bütgü" çekilerek kapatılırdı. Odada yere serilen halı bilinmezdi, kıldan dokuma çul, altında hasır otundan örme “hasır” adı verilen sergi vardır, veya yünden dokuma "keçe" adı verilen kalınca yer sergileri olurdu. Nerdeyse her evde, yünden el dokuması bir kilim bulunur, onu yere serip kullanmazlardı. Çünkü o kilimle cenaze üzerlerine ötülürdü mezarlığa kadar.

Yazdan hazırlanmış odun ve meşe kütükler ile soğuk kış geceleri, odun sobası yakılarak ısınırdı evler. Toprak testiler, bakır güğümler köyün ortak çeşmesinde akan taşıma ile evlere, içme ve kullanma suları olarak taşınırdı. Öyle evlerde kıvırdın mı musluğu akan sular daha yoktu…

Hayvanlar, keçi koyun, inek, en az iki öküz, eşek, on beş, yirmi tavuk, kedi, kapı bekçisi köpek.

Mezarlıklar var, anacak 1930’lara kadar olan mezarlar, taşlarla çevrili, birer kümbet, ikinci, üçüncü nesiller kimlere ait olduğunu bilmeleri çok zordu. Çünkü okuryazar yoktu mezar taşlarına kimliğini belirten yazı yazabilsinler. Anadolu'da geneklikle mezar taşı yazma devriminden önce köylerde okuryazar olmadığından veya bir iki kişiyle sınırlı olduğundan, 1930’lardan itibaren başlayan harf devrimiyle okuryazar oranı arttıkça, mezar taşlarına ölmüş kişinin kimliğini belirten başucu taşlarına adı yazılmaya başlanıyor. Bu başucu mezar taşları, özel seçilmiş düz taşlardan olup, üzerine keski ile sahiplerinin adı yazılmıştır. 1960-1970’lerin sonlarına doğru ise, mezarlar mermerden, daha gösterişli özel yaptırılmaya başlanılır.

Ne oldu, kime uyup değişti bu millet?
Bir dönem değişikliğinin sancılarını yaşar olduk. Görgümüz, göreneğimiz değişti, yapısal sancılar çekmeye başladık. Bir söz vardır atalardan: “görmemişin bir oğlu olmuş, tutmuş çükünü koparmış” diye. Bu söze taş çıkartır duruma gelmişiz. Önümüze çıkan geçmişten ne varsa yakıp yıkıp, bütün değer yargıları tarumar etmişiz.

Bütün değişimimiz şu son 40-50 yıl içinde bu korkunç yozlaşma, bu değer yargısızlık, yüreklerimizi kemiren kıskançlık, maganda hallerimiz, toplumsal keşmekeşlik sonucu, birbirimizin kıskancı olmuş. Toparlanmak gerek. Toparlanmak!

SELMAN ZEBİL 6 ARALIK 2021

14 Kasım 2021 Pazar

LEYLA HALİD, Che Guevara'nın Dişisiydi!




LEYLA HALİD, FİLİSTİNLİ YÜREKLİ KADIN GERİLLA   

Che Guevara'nın Dişisi gibiydi...
Artık Filistin Halk Kurtuluş Cephesi eylemlere geçerek İsrail hapishanelerinde yatan arkadaşlarını, ellerine geçirdikleri rehinelerle takas etmekti bunu da uçaklar kaçırarak başardılar, hem de dünyaya Filistin sorununu duyurdular...

Leyla Halid, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi'nin (PLFP) kadın militan bir üyesi olarak 29 Ağustos 1969 günü, 
yine Filistin Halk Kurtuluş Cephesi üyesi Selim ile birlikte, Amerikan TWA uçağını kaçırarak Şam'a indirdi. İçinde dönemin İsrail Amerikan Büyükelçisi İzak Rabin'in de bulunacağını sandıkları, Roma'dan Tel Aviv'e kalkan uçağa, Arap olmalarından dolayı Tel Aviv yerine Atina aktarmasında, ceplerinde silah ve bombalarla binerek uçuş kabinine girerek, doğum yeri olan Filistin'in Hayfa kenti üzerinden uçağı Suriye'ye doğru uçurarak, Şam'a indirtti. O zaman daha 25 yaşındaydı. O; Che Guevara'nın dişisiydi 1969 yılının ağustos ayı ile birlikte bütün dünya onu tanıdı.

Uçak yere indikten sonra uçuş ekibi ve yolcuları uçaktan boşalttıktan sonra
Boeing 707 tipi uçağın uçuş kabinini havaya uçurup Suriyeli yetkililere teslim oldular. 45 gün Suriye'de gözaltında tutulduktan sonra, iki İsrailli pilot karşılığında 31 Filistinli tutuklu ile birlikte serbest bırakıldılar.

1970 günü, Nikaragualı Patrick Arguel ile birlikte, üzerinde iki el bombasını kullanarak eylemi gerçekleştirirken, Arguel o an uçakta bulunan İsrail askeri istihbarat şefinin 12 koruması tarafından başından vurularak öldürüldü, Halid ise sağ yakalandı. Uçak Londra'ya indikten sonra tutuklanan Halid, 1 ay içerisinde Dubai'de çalışan başka bir Filistinli işçinin kaçırdığı uçak üzerinden yapılan pazarlıklar sayesinde, 1 Ekim 1970 günü serbest kaldı.

Leyla Halid’in Kısaca Özgeçmişi...
Leyla Halid, 1944’de, şimdi İsrail sınırları içinde kalan Hayfa'da doğdu. İsrail devleti kurulduğundan hemen sonra 1948'de, daha 4 yaşında iken ailesiyle birlikte Lübnan'a göçtü. Yani Leyla artık 4 yaşından itibaren yurtsuzdu; bu duygular onu yoğruldu durdu. Beyrut'ta akrabaların yanında yakasını bırakmayan sığıntılık duyguları onun daha çok sinirlerini bozuyordu. Bir yanda da Filistinlilerin acısını, bu acının nedenlerini anlamaya çalıştı, araştırdı ve sonuca vardığında mücadele etme karar verdiğinde yaşı 15 idi.

Filistin Kurtuluş Cephesi'nin eğitim kamplarına katıldı, hırsı ve yeteneğiyle eğitim aldı ve sivrildi ve kadın olma kimliği hiç etkilemedi onu, hep önde oldu, kadın kimliğine bile bir an bakmadan silahlandı, silah kullanmasını öğrendi...

Biryandan eğitimine Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde tıp alanında başladı. Bir yandan da Filistin Halk Kurtuluş Örgütüne katıldı ve orada Filistin halkının mücadelesine katıldı. 1967’deki “Altı Gün Savaşları” sonrası Filistin Halk Kurtuluş Örgütü’nün Filistin ayağında kendini kanıtlattı. 1969 ve 1970 yıllarında katıldığı, liderleri Wadi Haddad tarafından planlanlı eylemlerle dikkatleri büyük ölçüde üzerinde topladı. Eylül 1970’lerde yaklaşık 8 bin kişinin öldüğü ve “Kara Eylül” olarak adlandırılan olaylarda üçü eşzamanlı olmak üzere dört uçak kaçırma eylemlerinde adından söz ettirdi. 77 yaşına basmış olan Leyla Halid, şimdi Amman'da yaşamını sürdürüyor...

Kaynaklar:
Eugene L. Rogan, Amerikalı Tarihçi "Araberne Historien Om Det Arabiske Folk” Norveççeye çevri Kåre Willoch
Vikipedia
https://m.bianet.org/biamag/dunya/114558-leyla-halid-kimdir
ttps://www.diken.com.tr/filistin-mucadelesinin-sembol-ismi-leyla-halid-turkiyenin-dediklerine-inanmiyoruz/


9 Ekim 2021 Cumartesi

İDEOLOJİK TAKINTILI ÇAKMA TARİHÇİLERİN SAPLANTILARI

İsmet İnönü'nün Lozan'da Horoz kerikatürü

Yandaki Karikatürün Öyküsü,               Horoz ve Tavuklar
Horoz İsmet İnönü olurken, altında yatan tavuklardan biri İngiltere Dış işleri Bakanı Lort Curzon, diğer ikinci tavuk ise Fransa Başbakanı Poincare olarak karikatürize edilmiştir.

