28 Şubat 2012 Salı

GERÇEKLERİ ÖRTEN EMEVİ ZİHNİYETİ KAZINMADIKÇA


GERÇEKLERİ ÖRTEN EMEVİ ZİHNİYETİ
Evevi orduları ve kılıç
Tortulaşmış Emevi zihniyeti Sünni Müslümanları esir almıştır. Sünni zihniyette kalıplaşmış Emevi zihniyeti tortular kazınıp üzeri örtülmüş gerçekler meydana çıkmadıkça, Sünni tahakküm Sünni olmayan diğer Müslümanlar üzerinde daha çok yıllar sürecektir. Örneğin  başta Anadolu'da Aleviler, İslam’ın dışında her şey olan Emevi zihniyeti ipoteğinden kurtarılmadıkça Aleviler huzur yüzü göremezler.


1400 yıldan bu yana süren Emevi zihniyetinin ürünleri olan, İslam’a uygun düşmeyen, Müslümanlara tebelleş olmuş saltanatın insafsızlığı zulüm, hanedanlık tahakkümü entrika, hile, desise, kin, kibir Müslümanları tesir altına almıştır. Dahi şehvet, para, gözü mala mülke doymaz hırslı Emevilik, İslam’ı doğasından kopartıp şekilciliğe itmiştir. Bu Emevi zihniyetinin hala sürdürülmesinde direnen pek çok siyasinin siyasete dini alet ederek dahi açık ve ya gizliden desteğini gören cemaat ve tarikat liderleri var.

Öyle bir hal hâsıl olmaktadır ki; pek çok din kisvesi altında, dine uyarlayarak eli cezalandıranlar, yönü cezalandıranlar, aklı cezalandıranlar var. Dünya âlemi uzay çağında, İslam adına, İslamcı soytarılar sağ elli sol ele düşman etme çabasıyla uğraşmaktadır. İnsan vücudunun soluna şeytanları sağına melekleri yerleştirmeye çalışmaktalar. Aklın yaratıcılığından korkarak dondurmaya ve sezi yoluyla Tanrıya ulaşmaya ilim demekteler.

İşte Süfyaniler soyunun zalimlikleri. Kerbela melunu Yezit’in dedesi melun Muaviya’nin babası Ebu Süfyan, akrabası Osman’ın İslam Halifesi seçilmesine şöyle haykırır: “Ey Ümeyye oğulları! Saltanatı ele geçirdiniz, bir daha bırakmayın, iş budur, gerisi hep yalan. Ne cennet var ne cehennem, ne vahiy var ne de gökten bir haber. Hepsi şu başkanlık mevkiini ele geçirmek için” diye haykırır.

Ve daha Muaviye’ye çevresindekiler: “Artık Ehlibeyt küfrünü kaldırın, çünkü bu kötü şöhretinizle anılırsınız” derler. Muaviye’de onlara: “Onun adı (Muhammed) her gün anıldıkça ne şöhreti kalır ki?” der.

Camiler, Emeviler zamanında Müslümanların beyin yıkama yerleri olarak kullanıldı. Bu hale isyan eden Enes bin Malik: “Namaz mı kaldı, cami mi? Bu camilerde namaz kılınmaz” der. Olaylar; putperestlikten arındırılmaya çalışmaların yerini dünyaperestlik, şöhret ve itibar kazanmak için İslam’ı yozlaştıran Emevi zihniyeti olur.

Muhammed ve Ali hazret unvanıyla anılırlarken, Muhammed’in öpüp yanaklarından: “cennet çiçeklerim” dediği torunları Hasan ile Hüseyin’i öldürten ve ehlibeytin ocağını söndürüp kurutan Muaviye ve soyu da hazret mertebesinde gören birtakım Sünni dincilik illeti, Emevi dinciliğini kutsallaştırma gayretiyle ellerinden geleni var gücüyle İslam dini içine sokuşturmaktan geri kalmıyorlar.

Emevi dinciliği kendilerini kutsallaştırmak için peygamber makamını kendilerine layık gördüler. “Halife” kavramıyla, peygamberin vekili sıfatını kendilerine kutsallık kazandırmak için gasp ettiler. Nebiyullah'ın yerine geçen kişi anlamına gelen  “Halifelik” makamını Ali kullanmaz, yerine “müminlerin amiri” denmesini ister. Bekir ve Ömer’in de buna benzer sıfatta davrandıkları söylenir. Osman’la saltanat halifeliği Emeviler’e kadar sistemli biçimde ulaşır. Emeviler’le birlikte artarak zalimleşir.

Sıffın savaşında Ümeyye oğullarından Muaviye’nin adamları tarafından katledilen Ali saflarındaki Amer bin Yasir için Muaviya’nin askerlerinden biri Ammer’in öldürüldüğünü duyunca ağlamaya başlar ve. “Mahvolduk, cehennemi boyladık. Ben Peygamber’in Ammar için ‘seni azmış bir eşkıya taifesi öldürecektir’ dediğini dinlemiştim” der.

Bu sözleri duyan Muaviye şeytani zekâsıyla: “Onu biz öldürmedik, onu bu savaşa iten kimse o öldürdü” der. Yani Ali’yi ima ederek Ali’nin en yakın dostu Ammar’ı Ali’nin bu savaşa iterek öldürdüğünü söyler.

Muaviye’nin bu şeytani zekâsıyla ürettiği kurnazca işlenmiş sözlerini duyan Ali:  “Eğer Ammar’ı ben öldürdümse, Hamza’yı da Peygamber öldürmüştür. Çünkü Hamza’yı Uhud savaşına müşriklerle çarpışmaya gönderen Peygamber’dir” der.   

Emevi Yezit alçak köpeği Ubeydullah bin Ziyad, Kerbela katliamında çocuk yaşta sağ kalabilen Ali bin Hüseyin (Ali Asgar) elleri boynundan iple bağlı halde zalim Yezidin uşak köpek komutanı iblis Ziyad’ın karşısına çıkarılır. Ziyad: “Deden Ali’yi Allah katletti değil mi?” der. Ali Asgar. “Dedemi bilmem ama kardeşim Ali Ekber’i Kerbela da sizin adamlarınız öldürdü” der. Bu sözler karşısında Ziyad kükrer kuduz it gibi: “Hayır! Onu da Allah öldürdü” der. (Kaynak: İbn Sa’d, et-Tabaakat 5/212)

Emevilerin İslam dinindeki dönüştürmeleri bitmez. İbadet yerleri camilerin radikal dinciliğin dershanelerine dönüştürülmesi ve dinde zayıflama, ibadet yerlerinin çoklaşmasıyla, ibadet yerlerinin dinci beyin yıkama ocaklarına dönüştürülmesine kadar vardırılmasına neden olunmuştur. İşte bu, Emevi despotizmin Muhammed-i mescitler yerine camileri birer siyasi dönüşüm merkezleri olarak inşa ettiler; oralarda insanların beyinlerini yıkamak için ve camilerde siyasi Emevicilik vaizlerini dinlemek, daha fazla zaman insanları camilerde tutabilmek içinde pek çok uyduruk hadisler ürettiler. Bunlardan biri de: “Camilerde cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan ‘yetmiş kat daha sevap’ yazıldığı yolundaki uyduruk hadistir.

