Mehmet, Onların Ortak
Adlarıydı
MEHMET
ortak adları olan onlar, rüşvet yemediler, yolsuzluk yapmadılar, mafya, çete,
hırsız, bozguncu hiç olmadılar. Ellerini sokup yetimin torbasından bir tutam
ekmeklerini çalmadılar. Salt inançları ve yüreklerinde pırıldayan sevdaları
vardı...
Osmanlı
kendi can derdine düşer, bütün bu esirleri unutur, kaderlerine terk eder adeta.
Onlar ki, adları sanları yoktu, MEHMET diye ortak adları ile gönüllerde
yaşarlar. Türk tarihinin en şansız gençliğiydi onlar; tarihe sığmazlar
yazmakla... Onların, yani adsız Mehmetlerin aziz ruhları önünde saygıyla
eğiliyorum alnım toprağa değene kadar.
1880-1895
arası doğumlu 3 milyon; daha yirmi yaşlarında Anadolu insanı, en kutsal
yaşamlarını verdiler bu ülke uğruna. Onlar atalarından aldıkları inançla 22
milyon 410 bin Km. kare topraklar üzerinde tarihin en şansız ve en acımasız
savaşları içerisinde yurt sevgisiyle savaştılar. Mehmet ortak adları olan
onların ruhlarında yükselen asalet meşale oldu dünyamızı aydınlatan...
1880-1895
doğumlulardır; kader onları bir amaç uğruna birleştirdi. 3 milyon silâhaltına
alınan Mehmet'lerdi onlar. Kimisi Yemen Çöllerinde kaldı. Kimisi Balkanlarda,
kimisi Kafkas Dağlarında, kimisi Trablusgarp Çöllerinde, kimisi de Arabistan
Çöllerinde yok oldular. Çoğunun mezarları belli değil; kayıplar bulunamadı,
binlercesi düşmana esir düştü, yarı aç yarı tok kimi kıyıma uğradı, kimi
intihar etti esaret altında, kimi değişik şartlarda esaretten kaçarak yurda
döndü.
Onlar
ki, 20-25 yaşlarında bu ülkenin asil insanlarıydılar; unutuldular.
Günümüzde
pervasız yaşamamızın kahramanlarıdırlar onlar. Kimi evliydi, kimi nişanlı;
hepsinin sevdası birdi. Her üç kadından biri dul, her üç çocuktan biri yetim
kaldı. Onların bizden hiçbir şey bekledikleri falan yoktur. Bizin onlara
süresiz vefa borcumuz vardır...
Kan,
ölüm, barut kokusu; ölümle iç içe inadına mücadele, hiçbir beklentisi olmayan
salt ülkenin kurtuluşu sevdası onların yüreklerini çelikleştiren bir tindi.
Onlar öyle politik çıkar falan peşinde değildiler. Soytarılık, hainlik,
aymazlık, bütün ulusal değerlere kayıtsız kalmak yoktu. Vicdan rahatlığıyla
dört cephede 15 yıl savaşmış insanlardı. Dahi 1914-1918 yılları arası 10 ayrı
cephede düşmana karşı çarpıştılar...
En
çok şehit oldukları Arap-Yemen Çölleri “Müslüman kardeşim” diye güvenip sırtını döndüklerince kalleşlerce
sırtlarından hançerlenerek şehit edildiler; onların oldukça çoğu Araplar
tarafından İngilizlere ihbar edilerek öldürtürdüler ve ya esir düşürüldüler...
Yıkılan
imparatorluğun toz duman altında kalan; can derdine düşmüş bir yığın soytarı
emperyalistlerle işbirliğinde kurtuluşu ararlarken; başka bir yığın nitelikli,
dürüst inançlı insanlar Anadolu’da “Kuvayı Milliye” (Ulusal Ordular)
ruh ateşi yakanlar bir bütün olarak emperyalistlere karşı savaş verdiler. Şu
günümüzün güzel günlerini yaşıyorsak eğer rahat ve huzur içinde O Mehmetlerin ölümüne mücadeleleridir...
Onlar;
1914-1918 yılları arası 202 bin askeriydiler. 22 milyon 410 bin Kilo metre kare
topraklar üzerinde 22 milyon nüfuz 10 milyona iner. Yıkılan Osmanlı kendini
kurtarma telaşında kaldı. Onları adı bilinmedik ülkelerde unuttu.
Myanmar: (Burma) Şehitleri...