Bu karikatür çizildiğinde Lozan Anlaşması'nı imzalandığı günlerdendi. Yunanlılar Lozan Anlaşması'ndan 5 gün sonra Yunan mecmuasının kapağına çizilmiştir. Anlamı, Lozan’da İsmet Paşa’nın utkusu anlatılıyor. İngilizleri ve Fransızları altına almış tavuklar yerine koymuştur.

İdeolojik Takıntılı Çakma Tarihçilerin Saplantıları
Kafasını hurafelere çalıştıran; gerçekleri saptıran ideolojik saplantılı dinciliği ve hilafeti esas alan tarihçiler salt cumhuriyet ve devrimlerine duydukları kin ve nefretten dolayı “Lozan en büyük hezimettir” diyen ve sürekli Lozan üzerinden zihin karıştıran saptırılmış, gerçeklerden çok uzak yalan, yanlış tartışmalardan biride son derece yüzeysel şu sözleri tarih diye yazarlar: “İngilizler, halifeliğin kaldırılması” sözü ile İstanbul'dan çekilmişlerdir” derler. Ancak “Geldikleri gibi giderler…” sözlerini ağızlarına almazlar.

Gerçekler ise Lozan görüşmelerinde; Türkiye ile İngiltere arasındaki Türkiye’yi soktukları kapitülasyonların kaldırılması tartışmalarında yaşanan nedenden dolayı, Lozan görüşmeleri kesilerek ara verilir. Yeniden başlayan görüşmelerde Türkiye'nin kararlılığını görüp Lozan Antlaşmasını imzalamak zorunda kaldılar. İngiliz muhalefeti Bu işe, “itibarımızı yerle bir ettiniz” diye kendi hükümetine ateş püskürürler. O dönemin İngiliz iktidarının bu imza işine; yeni oluşmakta olan Sovyet Devrimi etkisi altına Ankara’nın girmesinden korktuk” diye açıklama yaptılar...

Emperyalist güçlerin kuklası durumuna gelen, artık hiçbir etkisi kalmamış Osmanlı Halifesi, Arap dünyasında umursanmıyor, İngilizlerin ürettiği, İngiliz buyruğu altında, Osmanlıya cephe almış Haşim-i soyundan gelen Şerif Hüseyin'in etkin propaganda yapıyor, “Kur’an’da din olmayıp, siyasi bir kavram olan “Halifelik-Hilafet” gibi kavramlar geçmez” diyerek halifeliğe karşı durum sergilemekte idi.

Hurafeler yüklü ideolojik beyinlerin saçmalıkları, her alanda olduğu gibi kavram kargaşası yaratmakta olan tarihçi geçinenlere göre, halifeliğin kaldırılması ile İngiliz sömürgesi altındaki Hint Müslümanlarını “başsız” bırakmak için halifeliği kaldırtmıştı! Diye saçma sapan, çarpıtma iddialarda bulunurlar.

Dönersek Osmanlı Halifelerine; halife Abdülmecit Hint Müslümanlarına sürekli şöyle çağrı yapıyordu: “Hintlilere uyup sakın ayaklanmayın” diyordu. Hatta gelişen olaylar sırasındaki zararlarının karşılanması için İngilizlere bin sterlin vererek yardım kampanyası başlatmıştı bile. Hindistan Haydarabad tarihi şöyle açıklamayı yazıyordu: “İngiltere ayaklanmayı bastırmak için Osmanlı halifeliğinin manevî nüfuzunu devamlı kullanmıştır.” Çakma ve saptırma tarihçiler, Osmanlı halifesinin, Hindistan’da, İngilizlere karşı Hintlileri desteklediği yalanını yazarlar.

Hiçbir kanıta, belgeye dayanmayan, tarih diye neresinden uydurduğu belli olmayan salt ideolojik takıntısını tatmin etmek için, şöyle yazan çakma tarihçi: “İngiltere tek kurşun atmadan İstanbul'u terk etmesinin sebebi hilafeti kaldırma sözüdür!” vay be!..

6 Ekim; İstanbul'u işgalden kurtaran büyük komutan Mustafa Kemal Atatürk kimseye minnet etmeden, kimseye söz vermeden, kendi ve halkının gücüyle İstanbul’dan, “geldikleri gibi giderler” dediği sözü yerine getirip, İngilizleri ve yandaş güçlerini kovduğu gündür. Ona halkın minnet borcu vardır ancak! Katkılar Tarihçi 
Sinan Meydan




19 Eylül 2021 Pazar

NORVEÇ-HOLMESTRAND KASABASI ve KISA TARİHİ



Norveç-Holmestrand Kasabası
Holmestrand, “Holme-Tran” (Holme-adacıktan Tran-kıyı) yani adacık kıyısı sözcüğünden türemedir. Burası, dağların altındaki kasaba olarak adlandırılır. Gerçekten de yandaki resimde görüldüğü gibi dikine kayalık dağın altında, hoş bir sahil kıyısındadır. Holmestrand, kuzeyden Vestfold'a açılan kapıdır. Holmestrand ve Sande 2020'de yani bu yıl birleşecek ve yeni bir belediyeye olarak “Holmestrand” adı sürecektir.

Norveç İçinde Kontluk Vestfold
Holmestrand kasabası, Oslo fjorduun yakın bölgesinde yer almakta ve deniz kıyısında inşa edilmiş bir kasabadır. 1752 yılında belediye statüsü verilmiş, ancak 1550'den bu yana ormanlarında kereste işleriyle uğraşılmış ve kereste ihracatı yapabilmek için bir liman inşa edilmiş burada. Daha sonra, Belediye Botne'nin dâhil edilmesi ile son yıllarda kıyıdan iç kısımlara doğru gelişti ve Doğudaki Sande ve Oslo Fiyordu ile güneyde Re ile sınır komşusu oldu ve dahi, güneybatıda Larvik ile de kısa bir sınırı vardır. Batıda ve kuzeyde ise Buskerud İlçesi tarafından sınırlanmıştır. Holmestrand’da bulunan en büyük gölü ise Eikeren gölüdür. Aynı zamanda bu ilçenin en yüksek dağ zirvesi ise Vest-fjellet dağıdır (1)

Vestfold ilçesinde, bulunan Holmestrand, birlikte olduğu kasaba ve belediyelar içinde Norveç Belediyelerin idari merkezlerinden biri olan Holmestrand bir kıyı kasabasıdır. Bu Kasaba 1 Ocak 1838'de belediye olarak kurulmuştur. Komşu iç kırsal belediye Botne, 1 Ocak 1964'te Holmestrand belediyesi ile birleştirilmiştir. Drammen-Holmestran arasında kalan Sande belediyesi, 1 Ocak 2020'den itibaren Holmestrand ile birleşeceklerdi. 1 Ocak 2018'de de Hofbelediyesi, Holmestrand ile birleştirilmişti (2)

Demir madeni ve haddeneler…
Holmestrand'da demir ve alüminyum madenleri olan ve madenler tarihi hakkında bir fikir edinebilmek için Eidsfoss kültürel mirası hakkında daha geniş bilgiler edebilirsiniz!

Eidsfoss'ta Norveç'in en iyi korunmuş demirhane (demir işleme fabrikaları) vardır. Eidsfoss demir işleri Vestfold Müzesi'nin Eidsfoss'taki faaliyetleridir. Eidsfoss Endüstri Tarihi ve Vestfold Müzeler Vakfı tarafından yönetilen Eidsfoss Jernverkmuseum, demirhane tarihini 1697'deki kuruluşundan, 1961'deki kapanışına kadar işletilmiştir. 1991’e gelindiğinde ise, tesisin sahibi olarak “Eidsfos Hovedgård Vakfı” kurulur...

Holmestrand Alüminyum Madeni işletmeciliği
Holmestrand kaşanasının ünü, demir ve metal endüstrisi ile atölye ve ağaç ürünleri endüstrisine büyük önem veren çok çeşitli bir sektöre sahiptir. “A/S Nordic Aluminium Industry”, 1919 yılında, hem yarı mamul hem de bitmiş ürünler için ham alüminyumun işlenmesi için Holmestrand'da fabrika kuruldu. Bu fabrika 1986 yılında Hydro tarafından satın alındı ve bugün “Hydro Aluminium Rolled Products” adını taşıyor.