Oysa Kur'an öyle demiyor. Evlerin secde gâh olarak kullanılmasını önermektedir. İşte Kur'an Yunus 87. “Evlerinizi kıble yapın, namazı orada yerine getirin”  demektedir.

Bir başka Emevi dönüştürmesi olan cuma namazı hutbesi. Başta gerçek İslam da hutbe en kısa, sıkıcı olmayan, cemaati bezdirmeyen hutbeler Muhammed tarafından tavsiye edilmiştir. Birde en önemlisi, Muhammed ve dört halife dönemleri hutbe cumadan sonra okunurken Muaviye, hutbeyi Cuma namazından önceye almıştır. Çünkü 73 yıl Ali ve evlatlarına hutbelerde küfür ettirilmiştir. Ve dahi Emevi melunlukların siyasi manevralarını dinlenmeden camileri halk boşaltıyordu. Bunun önüne geçmek için Cuma hutbelerini Cuma namazından önceye almalarında amaç, insanların Emevi siyasi hutbelerini dinlemek mecburiyetinde kalmaların içindi.

Hadisleri Kur'an’ın önüne geçiren Emevi melun zihniyeti hala Sünni İslam Hanefi mezhebinden oldukların hiçbir kuşkuya yer vermeden söyleyenler, "o mezhebin öncüsü" diye adlandırdıkları güzel insan olan İmam Azam Ebu Hanefi dahi bu Emevi zihniyetine karşı geldiği için hayatıyla ödemişti. 

Süfyaniler soyu Muaviye, hile ve desiseyle gasp ettiği hilafet makamına veraset yoluyla melun oğlu Yezit’i getirtir. Ali ve evlatlarını katleden bir melun olarak bunu melunluğunu kendine övünç kaynağı yapar. Dahi Kur'an ve yolunun kaldıramayacağı ağır ve yüz kızartıcı suçlar işler oturduğu Peygamber makamındayken. Bu imansız melun yezit, baldızıyla dahi kendi kızıyla cinsel ilişkiye girecek kadar ahlak yoksunu ve binlerce insanı katledecek kadar acımasız zalim biriydi.

Süfyaniler soyu Muaviye oğlu Yezit oğlu Veşid bin Yezit, Kabe'nin damında şarap içmeye ant etmiş bir imansız, sarhoş ve pisliğiyle abdestsiz namaz kıldıran bir alçaktı. Dahi, Kur'an’a kızgınlığını gidermek için okla parçalar ve Allah ile alay ederek şiirler okurdu: “Ey Kur'an! Mahşer günü Rabbi’nin huzuruna çıktığında ‘Velid beni parça parça etmişti’ dersin olur mu?” der, Kur'an’la alay eder. (Kaynak: Diyarbekri, "Tarihu’l-Hamis" adlı yapıtta)

Emevi dinciliğinin, Arap ırkçılığının üstünlüğü doğrultusunda işleyen cemaat ve tarikat dinciliği Muhammed’in esasları değildir. Muhammed: “Din temsilcilerinin sözlerini Allah kelamı gibi benimsemek, onları rab edinmek olur” demiştir. İşte siyasi dinciliğin Emevi uzantısı Türkiye de işlerlik kazandırılmaktadır.

Radikal dinciye göre bu sözler bile halifelik makamından azledilmesine yetmez. Dindara Emevinin yarattığı zulüm reva görülür. Dincinin sığınağı öylesine çoktur ki, buna da bir sığınak olarak: “Efendim biz onun makamına saygıda kusur etmeyiz; onun işlediği suçla makam ayrıdır” derler ama o kirletilmiş bir makam olduğunu asla kabullenmezler İşte bir örnek. Son cumhurbaşkanı seçimlerinde görülen geçmişin kaygılarının depreşmesi: “Biz dindar cumhurbaşkanı istiyoruz” diyenlerin geldiği nokta; ehliyetli, liyakatli, bütünleştirici bir cumhurbaşkanı istiyoruz un önüne geçen radikal dincilik hastalığının hortlatılması değil de ne? Bugün; Türkiye’de kendilerini Müslümanlık kalite kontrolü yapma hakkına sahip olduklarını sanırlar. Tanrı-kul ilişkilerinde kendilerini aracı sıfatta bir yerlere koyarlar. 

Emevi hilafet sistemi, zalim devlet başkanlarına karşı sabrı nasihatin yeterli olacağını savunur. Zalim devlet başkanlarına karşı mücadeleyi hak görenler tamamen Emevi içtihatlarına karşı çıkanlardır. Bu tür liderlerin öldürülmemesini savunan İmam Azam, bu tür devlet adamların öldürülmelerine taraf olmaz, onlara karşı çıkışı ve makamdan uzaklaştırılması, zalim devlet başkanlarına karşı ayaklanmayı savunur.

Buna en büyük örnek, Ehlibeyt ve dürüst sahabe kanı döken Emevilerin Irak valisi zalim Haccac, Müslümanlara zulüm eden biriydi. İşlerini kolaylaştırmak için Emevi uyduruğu şu sözlerine dayanılarak bu zalim hiçbir şekilde yaptığı kötülüklerden dolayı ceza almaz: “Yöneticiler zalimde olsalar itaat edilmelidir; onlar Allah’ın takdiridir” der...

Kurnazlıkla Peygamber evlatlarına kan kusturan, acı ve ıstırap veren Süfyaniler soyu Emevi Muaviye için: “İslam’ın en büyük dahisi” diye övenler vardır. Ehlibeyt soyundan  olan İmam Cafer Muaviye için: “Şeytaneti çok kuvvetli bir adamdır” der. Dincilik tıyneti ile Muaviye: “Biz ne yaptıysak Allah için, Allah rızası için yapıyoruz” denen Allah adı kullanılarak, Allah’ın emriymiş gibi aldatmaca kılıf kullanılan şeytanet yol. Kur'an’ın içindeki anlattıkları yoldan gidenler ise İmam Cafer’in, İmam Azam’ın da onayladığı rahmani yol.   

Dahi; Süfyaniler soyu Muaviye ve İslam’a musallat olmuş içtihatları...
Süfyaniler soyundan Emevi Devletini kuran Muaviye’nin İslam’a tebelleş olmuş içtihatları sürmektedir...

Tarikat tasallutu İslam dünyası şirke batmış gidiyor. İslam'da Allah’la kul arasında aracı yoktur. Lakin sakat içtihatlar İslam’ı bu hale getirdi. “Hileyi-Şeriye” (Şeriata uydurma) Fatih Sultan Mehmet döneminde dahi var olduğu bilinmekte. Satılıp geri alınma oyunları, hülle, hilesi kadın alma verme olayları neden sorgulanmaz da ille de arada bir onur kırıcı “mum söndü” olayı alçaklarda yaşayan insanların dilinden düşmüyor? 