Myanmar gibi; ülke sınırları dışında kalan uzak
yerlerde yatan binlerce meçhul vatan evladından haberi olmayan bir millet olarak %90'a yakınımın bilmediği, duymadığı Türk esir kamplarından hiç habersiz olan ama ama
“yeni Osmanlıcı” olduklarının iddiasıyla içi boş,
verimsiz, küflü propagandalarını yaparlar. Gelelim
işin gerçeğine. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Sina-Filistin cephesinde İngilizlere esir düşmüş...
Cemalettin Taşkıran yazıyor: "12 bin askerimiz, o zamanlar İngiliz sömürgesi olan, şimdiki adı Myammar olan Burmaya, demiryolu inşaatında köle muamelesi görerek yol inşaatında ve daha ağır işlerde çalıştırılmak üzere götürülerek esir kamplarına kapatılırlar. Orada alışık olmadıkları şartlarda ve bulaşıcı hastalıklardan kısa sürede gencecik yaşlarına rağmen hepsi ölürler" diyordu.
Cemalettin Taşkıran yazıyor: "12 bin askerimiz, o zamanlar İngiliz sömürgesi olan, şimdiki adı Myammar olan Burmaya, demiryolu inşaatında köle muamelesi görerek yol inşaatında ve daha ağır işlerde çalıştırılmak üzere götürülerek esir kamplarına kapatılırlar. Orada alışık olmadıkları şartlarda ve bulaşıcı hastalıklardan kısa sürede gencecik yaşlarına rağmen hepsi ölürler" diyordu.
Siz
bakmayın bugün ortaya çıkıp ta yerli-milli olduklarını söyleyenlere. Hatta
“Osmanlı torunlayız” deyip de Osmanlıya
özlem duyduklarını söyleyenlere. Onlar Osmanlı’nın yanlış siyaseti yüzünden bu
adını sanını hala bilmeden, hatta harita da yerini bile gösteremeyen, dahi
adını bile duymadıkları bu uzak Asya ülkesinde şehitlerimizin olduğunu
bilmezler…
Arap
çöllerinde savaşınlar diye gönderilen bu Anadolu evlatları oralarda Araplar
tarafından İngilizlere ihbar edilerek yakalattırılıyorlar. En az beş bin şehit
Myanmar’da mezarları olduğu bilinmektedir. Bu şehitlerimiz, İngiliz toplama
kamplarına Basra’dan toplama kamplarına gemilerle götürülmek üzere Hindistan’a
getirilmişler, Kalküta'daki istasyon kampında tutulmuşlar, oradan Irrawaddy
nehri üzerinde çalışan mavnalarla Burma'ya taşımışlardır. Orada ilkel
barakalarda 400’er kişiler olarak kalıyorlardı. Her esire haftada 40 adet
sigara, ayda bir sabun veriliyordu. Aydınlatma gaz lambasıyla yapılıyordu.
Kıyafetleri ve çarıkları, yılda bir defa kamp yönetimi tarafından
yenileniyordu.
Ahşap
küçük bir barakadan derleme ağaçlardan bir cami yaptılar, birde aralarından
imam seçtiler. O halde bile, “İrravadi” ve “Ne
Münasebet” adlarında gazete bile
çıkarırlar, şiirler, esprili makaleler yazıyorlar, hayatta kalmaya, morallerini ayakta tutmaya
gayret ediyorlardı. Dahi, ektiler biçtiler, sebze yetiştirdiler, tavuk
yetiştirdiler, hatta yumurtaları İngilizlere sattılar. Kampta çadır hastanesi
vardı, yedi Türk esir doktor çalışıyordu, o berbat ortamda ameliyat bile
yapıyorlardı. Psikoloji allak bullaktı, bazen çok sık intihar olayları yaşanıyordu.
Dünya üzerinde üç kıtaya yayılmış, bugün dahi adlarını
hiç duymadığımız kentlerdeki Türk esir kampları:
Kimi: Schweba, Veiktilla, Thatmyo, Rangongoon da esirdiler.
Kimi Fransa:
Montpeller, Marsilya, Korsika.
Kimi Malta: Veletta.
Kimi Yunanistan: Selanik’te.
Kimi Moldova:
Kişinev.
Kimi Hindistan:
Nogar, Sümerpur, Belgaum, Bellary, Kalküta.
Kimi Irak: Bağdat ve
Basra’da,
Kimi Rusya: Vologala,
Vetluga, Kostroma, Kazan, Simbirsk, Samara, Toboisk,
Krasnoyarsk, Vladivostak.
Kimi Mısır:
Seydibeşir, Ros El Tina, Bilbeis, Heliopolis, Abası, Kahire Kalesi, Maadi.
