Gerçek çoban sürüsü koyunlar ile |
Türk siyasilerde adet haline geldi halkın
dini kimliğiyle siyaset yapmaları...
Her hangi bir suç işlediklerinde, suç
olmadığını kanıtlamak için hemen dinden referans göstermeye veya gidişata göre
laik devlet hukuk anlayışına sığınmaya çalışıyorlar. Yani; bazen laik devlet
onları bile onlardan koruyor. Her ne olursa olsun hukuk devletinden söz etseler
de, kaçamakları ve çıkarları çifte standartlı ve çifte hukukluluk arz ettikleri
sırıtıyor.
İçlerine sindiremedikleri şu beşeri ideoloji dedikleri laik demokrasi onlardan çok tüksek ahlak düzeyindeler. Bu laik sistem, sahtekar dincilerden, sapık İslamcılardan, inanan insanları korur
ve özgürleştirir. Referansı dincilik olanlar, laiklikten anlamazlıktan gelirler.
Halkın laiklikten ve faydalarından anlamalarını da istemezler. Laiklik, dindarın
rahat dinini yerine getirdiğidir. O yüzden dinci, fırsat bulduğunda ilk işi
laik dindarın ümüğünü sıkmaktır...
17.
yüzyılda Batı’da ilk defa İngiltere de sanayileşmenin gelişmesiyle güçlenen
burjuvazi sermaye, insan kol gücüne muazzam ihtiyaç duymaya başlar. İşçileşen
kitleler ezilmenin karşılığı olan çeşitli haklarını bu dönemde almaya
başlarlar. Bu böyle olunca yurttaşlık bilinci ilk İngiltere’de gelişim
gösterir, Fransa ve Amerika’da yaygınlaşır.
1789’da
Fransız Burjuva Devrimiyle daha hukuksal anlamda, İnsan Hakları ve Yurttaşlık
Bildirgesinde 1. Maddede “İnsanlar özgür doğarlar ve eşit haklara
sahip olarak yaşarlar” diye maddeleştirilir. Türklere yurttaşlık bilinci
1923’den sonra anlam taşır duruma gelir.
Türklere
yurttaşlık bilinci 1923’den sonra anlam taşır duruma gelir. Osmanlı sistemi
döneminde Türkiye de gerçek yurttaşlık bilincinin önünde din başta olmak
kaydıyla, “Tanrı izniyle” kulluk görevlerini mutlakçı yöneticilere
karşı yapmak alışkanlığından kaynaklandığından, hala gerçek anlamda
bilinçlenmeyen Türk toplumlarda yurttaşlık kavramının
kabullenilmesi pek kolay olmuyor.
Cumhuriyetin
Türk insanına bahşettiklerine nankörlük etmeden bir bakarsak, “ümmet” yerine “millet”, “mümin” yerine “vatandaş” olma onurunu vermiştir. Devleti
yöneten monarşi kadrolar meşruluğunu dinden alırken, halk “kul
taifesi” olurken; cumhuriyetle birlikte egemenlik milletin kendisinin olur,
kulluktan vatandaşlığa terfi eder.
Doçent
Dr. Ercan Eyuboğlu çarpık bir tespitte bulunur: “Batı’da burjuvazinin, kapitalizmin yetiştirdiği yurttaş cumhuriyeti
yaratıyor; Türkiye‘de ise yurttaş cumhuriyeti değil, cumhuriyet yurttaşı
yarattı” diyerek doğru bir açıklamada bulunur.
Gelinen nokta ortada...
Parmak basarak birilerine bağımlı oy kullanmaları, demokratik bilinci yerinde
olanlara her defasında tokat attırmaktadır. Bunlar daha çok siyasete din
iman adıyla yön veren tarikat ve cemaat şeyhlerinin, toprak ağalarının
çarpıtılmış emir ve görüşleri doğrultusunda kullanılan güdümlü oylarla altmış
yıllık Türk demokrasisinin iyi gidişatının işareti olamamıştır dahi Türkiye'nin
kaderini olumsuz yönde etkilemiştir.