Adına “ihlâs” dedikleri “mum söndü” iftirasını yapanların atalarındaki marifetleri görmeleri lazım önce. Şeyhini karısıyla zina yaparken görse bile mürit; hayal gördüm, şeytan gözüme perde çekti, şeyhimle arama girdi deyip, şeyhine ölümüne sadık kalarak şeytanı suçlamak ve sorgusuz sualsiz şeyhine sadık kalarak canını, malını teslim eden, şeyhinin eğilip çükünü öpen pek çok Sünni tarikat müritleri neden görmezden gelinmektedir?

Sünni cemaatler ve tarikatlar siyasi teşekküller olarak doğarlar. Tarikat şeyhlerinden feyiz alırlar, asıl olan Kur'an’dan feyiz almazlar. Ondandır İslam dünyasının kahrı, içtihat kapısının M.S.1200 den sonra kapanmasıyla başlar. O dönemde gayri Müslim arabaya binemez diye bir kural vardı. Al sana gayri Müslim icadı; Müslümanların bindiği Arabialarla dolu ortalık. Haydi bakalım arabayı yapanı bindirmeyin bakalım.

Emevilerin kılıç zoruyla ele geçirdikleri topraklar
Muhammed'in dışkısına "Gaita-i Şerife" derler daha da ileri giderek Peygamber'in dışkısına "mübarek"  derler ve "bir tür pisliktir" diyenlere sinirlenirler,  "Peygamberimizin dışkısı fahirdir, parfüm gİbi kokar" derler. Ve dahi, bitlenmeyi, kirlenmeyi, yırtık-pırtık dolaşmayı "fazilet" sayan dinci cemaat ve tarikatçıların din anlayışı ile şeyhinin, dışkısının, sidiğinin pis olmadığını ve kutsal sayan zihniyet, Peygamber’in de bir insan olduğunu görmezden gelip üzerine pek çok uyduruk hadisler üretmişlerdir.

İslam âlemi sidiğin, dışkının parfüm gibi kokup kokmadığıyla uğraşırken, dünya üzerinde bulunan 57 İslam ülkelerinin tamamının gayri safi milli hâsılası bir tek İtalya’nınkine bile denk değil. O gelirleri de yerden çıkan emeksiz petroldür. Emek ve zekâlarıyla ürettikleri hiç bir icattın geliri değildir...

Emevi zihniyetine göre tertiplenmiş halifelik zilletiyle tanışan Türkler
Türk halkının verimlilik dünyası 16. yüz yılda tanıştığı halifelik denen dini siyaset kurumuyla tanışmasıyla zahmete dönüşür. 13. yüz yılda Anadolu çok değerli zatlar yetiştirip adlarını tarihe yazdırmışlardır. Bu değerli zatların başında: Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Ahi Evren, Abdal Musa, Edibali, Hubiyar, Karaca Ahmet vs. var.

Halifelik zilletiyle tanışan Türklerde kökten değişikliğe gidilerek, ülkenin çehresi, yaşam felsefesi, geleneksel kültürü kökten değişikliğe uğratılır. Hayat ve oluş yanında saltanat dinciliği olan Emevi yolunun temeli atılmış olur. Türk halkı arasında ilk yırtılma böylece başlamış olur, yırtılma hala dikilebilmiş değil. Halifeliğin getirdiğiyle götürdüklerini kıyaslarsak, götürdüğü değerler hoşgörülü yaşam biçiminin yerini hoşnutsuzluğa dönüştürmesi.

Eski Marksist, yeni Müslüman Fransız vatandaşı Roger Garaudy, ‘Yaşayan İslam’ adlı kitabında: “Gelenekçi Arap-Emevi-İslam’ı, Kur'an’ın ölümsüz, evrensel ilkelerini insanlığa tanıtmamakla kalmamış, bu ilkeleri giderebilecek yolları tıkamak gibi büyük bir ihanetin de faili olmuştur. İnsanlık arasına aşılmaz duvarlar örmüştür”  der.

Ve dahi şöyle sürdürür Roger Garaudy: “7. yüz yıl Arabistan yaşamını 21. yüz yıl insanına zorla kabul ettirmek, Kur'an’ın yanlış ve ürkütücü bir imajını verir. Bu İslam’a karşı işlenen bir cinayettir” der. Bugünkü İslam’ın yapısı, omurgası Emevi dinciliğiyle dönüştürülmüş sakat bir anlayıştır. Bu anlayış, Allah’ı kulun yaptığı, süslediği, iki yanına diktiği uzun, ucu sivri minarelerle yapılı taş binalara “Allah’ın evi” diyerek Allah ile aldatmaya kalktılar. Açıkça bu bize Kur'an Lukman suresi 33’de: "Aldatan sizi Allah ile aldatmasın” diye bir ders verir. Yine Kur'an’da: "Lanet olsun o namaz kılanlara ki, namazlarında gaflet içindedirler! Riyaya sapandır onlar. Ve onlar, kamu hakkının yerine ulaşmasına engel olurlar” der (Maun süresi 4- 7)

Roger Garaudy: “Sömürgelikten kurtulmalarına rağmen Müslüman milletler niçin tarihin faili, yaratıcısı ve yapıcısı değil de, hala nesnesi olarak kalmaktadırlar? Niçin onlar tarihi liderlik örneği vermiyorlar? Çünkü daha tarihin ilk asırlarından itibaren, bu dinin şekli değiştirildi ve yaşayan gelişmesi durduruldu... Kur'an ölülerin gözüyle okundu. Kur'an’ı ezeli vahyinden hareketle, zamanlarının meselelerini çözümleme dehası göstermiş olan insanların gözüyle değil...” 

Dahi; “Her zaman demokrasi dersi veremeye hazır olan Batılılar, petrol ve parayı görünce, el kesenlere yardım etmekten çekinmezler ve terör yoluyla kendi Pazar monoteizmlerini kabul ettirme hususunda onlara yardım için hazırdırlar. Amerikan yetkilerine ve onların Batılı derebeylerine göre, iyi ve kötü Müslümanlar vardır. İyi Müslümanlar, onların siyasetlerine hizmet edenler ve İMF’nin emirlerini kabul edenlerdir. Kötü Müslümanlar, bu emirlere karşı gelenlerdir” der.
Selman Zebil 2012




26 Şubat 2012 Pazar

MUAVİYE HİLESİ ve KURNAZLIĞI

ALİ-MUAVİYE ÇEKİŞMESİ
Geçliğinde gözü pek bir savaşçı olan Ali, kendinden önceki üç halifenin halifelikleri seçimini tanımış ve onaylamış olarak söylenir Sünni kesimlerce. Lakin Ali, üç halife döneminde hiçbir zaman ön planda olmamıştır; son halife Osman’ın tutumundan da hiçbir zaman memnun olmamıştır ve yaptıklarını kınamıştır. Ali, diğer üç halifeden memnun olmayanları tarafına toplamış; Osman’ın öldürülmesini (M.S. 656) istemese de öldürenleri de kınamamıştır ve dahi Osman’ı öldürenlerin birkaçı da Ali’nin etrafında toplanmışlardır. Osman’ı öldüren topluluktan birkaç tanesinin de Ali etrafında toplanmasından dolayı Ali’yi suç ortağıymış gibi suçlamaya başlamışlarıdır.