Holmestrand Tarih ve Kültür
1550’de yelkenli gemiler Avrupa’ya kereste taşımak için buradaki ağaçtan yapılmış limana yanaşarak yük almak için geliyorlardı Holmestrand’a. 1663’de, bir tür dolum istasyonu haline getirilir. Yani bu kentin gelişmesine en büyük katkıyı bir tür gemi taşımacılıkta kullanılan kent olarak gelişir ve 1752’ye gelindiğinde nüfus artışıyla ise kasaba kent statüsü kazandı.

1881 yılında açılan Vestfoldbanen, (demiryolu) kasabanın değerini daha da önemi artarak bazı yeni gelişmeler sağlanır. Yani demiryolu ile kasabanın işlerin deniz yolları ve taşımacılığı yanında karadan da taşımacılık kolaylaşır. Daha önemli ise, 1902'de Homestrand-Hvittingfossbanen'in (Hvittingfoss demiryolu) açılışıyla da, Holmestrand, Kongsberg belediyesinden ve Hvittingfoss'tan demiryolu ile kereste nakli gemilere yüklenmek üzere limana taşınır haline geldi. Bu durum kapatıldığı 1938'e kadar sürdü.

1716'da kentin kuzeyi yakıldı ve kül oldu. 1884'te de kentin güneyi tamamen yandı. 1740'lı yıllardan kalma korunun eski binaları arasında Nedre Gausen ana binası bulunmaktadır. Korunmakta olan Holstegården ise söylencelere göre 1756 yılında inşa edilmiş ve korunmaktadır. Ve kentin tarihini gösteren ve kentin ünlü sanatçılarının anılarına sahip olan Holmestrand müzesi vardır. Ek olarak, kültür tarihini ve demir işlerini gösteren bir demirhane müzesi var.

19. yüzyılda, kent tıbbi banyoları ile tanınıyordu...
Holmestrand Belediyesi sınırları içerisinde bulunan bazı mezar höyükleri olması, antik çağlarda burada bir köyün yoğun biçimde inşa edildiğini göstermektedir. Eidsfos Verk ise 1600'lü yılların sonlarında demirhane olarak kurulur. 1923’de üzerinde Eidsfos Hovedgård çiftliği kurulur.

Holmestrand Tarihi Kiliseleri…
Holmestrand Belediyesi, Ortaçağdan kalma “Hof Kilisesi” adlı kiliseye sahiptir. Bu kilise Ortaçağdan kalma Vassås dönemi kiliselerdendir. Kayıtlara göre bu kilise 1500'lerde ve 1600'ler ile tarihlenir. Holmestrand merkezinin 4 km batısında muhtemelen 1300'de yani 800 yıl önce inşa edilmiştir.

Önemli insanlardan Holmestrand'da yetişmişler şöyle:
Harriet Backer (1845-1932), ressam
Agathe Backer Grøndahl (1847-1907), besteci
Nils Kjær (1870-1924), yazar.
Ver dahi, Aleksander Vinter, elektronik müzik yapımcısı
Dag Lovaas Yarış Pisti Rider

(1) https://snl.no/Holmestrand
(2) https://www.regjeringen.no/no/aktuelt/hof-og-holmestrand-soker-om sammenslaing/id2468438/
Forskrift om målvedtak i kommunar og fylkeskommunar" Lovdata.no.

18 Eylül 2021 Cumartesi

NORVEÇ-HORTEN’İN VİKİNG TARİHİNE UZANAN YOL




HORTEN’İN VİKİNG TARİHİNE UZANAN YOL

Norveç Horten-Borre'deki Viking Kral mezarlarının benzerlikleri
Horten, Taş Çağı'ndan uzanan ve Borrehaugene'deki Viking mezarlarına dayanan yerleşim izlerini bulunmakta ve Viking Çağında bir güç merkezi olduğunu gösteren kanıtlar ortaya çıkmasından anlaşılmaktadır. Norveç'in ilk milli parkı olan “BORRE NATİONAL PARK (Borre Milli Parkı) Borrehaugene; Borre'den, yerel köyün adı ve eski Norse sözcüğü olan Haugr'dan türeme, “Haugene” Norveç'te kurulan ilk milli parktır. “Borre Milli Parkı” olan burası, Horten-Åsgårdstrand arasında yer almaktadır. Bu sit alanı bölgenin ve daha çok Norveç hakkında daha önemli tarih bilgi sağlar ve Viking Çağı'nda kalma burada bir tür güç merkezi olduğuna dair birçok kanıtlar bulunmaktadır…

Buradaki kazılardan çıkan birçok tarihi buluntular sergileniyor. O çağın, zanaat çalışmalarının iyi bir sonucu ortaya çıkarmakta ve Oslo’da bulunan Viking Gemi Müzesi; “Borre stili” olarak bilinir ve günümüzde at koşum gereçlerinin bulunduğu ve dahi, hayvan süsleri de buradan çıkarılmıştır. Ayrıca Borrehaugene denen yerde gömülü bir Viking gemisi de bulunmuştur.
Borre Mezar höyükleri yeterli tarihi kanıt olarak bulunmaktadır.


Tarihi kaynaklarda bu mezar höyükleri, İskandinav “Yngling” adlı hanedanının en geniş ve en kapsamlı olan, Kuzey Avrupa’nın en eski mezar höyükleridir. Kaynaklara göre 1989-1991 yıllarında bu milli park içinde ve çevresinde yeni kazılar yapılmış ve birçok değerli tarihi buluntular ortaya çıkarılmıştır. 1989-1991 yılları arasında bu milli park içinde ve çevresinde yeni kazılar yapıldı. Birçok değerli tarihi buluntular ortaya çıkarılmıştır. Borre höyük mezarlık Borre Milli Parkı'nda içeren mezarların bulunduğu milli park alanı, 45 dönüm (180.000 metredir) Burası İskandinavya kral mezarlarının en büyük yerlerdendir bu mezar höyükleri…

Borrehaugene; Borre'den, yerel köyün adı ve eski Norse sözcüğü olan Haugr'dan türeme, “Haugene” adıyla Norveç'te kurulan ilk milli parktır. “Borre Milli Parkı” Burası, Horten-Åsgårdstrand arasında yer almaktadır. Bu site bölgenin ve daha çok Norveç hakkında daha önemli tarih bilgi sağlar ve Viking Çağı'nda burada bir tür güç merkezi olduğuna dair kanıtlar vardır. Buradaki kazılardan çıkan birçok eserler yakınında bir yerde sergileniyor.

Oslo’da bulunan “Viking Gemi Müzesi” içinde sergilenen eski gemi, “Borre tipi” olarak bilinir. Ve dahi, Bulunan at koşum araç ve gereçlerin bulunduğu, ayrıca hayvan süsleri de bu eski Viking yerleşim yerinden çıkarılmıştır. Ve ayrıca Borrehaugene denen yerdeki kazıda ölülerle, eşyaları ile, hayvanları ile gömülmüş bir Viking gemisi de bulunmuştur.

Viking Gemi Mezarları
Stockholm’un 70 km kuzeyinde bulunan Uppsala kentinin eski yerleşim alanında (Gamla Uppsala) İsveçli arkeologların sürdürdükleri kazılarda iki adet Viking gemi mezarı bulundu. Mezardan insan iskeleti yanı sıra at, köpek ve süs eşyaları çıktı.

İsveç Postası, İsveç’te oldukça ender rastlanan bir arkeolojik olaya arkeologlar imza attığını duyurdu. Eski Uppsala yerleşim alanında iki adet Viking gemi mezarı bulundu. Bu bölgede 50 yıl öncede kazılar gerçekleştirilmiş olup Mezarlardan insan iskeletinin yanında at, köpek ve çeşitli süs eşyaları da bulunur.

İndependent gazetesinin Türkçe haberine göre, İsveç Ulusal Tarihi Müzeleri’nden arkeolog Anton Seiler, “Bu tür mezarlar benzersiz bir buluştur. Bu tip mezarlara yönelik en son kazılar Eski Uppsala yerleşim alanında 50 yıl önce yapılmıştır” derken devamla, “Gemilerin gömüldüğü bu tür mezarların kazılarla ortaya çıkarılmasına ender rastlanıyor…” diye anlatıyor.

