İlk
Türkmen ayaklanmalı eylemler kökeninde din faktörü öncelikli değildi. Türkmen
ayaklanmalarına dinsel kılıf her zaman gördüğümüz gibi merkezi otoritenin
bahanesi ve saldırganlığına kılıfı olmuştur. Anadolu’ya Türklerin yak
bastıklarından bu yana yerli Hıristiyan halklarla, ufak tefek “şu bu” kişisel nedenler dışında herhangi bir dinsel çatışma içinde olmamıştır.
Türkmenlerin dinsel nedenle Hıristiyanları kötü bir davranış içinde olmadılar.
Çünkü Türkmenlere Hıristiyanlık kötü bir etki tesir edip üzerlerinde böyle
intiba bırakmamıştır. Türkmenler Anadolu’da var olduklarında, taassuptan uzak,
bağnaz yobaz olmayan, şeriata bağlı kalmayan, eski görenek ve geleneklerini,
derinlemesine olmayan, görünen basit bir Müslümanlık cilası altında, eski Gök
Tanrı dini ve Kamcılık desturunda Şaman kılıklı Baba-Dedelerin Türkmen
heterodoks bir Müslümanlaşma anlayışı ile karşılaşırız.
Osman
Turan (1) şöyle der: “Yunus Emre, Hacı Bektaş, (…) Baba İshak (İlyas) gibi
büyük Türkmen şeyhlerinin (Baba-Dedelerinin) Anladığı ve telkin ettiği
İslamiyet, Türk Şamanizm’i ve sair menşelerden gelen inanışlar, halka kadar
inmiş, geniş tasavvufi fikirlerle imtizacından mürekkep olup, medrese
mensuplarının da şeriat kaidelerine karşı lakayt bir mahiyette idi.
Bu
sebeple kendilerine mensup olan cemaatlerin, inanış ve yaşayışları İslamiyet’e
aykırı olsa dahi buna pek ehemmiyet vermiyorlardı. Anadolu Gibi birçok
akidelerin kaynaştığı bir içtimai muhitte yaşayan bu Türkmen şeyhlerinin bir
kısmı yalınız doğrudan doğruya kendilerine mensup Şii-Şaman hayat ve
akidelerine bağlı Türkmenlerin değil, Sünni Türklerin ve hatta Hıristiyanların
bile, bilhassa ölümlerinden sonra, velileri haline gelmişlerdir.” Der.
Allah
ve adını kılıf olarak kullananlar dönemde egemen güçler olmuştur. Halkı Allah
ile aldatarak peşlerine taktıkları yoksul halklar, mezhep farklılıkları
kışkırtmalara neden edilerek birbirlerini kıymaları için hep egemen güçlerin
işi olmuştur. Bu işten halklar kaybeden, egemen güçler ise kazanalar
olmuşlardır. Dinsel temel üzerine inşa edilen saltanatlarına meşruluk
kazandırmak, “cihat/fetih/şahadet” seslenişleriyle halka coşturucu enerji
verilerek, vaat edilen, “ebedi cennet” için insanları kışkırtan ve savaşlara
sürükleyen egemen güçler, onların kanları üzerinden saltanatlarını temin altına
alarak rahatlıkla sürdürenlerdir.
M.S.680
yılında Muaviye’nin ölümünden sonra, Muaviye’nin oğlu Yezit, Hüseyin’e hiçbir
seçenek bırakmak istemiyordu. Babası Muaviye, Hüseyin’in kardeşi Hasan ile
yaptığı anlaşmaya rağmen tahtı oğlu Yezit’e bırakırken, oğlu Yezit’i şöyle
uyarıyordu: Ebu Bekir oğlu Abdurrahman’a, Zübeyir oğlu Abdullah’a, Abbas oğlu
Abdullah’a, Ömer oğlu Abdullah’a ve özellikle de kendine biat etmemiş olan Ali
oğlu Hüseyin’e karşı uyarıyordu. Dahi sağlığında Muaviye, egemen odakları oğlu
Yezit’e biat ettiriyordu. Abisi Hasan’dan çok farklı olan Hüseyin boyun
eğmiyor, Emevi zulmüne ve Yezit’e karşı başkaldırıyordu.
Hep
hayal kırıklıklarından bıkmış, yorgun düşmüş olan Hüseyin, Mekke’ye göç eder.
Süren baskılar yüzünden oradan ayrılmak zorunda kalır. Irak’ta bulunan Küfe
kentinden destek verecekleri bilgisi gelir. Yakın çevresini yanına alarak Küfe kentine
doğru yola çıkar. Bu arada Yezit, bu yönelimi üzerine Basra Valisi Abdullah b.
Ziyad’ı Küfe’ye vali atayıp onun aracılığıyla zulüm siyaseti uygulanır.
Hüseyin’e karşı küfe’de kontrol kurar. Hüseyin’in Küfe’ye gönderdiği elçisi
Müslim b. Akl’i yakalatıp işkenceyle saf değiştirmeye zorlar. Başaramayınca da
kafası kesilerek halka yıldırmak için Küfe sokaklarında dolaştırmışlardır. İş
böyle bitince, Hüseyin’in kentle olan bağlantısı da kopmuş olur.