İslam âleminde ilk bölünmeler bir fitneyle başlar. İslam’da ayrışmayı, müminlerin kalplerini hala sızlatan acılı, kederli günlerin başlangıcı olmuştur. Ali’den nefret eden Muhammed’in eşi, Muhammed’den sonra (M.S.632- 634) iki yıl halifelik yapmış Bekir’in kızı Ayşe, Ali’ye cephe almış, Mekkeli Kureyşlilerden Talha ve Zübeyir’i de yanına alarak bir ordu toparlar ve Ali’ye saldırırlar. Bu savaşta, Muhammed’in cennetlikle müjdelediği Talha ve Zübeyir Ali’nin salladığı kılıç altında can verirler; Ayşe, Ali’ye karşı başlattığı savaşı kaybede. Ali, Muhammed’in hatırasına saygısından Ayşe’yi öldürmez ve onu güvenli bir biçimde Medine’ye gönderir.

Öldürülen Halife Osman’ın yakın akrabası, Şam Valisi Ümeyye oğullarından Süfyaniler soyu Muaviye, öç alma duygusuyla Ali’ye karşı “Deve Savaşı” adı verilen savaşın ardından Sıffın savaşını başlatır. Ali bu savaşın galibi, Muaviye kaybedeni olur. Ali-Muaviye arasında yapılan bu “Sıffin Savaşı” Ali’nin kazanmasıyla sonuçlansa da zekiliğini kurnazlıkta kullanan Muaviye de entrika bitmez. Muaviye taraftarları olan Suriyeliler mızrakların başına Kur'an sayfaları takarak: “işte aramızdaki anlaşmazlığın çözülmesi için hakem budur” derler. Ali’yi bu desiseli hakem olayında haksız ilan ederler, Osman’ı aklarlar.

İşte o günden bu güne İslam dünyasına yön ve biçim veren üç ayrı topluluğun ortaya çıkmasına neden olunmuş olunur. Bunlar: “Hariciler” (Dışta Kalanlar) Ali ve Peygamber yandaşları Şiiler-Şia Yandaşları ve Muaviye’nin yanında yer alanlara “Sünniler” denir.

Arapça Tanrının yolu “Sunna” sözcüğünden türeyen “Sünni” Peygamberin tutumu ve sözlerine benzemek ve uymak diyerek ilk defa Muaviye tarafından: “Biz peygambere ve sünnetine uyanlarız, biz “Sünni’yiz” demiştir. Ama bir gerçeğin altını çizmede yarar vardır. Muaviye’nin dışladığı, kötülediği Ali, Peygamberin yolunda titizlikle giden damadı ve kan bağı olan amcaoğludur ve ilk kendine inananlardandır. Dahi Ali ve evlatları Ehlibeyt, Peygamberin en sevdiği hane halkıdır. Bunlar Peygambere uymayanlardır diye Muaviye tarafından siyasi iftira atılmış olmuyor mu?

Ali M.S. 661’de Küfe cami önünde, Nehrevan’da can veren akrabalarının öcünü almak isteyen bir Harici tarafından öldürüldü. Ali’nin ölümüyle Emevi ailesinden Muhammed’e en derin düşmanlıklar eden ebu Süfyan oğlu Muaviye’nin önündeki en güçlü bir engel daha kalkmış olmakla zaferi perçinleşmiş oldu bir bakıma.

Ali’nin öldürülmesiyle (M.S.661) Muaviye hilafet makamına oturmuştur. Şam’da saltanatını ilan edip, egemenliği eline geçiren Muaviye, Bizans kültürüyle iç içe yaşamış Suriyeli Arapların etkisiyle de Muaviyenin etrafında bulunan Bizans kültürü etkisindeki Araplar, Muaviye’ye Bizansvari yön vermişlerdir. Böylece Arap-İslam imparatorluğunun temeli atılmış olur. Lakin Şiiler, önceki Bekir, Ömer, Osman üç halifeyi tanımadılar, saymadılar. Muaviye’yi de asla halife olarak görmediler ve tanımadılar; İslam adına muaviye’den kaynaklanan bütün karaları kabul etmeyip hep ret ettiler.

Yeni bir teoloji düşüncesi olarak çok yönlü gelişen Arap-İslam kültürü ilk önce Arap’tır Arap olmayanlar bu kültürün gelişmesinde çok önemli roller almışlardır. Arap olmayan İranlılar İslam kültürünün gelişmesinde en etkili unsurlardandırlar. Her ne kadar Arap-İslam kültürünün Arap olarak gelişmesine karşı çalışsalar da, yazdıkları eserleri Arapça yazmaları başka bir anlam taşımaktadır.

Ali-Muaviye ve Kur'an
Aklını hile ve kurnazlıkta kullanmakta usta biri olan Muaviye’nin dostu Amr bin As, bakar ki savaşta Ali yanlıları askerler üzerlerine can alıcı biçimde gelmektedirler. Savaş iyicene Ali’den yana dönmüştür, yaptıkları savaşı kaybedecekleri anlar ve korkuya kapılır. Amr bin As, dostu Muaviye’ye şöyle seslenir:

“Ey Muaviye! Sana yapılması gereken bir şey söyleyeyim ki, bu söyleyeceğim şey, aramızı birleştirsin, onla da ikiye bölünsün, aralarına tefrike soksun.” Der.

Muaviye kabul eder, 
Amr bin As şöyle sürdürür: “Kur'an sayfalarını havaya kaldıralım ve onları Kur'an hükümlerine davet ederek aramızda bu hükümlerin hakem olmasını talep edelim. Onların bir kısmı bu hileye kanmaz ve bu hükmü kabul etmezse de bir kısmı bu teklife ilgi duyacak ve Kur'an hükümlerine boyun eğmeyi kabul edecektir. Böylece aralarına tefrika girecektir. Onlar Kur'an’ın hükümlerine müracaat etmeyi kabul ederlerse, biz bir müddet daha savaşmaktan nefes almış oluruz.” Der. Bk. İbni Esir, “Fi’t tarih” 3/192

Muaviye’nin askeri kolu olan Amir bin As’ın hile, kurnazlıkta ve düzenbazlıkta hiçte Muaviye’den geri değil olduğunu görürüz. Savaşı kaybedeceklerini anlayan Amir bin As “biraz nefes almak” uğruna Kur'an’ı tefrika aracı olarak kullanmakta çekinmemekteler.

“Kur'an sahifelerini mızrakların ucuna takarak şöyle seslenmişlerdi; aramızda bu hükmü verecek, işte bu Allah’ın kitabıdır. Bu sesi duyan Ali tarafından bazıları ‘Allah’ın kitabına icabet etmemiz gerekir’ diye konuşmaya başlarlar. Yapılan teklifin bir oyun olduğunu anlayan Ali ise:

Ey Allah’ın kulları, hakkınızı aramaya devam ediniz, samimiyetinizi ve bağlılığınızı sürdürünüz, düşmanınıza karşı savaşmayı sürdürünüz. Bu teklifi yapanları çok iyi tanırım. Bunların dinle, Kur'an’la ilgileri yoktur. Onları çocukluğumdan beri tanırım, Allah’a yemin olsun ki, Kur'an sahifelerini sırf sizi aldatmak ve tuzak kurmak için havaya kaldırdılar.” Diye hitap eder.