İsveçli arkeologlar buna benzer şimdiye kadar 10 kadar gemi mezarı alanı keşfedildiğini ve bu mezarların eski Uppsala ve Västmanland bölgelerinde olduğunu belirtiyorlar. Arkeologlar yeni bulunan mezarların birinde kılıç, mızrak, kalkan ve süslü tarak gibi kişisel eşyalar da bulduklarını söylüyorlar. Vikinglerin bu tür gömme işlemine benzeyen, Orta Asya’da yaşamış eski Türkler arasında toplumun önemli bireyleri için sıkça yapılan, gömme işlemine “Urganlar” (yani ev tipi mezarlar) diyorlardı

Arkeolog Anton Seiler, “Bu biçimde gömülen insan sayısı azdır. Genelde bu tip gemi mezarları çok ender görüldüğü için söz konusu kişilerin kendi dönemlerinin ileri gelenleri olduğunu düşünebiliriz” diyor. Aynı Türklerin de, toplumda önde gelen kişiler için olduğunu söylüyor Anton Seiler. Benzer durum, Türklerden bir önder kişi öldüğünde ev tip (kurgan) mezarlar yapılarak içine o kişinin dünyada kullandığı değerli mücevherler, silahlar ve diğer eşyaları yanında atı, eşi vs. yanına konurdu.

Türklerdeki “urgan” Vikinglerde ki adette ise “Gemi mezarları” olmuş, ölen kişiyi gemi mezarlara gemisi ile birlikte gömme işlemi, ölen kişinin sahip olduğu armağanlarla birlikte bir gemiye yerleştirilerek ve gemi ile birlikte defnedildiği bir tür geleneğin olduğudur. M.S.550-800’ler arası çoğunlukla ölülerin yakıldığı Demir Çağı ile M.S.800 ile 1050 arasındaki Viking Çağı’nda ölüler gemi mezarlarda gömme işlemini mi yapıyorlardı acaba?

Prof. Sven Lagerbring (1707-1787) yaptığı çalışmalar sonucu yazdığı bir kitapta Viking gemi mezarlarından çıkan eşyalar bir tür Orta Asya’daki bulunan Türk “urganlarına” (mezarlarına) benziyor. Yıllar önce İsveçli tarihçi Sven Lagerbring Vikinglerin kökeninin Türk olabileceği tezini bazı belgelerle ileri sürmüştü.

Gerçek bir Viking gemisi, M.S.820’de inşa edildi ve daha sonra gömüldü üzerine bir tepecik yapıldı. “Gokstad gemisi” 1880 yılında Sandefjord'da bulundu, “Oseberg gemisi” 1904 yılında Norveç-Tønsberg'de bulundu, Şimdi Oslo'daki Viking Gemi Müzesi'nde sergileniyorlar.

Horten’e Ulaşım
Skoppum, Horten’in, bir köy yerleşim yerinden geçen Oslo Merkezden Norveç’in güneyine doğru giden teren istasyonu vardır. Horten’e en yakın tren istasyonudur bu. Ancak bağlı Skoppum İstasyonundan yolcular otobüs ile aktarmalı olarak Hörten’e taşınırlar. Bazı yolcular ise, Holmestrand İstasyonundan trenden inip otobüs ile Horten’e gelenlerde oluyor. Oslo-Skoppum arası 100 kilometredir Trenle 1 saat 10 dakika ulaşılıyor. Ayrıca, E18 güneyinden karayolu ile Avrupa yolunu ile ulaşılıyor ve yaklaşık. En yakın havaalanı ise, Skoppum'un güneyinde trenle yaklaşık 30 dakika mesafedeki Sandefjord-Torp Havaalanıdır. Ayrıca ulaşımda Horten ve Moss'u birbirine bağlayan sürekli feribotlarla Horten’den Moss’a Moss’tan Horten’e arası saatte 4 kez, yani 15 dakikada bir feribot kalkıp yanaşmaktadır limana. Bu yolculuk yaklaşık olarak 30 dakika sürmektedir. Yılda yaklaşık olarak 1,8 milyon araç geçişi sağlanmakta ve 3,5 milyon yolcu taşınmaktadır.

Ayrıca, Horten'e yakın olan Üniversite Koleji Høgskolen i Buskerud og Vestfold, genellikle sosyoloji, tarih ve dilden matematik, doğa bilimleri ve denizcilik dersleri konularından çok çeşitli konular sunan Bakkenteigen olarak adlandırılır. Burada 4 binden fazla öğrenciye eğitim görmektedir.

Benim oturduğum Borre, Horten’e bitişik, 1858'den beri kendi haline belediye iken bir referandum ile 1 Haziran 2002 tarihinde Borre Horten ile birleştirildi.

Yandaki resim, Kahta İlçesi sınırları içinde yer Türkiye’deki Adıyaman Kahta’da bulunan Kommagene Kral olan 1. Antiochos’un (MÖ 69-36) ailesinin bir anıt mezarı oğlu Kral 2. Mithridates’in (MÖ.36-20) kız kardeşi Laodike ile tokalaşma kabartması var. Sütun üzerindeki yazıttan anıt mezarın Kral Antiochos’un eşi İsias, kızı Antiochis bulunduğu Tümülüs’ün benzerlikleri şaşırtıcı!

2100 yıl önceki Kommagene kral aile mezarı ile Norveç, Horten Kasabasındaki tümülüslü Viking anıt mezarlar, resimdeki üntüleri benzerlikleri çok yakın birbirine!

Kaynaklar:
Wikimedia Commons, Horten
Fouberg, Erin Hogan og Hogan, Edward Patrick 2009, b. 40.
Nikel, Phyllis ve Hans Jakob Valderhaug (2017). Norveç Seyir Rehberi, Cilt 2: İsveç, Batı Kıyısı ve
Borrehaugene (Mağaza norske leksikon) "Borre Nasjonalpark". Kültürminnesok. 1 Eylül 2017
https://snl.no/Vestfold
Kongsgård funnet i Borre, 2007-12-05
Horten, “Norske Leksikon” 11 Novamber 2011
Vestfold, Norske Leksikon. 11 Novamber 2018'de
Erich Draganits og andre, 2015.
Norveç'teki Borre'nin geç İskandinav Demir Çağı ve Viking Çağı kraliyet mezarlığı: Yükselen bir kıyı bölgesinde ALS ve GPR tabanlı peyzaj rekonstrüksiyonu ve liman konumu, Quaternary International 367, s. 96-110
Börresen, Svein E (2004). Vestfoldboka: Skagerrak foril b. 48
Pendlerne velger Holmestrand" (Commuters Holmestrand) Gjengangeren. 13 Mar 2007.
VisitHorten.com Lokel-Gjengangeren, Horten Bilmuseum.



r 







8 Eylül 2021 Çarşamba

OSMANLI DEVLETİNİN KURUCUSU ODMAN BEY-ATAMAN BEY NASIL OSMAN BEY OLDU?

 

 

Osmanlı Devleti’nin Kurucusu Odman Bey veya Ataman Bey Nasıl Osman Bey Oldu?

Hikayeye göre; "Bir Türk ailesi göç yoluyla Arabistan’a gitmiştir ve oraya yerleşmiştir. Bu aile Araplar tarafından Süreyiç ailesi olarak bilinir. Süreyiçler demir ve kılıç ustalığıyla uğraşmışlardır. Bu aile kılıçlarıyla Mekke de ün salmışlar, bir nevi kılıç markası olmuşlardır. Bu aile Türk olduğu için yaptıkları kılıçlara Türk-Kayı damgası basmışlardır. Süreyiç kılıçları bu damgayla ünlenmiştir.

Daha sonra Süreyiç ailesine Kabe’nin anahtarları verilmiş ve Kabe’nin bakımıyla ilgilenmişlerdir. Mekke fethi olunca Kabe’nin anahtarları Osman bin Talha’dan zorla alınır. Bunun üzerine ‘işi ehline verin’ ayeti iner ve Kabe’nin anahtarları Osman bin Talha’ya geri verilir. Ahmet Yesevi bu olayı “Allah Kabe’nin anahtarlarını Türklere verdi” şeklinde yorumlar. Kabe’nin anahtarını elinde bulunduran son kişi ise sonradan Müslüman olan Osman bin Talha’dır. Osman bin Talha’nın dedesi Süreyiç Ubeydullah’tır.