Küfe
yolunda ki Hüseyin, Kerbela denilen yerde, Fırat nehri kıyısında, ama suya
ulaşılması olanaksızlaştırılmış kuşatma altında kalmışlardı. Hur bin Yezit
komutasındaki iki bin Emevi ordusu, bu kuşatmayla onun hem ilerlemesini hem de
geri gidişini engelleyecekti. Susuzlukla biate zorlanan Hüseyin ise, direnme
kararlı gücünü sürdürmektedir. Peygamber tarafından cennetlikle
müjdelenmişlerden Sad bin Ebul Vakkas’ın oğlu Amr komutasında dört bin kişilik
ek bir güçle desteklenerek artırılacaktı. Güçler arasında oldukça çok
eşitsizlikler vardı. Hüseyin’in güçleri, bir kısmı çocuk ve kadınlardan oluşan
155 kişiden oluşuyordu. Bunların içinde savaşçı durumda olan 32 süvari, 40
piyade olmak üzere 72 kişiden ibaretti. Karşılarında karınları tok, tam
teşekküllü altı bin askerden oluşan bir orduydu.
Bu
eşitsizliğe karşı sabah gün ağarırken başlayan savaş, gün batımına kadar
sürmüştü. Hüseyin’in yanındaki savaşçıları bir mucize yaratarak, adeta 6 bin
kişilik Yezit ordusunu oldukça yıpratmışlardı. Sonuçta, Hüseyin’in ölümüyle
savaş sona ermiştir. Aldığı emir üzerine başta Amr, Hüseyin olmak üzere Kerbela
şehitlerinin başları gövdelerinden keserek Küfe valisi Ziyad’a gönderdiler.
İçlerinde tek sağ kalan Hüseyin’in hasta oğlu Zeynel Abidin ve kadınlar da bu
boyunlarına zincir takılarak parçalanmış cesetler arasından geçirilerek
Küfe’ye, oradan Şam’a Yezit’e götürülmüşlerdir.
Bu
arada Hüseyin’in kardeşi Zeynep, bu korkunç acı tablo karşısında kendini
kaybetmiş biçimde: “Ya Muhammed, sana
semanın melekleri salât ve selam götürsün. İşte Hüseyin’in kanlara bulanmış,
uzuvları kesilmiş, kızların esir, zürriyettin maktul” diyerek çığlıklar atıyordu. Korkutulmuş,
susturulmuş haktan sesiz bir protesto yükselir; “Bu işte payı olanların asla
cennet yüzü görmeyeceği”, Kadınların Hüseyin için yaktığı ağıtlar İslam
coğrafyasında dolaşıyor, Yezit’in sarayında bile bu yapılan haksızlıkları
herkes kınıyordu. Öyle bir yayılır ki, Yezit korkmaya başlar, Kerbela’da sağ
kalan Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin ve kadınları Şam sarayında giydirir,
karınlarını doyurur, onları Medine’ye gönderir ve yapılan olayların suçlusu
olarak da Küfe valisi İbn Ziyad’ın üzerine yuvarlar ve sorumluktan kurtulmaya
çalışır.
M.S.680
yılında İslam tarihine en kanlı kara leke, en derin iz bırakan, İslam’ın
itibarına en ağır darbe vuran, sonrasında İslam’ın iyice monarşist yola sokan
ve mutlak bir bölünmeye iten, peygamber soyunu kurutan Kerbela olayı sonrası
süren İslam’ın günümüze kadar süren gelen çilesinin başlangıcıydı. Yezit
karşında hiçbir şansı olmadığının farkında olan Hüseyin, Kerbela’da ölümlüne
kararlılık, ona bağlı, onun bu davranışını örnek alan sevenleri, İslam kültür
coğrafyasında bir biçimlenme ile her zaman adına ilanı yas ile anılırken, ona
bu zulmü hak gören Yezit ve soyu, hep lanetle bir soy olarak anılır olmuştur.
13.
yüzyılda Anadolu
13.
yüzyılda Anadolu, “Ehli-Sünnet harici” dinsel eğilim günümüzden çok farlıydı. Turgut
Akpınar, “Tarih ve Toplum” dergisi sayı 82, s.15’de, Tanınmış Osmanlı tarihi
yazarı Jorga yapıtına kaydettiği bir Venedik belgesi (…) Osmanlı Anadolu’sunda
ahalinin beşte dördü Alevi olarak göstermektedir. Hava böyle iken, Osmanlının
ilk dönemleri de bu yapıyla, bu dini anlayışla, böyle bir gevşek dinsel anlayış
yapısında Osmanlının ilk kuruluş yıllarına tanık oluyoruz. Buna bir örnek: “Orhan Gazi’ye ait Vakfiyede Bursa’nın
zaptında büyük hikmeti ve askeri coşturarak zaferde büyük katkısı olan
heterodoks gazi dervişlerden Geyikli Baba’ya bir bölüm arazi ile iki yük şarap
ve iki yük rakı verilmesi kaydı” (*) vardır. İlginç değil mi? Orhan Gazi’nin Geyikli
Baba’ya; “İki yük şarap, iki yük rakı” göndermesi!
Aşıkpaşazade
tarihinde; Geyikli Baba, kendisinin Baba İlyas müridi olduğunu, Seyit Ebül Vefa
tarikatından olduğunu açık bir biçimde ilan eden (**) bir şahsiyettir. Ebül
Vefa tarikatının izinden gelen Baba İlyas, Selçukluya karşı 1240 yılında
ayaklanmış bir önderdir. Sencer Divitçioğlu’da belirttiğine göre Osman Gazi’nin
babası Ertuğrul Gazi’nin de Babai-Vefai inancına bağlıdır. Beyliğinde yanına
Ebul Vefa halifelerinden Ede Bali gibi birini alması da bunu kanıt olarak
göstermektedir.
Osmanlı’nın
kurucusu Osman diye bilenen, Osman değil “Odman” (Türkçe ateş adam) olduğu, resmi tarihçilerin kullandığı bir
addır” dır.
(*) H.Ziya Ülken’den kaynak aktarma
Turgut Akpınar “Tarih ve Toplum Dergisi” sayı 82, s. 15
(**) Aşıkpaşazade Tarihi, s. 45