Ali’nin yanında yer alan bazıları şöyle dediler: “Allah’ın kitabına davet edilip te ona icabet etmemek bize yakışmaz. Senin bu sözlerini kabul edemeyiz. Allah’ın kitabının hükmünü kabul et, aksi takdirde sana karşı savaşırız ve bu konuda her şeyimizi feda ederiz.” Diyerek Ali’ye karşı gelirler. İbni Esir, Fi’t Tarih 3/193- 194

Dini bir oyun ve silah aracı haline getirmişler, Ali nerdeyse kâfir ilan edilmiştir. Amir bi As kurnazlığı ile Ali bazı kesimlerce tekfir ederek dışlamışlardır. Dahi Ali’yi sırtından hançerleyen İbni Mülcem adlı alçak katile “itibar” verilir. Dahi Kur'an Bakara suresi 207 ayeti örnek gösterirler: “İnsanlardan öylesi de vardır ki, benliğini Allah’ın hoşnutluğunu elde etmeye satar. Allah kullarına karşı Rauf’tur, çok şefkatlidir.”

İşte böyle. Din maskeli şer cephesi Kur'an sayfalarını mızrakların ucuna takarak akıllarını kurnazlık ve düzenbazlıkta kullanma hünerliliğini göstermişler, istedikleri amaca hile ve kurnazlıkla ulaşmışlardır.

Hasan ile Hüseyin
İslam dini, siyasetin batağına Halife Osman ile batar. Kişiler Müslüman kimlikli dinsel yüzleri küfür ve şirk dolu küfür batağı olur. Din ile insanların zihinlerine tecavüz ettiler. İslam da kurumsal olarak bozulma Muaviye ile başlar. Esas hesaplaşma Muaviye iledir. Oğlu Yezit Muaviye kadar önem taşımaz.

Hasan, düzenci, düzen kurucuydu, Hüseyin ise, düzen bozucularıyla savaşandı. İkisi arasında aslında fark yok; ikisi de dedeleri Muhammed’in yapmak istediklerini yapıyorlardı. Muhammed, Yahudi-Hıristiyan topluluklarla vatandaş bağları ile bağlıyor, ona göre, onlarla anlaşmalar yaparak düzen sağlıyordu. Düzen bozan anlaşmayla kişilere karşı gerektiğinde savaş ilan ediyordu. Kerbela, Müslümanlar'a karşı bir tür ikazdı.

Selman Zebil

İSLAM İÇİNDE GELİŞEN İKİ AKIM MÜTEZİLE ve EŞ-ARİYE


1. MÜTEZİLE
İslam’da usculuk (Akılcılık) akımı. 8. yüz yılda doğmuştur. Vasil bin Ata adlı biri tarafından kurulmuştur. İlk zamanlar “Vasiliye” dense de, sonraları “ayrıldı” anlamına “İ-tezde” sözcüğünden “Mütezile” türemiştir.

Vasıl bin Ata (699-748)
Felsefi bir nitelik kazanan “Mütezile” İslam disiplini dışına çıkmadan bilimciliği, akılcılığı savunan bir akım, Sünnilerce “sapkınlık” olarak algılanmıştır. Allah’ın kendisinden ayrı nitelikleri yoktur; tevhit (birlik) vardır.

İ-Tizal (ayrılık) Mütezileye göre, inananla inanmayan arasında bir rütbe vardır. “Kabahatli” (fasik) büyük günah işleyen ne kâfirdir ne de mümindir. Ancak  “fasıktırlar” Ölmeden önce “tövbe” ederlerse mümin olurlar, etmezlerse kâfir.

10. yüzyılda İslam dünyası en üst seviyeye çıkmış, en derin bilgiler, en güçlü bilim adamları bu akımın içinden çıkmıştır. Avrupa gerilerde kalmış, kavgaların, kırımların dahi din adına engizisyon mahkemelerin insan üzerinde yarattığı travmalar bırakırken, İslam âlemi El Buruni, El Razi, İbni Sina, El Rüşt, Farabi gibi dünyaca ünlü düşünürler bu dönemde yetiştirmiştir.

Derinlere bir inersek kendimizi 10. yüz yıl Horasan’ın da bululuruz...
Ne var orada? Orada, (Horasan) geçmişte, Türkistan bölgelerinde iki akım hep öne çıkar. Birincisi “akliyecilik” (Rasyonalist, akla dayanma yolu) öbürü “sezicilik” (İçe doğuşçu, imana dayanan yol) Bu iki kavram insanlar arasında şiddetli mücadeleye dönüşmüştür.

Mütezeleciler akılı öne alırlar, buna karşı her zaman iktidarları elinde tutanlara karşı karşıyadırlar. Mutezile Mezhebine karşı koyanların başında İmam Kuseyri, İmamül Haremeyn, Ebul Mali, El Cüveyni gibileri olur. Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey de bu Mütezileciler akımına karşı çıkan ilim adamlarını yanında yer alır.

İmam Gazali, akılcılara karşı acımasız savaş verenlerin başını çeker: “Tehafütül Felasife” adlı kitap yazar. İmam Gazali’nin bu “Tehafütül Felasife” (Felsefencilerin Yıkımı) eserine karşı atağa geçen İbn Rüşt 1193’de İmam Gazali’nin bu eserine karşı ise “Tehafüt-üt Tehafüt” (Yıkımın yıkımı) eserini yazarak, Gazali’nin görüşlerini şiddetle ret eder.

Mevlana Celalettin Rum-i’nin Babası Bahaüddin Veled sezgici fikirli biri olarak bilinir. Akılcılara karşı mücadelesi, akılcı bir kişiliğe sahip olan Fahüreddin Razi ile araları bile açılır. Sonra Bahaüddin Veled Anadolu’ya kaçar. Mevlana da babasının yanında sezgici bir yol izler yerleştiği Konya’da...

Ahi Evren’de, Mevlana’nın babası olan Bahaüddin’in karşı olup zıtlaştığı Fahireddin Razi’nin talebesidir. Bu nedenle, Bahaüddin Veled’in Fahireddin Razi ile düşmanca olan mücadelesi, Anadolu’da Fahireddin Razi’nin öğrencilisi olan Ahi Evren ile oğlu Mevlana’ya kadar uzanarak kin ve intikam duyguları kabarık bir biçimde sürmüştür ve Ahi Evren Kırşehir'de Mehlana kendi öz oğluile Ahi Evren'i Mollardan Nurettin Çaça'ya öldürtmiştür...

