8 Eylül 2017 Cuma

NORVEÇ'TE UYUM ve MÜSLÜMANLAR

BATIYA UYUM SAĞLAMAK ve NORVEÇ

Norveç Meclis Binası
Norveçlide huydur. Kısa bir tanışma ve selamlaşmasından sonra ilk tanıştığı yabancıya, ilk sorusu şöyle olur: “Norveç’i seviyor musun? Norveç hoşuna gidiyor mu? Norveç’te iyi yemekler var, karnın doyuyor mu?” gibi acıma hissi veren sözler. Bir bakıma da ince bir varlık göstergesi olarak böbürlenmek maksatlı söylenen sözler.

Karnınız doyuyor mu? İyi yemekler yiyor musunuz soruları soran Norveçliler acıma duygularını mahcup bir biçimde yansıtırlardı önceleri. Böylesi acıma duyguları mahcup bir biçimde sorulması zamanla sorulmaz olmuştur. Yerini sert tavırlı; iğrenir sorulara bırakmıştır. “Neye geldin Norveç’e, ben senin ülkene gidiyor muyum” gibi vs.

1980’lerden sonra değişen dünyadan etkilenen Türkler, ulusal olmaları ile İslamcı olmaları arasında tercih etmeleri gerekliliğini hissettiler. Önceleri Norveç’te güçlü bir biçimde faaliyet gösteren ulusal kültür derneklerini, cami-cemaat ve tarikatların egemenliğindeki dernekler bir-bir yuttu ve denetimleri altına aldılar.

Norveç’te İslam-i usullere göre yaşam tarzı, Türkiye de ki İslam-i yaşam tarzından farklı olarak gelişti. Köy kökenli Türk göçmen işçiler, Norveç’te geleneksel Anadolu İslam inancından farklı bir İslam inancına doğru kaydı. Küresel dünya da İslam-i düşüncede bölgelere göre gelişmiş İslam’ı küreselleştirdi.

Norveç’ten kaçışla, Norveç’i ilk özleyiş arasındaki denge, alışılagelmiş eğitim düzeyi ve ata kültürü arasında olmaktadır. Türkiye’den gelin gelmiş genç kadın, ülkesinde daha iyi, anlaşılabilir durumdayken, hayallerinde yaşattığı Norveç’e hevesle gelin gelmiş, daha iyi ve güzel günler umudu, kısa sürede ıstıraba dönüşerek buhranlı günlerin başlamasına neden olmaktadır. Norveç’e gelin gelip de umduğunu bulamamış, hayallerinde yaşattığı Norveç ıstıraba dönüşmüş gelin-kadınlar ile Norveç’te doğmuş, Norveç kültürüyle iç içe kaynaşmış kızlar arasındaki farklılıklar vardır. 

Örneğin Norveç’te doğup, büyümüş bir Türk genci Türkiye’den gelin getirmede ne gibi etkiler var derseniz; anne-babanın güçlü rol oynaması sonucundan kaynaklanmakta. 18 yaşına bile gelmemiş çocuğunu tedirgin olarak evlenmesini sağlamaktadır. Bu panik hava, anneyi, babayı: “çocuğum kötü yola düşmeden baş-göz etme” gibi dengesiz, sığ düşünceler, geniş aile bağları, geniş aile içindeki konumu, yeni gelen gelin için bir kıyıda salt emreden büyüklerin sözlerine uymakla yükümlendirilir. Bu geniş aile öylesine geniş ki, bir kısmı Norveç’te ana-baba-kardeşler ve ya amca, teyze, hala olurken, Türkiye’de büyük baba, büyük anne, hala, teyzeler vardır. Dahi böylesine geniş aile bu yeni evli çekirdek aile oluşumunun içinde olurlar; hal ve hareketlerine müdahale ederler.

Oslo Belediyesi
Gelin ya da damat, ana-babanın doğup büyüdüğü kasabadan olması başta tercihtir. Damat ya da gelin, iyi bilinen akrabalardan seçilmesi ile emrivaki yapılıp ki kız-oğlan tanıştırılmaları sonucu, aileler arası pazarlıklar başlıyor. Hiç kimse gelin adayına ve damat adayına tercihleri ne sorulmuyor. Eğer evlenecek taraflardan birinin itirazı olursa, araya girip genelde mutlak ikna edilir “Nikâhta keramet vardır” denerek, işi oldubittiye getiriyorlar. Daha ne gelin adayı damat adayını iyi tanımıştır, ne de damat adayı gelini.