 

Arap kaynakları Ubeydullah’ın Süreyiç ailesinden Türk olduğunu bildirir. Ubeydullah Türk olduğundan Osman bin Talha da Türk’tür. Osman bin Talha’nın dedelerinden kendisine Türk-kayı damgalı bir kılıç kalmıştır. Osman bin Talha bu kılıcı Hz. Ali’ye armağan etmiştir. Kılıç daha sonra Hz. Ali’den ehli beyte kalmış, ehli beytin Türkistan’a sürgün edilmesiyle de bir biçimde Ahmet Yesevi’ye geçmiştir. Kılıç Ahmet Yesevi’den Ede Bali’ye geçmiştir. Ne zamanki Ataman Bey Ede Bali’nin damadı olmuş, Ede Bali da kılıcı Ataman Beye vermiştir. O günden sonra kılıcın geçmişiyle ilgili her şeyi öğrenen Ataman Bey kaynatası Ede Bali’nin de önerisiyle Osman adını da almıştır." Bizans kaynaklarında ve Avrupa kaynaklarında da Osman Bey’in adı Ataman-Atman-Otman olarak geçmektedir. Bazı kaynaklarda da Osman Bey’in adı Orkun olarak da iddia edilmektedir. (Kaynak: Halil İnalcık “Türk Tarih Profesörü.)

Hüseyin Nihal Adsız “Kızıl Börklü Odman Bey’i yazar
Yabancı tarihçilerin kaynaklarında Osman için, “Kızıl Börklü Odman” Orhan Bey’in de “kızıl börk” giydiği yazılır. Bu tarihi kaynaklardan yola çıkarsak, Osman’ın Kızılbaş olduğu kanaatine varırız. Bu Yavuz’a ve onun oğlu Kanuniye kadar sürmüş Bektaşi anlayışının hâkim olduğu gerçeği vardır.

Başkent Üniversitesi Kültür Yayınları “Osmanlı Beyliğin Kurucusu Osman Bey Kızılbaş mıydı” Aşıkpaşaoğlu Tarihi, Hüseyin Nihal Adsız.

Nihal Adsız: “Türkmenler Kızıl Börk giymekteydiler. Yabancı kaynaklar Osman Bey “Kızıl Börklü Atman” Yani Osmanlı tarihçileri Türkmenlerden oluşan Osmanlı ordusu askerlerini “Kızıl Börklü” olarak tanımlamıştır. Görülen o ki bilinenin aksine, Osmanlı Beyliğinin kurucuları Otman (Osman) ve Orhan Bey’in de kızıl börk, (Kızılbaşlık börkü) giydiği tarihi kaynaklarda açıkça yazılıdır. Bu tarihi belgelere göre Otman ve Orhan Bey’in Kızılbaş olduğu açıktır. Osmanlı Beyliği kuruluşta Türk-Türkmen kimlikli olup Kanuniye kadar Alevi-Bektaşi anlayışı hakimdi” der. Ayrıca Tarihçi Halil İnancık: “Mezhepçilik Kanuni ile başladı” der.

Kaynaklara Göre Osmanlı Beyliği Kurucusu Osman Gazi Kızılbaş mı İdi?
Anadolu’yu kasıp kavuran Moğol saldırıları altındayken, konargöçer Türk toplumları da boş durmuyorlardı. Birçok eylemlerde bulunuyorlardı. O dönemde Anadolu’da dört ana unsur vardı. Ahiyan-ı Rum, (Anadolu Ahiler Örgütü) Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacılar Örgütü), Gaziyan-ı Rum (Anadolu Gaziler Örgütü) ve birde Abdalan-ı Rum (Anadolu Abdalla Örgütü) idi. Abdalan-ı Rum örgütünden Geyikli Baba Osmanlının Kuruluşu ve gelişiminde büyük katkıları olmuştur. 14. Yüzyılın başlangıcından itibaren Anadolu’da sosyal örgütlenmelerin ana kaynağı ve disiplini kuşkusuz Hace (Hacı) Bektaş Veli ile olan güçlü bağlantılardır. İşte o dönemin ünlü, gazi, alp, alp eren” sözcüklerin kökü de bu Kızılbaş örgütlerin ürettiğidir…

Kimi tarihçiler, Osmanlıyı hidayete erdirmek için Osman’ı dindar, İslamcı bir padişah yaparak adını öz Türkçe "Odman" (Ateş Adam) olmaktan alıp İslamlaştırma amaçlı "Osman" olarak kullanmak, tarihçilik değildir, tarihi saptırmaktır.

Ali Haydar Avcı, Mehmet Neşri’nin “Kitab-ı Cihan-Numa” adlı yapıtından yola çıkarak kaynak gösterir. Orada, Osman (Otman) Gazi, kendi halkı gibi göçebe bir hayat sürmüş ve ömrünün sonuna dek ‘kızıl börk’ giymiştir. Daha sonra beyliğin başına geçen Orhan Gazi tarafından giyilen ak börkün ise kardeşi (karındaşı) Ali (Alaattin) Paşa’nın önermesiyle giyildiği üstelik bunun için de Hacı Bektaş Horasan-i soyundan icazet alındığı belirtilmektedir.

M. Nihal Atsız’ın yayınladığı “Aşıkpaşaoğlu Tarihinde” de; beyliği yönetenlerin başlarındaki” kızıl börk” olduğunu ve buna “Horasan Börkü” yani “Kızılbaş Börkü” olduğu Orhan Gazi döneminde Ali (Alaattin) Paşa’nın teklifiyle Hünkâr Hacı Bektaş Dergâhından destur alınarak Ak Börke çevrildiği belirtilmektedir. Mustafa Nihal adsız “Aşıkpaşaoğlu Tarihi” s. 43’te Kızılbaşlık hakkında şunları yazıyordu: “Hanım! senin askerine bir alamet koyalım ki başka askerde olmasın. Etraftaki beylerin börkleri 'kızıldır' seninki 'ak' olsun…

Velayetnamede anlatılan, Osmanlı Beyliği kurulmadan önce Hacı Bektaş-Osman ilişkisi iyi araştırılmalıdır. Ancak Tarihçiler bu gerçekleri hep görmezden geldiler, yok saydılar; saptırdılar. Salt işin içinde Yavuz ile başlayan “Kızılbaş-Alevi” düşmanlığından dolayı, Türk tarihi içinde görmek istemediklerindendir.

Osmanlının kuruluşundan önce Anadolu Moğol işgali ve saldırıla altındaydı, Türkmen heterodokuz dervişler, Moğolların uzanamadığı Bizans içlerine doğru Anadolu’nun batı kıyılarına giderek oralarda bu Türkmen dervişler gözden uzak, ıssız, henüz yerleşikliğin olmadığı yerlere konarak tekke, zaviye ve dergâhlar açarak, yerleştiklerini kaynaklardan anlıyoruz. Hatta Çanakkale boğazın geçip, Osmanlıdan çok önce Balkanlara kadar gidip oralarda koloniler kurduklarını da öğreniyoruz. Demek ki salt Anadolu değil, Balkanlarda kadar uzanmışlar, daha sonra Osmanlıların Balkanlarda hakimiyet kurmalarının öncüleri bile olmuşlardır.

Geyikli Baba denen dervişin kimliği, Seyit Ebül Vefa yolundan giden Baba İlyas’ın müritlerinden biriydi. Bir örnek, Orhan Gazi ile Geyikli Baba arasındaki ilişkiler oldukça ilginç ve Osmanlı tarihi bakımından önemlidir. Geyikli Baba kendisini, “Baba İlyas müridiyim, Seyit Ebül Vefa süreğindenim” diye tanımlamıştır. Bu konuda aşağıdaki daha geniş açılmasına bakın!

Tarihi kayıtlara baktığımız orada, Kızılbaş Geyikli Baba’nın Kızıl Kilise denen yeri ele geçirdiği, orayı yurt edindiğini Orhan Gazi öğrendiğinde kendisine, “Baba Mey-Hordur” diyerek iki yük şarap ve iki yük rakı göndermiştir.