Kimi de Kıbrıs:
Gazimogosa (Mogosa şehitliğinde
yatmaktalar)
Yararlanılan Kaynak: Cemalettin Taşkıran, Esir Türler Mektupları;
“Ana Ben Ölmedim” kitabından aktarma
Atlas Dergisi 101. sayı Ağustos 2001. Çaresizliğin verdiği durum, esir düşen
askerlerimiz unutulur, Türk esirleri hakkında kapsamlı bir araştırma yapar
Cemalettin Taşkıran Hoca.
1.
Dünya Savaşı, dünyayı kasıp kavuran, patlayan bomba sesleri bir yana, acımasız
hastalıklar ve açlık canından bezdirdiği yıllardı.
Türkiye'den 2 milyon 600
bin Mehmetçik askere alınıyor…
250 bin Mehmetçik
çarpışarak öldürülüyor…
450 bin Mehmetçik yaralı,
hastanelerde tifo, dizanteri gibi bulaşıcı hastalıklarla mücadele ederek
ölüyorlar…
202 bin Mehmetçik
İngilizlere, Ruslara, Fransızlara esir düşüyor…
Böylece kayıplarla
birlikte, 1 milyon Mehmetçik Osmanlının son yirmi yılı içinde telef oluyor.
O kadar uzun askerlik
olur ki, baba oğul aynı anda askerde olurlar. Bunlardan biri Mısır Seydibeşir
esir kampında uzun yıllar askerlikten dönemeyen baba, yine esir düşen oğluyla
buluşur.
Türk esirleri elinde
tutan ülkelerden İngilizlerin elinde 138 bin esir bulunur…
Rusların elinde
tahmini 60-70 bindir… 40 bini Anadolu Mehmetçiği Rusya esir kamplarında donarak,
açlıktan, hastalıktan ölür… 20 bin Türk esir geri ülkeye döner.
1917 Rusya’da
Bolşevik Devrimi olur, ülke içinde yönetim boşluğu baş gösterir. Bu nedenden
dolayı Türk esirlerin en kötü şartlarda kalırlar. Anadolu’dan o kadar uzak ki,
Türk esirler kaçıp yeniden savaşa katılmasınlar diye Japonya sınırına yakın Sibirya’ya ve Vladivostak’a kadar uzaklara vagonlara
tıka basa, üst üste yüklenerek götürülmüşlerdir. Pek çoğu uzun tren yolculuğu
sırasında yallarda ölmüştür.
Rusya-Samara esir
kampına 68 Türk esiri bir vagon içinde gönderilir. Samara’da bu vagon boş diye
bir kıyıya çekilir. Günlerce dışarıdan kilitlenmiş vagon içinde aç, susuz orada
kalırlar. En sonunda bağırmalar, vagon duvarlarına vurmalar sonucu bu sesleri
duyan olur, vagonu açtıklarında 68 esirden sadece 8 esir sağ kalmış olarak
kurtarılır. Ayrıca tren vagonlarına 800 esir doldurularak Rusya’nın
Sibirya-Piyamu bölgesindeki kaplara sevk edilir. Kampa varana denk ancak 200
sağ kalmıştır, 600 esir yollarda ölmüştür.
Türk
esirlerin ölmelerinin nedeni salt hastalıklar değil, araştırmalara göre Türk
esirlerin yetersiz beslenmelerinden, bünyenin dayanma gücünü kaybetmesinden
dolayı öldükleri tespit edilenlerdendi.
1914-1918 yılları
arası Türkün en talihsiz tarihinin yazıldığı yılardır…
Birinci
Dünya Savaşı Çanakkale, Sarıkamış, Galiçya, Kut-ül Ammare, Medine Müdafaası ile
Türkün dört cephede savaşları vardı. Birde içerideki emperyalistlerin
kışkırtmalarına uyup ta arkadan yıllarca birlikte yan yana yaşadığı Türkü
hançerleyen isyankârlar vardı.
Görüyoruz
ki, bunlar hep unutturulmak istenilerek 1915 yılında Ermenilere “Soykırım yapılmış” olarak Türk tarihine kara bir leke düşürülmek
istenilerek, Batılıların yanında yerli olur olmaz kişiler, Türkleri tarihiyle
utandırılmak istiyorlar.
Batılılar
tarihimizi yeniden kurgulayıp, gerçek tarihimizi hırpalayarak bozup
dağıtıyorlar. Yeniden bir tarih yazma heveslilerin iddiaları, “Resmi Tarih
gerçekleri saklayan tarihtir” diyerek bahaneler aramalarından kaynaklanıyor.