Dahi gönülsüz evliliklerden dolayı ana-baba “ilk çocukları doğduğunda bir birlerini severler” diye bir ters inanç var ki, bu daha çok bağımlılığı ve isteksizliğin içe doğru kapanıklığa doğru yol aldığının farkına varmıyorlar... Çocuklarına hükmeden ana-baba, onların nerdeyse yatak ilişkilerine bile müdahale ediyorlar: “haydin ne durursunuz? Bir torun verin kucağımıza” diye istekte bulunurlar.

17 Mayıs, Norveç'in milli gününde çocuklar 
Kız ve damadın evliliklerinin ilk altı ayı, bir birlerini iyi tanımayan damat ve gelin uyumsuzluğu aile içinde hissedilince, doğacak olan bir çocuğun, bütün huzursuzlukların sonu olacağı inancı ile Norveç’e gelin gelen kadın, ilk çocuğunu evliliklerinin ilk yıl içinde doğurur. Beklenen sonuç olmaz, işler karma karışık hale gelir, sarpa sarar, sonra uyumsuzluğa bir de ortak çocuk alet edilir, olan o yeni doğan çocuğa olur.

Geniş ailede bir torunun doğması, dengeler istenilen dengeye oturtmuyor bazen. Tersi; ailede bitmez tükenmez acıların, derinleşen sancıları kangrene dönüşmüş, azap veren evlilik, eşini sevmiyor, her cinsel ilişkiden acı duyuyor, kadının daha da nefretini artırıyor, dünyaya ve yaşama küsüyor ama çocuğundan da ayrılmak istemiyor. Zaten ayrılsa da akraba evliliğinden, akraba aileler arası açılıyor, köklü gelenekler bozuluyor. Kadın, ya katlanıyor ya da karşı koyuyor ama geniş aile ilişkilerinde “bozguncu”  olarak kınanıyor.

İş böyle olunca, acılı ve ıstıraplı yılların geçeceği hayata katlanan kadınlar genelde, Norveç’e sağlıklı gelin geliyorlar. Sonra çok genç yaşlarda vücutlarında bilinmeyen ağrılar oluşuyor, kendini tam anlamıyla açığa vurup, mutsuzluğunu ifade edemiyor. Birileri çıkıp da bir psikoloğa götürme akıllarına gelmiyor.

Kadın’ın tek başına boşanmaya kalkması yeterli değildir, böyle bir hakkı da yoktur. Kadın salt kocadan boşanmıyor. Akraba olduklarından, iki tarafın bütün fertlerinden boşanmış oluyor. Orada kanunlardan çok, törelerin verdiği cezai müeyyideler vardır. Kadın dışlanıyor, iyi gözle bakılmıyor, kendi ailesi bile dışlıyor. Ondandır her kadının boşanarak bedel ödemeyi göze alamıyor.

Mutsuz; cinselliğin güzel yanını tatmayan kadın, cinsel doyuma ulaştırmayan erkek, kendine bağlı, çocuklarının annesi, evinin hizmetçisi, arada bir döveceği, söveceği bir yaratık olarak davranma hakkını kendinde saklı ‘hak’ olarak şiddet kullanmaya başlıyor. Bazen aile içinde ki bu tür huzursuzluklar, aile içinde sır olarak kalıyor. Aile içi sır kalan olaylar:  “kol kırılır yen içinde kalır” mantığıyla kadının çektiği acılar bir muamma olarak açığa çıkmadan kalabiliyor.

O nedenle, bazı istisna kadınlar, ıstıraba dönen Norveç’te yaşamını sürdürmekten başka çaresi kalmadığından, Norveç’e evlenerek geldiği için en az Norveç’te üç yıl oturumlu olması gerektiğini bildiğinden, Norveç’te en az üç yılı zor kanat tamamlamak ve ilacın, kocasından ayrılıp çocuğunu da yanına alarak kendi iradesinde kalmak olduğunu biliyorlar. Pek çok kadın için Nefrete dönüşen Norveç yaşantısını ıstıraplı evliliğini son ettikten sonra ıstıraplı yaşamını mutluluğa çevirerek yaşamın tadını çıkartmaya bakıyor.

Norveç’te her psikoloğun çözebileceği bir olgu değildir 
Norveç’te yaşayan Türk toplumu içinde küresel bir İslam anlayışıyla yetişen nesiller ile ata yurtlarındaki geleneksel-yerel İslam anlayışı arasında farklılıklar var. Ne kadar uygar bir ülkede doğmuş ve yetişmiş olurlarsa olsunlar, kadına egemen olma içgüdüsü içinde erkek toplulukları vardır. Yaşadığı Norveç’in ne medeni uygarlığına doğrudan bağlı ne de ata yurdu olan medeni kanunlarına. Pek çok kişi evliliklerle,  “belki daha iyi mutlu olurum” diye Norveç’e gelin geliyor ama birden hayatı cehenneme dönüşüyor. Yetiştiği geleneksel kültürden çok farklı disiplinli bir İslam kültürüyle karşılaşıyor...