Aşıkpaşaoğlu’nun açık biçimde belirttiği gibi Osmanlı beyliğinin kurucuları Osman (Otman) ve Orhan Gazi’nin de kızıl börk (Kızılbaşlık Börkü) giydiği tarihi kaynaklarda açıkça yazılıdır. Bu tarihi belgelere göre Osman (Otman) ve Orhan Gazi’nin Kızılbaş olduğu açıktır. Konu gerçek biçimde açığa kavuşması için bu noktada iş sadece bize değil dürüst ve namuslu tarihçilere düşmektedir. 

Tevarih-i Ali Osman, F. Giesse, Neşri Hz. Nihat Azamat, sh:16
Şöyle geçer: “Bir gün Ali Paşa karındaşı Orhan'a eyitti: “Ey kardaş! Şimden gerü leşkerün ziyade oldı. İslâm leşkeri arttı. Muhammed dini âşikâre oldı, şevket tutdı. Günden güne ziyade oldu. Sen dahi alemde bir nişan ko. Kim gayrı leşkerde olmaya.

Osman Gazi eyitti: “İy karındaş! Sen ne dirsen eyle olsun” didi. Ali Paşa eyitti: “İy karındaş! Kamu leşkerin kızıl börk giysünler, sen ak börk gey” dedi. “Ve sana ta'alluk olanlar ak börk giysünler" didi. “Alemde bu dahi bir nişân ola” didi. “Eyle olucak.” Dedi.

Orhan Gazi vardı Hacı Bektaş Hünkâr'dan dest-i tevbe idüp, ak börk giydi. Kendine ta'alluk olan ademilerden ak börk geymek ol zamandan kaldı.” Diye geçer.

“Kutbu’u’l-Arifin Şeyh Geyikli Baba Hoy’dan gelmişdir. Bir ulu geyiğe binüb gelmişdir. Geyikler kendüye musahhar idi. Gelüb İnegöl’de mekân dutmış... Kutbu’u’l-Arifin Şeyh Geyikli Baba dahi ol canibde üç yüz altmış kapulı bir kilisa varımış Kızıl Kilisa dimekle meşhur imiş ol kilisayı kendüler fethitmişler... Orhan Pâdişah’a şöyle haber virmişler ki Hoy’da bir er gelüb ulu geyiğe binüb Kızıl Kilisa’yı aldı deyu cevab virmişler...

Virdiklerinde merhum Orhan Pâdişah “baba mey-hordur” deyu iki yük arakı ve iki yük şarab gönderüb Baba dahi yanındaki Baba Sultan’a cevab virüb “padişah bize iki yük bal ve iki yük yağ göndermişler” deyu... Musahabetde Baba’ya padişah hazreti, “bizim dahi bir eserimüz olsun ne dilersen vereyim gözün bakduğı yeri vireyim” dimiş. Anlar dahi “benüm gözüm çok yer bakar ve illâ benüm feth itdüğüm yeri verin” deyüp Padişah hazreti dahi iki pâre kendinün fethi itdüğü köyü anlara vakf itmişdir. Ol vakıf olan köyler mahsûlinden Baba’nın üzerinde omaç çorbası bişüp âyende ve revende ve fukarâya bezl olunur…” Oruç Beğ Tarihi “Osmanlı Tarihi” 1288-1502), (Hazırlayan: Necdet Öztürk), s. 17

“Orhan Gâzi zamanında girü abdallardan Geyiklü Baba vardı. Er kişiydi, Orhan Gâzi’ye Geyiklü Baba’yı bir dürlü anlatdılar, meyperest diyü. Orhan Gâzi dahı dinemek içün Geyiklü Baba’ya iki tulum şarâb göndürdi, Geyiklü Baba nûş itsün diyü. İki tulum şarâb getürdiler, Geyiklü Baba önüne kodular...” diye yazar. Bundan anlıyoruz ki, Geyikli Baba kimliği ve yaşam biçimi ilginç, hiçte Arap geleneklerine uymuyordu.

Kaynaklar: Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıki, “Tevarih-i Al-i Osman”, (Düzenleyen: Çiftçioğlu N. Atsız), s. 122-123; “Âşıkpaşazâde Tarihi” (Hazırlayan: Necdet Öztürk), s. 63-65; Mehmed Neşri, Kitâb-ı Cihan-Nümâ, c. 1 Yayınlayanlar: Faik Reşit Unat-Mehmed A. Köymen, s. 167-171.; Mevlânâ Mehmed Neşri, “Cihânnümâ Osmanlı Tarihi” 1288-1485), Hazırlayan: Necdet Öztürk), s. 78-80.

Geyikli Baba, Baba İlyas Müridi, Ebül Vafe Tarikatından Olduğunu Söyler
“Hele şimdi görelüm Orhan Gazi Bursada neyler. Devlet ilen kim geldi, imaret yapdı. Vilâyetün dervişlerini teftiş etmege başladı. İnegöl yöresinde, Keşiş Dağınun aralığında bir niçe dervişler gelmişler. Anda makam dutmışlar. İçlerinde bir derviş var. Bu dervişlerden ayrılur. Varur dağda geyicekler ile yürür. Ve ol Durkut Alp anı sever. Dayım anun yanına gelür. Anun ile müsâhabet eder. Durkut Alp pir olmış idi. Orhanun dervişler teftiş etdügin işidecek Orhan Gaziye bir adam göndürdi kim: “Benüm köylerüm yanında bir nice derviş geldi. Muhkim oldı. Aralarında bir derviş vardur. Gâh gâh varur. Dağda geyicekler ile gezer bir nice gün. Ve haylı mubârek kişidür” dedi. Orhan Gazi eyidür: “Acab kimün mürididür” dediler. Eyitdi: “Sorun kendünden” dedi. Geldiler. Sordılar. Eyitdi: “Baba İlyas müridiyin” dedi. “Seyid Ebülvefâ tarikindenin” dedi. Emr etdi kim: “Varun! Dervişi getürün” dedi. Geldiler. Davet etdiler. Gelmedi. Derviş dahı habar ısmarladı kim: “Sakın, Orhan dahı gelmesün” dedi. Geldiler, Orhan Gaziye habar verdiler. Orhan Gazi gene adam göndürdi kim: “Niçün gelmez? Ve beni niçün komaz anda varmağa?” Derviş cevab verdi kim: “Dervişler göz ehilleri olurlar. Gözedürler. Dahı vaktında varurlar kim du’âları makbul olına.” Bir niçe günden sonra bir kavak ağacını kopardı. Omuzına götürüb doğrı Bursanun hisarına geldi. Padişahun sarayına geldi. Havlı kapusınun iç yanında bu kavak ağacını dikmeğe başladı. Gördiler. Hana habar verdiler: “Ol derviş geldi. Bir kavak ağacı dahı getürdi. Kapuda dikeyürür” dediler. Orhan Gazi çıkdı. Gördi kim ağacı dikmiş. Dahı sormadın Hana eyidür: “Teberrükümüzdür. Oldukça dervişlerün du’âsı sana ve neslüne makbuldür” dedi. Hemandem du’â etdi. Durmadı. Döndi. Gerü mekânına vardı.

O kavak ağacı şimdi dahı vardur saray kapusınun içinde. Gayetde büyük ağacdur. Ve her gelen padişah ol ağacun kurıcasını giderürler. Andan sonra Orhan Gazi dahı dervişün ardınca mekânına vardı. Eyidür: “Derviş! Bu İnegöl, nevâhisiyile senün olsun” dedi. Derviş eyidür: “Mülk, mal Hakkundur. Ehline verür. Biz anun ehli degülüz” der. Sordılar: “Ehli kimlerdür?” dediler. Eyitdi: “Hak Ta’âlâ dünya mülkini sizün gibi hanlara ısmarladı. Malı dahı mu’âmele ehline ısmarladı kim kulları birbirleriyile masâlihin görsünler deyü. Bizlere gün yeni, nasib olan rızık dahı yeni” dedi. Orhan Gazi eyidür: “Derviş Nola benüm de sözümi kabul etsen?” Derviş eyidür: “Şu karşuda duran depecükden beri yercügez dervişlerün havlısı olsun” dedi. Orhan Gazi dahı bu sözi kabul etdi. Du’â aldı. Mekânına gitdi... Orhan Gazi ol dervişün üzerine kubbe yapdı. Yanında tekye yapıverdi... Ol zaviyeye Geyikli Baba Tekyesi derler.” Diye yazılır.