Demem
şu ki; Türkiye’de siyasi ahlak düzeyi tam manasıyla bir gelişme
gösterememiştir. Dolayısıyla Türklerde yurttaşlık bilinci de yeterince gelişim
önünde siyasilerin entrikaları köstek olmayı sürdürmüş, kendini güdecek çobanlar üretmeyi sürdürmüştür.
Aşiretlerden
oluşan monarşilerden ağalar, şeyhler, şıhlar, dervişler, tarikatlar ülkelerinde
toplumsal yapıya yön veren topluluklardır. Bu yapı genelde İslam ülkelerine
özgüdür. O halde Türkiye’de bir İslam ülkesi olduğuna göre, “Kul, Reaya, Tebaa, Uyruk, Ahali,
Bi-idrak” sözlerin başta alt halk
tabakası için kullanıldığı rahatsız etmemektedir.
Bu
tür aşağılayıcı sözler, modern ülkelerde asla kullanılmaz, onur kırıcı, yerici
olduğu için. Modern toplumlarda yurttaş, vatandaş olarak üstün mertebede
değerlendirilirken, İslam ülkelerinde ille de “reaya” (davar sürüsü) olarak yaşamaktan mutlu
olanlar oldukça çokturlar. Ulus
devlet insanı, modern
anlamda “yurttaş” kavramı, Fransız Devriminden sonra
ortaya çıkar. Daha önceki antik çağda Yunan ve Roma uygarlıklarında bir
ölçüde “yurttaş” kavramı tanımı var idi.
Reayadan Vatandaş
Olma Onuruna Erdiren Cumhuriyet
Reaya: Arapçada “otlatılan
hayvan sürüsü” anlamına gelen “ra’iyyet” ten üretilen “reaya” sözü,
Osmanlı Padişahlarının altında yaşayan bütün halkı simgeleyen bir aşağılayıcı
terim olarak kullanılmıştır. Osmanlı yönetici askerler içinse, reayadan bir üst
sınıf anlamına “beraya” denirdi.
Sürü
kimlere denir bir bakalım: Osmanlıda 1850 de yazılan sözlüklerde vatandaş,
yurttaş geçmez ve bilinmezdi. Hatta 1900’lü yılların ilk başlarında dahi Türk
halkına “vatandaş” anlamına “reaya” ve “tebaa” denmiştir.
Şemsettin
Sami’nin 1901 yılında yazmış olduğu sözlüğü olan “Kamus-u Türkî” de
dahi “vatandaş ve yurttaş” yerine “tebaa ve
tabiiyet” salt “uyruk” olarak kullanılmıştır. Orada “vatandaşlık” sözcüğü
ise “hemşerilik,
memleketlilik” gibi aynı bölgenin fertleri anlamında kullanılır.
Şemsettin
Sami’nin “Kamus-u Türkî” sözlüğünde “ra’iyye: sürü, otlatılan hayvan sürüsü. Bir çobanın
güttüğü hayvanat sürüsü, devlete ait bulunan tebaa diye geçer.
Daha
açıkçası, Osmanlı’da, bir hükümdarın hükmü idaeresine tabi olup, “tekalif-i emriyye” veren halk, Zır-destan beraya denilen “Ebab-ı Şeytan” olmayıp muhafazaları devlete ait bulunan
tebaa.
Vatan
ve yurt kavramları, imparatorluğun son dönemlerinde kullanılsa
da “vatandaş, yurttaş” anlayışı henüz doğmamış olduğunu
görürüz. Daha açık bir ifade ile
söylersek “yurt” vardır “yurttaş” yoktur.
Zamanın Başbakanı Recep Erdoğan: “Ben Sizin
Çobanınızım” Demişti...
Bu sözleri söyleyen ona göre halkın tarifi, Reaya
(Davar Sürüsü) olmayı elleri çatlarcasına alkışlayarak kabul ediyorsan, elbette sürünün birde çobanı olacaktır? Çoban bulundu! "Çoban benim" diyor açıkça...