Norveç’e Türkiye’den gelin gelenlerin yaş ortalaması 17- 22 arasıdır genelde. Doğduğu ülkede, geleneksel kültürden gelin mutluydu. Sonra evlilikle dayatmacı bir kültürle karşılaşıyor, depresyona giriyor. Organ gerilmesi ile isteksiz cinsel haz nefretle birleştikçe kocaya isteksiz yatakta hizmet etmesi delirtiyor, ruhsal olarak çöküyor.

Türk aileler arasında tutucu geleneklere birde küreselleşmiş disiplinli İslam-i geleneklerde eklenirse kadına hiçbir özgürlük falan verilmez. Geldiği ülkesinde özgürdü ama geldiği Norveç’te özgürlüğü elinden kocası ve kayınbaba ve kaynanası tarafından gasp edilmiş oluyor. Özünde mutsuz olan kadın, bastırılmış istemlerden dolayı öz benliğinden uzak yaşar halde, “Mutsuzum” deme şansını bile elinden alırlar; yasaktır.

Sağlıksız bir ruh hali ile yaşar... Türk kadını, modern Avrupa da ayrımcılığı iki yönlü görüyor. İşte, sokakta yerel halkın gözünde ayrımcılığa tabi olurken evine geliyor, eşinden ikinci bir ayrımcılıkla karşı karşıya kalıyor.

El değmemiş kız olarak Norveç’e ithal gelin geliyor. 3 yıl içinde ıstıraba dönüşen evlilikle Norveç’te tutunabilen gelin eşinden ayrılıp kalıyor hürriyetiyle. Bazı hallerde bazı kadınlar Tutunamayan gelin, psikolojisi bozulmuş bir dul kadın olarak Türkiye’ye dönüyor.

NOT: Bu yazılan görüşlerim, gördüklerim ve araştırmalarım geneli teşkil etmez ama genele yakın manzaralardır.

Batılılar ile Müslümanlar arasındaki uyumsuzlukların nedeni
Yabancılar hakkında çok Avrupalı idari memurlar olsun, bürokratlar olsun söylemek isteyip de söyleyemedikleri sözler vardır. Söylemek isteyip de söyleyememelerine engel, geçmişteki yaptıkları İkinci Dünya Savaşı içindeki utanılacak faşizan nedenleridir...

Örneğin bunlardan bazen dışa vuran tepkiler görülmektedir. Almanya merkez Bankası Yönetim Kurulu Üyesi Thilo Sarrozin, göçmenlere yönelik küçük düşürücü, ırkçı sözleri: “Türklerden ancak manav olur. Sürekli başörtülü kızlar üretiyorlar”  demesinin açıkça deniş biçimidir. Böylesi sözleri Alman Kamuoyunun yarıdan fazlası benzer biçimde düşündüğü herkesin malumu. Lakin onları tutuk bırakan yakın geçmişin lekeli izleridir.

Birde biz özeleştiri yapmak zorundayız... Malumun ilanı. AKP ile seri üretime geçen başörtüsü fabrikaları ve başörtülüler devleti yönetenlerin halleri değil mi? Parklara dikilen Taştan mermerden, bakırdan, bronzdan yapılmış sanat eseri heykelleri cinsel objeler olarak gören bir zihniyet var ortada. Sürekli yanlış, geri kültür telkin edilmekte gençlere: “manav, bahçıvan, kasap, sucukçu, hizmetçi, kapı bekçisi, temizlikçi gibi geri hizmetlerde çalıştırılmak üzere yetiştirilen nesillere, elin adamı elbette hakarete varan sözler sarf eder...

Gerçekler göz önünde; Türban Anadolu’dan Avrupa’ya nasıl taşınıyor? Avrupa’nın değişik kentlerine Türkiye’den kalkan uçaklar da görünüm bir kanıttır. 40 yılın üzerinde Avrupa da ailecek yaşadığı halde, kılık kıyafetiyle 40 yıl öncesi köy yaşantısını bir türlü bırakmadığını görürüz. Başörtülü, Anadolu’da ki köy giysisi olan basma şalvarlı karısı yanında, kendisi hayli Avrupai giyimli kişi. Erkek bir nebze olsun Avrupai giyime uyarken karısını 40 yıl önceki Anadolu karısı gibi Avrupa şehirlerinde dolaştırmakta...