2. EŞ-ARİYE:
Müslümanların akıl ve hafızalarının dondurulmasıdır. Mütezile aydınlanmacı akımın önünü kesmek için oluşmuş, inan temeli üzerine kurulu “Ehli Sünnet mezhepleri” içine alırken, Mütezile akılcılık felsefesine karşı imana dayalı gelişmedir. Bu işte en önemli kişilerin başında da İmam Gazali vardır: “Ne zaman aklın ileri gitti hemen durdur onu, imanı öne çıkar. Akıl seni şeytani şeylere götürür, imansa seni vadeliden cennete götürür” der. İnsanlara aklı dondurun telkinleri yapar.

Eş-ariye akımın 10. yüz yılda, başlarında Ebül Hasan Eş-Ariyye tarafından kurulmuştur. Bir bakıma bu akım İslam dünyasını çıkmazın içine sürükleyen bir mezhep olarak kurulmuştur.

İbn Faruk, İmam Bakıllani ve Türk Sünni kesimin en tutucu kanadını oluşturanlarca bilinen ve elden yapıtları düşürülmeyen İmam Gazali gibi İslam düşünürlerince geliştirilmiştir.

Kör bir kadercilik olan; her şeyin Allah tarafından belirlenen gerçekler, insan ussu (aklı) ile kavrayamayacağı “iman” ancak Allah’a ve Peygamberine kayıtsız inanmaktır. İnsan başka bir şey yapacak güçte değildir.

Felsefi gelişmelere tamamen karşı çıkan bir yol ile düşünce yolunun insandan alınıp iman” yoluna insana verilmesinden yana bir Ehli Sünnet yoludur...


22 Şubat 2012 Çarşamba

KÖY ENSTİTÜLERİ ve HALK EVLERİ

KÖY ENSTİTÜLERİ ve HALK EVLERİ
Cumhuriyetin en özgün, en bağımsız yaratıcılığın, en kapsamlı bilimde, teknolojide Türk insanın ileri adım atmasına yarayacak Köy Enstitüleri projesiydi, kapatıldı. Yaratıcılığın yerini eğitimde dahi taklitçilik aldı. Köy Enstitülerine kıyım DP dönemi olan 1953’de Köy Enstitüleri programları, İlk Öğretmen Okulları Programlarıyla birleştirilir. 1954’e gelindiğinde 6234 sayılı yasa ile de Köy Enstitüleri tamamen İlk Öğretmen Okullarına dönüştürülür.

1923 yılına gelindiğinde Türkiye’de okul ve okulluluk, 4,894 olan İlkokul, öğrenci sayısı da 341,941 olur. 1930’a gelindiğinde ancak 6,598 okula ve 489,299 öğrenciye çıkartılabilir. Yetmez; cumhuriyetçilerin ilk amacı eğitim alanında ileri seviyelere ulaşmak için yeni eğitim projelerine gereksinim duyulur…

Yeni Cumhuriyetin aydınlanmasını sağlayacak, Cumhuriyet kurumlarından olan Halk Evleri 19 Şubat 1932’de, Türk halkının eğitim ve bilgi düzeyini yükseltmek için kurulur. Atatürk’ün bizzat kendi kurduğu Halk Evleri, yine siyasi kıyıma uğrayarak 8 Ağustos 1951’de DP zamanında kapatılır.

1936 yılında Saffet Arıkan’ın Milli Eğitim Bakanlığı sırasında, köy halkına pratik bilgi vermek amacıyla  “Köy Eğitim Projesi”  ile Köy Enstitülerin temeli atılır. 17 Nisan 1940’da da 3803 sayılı Köy Enstitüsü Kanunu kabul edilir. Köy Öğretmen okulları Köy Enstitülerine dönüştürülür. 1940- 41 öğretim yıllında 10 yeni Enstitü daha açılır. Bu sayı 1945-46 yılına gelindiğinde 20’ye çıkarılır. 1948-49 öğretim yılında bir okul daha açılır...

İsmail Hakkı Tonguç
 Yaşar Nuri Öztürk şöyle bir tespitte bulunur  “Allah   ile Atlatmak” adlı yapıtında:  “Haçlılar önce   Müslümanları çağdışı hale getiriyor, ardından da   ‘böyle olmaz, ben bunu düzelteceğim diyerek   muhtarlık yapmaya başlıyor. Kural ve kader hep   aynı: Muhtarlık haçlıdan, finans ve hizmet   Müslüman’dan” der.

 Köy enstitülerini İsmet İnönü’yle gezen Şemsettin   Günaltan bile Köy Enstitülerin gelişiminden   kuşkuya kapılır, döner İsmet İnönü’ye: “Paşam   binler böyle eğitilirse yönetemeyiz” der. Siyasetçiyi   bile binlerin hızlıca eğitimde yükselişi ürkütür hale   gelir.
 Selman Zebil








21 Şubat 2012 Salı

TÜRK OCAKLARI ve KURULUŞ AMACI

TÜRK OCAKLARI KÖKENİ ve KURULUŞ AMACI
20 Haziran 1911'de 231 tıbbiye öğrencileriyle ünlü Türk hareketinin öncülerinden Mehmet Emin Yurdakul (Selanik) Yusuf Akçura (Kazan) Ahmet Ağaoğlu (Azerbaycan) ve arkadaşları “TÜRK OCAĞI” adında bir dernek kurarlar. Bu ocağın kuruluşuna “Tanin Gazetesi” yazarı Hüseyin Cahit Bey 50 Osmanlı altını vererek destek olur. Böylece “Kültürel Türkçülük hareketi” başlar...

Önceleri Halk Evlerinin yaratıcılığın öne çıkardığı eğitim anlayışı yerini taklitçilik aldı şu günümüzde. Cumhuriyet kurumlarından olan Halk Evleri, Türk Ocakların filizi olarak,19 Şubat 1932’de, Türk halkının eğitim ve bilgi düzeyini yükseltmek için kurulur. Atatürk’ün bizzat kendi kurduğu Halk Evleri yine siyasi kıyıma uğrayarak 8 Ağustos 1951’de DP zamanında kapatılır

Daha derin eğitime ayak basmak içinse;
1936 yılında Saffet Arıkan’ın Milli Eğitim Bakanlığı sırasında, köy halkına pratik bilgi vermek amacıyla “Köy Eğitim Projesi” ile Köy Enstitülerin temeli atılır. 17 Nisan 1940’da da Köy Enstitüsü Kanunu kabul edilir. Köy Enstitülerini de DP kapatır...

Kültürel Türkçülük hareketinin; Türk Ocaklarında gelişim gösterdiğine şahit oluruz. 1950’de CHP iktidardan düştüğünde Türkiye de 4000’i aşkın “Halk Odaları” 500’de “Halk Evleri” vardır. Şehirlerde  “Halk Evleri”  kırsal kesimlerde de “Halk Odaları" Çok amaçlı, adı geçen bu odalarda Türk halkına, Cumhuriyet Devrimlerini ve ilkelerini anlatmaktı. Dahi; bunu konferanslar, okuma-yazma dersleri, toplantılar, kitap okuma alışkanlığı aşılamak, tiyatrolar düzenlemek, spor, konserler, sosyal alanda her türlü rehberlik hizmetleri ile Türk halkını bilinçlendirmekti. DP bunların hepsini kapattırdı...