Batılı art niyetli tarihçiler en çok cesaret verenler yerli dincilerle ve
kendilerini liberaller olarak lanse edenlerdir. Sürekli geveleyip durdukları
bir şey vardır, onlara göre cumhuriyet felsefesi: “Türkleştirme politikası uyguladı” diye sığındıkları sığ düşünceler...
Lakin
o sancılı Birinci Dünya Savaşı dönemdeki olayların, bütün devletlerin
birbirlerinin ümüklerini ölümüne sıkarak öldürdüğü dönemdir. Görmezden gelinen,
emperyalistlerin en çok Osmanlı topraklarına tecavüzleriydi. Kolonileri olan
zavallı Anzaklar'ı, Hintlileri, Yeni Zelandalıları bağrımıza hançer sokar gibi
soktular. Çanakkale’de ne işleri vardı İngilizlerin. Adana’da, Urfa’da,
Maraş’ta ne işleri vardı Fransızların. Ne işleri vardı Sarıkamış’ta Rusların,
Ne hat etmeye gelmişlerdi Akdeniz kıyılarına İtalyanlar? Birde yerli
yardakçılar bu boyuttan baksalar Batılılar ne duruma düşer acaba?
Çanakkale…
Türkiye
Cumhuriyetinin ve Anadolu’nun Türk yurdu olmasının başlangıcıdır Çanakkale.
Bugün hala millet olmanın heyecanlı gururunu yaşıyorsak, Çanakkale’de hiç
gözlerini bile kırpmadan ülküleri uğruna ölümüne mücadelenin sonucudur. Bizler
onlara ödeyemeyeceğimiz kadar borçluyuz… Çanakkale Savaşına 15 yaşında Tıp
öğrencisi çocuk denebilecek gençler Çanakkale’de cepheye gönderilirler. Hiç
biri dönemez, orada şehit düşerler, o yıl tıptan bir tek öğrenci mezun
olamadığı yıl olur…
Yani
demem şu ki; Çanakkale varlığımızın mihenk taşıdır. “Türküm” demenin iyice
ucuzladığı şu günümüzde, millet olmada, gündelik yaşamımızda
anlamsızlaştırıldığı cehalet ahlaksızlığına karşı mücadele etmek isteyenler her
geçen gün azaldıkça avanta, köşe dönmecilik milli değerlerin önüne geçtikçe,
kapıp kaçma ahlakı pirim yaptıkça, Türkiye de “Türk olmak, Türküm” demek kahır olmaktaydı. Geçmişine sahip
çıkamayan, onu korumayan, sorgulamayan, hesaplaşmayan milletler her zaman
ayakta kalmayıp tarih sahnesinden silinmişlerdir.
Kurnazlık,
dindara tebelleş olmuş, dincilik içinden pıtrak gibi meydanlara pervasızca
dökülmektedir. Emevi disiplini içinde hareket halindeler. Cumhuriyetin
getirdiği kültürel dokuya adeta alerjileri var, kaşıntı yapıyor duydukları
zaman.
Bir
şeyler görüyoruz ki, pek çok yanlı, yanıltıcı yayınlarda Çanakkale savaşı
savsaklanarak hayali ordular kurtarıcı haline dönüştürülüyor, sanki kayıptan
gelen, boğazın sularından ellerini uzatarak düşman gemilerini alabora ettikleri
temaları işleniyor. Zaten okuma özürlü halkımızın zihinlerine yalan, yanlışlar
savsatalar tarih diye telkin ediliyor.
Ama
neden 250 bin şehidin Çanakkale’de savaşarak öldüğü gerçek manada
sorgulanmıyor, onların ölümüne mücadeleleri hafife alınıyor, kayıptan eller,
neden o kadar şehit vermemize engel olmamış olmalarına dair bir sorgulama, bir
açıklama veremiyorlar.
Amaç;
yeni bir liderin doğmasına, görmezden gelinmesine, yok sayılmasına hizmet için
art niyetli kişilerin zihinlere hülyalı, rüyalı masalımsı uyduruk hikâyelerle,
küflü çivi çakar gibi genç zihinlere sokuyorlar. Yani demem şu ki: Mustafa
Kemal Çanakkale Savaşını hiç yapmamış gibi havalar estiriyorlar.
Çanakkale,
Türkiye Cumhuriyeti için bir başlangıçtır. Dünyanın en güçlü ordularını dize
getirilmiş günüdür. Emperyalistlerin yediği tokadın en şiddetlisidir, düşüp
kıçlarının üstüne, ayağa kalkamadıkları, Anadolu işgal hayallerinin Çanakkale
boğazın sularına gömüldüğü gündür.