Türklerin Avrupa’da en iyi üretimleri çocuktur. Onu da “Allah verdi” derler... 
Aslında; Avrupalı Türkleri sosyolojik olarak iki topluma ayırabiliriz. Birincisindekiler, geleneklerini sürdürenler. Ötekilerde, çağdaşlaşmış, uygar, Avrupa’ya ayak uydurabilenler. İkincisi ki, pek fark edilmezler Avrupalı yerlilerden, geleneksel Türklerle pek iletişim ilişkileri olmaz, değişim içinde olmayan Türklerden kendilerini ayırtırlar. Yani geleneksel tavırlı Türklere bir yerli Avrupalı kadar yakın değillerdir, soyutlanmışlardır...

Avrupa da Türk imajını belirleyen Türkler, geleneksel tavırlarıyla, Anadolu’daki bırakıp geldikleri bölge insanlarından çok daha geridedirler. Ülkelerine döndüklerinde kendilerini kat ve kat aştıklarını gördükleri köylülerine şaşırırlar, hatta üstünlüklerini ispatlama aracı olarak dine sarılırlar ve dinden ders vermeye bile katlıkları görülür, rezil olurlar.

Yerinde ve haklı tespitlerden kaçınılmaz. Türkler, Türkleri değişik yaşam farlılıklarıyla ve bazı ne Batılı gibi olmuş ne de Türk kalmış halleriyle alçaltıyor. Bu davranış biçimleriyle Avrupalı Türkleri, Türkiye’deki Türkler bile sevmezler. Örneğin, Avrupa’da sokaklarda kendi aralarında Türkçe konuşurlarken, Türkiye’de tatil yaparlarken kendi aralarında Norveççe vs. konuşurlar. Kişiliğini bulamamış çifte standartlı hal, Norveç’te Norveçlileri kızdırıyor Türkiye’de de Avrupalı Türkleri sevimsiz yapıyor. 

Yıllarca Doğuda Batı medeniyeti fazla abartılmıştır. İslam medeniyeti ise rüştünü kanıtlayamadı, eli silahlı cihadı imajlılar ile kendini köreltti; Batı bundan korkar hale geldi. Batının çirkin tarafı karanlıkta kalan yüzüydü, ışık vurunca göründü. Avrupa’da en uygar ülkesi olarak bilinen İsviçre’de 2009 yılı sonlarına doğru yapılan “Cami yapılsın mı, yapılmasın mı” referandumundan ret çıkmıştır. Kendilerine göre medeniyet, minareli ibadethaneler de ibadet edelere layık olduğu görülmemiştir.

Batının kendine has tek bir medeniyeti Hıristiyanlık karşısında, İslam medeniyetinin damgasını hiç görmek istemezler. O damga Avrupalılar için Müslüman kimliğin simgesi olan minare ve başında bulunan hilaldir. İbadethaneler değildir...

Müslümanları zor durumda bırakan konunun başı, gittiği Batı ülkelerinin şartlarına göre uymak istemiyorlar; o ülkeleri kendilerinin şartlarına uysunlar istiyorlar. Batı ülkelerinde yaşayan yerli halkta bunu fark ediyor ve tepkisini uygarlığının dışına çıkarak koyuyor.

Avrupa, azınlıklara hoşgörü uygarlığı minare olayında açığa çıkmıştır. Türkiye de AKP’yi seçmiş olan objeler, bugün İsviçre’deki minare dikersin, dikemezsin referandum olayıyla karşılaştırın. Batı da iktidarlarda dini objeleri kullanarak iktidara gelmektedirler... 

Norveç’te yaşayan Müslümanlara İmamdan dini telkinlerden bir örnek verirsek orada: Süleymancılar cemaatine mensup bir imam (adı bende gizli) Norveç-Drammen şehrinde bir dini toplantıda kuzu gibi dinleyen cemaate şöyle hitap ediyor: “...Bunlar (Müslüman olmayanlara dair) Allahsız, dinsiz, yıkanmazlar, koltuk altı kıllarını temizlemezler, leş gibi kokarlar. Bu imansızlar cehennemlikler, onları cehennem ateşi yakacaktır.” Vaaz-ı nasihat eder. Bu sözleri dinleyenler arasında oldukça çok Norveç’te doğmuş, orada büyümüz, oranın okullarında okumuş gençlerde vardı ama asla sorgulayan, eleştirenlerden olmayışları acayip...