Artık bundan böyle şunda bir anlaşalım bence; Halk "zavallı", halk "uyuşturulmuş", Halk "kendisinden gizlenen gerçeklerle kör, sağır
olmuş" Halk “dinini bunlar yüzünden yanlış yaşamış”, halk “ahlaklı”, halk “dürüst”, halk “namuslu” kavramlarını bir kıyıya bırakalım, halkın
yapısını tartışalım artık. Öyle halk gerçekleri
görmeye tamamen kör olmuş falan değildir. “Bir gerçekleri görebilse!” demekten
vazgeçilmeli. Dahi, kandırılmışlar dense
de, halk ne kör ne de uykusunda, salt kısa aklını kurnazca kullanmasının peşinde
yığınlardan oluşmaktadır...
Daha açıkçası o halk kim biliyor musunuz?
İçimizden
birileri; kimi taksici, kimi fabrikada işçi, kimi sokaklarda işi gücü olmayan
takım. O halk cuma namazından sonra çıkıp sokaklarda torunu yaşında kızın
kıçına, bacaklarına bakıp iç çeken ağarmış sakallı tonton amcadır.
O halk,
öğrenci kızlara “eve erkek alıyor, orospular doldu apartmana” diye dedikodu
yapan hacı teyze, o halk tecavüze uğramamak için camdan atlayan kızın haberinin
altına “zaten açık kapıymış, ne
kaybederdi ki?” yazan türbanlı bacı...
O halk, daha geçen gün elimden zorla
aldıkları, “çaldıysa çaldı, Ecevit, Sezer çalmadı mı? Bu hiç olmazsa Müslüman,
diğerleri Siyonist köpeklerdi” diyen
güvenlik görevlisi, o halk ambulansın peşine takılıp üç araç geçmeyi kar sayan
trafikteki şoför, o halk ağzından “cahiliye devri” düşmeyen ama “kitap okuyunca başıma ağrılar giriyor” diyen adam...
O halk “erkekler birbirini sikiyordu, Allah’ da Lut
kavminin üzerine bela yolladı” diye
derste anlatıp, akşam erkek öğrencilerinin üzerine çullanan dernek öğretmeni...
O halk anaları, babaları öldüğünde üzülmeden önce “sana bir daire fazla düştü” diye saç saça,
baş başa giren insanlar...
O halk kendi yaşam alanında insan gibi yaşamak için
sosyalist partilere oy verip; senin ülkende “nede olsa Müslüman canım” diyerek
o partiye oy veren Almancı gurbetçiler...
O halk, her ramazan ekranda ki bir sahtekâr “odun Allah diyorduuu” dediğinde ağlayanlar...
O halk, Tecavüzde, kadın
cinayetlerinde en önde yerini kimseye kaptırmayan; el değmediği kadın
bırakmaya, kendisine karı olarak el değmemişi isteyen o halk.
O
halk illet; tek bir kitap okumayıp, her konuda olduğu gibi dini konularda da ahkâm
kesen onlar; kendisi bibi düşünmeyen başkalarının yaşamasını istemeyenlerdir.
Cehalet almış başını gidiyor o halkta; cehalet haddini bilmezlik, saçma sapan
dedikodular dinlemekten, gıybet etmekten haz duyup mutlu olan halk.
Bence
işte bu halk "ne kandırılmış zavallı" falan değil küçük kurnazlıklar peşinde pay
kapmaya koşandır. Çünkü aynı ötekileştirdiği kişiyle aynı hayat standartlarında
yaşıyorsa öyle sanıldığı gibi masum, kandırılmış gariban biri değildir. Yani kısacası ortada bir savaş var, bu savaşın
karşı tarafındırlar. Daha açıkçası, bu savaş
karanlıkta yaşamak isteyenlerle, aydınlık geleceğe umut edenlerin savaşıdır…
Selman Zebil
Selman Zebil