Mahalli çapta kaldılar. Hala Türk zümreler kendilerini Doğu-İslam toplumundan ayıt edebilmiş değil tam anlamıyla. Daha kendine özgüvenli, daha birey olma yolunda hep engel geniş akraba, aşiret, hemşerilik, tarikatçılık, cemaatçilik ilişkileri büyük şehirlerin varoşlarında kendini hep yerli şehirlilerden ayıttı durdu...

Dostum Rafet Aydeniz bana maille gönderdiği bir makalesinden Mehmet Akif'i anlatmış. Diyor ki: "Mehmet Akif; İslamcı Aydınlar safındaydı. Kendisine bunun için İslamcı Şair denilmiştir. Ama Mehmet Akif için Türk ve Türklük daima başta kalmak şartıyla. Bir gün Mehmet Akif, Türk Milletinin ateşle imtihan edilip, ölüm kalım savaşı vermiş olduğu İstiklal Savaşı yıllarında, bir grup kendi dünya görüşünü paylaşan arkadaşlarıyla yakın dostu ve dava arkadaşı Hasan Basri Çantay’ı ziyaret için Balıkesir’e gelmişler ve arkadaşlarından birisini teşkilat kurmak amacıyla Gönen İlçesine göndermişler ve oturup sohbet ederken gönderilen o şahıs gelmiş ve Gönen’de yerli Rumların oradaki Türklere baskı uygulayıp zulmettiklerini söylemiştir. Bunun üzerine Mehmet Akif, orada Türk Ocakları olup olmadığını sormuş: 'Yok' denilince. Orada derhal bir Türk Ocakları Şubesi açarak karşı faaliyette bulunmalarını söylemiştir." Akif'i iyi tanımayanlara duyurulur. 
Selman Zebil 2012




                                                                                                    



CUMHURİYETİN KALKINMA SERÜVENİ


CUMHURİYETİN KALKINMA SERÜVENİ DEVLETÇİLİK

Pek çok iç ve dış tehditlere rağmen cumhuriyetin kalkınma serüveni çok farklı aşamalardan geçer. Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında ülke nüfuzunun %75’i tarımdan geçimini sağlıyordu ve tarıma dayalı ticaretten yararlanıyordu.

Ülke cumhuriyete geçildiğinde sanayileşme Avrupa’nın çok gerisinde kalmış, sanayileşmeyi kaçırmış bir imparatorluktan sonra cumhuriyetle birlikte Türkiye 1923’den itibaren Avrupa denginde bir sanayileşmeyi yakalamaya çabalar hale gelir. Kısa sürede orta gelirli bir sanayileşmeyi başarmış hale gelen bir ülke olur günümüzde.

Cumhuriyet döneminde gelişen sanayileşme hamlesi karşısında siyasilerin inişli çıkışlı siyasi yanlışlıkları 1923- 1929 açık ekonomi, 1930- 1946 korumacı ekonomi (O dönem yerli malı kullanılması için, yerli malı haftası düzenlenir) sanayileşeme atağı. 1950- 1960 özel teşebbüslerin atağı ve sanayi birikiminin iştiraki. 1960- 1977 planlamaya geçme, 1980- 1989 24 Ocak kararlarıyla dışa açılma ve dahi küresel sermayenin girişiyle dengelerin alt üst olmasıyla günümüze gelir.

Böylece cumhuriyet döneminde ekonomik stratejik gelişim iki bölümde değerlendirilir. Biri korumacı bir ekonomi, ikincisi liberal ekonomi olur.

1930- 1933 yılları arasında pek çok dünya ülkesi çok ağır ekonomik buhran geçirirken Türkiye istikrarlı adımları sayesinde etkilenmedi dahi küçük çapta büyümesini sürdürür.

1927’de sanayi teşvik kanunu yerli sermayedarların sanayiye katılmaları sağlanır. 1930- 1946 yılları arası iç piyasayı koruma amaçlı sanayileşme 25 Şubat 1930’da Türk Parasını Koruma Kanunu yapılır. 30 Haziran 1930’da Merkez Bankası kurulur, Türk Lirası denetim altına alınır.

1930- 1933 Dünya ekonomik buhranda durgunluk geçirirken, sanayi dalında Türkiye %15 civarında büyüme sağlar. 1938 yılında TMO (Toprak Mahsulleri Ofisi)  kurulur.

1930- 1933 yıllarında Avrupa ve dünya ekonomik buhranlarla boğulurken, daha 13 yıllık Sovyetler Birliği planlı ekonomiden dolayı etkilenmez, kendini korur. 1923’de Türkiye Cumhuriyetini kuran kadroları Sovyetlerin başarılı ekonomik planından etkilenir.

1930 yılı itibariyle Sovyetlerden 5 Yıllık Kalkınma Planı alınarak Türkiye’de hızlı sanayileşme dönemine gidilir. Cumhuriyetin devletçi siyaseti ve altı ilkeden biri olan devletçilik ilkeleri bu dönemde biçimlenir. Buna bazı itirazları olanlar çıkarken, devletçilik ilkesini savunanlarda Osmanlı geleneğinde de var olan devletçiliğin uygun olduğunu öne sürerler. 

1932 yılında Başbakan İnönü Moskova’ya ziyaret eder. İlk 5 Yıllık Kalkınma Projesi Başbakan İnönü’nün Moskova ziyaretinden döndükten bir yıl sonra 1933’de tamamlanır 1934’de yaşama geçirilir.

Tekstil, kâğıt, seramik, şişe-cam sanayi ve metalürji dalında Türkiye gelişimini Sovyetlerden aldığı teknolojiyle sağlar ve böylece devlet sanayileşmenin öncüsü olur.

Yerli girişimci sınıf yaratmak;
Cumhuriyetçilerden önce var olan bu düşünce 1908’den sonra İttihatçıların izlediği  “Milli İktisat”  siyaseti benzer amaçlıydı. Müslüman-Türk unsurların ekonomiye egemen olmaları amaçlanıyordu. Yani sanayinin Türkleştirilmesi çabası vardı.

1930’u yıllarda devletçiliğin gelişiminde sol bakışlılar ve kadrocular olarak iki fikir doğar. Devletçiliği bir araç olarak görenler ve bir amaç olarak değerlendirenler olur.  Atatürk, 1936 yılında Devletçiliğe karşı muhalif söylemler karşısında:  “Türkiye’nin tatbik ettiği devletçilik sistemi 19. yüz yıldan beri sosyalistlerin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir”  diyerek yararlı bir değerlendirme yapar.

Azeri Türkü Ahmet Ağaoğlu:  “Ferdin yetmediği yerde devletin varlık göstermesi”  olarak tanımlar.