Sonuçta başkalarına hoşgörülü toplum olmamanın acısı, sorgulama ve eleştirme yeteneği köreltilmiş kişilerde kontrol başkasında oluyor. Olmasaydı “Müslümanlara hakaret etti” diye Hollandalı film yönetmeni Theo Van Gogh’u bir Faslı katil tarafından öldürülür mü? Gerçekten hoşgörü sahibi Müslümanlara böyle bir günahı ortak eder mi?

Uygarlık hak edenler içindir. Uygarlığı hak etmeyenler için, uygarlık adına uğraşılar en tehlikeli iştir. İslam ülkelerinde iktidarları elinde tutanlar, muhalifleri her zaman potansiyel tehlike” olarak görür Dahi muhalif sivil toplum örgütlerini de “potansiyel suç örgütleri” olarak görürler; baskıdan, kovuşturmadan başlarını sığınaklarından dışa çıkaramazlar...

Doğu İnsanın Miskinliği
Doğu insanı hep böyledir. Kin ve nefretleri vicdanları saran bir kanserdir. Doğuda kin, hıyanete kadar götürür bazen insanları. Kin güdenler, geçmişin basit meselelerini hep büyüterek günümüze taşırlar. Eskinin masalımsı hikâyeleri “tarihi hatıralar” diye halka dayatırlar. Çağa ayak uyduramayanlar parlayan ışığın şavkını söndürmeye çalışırlar. Sanırım geleceğin Avrupa’sı böyle bir karakterle şekillenecek...

İslam ülkelerinde kin kusan cami imamları çoktur; kin kusan vaazlar verirler... Müslümanları köktenciliğe iten “ilahi” sözler ABD ve Batı için pek yararlı değildir. Değişik İslam ülkelerinden Batı kentlerini mekân tutmuş radikal ve siyasal İslamcılar için, camilerde dönen para cazibelidir. Kuran kursları adı altında toplanan paralar iç edilerek yandaş siyasi partilerle paylaşılmakta. Kara para aklama işi ise çok denetimsiz gelişen Avrupa kentlerindeki camiler, bazı sahtekârların kazanç sektörü haline gelmiştir. Parası iç edilen halka da “Allah korkusu” telkin edilerek susturulmuş ve egemenlikleri altına almışlardır.

Batı kentlerinde gelişen denetimsiz cami sektörü içinde, “Batıyı kendi silahlarıyla vurmalıyız” diye bir felsefeleri vardır. Yani, siyasi İslamcıların sevdikleri şey Batılıların salt paralarıdır. Batılıları kendi silahıyla vurma hedefinde önce paralarına sahip olma vardır. Avrupa ülkelerinde camiler salt ibadetgâhlar olarak değildir; siyasi sömürü, maddi sömürü dahi kendi egemenlikleri altında gerektiğinde tehdit ve şiddete yöneltme ve teröre entegre (bütünleşme) etmek gibi hallerde kullanmak maksadıyla güç oluşturmak niyetidir.

Denetimden uzak Avrupa camilerinde cemaatlerin hareketlerine bazı hallerde yerel hükümetler yardımcı olduklarına şahidiz. Bunu yapan ülkeler içinde en çok Almanya’dır. Radikal Müslümanların geldikleri kendi has ülkeleri hakkında olumsuz faaliyetleri geçici olarak Almanları neşelendirebilir. Elbette bir gün o silah kendilerini de vurduğunda iş işten çoktan geçmiş olur.

Genelde Cuma günleri, hutbelerde hiçbir denetime uğramadan imamlar; denetimsiz camilerde dehşet verici vaazlarla Müslümanları kin ve nefrete kışkırtmaktalar. Avrupa camilerinde görev yapan imamlar genelde cahiller, bir tarikatın ya da bir cemaatin emir ve görüşlerine biat etmiş kişilerden seçilmektedir. Bunların çoğunun finansını Suudi Arabistan kökenli “Rabıta” denen bir İslamcı örgüt tarafından sağlandığı gerçeği var.

İslam ülkelerinde dahi Türkiye de siyasiler din içine girdikçe, dinin adı değişti. Elbette herkes siyaset yapar dahi bu hakka sahiptir. Din ise Allah’ın faaliyet alanlarına girer. Siyasiler, siyasetini dinin alanı dışında yapmalıdır. Ama İslam ülkelerinde siyasiler bir türlü ellerini dinden çekmediler. Allah’ın olması gereken din faaliyeti alanına, soytarı siyasetçiler müdahale ederek din ile siyasi çıkar sağlamayı sürdürmekteler maalesef.