Fırsat
kollayan bu emperyalistler, Osmanlı topraklarındaki azınlıkları kışkırtarak
Türkleri Balkan topraklarından kovdurdular, o topraklara kendileri yerleştiler.
Şimdi bu topraklar üzerinde bulunan Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır, Suudi
Arabistan, Katar, Bahreyim, Suriye, Irak, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri
Yemen, Sudan bir bütün olarak yekpare Osmanlı topraklarıydı. Emperyalistler
işgal ettikleri bu toprakları çıkarları gereği cetvelle böldüler, Arapça
konuşan tek milleti, birçok devletçiklere ayrıştırdılar.
Sonuç
olarak, bu topraklara vatan sevgisi, ümmet sevgisinin önüne geçerek gelişe
gelmiştir. Çanakkale’de toprağa düşmüş canlar, öyle boşu boşuna kanlarını
1915’de 15 yaşlarında dökmediler. 10 Ağustos sabahı Conkbayır’dan düşman
üzerine ölümüne koşan, öleceklerini bildikleri halde, arkalarına dahi bakmadan
toprağa düşüp şahadete erdiler. Nedeni, bizim geleceğimizin güzel günleri
içindi. Onlar bizim atalarımızdı, biz onların torunlarıyız, hiç
unutmamalıyız.
Unuttuklarımız ve
Hatıralarını Bile Anamadıklarımız…
Yine
nerdeyse unutulmuş gitmiş bir Kore’ye asker gönderme olayı var...
İkinci
Dünya savaşı bitmiş, “Soğuk Savaş
Dönemi” başlamış. Kim başlatmış, neden
başlamış aklımızın almadığı dünyayı iki kutba ayrıştıran büyük devletlerin bir
oyunu olduğu ise muhakkaktı.
Türkiye
İkinci Dünya Savaşında tarafsız kalmayı başarmış, kendi topraklarına düşman
saldırısına karşı siyasetini iyi uygulamış, kendi toprakları üzerinde savaşın
sıçramasını engellemiş bir ülke olur lakin yalınız kalır ve yoluna davam
edemez.
Dünyayı
iki bloğa ayrıştıran, iki bloktan birine yanaşması, tercihini Amerika’ya
yanaşmaya ve onun üyeliğinde olduğu NATO’ya girebilmek için çaba harcamaya
başlar. Kendini kanıtlamak için Türkiye, ABD’nin Kore’deki işgaline destek
olmak için, Kore’ye asker gönderme kararı alır. Türkiye Kore’ye, 1950 yılında
alınan bir kararla: 259 subay 18 askeri memur, 4 sivil memur, 395 astsubay,
4414 er ve erbaştan oluşan askerle toplam 5090 seçme Tük insanı ABD adına
Kore’de savaşmaya gönderilir.
Sonuç
olarak:741 Şehit, 2147 yaralı, 234 askerimiz tutsak olur, 175 askerimiz
kaybolur, şimdiye kadar hala akıbetleri belli olmadı.
Son Söz, Kıbrıs
Sevdalıları…
“Onlar;
ilk seferde yedi kişiydiler... Yüreği vatan sevgisiyle çarpan, coşkulu,
heyecanlı, ölüme meydan okuyan yedi gözü pek ve kararlı adam... İsimlerini,
üniformalarını, mesleki kıdemlerini ve sevgi dolu yürek bağlarını geride
bıraktılar... Maske isimler, maske mesleklerle bir meçhule gönüllü oldular...
Bir bilmeze kulaç attılar... ‘Artık biz yokuz ve hiçbir zaman olmadık. Şu anda
tek başınasınız’ dendiğinde büyüklerine kırılmadılar ve de yılmadılar. Aksine
çatık silahların gölgesinde Kur'an’a el basıp dava için ölümüne yemin
ettiler...” Emekli Albay İsmail Tansu,
“Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu” adlı
öyküsünden uyarlayan Ahmet Tolgay, “Şahinler Yılı” adlı yapıtından
alıntı.
“Karşı
kıyıda bekleyenlere uzattılar ellerini, kader birliği ettiler: “Ölmek var, dönmek yok oldu. Parolaları hep
birlikte, içtiler gizlilik andı... Artık biz yokuz ve hiçbir zaman olmadık.
Şuanda tek başınasınız” dendiğinde bile
gözlerini kırpmadan, vücutlarını ortaya koyanların vebali üzerlerine olsun.
Canını ortaya koyup, hiç gözünü kırpmadan “Ben ülkemi severim, kimseyle paylaşmak istemem” diyenler selam olsun. Selman ZEBİL