Kaynak:
Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğu’nda Marjinal Sûfîlik: Kalenderiler (XIV-XVII Yüzyıllar), s. 250.Mustafa Nihal adsız “Aşıkpaşaoğlu Tarihi” s. 43
Hilmi Ziya Ülken “Anadolu’nun Dinî Sosyal Tarihi” Öncüler: Barak Baba, Geyikli Baba, Hacı Bektaş), Hazırlayan: Ahmet Taşağın), Kalan Yayınları, Ankara 2003, s. 86.
Ali Haydar Avcı’nın, “Konargöçer Toplumlar ve Osmanlı’nın Kuruluşu”, “Abdalan-ı Rum ve Geyikli Baba” kitaplarında araştırmaları ilginçtir, okuyun.

29 Temmuz 2021 Perşembe

16. YÜZILDAN İTİBAREN OSMANLININ AMACI TÜRKLERİ ARAPLAŞTIRMAKTI


  1. Osmanlı Sultanı
    Osmanlı'nın Amacı Türkleri Araplaştırmaktı
Falih Rıfkı Atay, “Zeytindağı” adlı kitabında: “Arap milliyetçisi Şamlı Azimzadeler, Konya’dan gelme Kemik Hüseyin torunu idi. Halep’in gerçek ailelerinin kökenleri Türklerdir. Osmanlı İmparatorluğunda itibar, azınlığın imtiyazı olduğu için ve Türk unsuru imtiyazsız olduğu için herhangi bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha yaralı idi” Şöyle sürdürüyordu: “Suriye, Filistin, Hicaz Türk müsün? Sorusuna sürekli yanıtlar ‘estağfurullah’ idi” diye yazar. “Zeytindağı” Pozitif yayınları 2020, s. 216

Osmanlı Askeri Teşkilatı
Günümüzde dahi Osmanlı hayranlığı, Arap tabasına olan yakın tavırdır. Türküm diyememenin ya "Müslümanım" demekle veya "Osmanlıcılığa" sığınmaktır.

Aydın olma yeteneği kıt Osmanlı yöneticileri Osmanlı olmuş, Türküm diyememiş, Türk olama kavramının bilincinde olmamış, Müslüman olma kavramıyla Osmanlı kavramında kıvranıp kalmışlardı. Yani Türk kimliği kavramı bilinçlerinde yoktu. Ancak Müslüman olmak, Arap olmaya yakındı Arap kavminden olmaktı ve kendi ulusal kimliğini unutmaktı istenilen…

Milli değerlere yönelmek, Arap olmaktan kurtulmak, onlardan ne yaparsa yap hayır gelmeyeceğini anlat, anlamakta çok geç kalınmıştı ama cumhuriyeti kuranlar tarafından zor olan başarılmıştı. Osmanlıların son zamanlarda Araplardan yenen kazık, yeni bir ulusal kimliğe dönüşü hazırladı. Böylece Araplara yabancılaşma başladı. Çünkü Osmanlının kutsal millet yaptığı Arap dünyasında Türk ve Türklük geçerli olmayıp düşmanlaştırılmıştı. Daha açıkçası, Osmanlı Arap dünyanı ve topraklarını vatanlaştırama yerine, aksine Türkleri Araplaştırma çabası ağır basıyordu.

Falih Rıfkı Atay: Hükümetin savaş politikasını, ordunun ve milletin harbinden ayırmalıyız. Yanlış kara veren bir kumandanla, o kara uğruna can veren zabit nefer nasıl aynı çerçeve içinde görülebilir?" diyordu, "Zeytindağı-Ateş ve Güneş" kitabı, Pozitif yayınları 2020, s.319

Türkiye Cumhuriyeti 10. Yılında, Türk ulusunu inşa etme süreci Kemalizm ile kolaylaşmaya başlar; Türk ulusu kimliği 1. Dünya Savaşı Osmanlının tarihe gömülmesi süreciyle yeni bir Türkiye Cumhuriyeti doğuşu başlamış olur.

O günlerde Osmanlı "Devri Sabık" olmuş, bütünlüğü ile olumsuz bir geçmiş döneme sahip olmuştur. Modern Türkiye'nin doğuşu, Osmanlının son dönemlerindeki olumsuzlukları Türk milliyetçiliğinin Türklerin ruhunda yeşermesine neden olmuş ve ateşli bir Türk ulusundan yana olan Mustafa Kemal ve arkadaşları çabalarıyla gelişmiştir.

Osmanlı yok yere binlerce Türk askerlerini kızgın Arap çöllerinde, donmuş dağlarda kırdırmış salt İstanbul'da saraylar yapıp saltanatlarını sürmek için.

1932'lere gelindiğinde her şeye rağmen Türk ulusu kimliği kavranmış, kendi ulusal varlığını bütün dünyaya karşı meşrulaştırmıştır. Bugün, o günlere gelinmesini, çekilen çilesini, acı ve ıstırapların farkına varmayan veya farkına varmak istemeyenler tarihi çarpıtmaktadırlar. Osmanlı İmparatorluğu, Türk ulusundan olamamış, ulus kavramını Arap milliyetçiliğine kurban etmiş; Osmanlı geçmişini, geçmişteki kimliğini bu Türk halkına anımsatacak ne varsa yok etmiştir. Osmanlı, Arapça-Farsça ağırlıklı, içine bazı Türkçeden sözcükler serpiştirilmiş, hiçbir değeri olmayan Osmanlıca denen yoz bir dil üretmiş olması bile Türk ulusunun yok olması için tek başına yeterlidir.

Şiddet ve Celal tipik bir Şarklı anlayışıdır…
Osmanlı İmparatorluğu (Osmanlı Emperyalizmi) bu kavram karmaşık ve Batılı Emperyalist devletlerden farklıdır. Osmanlı İmparatorluğu girdiği yerlere maddi sömürge için giriyor, kültürel sömürge için girmiyordu. Tersine daha çok Arap topraklarına giren Osmanlı, kendi dilini, kültürünü Arap kültürü içinde eritiyordu.

Batılı emperyalistler (İngilizler, Fransızlar, İspanyollar vs.) sömürü için girdikleri ülkelere dilini, kültürünü dayatıyor, yerli halkların dilini, dinini ve kültürel yapılarını değiştirerek öz kimliklerinden kopartıyordu. Bunun tersini yapıyordu Osmanlı, kendi kimliğini ve dilini unutturarak Türk toplumunu Araplaştırmaya, Arap dinini ve örf, adet, geleneklerini dayatıyordu… Yani Arap diyarında Türk ve Türklük yerine Araplaşmak, Arap dili ve kültürünü almak zorunda kalınıyordu.

İş bu böyle olunca Osmanlı buralara girip uzun süre kalsa da sömürge durumuna getiremedi ama asıl kültürel olarak Araplar Türkleri sömürdüler. Yani kısacası Osmanlı girdiği yerleri vatanlaştıramadı, sonu acı bir biçimde bitti, kaybetti, birçok cana mal oldu. Bugün Osmanlıcılar, Osmanlının bu kaybedilen topraklardaki geçmişteki acı veren olayları görmezler, gururla anlatırlar.

Falih Rıfkı Atay: "Osmanlı İmparatorluğu, Trakya'dan Erzurum'a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini müstemleke milliyetlerinin ağzına teslim etmiş, artık sütü, kanı ile karışık emilen bir sağmal idi" diye o günlerin acısını böyle anlatır "Ataş ve Güneş, Zeytindağı" kitabı, Pozitif yayınları 2020, sayfa 218'de.