Ve bu kötü gidişatın adına biz “siyasal İslam” demekteyiz...
İnsanın alenen gelişmesini boğan siyasal İslamcılar, kişilerin kılık kıyafetlerine, yaşam tarzlarına karışıp İslam’da vazgeçilmez bir felaket sembolü oluyorlar ve zamanla normal Müslüman halk böyle sanıp kanıksar hale geliyor.
                        
Nüfuz Kıyaslaması:
Müslüman ülkeler de her geçen gün nüfuz artmakta. Avrupa Hıristiyan ülkelerinde ise tersi, nüfuz azalması ve yaşlanması var. Doğal olarak nüfuzda orantısız gelişen
Avrupalılar tedirgin olmaktalar. Avrupa kilise çevrelerinde azımsanmayacak kadar çok ruhban sınıf var. Dini siyasi ve inançlar üzerinde etkili değiller. Din otoritesi hakkında, kamusal alanlarda din üzerinde bir iddiada bulunamazlar... İslam ülkelerinde, hatta seküler bir İslam ülkesinde "ulemaya danışılmalı" (Türkiye) diyen bir başbakan bile çıkabiliyor...

Kimlik:
İslam ülkelerinde kimlik kazanmak, Müslüman gibi yaşamak içindir... İslam da sadakat vardır; yurtseverlik, milliyetçilik gibi dünyalıklar hoş karşılanmayan şeylerdir.

Batı toplumunda ise sadakatten çok, liyakate dayalı birey olmak ve ulus devletten yana bir kimlik kazanmak. Avrupa ulus devletlerde yurt severlilik ve milli çıkarlar önceliklidir...

İslam ülkelerinde "ulus devlet" bilincin oluşmadığından ulusal kavram anlamsızdır. Kişiler kendilerini belirlerlerken, bir topluluk, bir aşiret ya da bir cemaat-tarikat çizgisi içinde kendilerini tanımlarlar.

Bir ülke ya da bir ulus varlığı olan devletin vatandaşı olmaktan çok, içinde dinsel çağrışım olan yer ve bölge adıyla tanınmak isterler. “Şu aşirettenim, şu cemaat ve tarikattanım derler. Direk, “ben şu millettenim” demezler.

Ve dahi en çok Müslümanlar şu görüşte birleşirler "Müslüman Türküm, Müslüman İranlıyım, Müslüman Arap’ım" gibi sözlerle, bulunduğu ulusun başına “Müslümanlık" dinsel kimliklerini öncelikle belirlerler. Türküm, İranlıyım Mısırlıyım, Pakistanlıyım gibi ulusal kimlik belirleme İslamcıların bilinçlerinde pek yer etmez.

Müslüman ülkelerine ve tarihlerine bir baktığımızda İslam tarihi ve cemaatlerin tarihiyle karşılaşırız çokça. Avrupalı tarzında bir tarih ne yazık ki etnik açıdan hiç yazılmamış olduğuna şahidiz. Cemaatlerin ve İslam devletleri tarihi vardır hep. Örneğin Türk tarihi, kendi Tarihçilerinden çok başka ülkelerin (Çin, Bizans, Arap,  Roma, Rus) tarihçilerin yazdıklarından öğrenmişlerdir.

Yani örnek olarak Türk denen bir halkın yaşadığı; Türkçe denen bir dilin konuşulduğu ülke "din" adına Osmanlılar tarafından nerdeyse unutturulmaya yüz tutmuştu. Ancak "Türk" deme onuruna Batılıların verdiği biçimiyle "Türk" etnik kimliğine 1923 de Mustafa Kemalle ulaşılır.

Kimlik kaybetme sorunuyla karşı karşıya olan İslamcılar, Vatikan’ın “Dinler Arası Diyalog” karşı çıkarlar. Temelde inandıkları şeyin: “Hıristiyanların İslamlaşmasını önlemek ve Müslümanları zayıflatarak güçsüz ve muhtaç kılmak var” diye düşünürler. En dayanılmaz korkuları ise Vatikan’ın “Dinler Arası Diyalog” altında yatan düşünce: “Müslümanların Hıristiyanlaştırılması temeline dayalı bir Namert niyet” olarak bilirler ve düşünürler.

Ümmet:
İslam da yaratılmak istenilen şeyin milli toplum yerine "ümmet" toplumu dahi yurtseverlilik yerine "İslam severlik" daha muteberdir... Daha; milli olan şeyler, bayrak, üniter yapı laik devlet anlayışı reddedilenlerdir...