CUMHURİYETİN GETİRDİĞİ HALKIÇILIK ve OKULLAŞMA


CUMHURİYET GETİRDİĞİ HALKÇILIK ve OKULLAŞMA

Zamanın şartlarını kinayen bir tarafa itip tek partili sistemi acımasızca hırpalamak isteyenler, bugünkü geldikleri mevkiinin bu dönemin inşasına katkı sağlayanlar olduğunu bir an düşünseler böyle, insafsızca çıkış yapmazlardı. Cumhuriyet öncesi geçmişe hayran durmak, cumhuriyet sonrasını yerip, karalayıp durmak özürlülük olsa gerek. Elbette cumhuriyet öncesi de hata ve sevaplarıyla bizim tarihimiz ama işte cumhuriyet Türkiyesinin kalkınmada öcelik serüvenleri halkçılık ve okullaşma gayretleri:

Yıl 1933, Türkiye nüfuzu 17 milyon. 1 milyon yüksek tabaka 15 milyon katıksız sefil, sefalet içinde yaşayan Türk. Bunların 2 milyon şehirlerde, 10 milyonu da köylülerden oluşmaktadır.

Dünyadan ve uygarlıklardan habersiz, köstebek yuvalarını andıran kerpiç evlerde çok düşük koşullarda yaşayan Türk köylüsünün yolu yok şehirleri köye bağlayan. Dışarıyla; dış dünyayla ilişkileri yok yıllardı. Dünyada gelişen uygarlıklardan habersiz, araç gereç yok, para yok, okul dersen zaten yok...

Böyle Anadolu da 41 bin köy var 10 bin yıllık eski uygarlıklar kalıntısı üzerinde kurulu, uygarlıktan habersizdiler.

41 bin köy var, bu köylerin sadece 600’ünde posta merkezinde...

41 bin köy var, 37 bini köyde hiç okul yok...

41 bin köyde toplam 12 milyon nüfuz yaşamakta. Bunların ancak % 2’si okur-yazar. En zekisinin kullandığı kelime haznesi 400 bile değil... Köyün dışına çıkmamış gençler, ancak askerlikleri gelmiş gençler, dışarıdan biraz haberdar olurlar. Bu hale Osmanlının milyonları yoksullar yaratma siyasetinin ürünüydü...

Dağlarda kartal yuvasına benzeyen çalı çırpıdan yapılmış köyler; ovalarda iri köstebek yuvasına benzeyen köyler, kaya kovuklarında yaşayan insanlar. Keçi kılından yapılmış çadırlarda dağ koyaklarında hayvanlarıyla yan yana yaşayan insanlar bir birlerinden ayrıştırılmış haldeydiler...

Cumhuriyetin 9. yılı 1932’de insanları okullu yapabilmek için şöyle bir rüşvet teklif edilir:

3 yıllık bir okulun 1. yılını bitirene 5 ay

3 yıllık bir okulun 2. yılını bitirene 4 ay

3 yıllık bir okulu tam bitirene askerlikten muaf yapılır.

Dahi o sene içinde okula başlayan, o sene için yol vergisinden muaf tutulması önerilir.

Türkiye’de ilk tahsil 1844 tarihinde ancak ele alınır. 2. Mahmut fermanıyla mecburi olur. Ama tam başarı sağlanamaz. Öyle bir idealden öte geçemez, ta ki cumhuriyete kadar...

Dünya istatistiklerine göre cahili bol olan tek ülke cumhuriyetten önceki Osmanlıdır...

Ve öteki cahil iki sömürge ülkeleri var ki, Mısır ve Hindistan olur...

600 yıllık Osmanlı Devletin sakat yönetim biçimin laçka kurumlarını çağa uyarlayarak yeniden yapılanması güçlükleri, ilkokullar mücadelesinin öncelikli parçası olan eğitime çok önem verilir...

1932’de 4894 resmi ilkokul içinde 341,941 öğrenci vardır. Bu okullar 6544 ve öğrenci sayısı 536,123’e yükseltilir...

Ülkede 1932- 33 ders yılında 5401’i köylerde, 1143’ü şehirlerde olmak üzere 6544 resmi ilkokul vardır ve buralara 301,843’ü köylerde, 234,280’i şehirlerde olmak üzere toplam 536,123 öğrenci okutulmaya başlar der Nusret Kemal,  “Halkçılık ve Köylücülük” adlı yapıtı sayfa 71 Tarih 1934

Bu adı geçen okullarda 1. sınıfa başlayan öğrenciden 247,777 okulu bitirirken, 3. sınıfı bitiren öğrenci sayısı 64,508. Yani, ilkokula 247,777 öğrenci kayıt yapıyor, 3. sınıfı ancak 64,508 öğrenci bitirebiliyor. Burada gördüğümüz, sınıf yükseldikçe mezun olma sayısı azalması görülmekte...

1927 nüfuz sayımında 13 milyon 300 bin olarak tespit edilir. Lakin tam bir nüfuz sayımı olmaz. En kaba tabirle 16 milyon olarak hesaplanır. 12 milyon köylerde, 4 milyon da şehirlerde tespit edilir. 1927 de sekiz köyden yedisinin okulu yoktur

1927 de ki 13 milyon 300 bin nüfuzdan 1, 347,282 nüfuz 1- 12 yaş arası olduğu tespit edilir. En kabaca olarak da sayılamayanlarla bu oran 1,5- 2 milyon olarak hesaplanır. Bunların 1,5 milyonu köylerde, 500 bibi şehirlerde yaşarlar...

O dönem ülkede 346 şehir 41 bin köy vardır. Bütün ilkokulda okuyan 633,344 erkek öğrenciye karşı 201,619 kız öğrenci olur. % 64’ü erkek % 36’sı kız öğrencidir. 3. sınıf bitiren kızlar köylerde  % 23 Bu oran şehirlerde % 40 olmaktadır.

Halk bilinçlendirilmemiş, okuyan halktan korkulmuş. O nedenle halkın içinde okuma terbiyesi olmadığından, okul ve okuma sevgisi gelişmemiş, yurdun her tarafı kör, sefil ve cahil bırakılmıştır...

1933’de 25 bin köyde 28,705 cami ve mescit vardır. Yalınız köy kanunu tatbik olunan 22194 köyde 5401 okul vardır. Bu köylerin 16,793’ünde ilkokul yoktur. Genel 41,000 köyden, 36, 000 köyde ilkokul yoktur... İstatistikler, zamanın Başvekâlet İstatistik Umum Müdürlüğü tarafından alınmıştır.

1923’den sonra devrimler meyvelerini vermeye başlar. Türk halkının geçiştirdiği yılların buhranlı dönemleri, atağa kalkan uygarlık yolunda, bunca bin yıllık kaybedilmiş zaman 10- 15 yılda kazanılmaya çalışılır...

Yani, devrimlerin getirdiği halkçılık hareketi ile Türk köylüsüne özgür vatandaş olma yolları açılır. Elbette 1000 yıllık keyfi idare altında yaşamaya maruz bırakılan halka kabul ettirme zorlukları yaşanır ama zorluklar aşılır. Zihinlerde yerleşmiş hurafeler, içi boş dini telkinler silinip atılır, yıllarca ihmal edilmiş Türk köylüsü  “milletin efendisi”  yapılır... 


TURANCI-TÜRKÇÜ-SOSYALİST ETHEM NEJAT (1881-1921)

ETHEM NEJAT (1887-1921) Annesinin adı Cavide, babasının adı Hasan'dır. Anne tarafından dedesi Ahmet Cavit Paşa, Çerkes İttihat ve Teavün...