Osmanlı olmakla gururlanırlar: "Şam evimiz kadar bizim, Lübnan bahçemiz kadar bizim. Bu tasarruf ve hüküm hissini bize damarlarımızdaki kandan geldiğine kuşku yoktur" yazar. Aynı yapıt sayfa "Ataş ve Güneş, Zeytindağı" kitabı, Pozitif yayınları 2020, sayfa 218

Hayallerle yaşayan Osmanlı bir yana, gerçekleriyle kurulan cumhuriyet dinç, dimdik ayaktadır. Falih Rıfkı Atay: "Bizim Osmanlı emperyalizmi şu ana fikir üstüne kurulmuş bir hayal idi: Türk milleti kendi başına yapamaz" der. "Ataş ve Güneş, Zeytindağı" kitabı, Pozitif yayınları 2020, sayfa 216

Yani Osmanlıcılar, Osmanlıcılıkla övünürler böbürlenerek ama bir tek iz bugün yoktur. Osmanlı hayal uğruna canları ile ödeyen Anadolu insanları, Osmanlının hayali uğruna dünyanın birçok yerlerinde heba edildiler. 20-25 yaş arası, daha birçokları yârin yanağından bile nasıl öpülür bilmediler. Yarısı ise evli, geride dullar bırakacağının bile farkına varmadan Anadolu yiğitlerinin kanı Arap çöllerinde akıtıldı, Arapların kursağına Anadolu yiğitlerinin rızkı akıtıldı. O çöllerde kanı akıtılanların tamamı Anadolu Türkü idi. Onların komuta kademesi ise Araplardan oluşuyor, çarpışarak ölenler ise Türklerdi.

O bölgede sorun Araplar için Arap sorunu değildi; Türk sorunu, Türk düşmanlığı hissi idi. Arap çöllerinde Anadolu insanının canı veriliyordu. Birçokları sahipsizlikten unutuldu, birçokları kayıplardı, bulunamadılar, birçokları emperyalist devletlerin toplama kamplarında sürgünlerde öldü gitti. Birçokları kolsuz, kimi bacaksız kaldı, kimi yurda gazi olarak döndü ama kendilerini feda edecek kadar hepsinin sevdaları birdi, vatan uğruna canlarını feda ettiler…

Bütün bunlar, yanlış karar veren ve yıkılıp giden Osmanlının yanlış kararlar sonucu canlarını veren, seferden sefere koşan Anadolu insanlarıydılar. Bunlar aynı anda dört cephede çarpışan Anadolu insanları, kimi karlı dağların soğuğu dondururken, kar ve tipi cabası, kimisi çöl sıcağında tepesinde güneş kavuruyor adeta, yine güneşin çöle yansıyan yakıcı sıcaklığı ise ayaklarını yakıyor yürüyemez duruma getiriyordu. Çölün yürünemez yakıcı sıcaklığı bir yana, çölde çekilen susuzluk, bir damla suya hasret kalmak yazgılarıydı adeta.

Bu savaşlarda Arap çöllerinde yitip giden 3 milyon Anadolu yiğidi, Suriye, Filistin ve Yemen cephelerinde kaybedildiler Osmanlının yanlış tutumundan dolayı. Bu Anadolu insanlarının cesetleri yurdundan çok uzaklarda kaldı; yurdundan çok uzaklarda bilinmeyen mezarları ne de adları kaldı. O bölgelerde, onların ölümleri üzerinde kurulmuş ama hala gözyaşları dinmeden birbirlerini kıran devletçikler kurulmuştur.

Doğrusu bu çöl insanının savaşıydı, Anadolu insanının savaşı değildi, kendisinin savaşı olmadığı yerlerde şehit düştüler. Ancak kendi Anadolu savaşında kazandılar, kendi devletlerini kurdular.

Osmanlı İmparatorluğu, ümmetçilik fikri sebebiyle üç kıtada egemen olmuş, bu coğrafyanın büyük bir kısmını Arapların yaşadıkları ülkeler kapsamaktaydı. Kudüs, Şam, Filistin, Hicaz gibi. Osmanlı sadece coğrafyada büyüyebilmişti. Çünkü, bu kazanılan toprakların hiçbirinin kültürlerine, dillerine, ticaretlerine ve mal mülk, para ile ilgili şeylere egemen olunamamıştı. Ne hazindir ki Osmanlı, Arapları Türkleştireceğine oradaki Türkler Araplaşmıştır.

Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık. Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Eğer, medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu içlerine kadar gireceğine şüphe yoktu. Osmanlı Emperyalizmi şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi: "Türk milleti kendi başına devlet yapamaz!" diyerek uyutuyordu Anadolu Türk toplumunu…

Osmanlı, Arap topraklarına girerek oraları bir bakıma imar ediyordu. Çünkü, Arap şeyhleri arasındaki kanlı savaşlar sonucunda Arap halkı mağdur oluyor ve maddi olarak da çöküntüye uğruyordu. Osmanlı geldiğinde ise bu şeyhleri uzlaştırıp sükuneti sağlıyor ve onlara belirli imtiyazlar veriyordu. Bir bakıma Osmanlı onlar için bir kurtuluş gibiydi. Buna rağmen Osmanlının güçsüz duruma düşmesini fırsat bilip Araplar hemen İngilizlerle, Fransızlarla anlaşmışlar ve Osmanlı’yı arkadan vurmuşlardır. Osmanlı’ya karşı görünüşte bağımlı olan Araplar her zaman kendi halifeliklerini istiyordu. Müslüman Araplar arasında Arap Halifeliği hükûmeti peşinde olanlar vardı ve 1. Dünya Savaşı çıktığında bu düşüncelerini gerçekleştirmek için ve İngilizlerin vereceklerini söz verdikleri ayrıcalıklardan dolayı Osmanlı’ya ihanet etmişlerdi.

Osmanlı İmparatorluğu'nun Araplara vermiş olduğu haklar, onların küçük bir anlaşmazlıkta bile isyan etmelerini sağlıyordu. Cemal Paşa zamanında çıkmış olan bir kanun ile komutanlara eğer vatan müdafaası için zaruri görülürse idam hükümlerini yerine getirmesi yetkisi verilmişti. Yani isyanlar artık kanla bastırılıyordu. Cemal Paşa'nın bir amacı da Suriye’yi Osmanlılaştırmaktı. Bu düşüncesini gerçekleştirmek için Suriye'de Halide Hanım'la birlikte modern okullar açtırmıştır. Bunun yanında bir de göç ettirilen Ermenileri, Lübnan ve Suriye içlerine dağıtarak güçlenen Arap Milliyetçiliğine karşı bir güvence olarak kullanıyordu. Hatta Ermenileri güçlendirmek için ev ve toprak bile verilmiştir.

Yani kısacası Halep’i Şam’ı, Beyrut’u, Kudüs’ü kendinin sanan Osmanlı bu Arap coğrafyasını ne sömürgeleştirmiş ne de vatan yapabilmiş, ancak bölgede jandarmalık görevini yapmıştır. Bağ bahçe bekçiliği yapmış, sonunda 3 milyon saf ve temiz Anadolu gençlerinin şehit düşmelerine neden olmuştur. Aslında Osmanlı için o kentler bir süreliğine birer turistik gezi alanlarıydı, Osmanlı bunun bile bilincinde değildi…

Hala birçok aklı evveller vardır ki, o toprakları “bizim” sanırlar, Osmanlıcılık oynarlar ancak turist vizesi alarak o kentlerin cadde ve sokaklarında bir süreliğine bir yabancı gibi gezer gelirsin, sonrada bu topraklarda kutsallık diye kendi kendini kandırırsın. Aslında geçmişte de o kentlerin anahtarı Osmanlıda falan değildi; çiftlikler, üretim merkezleri, ticaret, kültürel yapı, endüstri, saraylar, evler, şatolar gibi her şeyler Osmanlının değildi, Araplarındı ya da başka milletlerindi. Ecdat denilen Osmanlı buralarda 400 yıl ancak jandarmalığını yaptı; kiliseler Hıristiyanlarındı, Havralar Yahudilerindi, Camiler Arap Müslümanlarındı. Ancak oralarda Türkler Araplaşmış, veya yarı Arap olarak ezgin durumda yaşardı. Bu ezgin yaşamaktan kurtulmak için birçok Türkler Araplaşırlarken bir tek Türkleşmiş Arap yoktu…
Selman Zebil Temmuz 2021 



TURANCI-TÜRKÇÜ-SOSYALİST ETHEM NEJAT (1881-1921)

ETHEM NEJAT (1887-1921) Annesinin adı Cavide, babasının adı Hasan'dır. Anne tarafından dedesi Ahmet Cavit Paşa, Çerkes İttihat ve Teavün...