Batı toplumlarından tamamen ayrıştırmış bir biçimdir İslami gelenekler. Batı'ya olan kin ve nefretin temelinde yatan beleklere yerleştirilmiş İslam'ın değişmez radikal yapısı olan korku "İlahi makam Allah'ın ve onun hukuk sistemi dahi siyasi gücü"  Kâfir Batı'nın yaşam tarzına özenti duyan Müslüman gençler tarafından benimsenmesi İslam da korkunun bir başka boyutu olur... 

Ümmetçi bir bağnaz, Batı toplumuyla uyum sağlaması mümkün değildir. Batı toplumuna yanaşmış bir eğreti olarak durur. Kendi ülkesi, dindar Müslümanlarla da uyum da zorluk çeker hep. Ondandır İslam-i-dinci, bulunduğu Batı ülkesindeki toplumla da kaynaşması mümkün değildir. Bulunduğu ülkenin sonradan vatandaşı olması hiçbir anlam taşımaz şuurunda. Bulunduğu ülkenin toplumuyla ilişkileri gündelik, zorunlu iş ilişkilerinin dışında değildir. İçinde bulunduğu Batı toplumuyla sosyal ilişkileri kaynaşmış halli değildir. Tasada, kıvançta, bayrakta, vatan savunmasında ve daha vahim olaylarda ortak olmak gibi bir kavram ideallerinde hiç görülmez.

Devlet:
Güçlü devletlerin temelinde değişmez devlet politikaları vardır. Yöneten kişiler değişir devlet politikası değişmez. Bazı İslam ülkelerinde seçimle yöneten kişiler değişir, onlarla beraber devlet politikaları da alt üst olur değişir. Kişilik hırsı devlet politikasının önüne geçerek rakibine “güç” kanıtlamaya dönüşür. Bundan hep devlet zarar görür. Ondandır bir türlü İslam ülkeleri huzura doğru dikiş tutturulamazlar. Ucuz liderler ucuz işlerle uğraşırlar dururlar.

Karakter:
Çok yardım sever hali vardır. Yolda aracını sürerken bir trafik kazası görür basar firene durur ve yardıma koşar. Hızdan dolayı kazaya sebebiyet verdiğini ve dahi hıza dayalı kazada ölen ve yaralananların kan içinde yol kıyılarına savrulduğuna tanık olur, derinden üzülür, “vah tüh” der yaralılara acıyarak gereken yardımseverliğini yapar.

Sonra ne mi yapar? İşte orası çelişki yumağı. Atlar arabasına basar sonuna kadar gaz pedalına yaya geçidindeki geçit üstünlüğünün kendine ait olduğunu sanarak sağa sola saygısızlıkta önü alınmaz. “Hatalısın” diyenin canına okur bıçakla, silahla üzerine yürür, hatasını kabul ermez bir karakter arz eder; Çünkü onun her hatalı hareketi doğrularıdır.

Yukarıdaki örnek açıklaman İslam ülkelerinde var olanlardır...
Yokluk, yoksulluk insanları. Savaşların içinde emperyalist istilalar, siyasi karışıklıklar, salgın hastalıklar, doğayla mücadele zorlukları Müslümanları bir veli, bir dervişin, bir şeyhin büyüleyici karizmatik kişiliğinde kendilerine hami koruyucu bulmaya itmektedir. Bu bazen bir parti lideri, bazen de dini cemaat ve tarikat lideri olur. Onların sözlerinde ve söylemlerinde coşarlar. Bunlar gerektiğinde bağlı oldukları cemaat liderlerine aşırı bağlılıklarından dolayı önemsiz meseleleri bahane ederek devletleriyle çelişirler. Gerektiğinde silahlı mücadele de resmi din ve otorite ile çatışır halde olurlar.

Tembellik:
Bazı batılılara göre: “Arabizyonun girdiği tüm Müslüman, Arap olmayan topluluklara da tembellik birinci derecede yerleştirilmiştir” derler. Fransız tarihçi Daniel Linderberg: “Gerçeği itiraf etmeliyiz. Çok sayıda entelektüel, derinlerde bir yerlerde Arap halkının yaratılıştan geri olduğunu düşünüyor”  der.

Müslümanlar çalışarak para kazanmayı sevmiyorlar. Batılı İş disiplini ve iş ahlakı İslam ülkelerinde gelişmemiştir. Yolsuzluklar yoklukları üretmektedir. Kendi haline bırakılsa Müslüman’ın İslam’la da bir sorunu yoktur, sorun yaratan İslam’ı istismar aracı yaparak saltanat sürenlerin işi olmuştur her daim.

Amerikalı Donald Rumsfeld şöyle: “Müslümanlar petrol yüzünden miskin. Müslümanları miskin yapan petrol; Müslümanları fiziksel emek sarf etmeye karşılar. Petrol zenginliği Müslümanları çalışma gereğinden, çabadan uzaklaştırıyor”   demektedir.

Genelde Müslümanlarda iradesine sahip değiller. Biat kültürü esastır. Başkalarının iradeleriyle iş görürler. Kendi kendilerinin efendileri değiller, cemaat liderlerinin, tarikat şeyhlerinin söylemleri doğrultusunda davranırlar; onlara kölelik yaparlar.

İslam toplumlarında gerginliğin kaynağı toplumların istedikleri değildir ama gerginliği yaratanların figüran oyuncularıdır. İhtiraz, siyaset-tarikat-ticaret-cinsellik karesi içinde şiddet, tecavüz, eziyet, işkence gibi uygarlığın reddettiği şeyler yan yana yürür halde.    

İslam ülkelerinde tarikatların “başına buyruk” davranış biçimli halleri, Müslümanların kaidesi haline gelmektedir. Tarikat liderlerinin cemaatlerin örf ve adetleri mezheplere göre biçimlendirilmektedir, sıradan toplumda inanarak uymaktadır.

İslam ülkelerindeki hızlı değişim kimsenin fark edemediğidir. Geleneksel Müslüman aile ile çocukları arasında bile farklılıklar derinleşiyor. Giyim kuşam geleneksel ailede sürdürülürken çocuklarında “İslam-i kılık kıyafet” yaratılarak aileye yabancılaşmakta.

Çağdaşlık, Geleneksel Muhafazakârlık, Dini Muhafazakarlık                                İslam ülkelerinde dini muhafazakârlık geliştikçe, kişilerin modern ve çağdaş yaşama alanları daralıyor, kişileri etki altına alarak modern ve çağdaş anlamda ilerlemelerine, demokratikleşmelerine engel oluyor.

Müslüman ülkelerde çağdaş moderncilikten yana olanlar en az nüfuza sahip olanlardır. Gelenekçi muhafazakârların nüfuz oranı ise ikinci sıraya yerleşir. Üçüncü sırada i olanlar ise dini muhafazakârlardır. Bunların toplum içindeki oranı hayli çoktur. Çok zaman azınlıkta kalan çağdaş modernlere karşı güçlü ittifakları her zaman görülmüştür. Yani en kaba tabirle İslam ülkelerinde genel nüfuza oranla çağdaşlık ve modernlik yana olanların mevcudiyeti % 25- 30 olurken, gelenekçi muhafazakâr ve dini muhafazakârların nüfuz içindeki oranları %60- 65 olmaktadır.

Örneğin İslam ülkesi olan Türkiye’de çağdaş modern azınlık daha fazla okumuş, daha fazla yüksek öğrenim görmüşler, genellikle Türkiye’nin Batı kesimlerinde oturanlardırlar. Gelenekçi muhafazakârlar ise genelde Türkiye’nin orta kesimlerinde yaşayan genelde çiftçi topluluklardır ve küçük çapta ticaretle uğraşanlardan oluşanlardır. Bunların derdi, demokrasi var mı yok mu olsun dan daha çok keyiflerinin bozulmamasıdır. Bu kesim içinde devlet kapısında çalışan çok azdır.

Birde dini muhafazakârlar vardır ki, ülkenin her yerinde varlar. Kökenleri geleneksel muhafazakâr köylülerin şehirlere göçle yayılmalarından oluşanlardır. Bu inanç topluluğu her kesimden karışık olup eğitim düzeyi en düşük olanlardır. Bunların en çoğunluğu ise Kürt kökenli Güney Doğu Anadolu doğumlulardır. Kendilerini Kürt olarak tanımlayan bu topluluk Sünni Şafi mezhebinden dini muhafazakârlardırlar.

Çağdaş modernciler kadı-erkek kılık kıyafetleri itibarıyla hemen belli ederler kendilerini. Geleneksel muhafazakârlar ise orta yollu giyim kuşama sahipler. Dini muhafazakârların bazı erkeklerinde kıyafetler modern olurken bazılarında sarık şalvar, sakallı görünümleri itibarıyla kendilerini ayrıştırırlar. Bu dini muhafazakârların kadınları ise genelde başları kapalı, bir bölümü başı türbanlı, bazılarıysa çarşaf kullanırlar.

Türkiye toplumu içinde birde Aleviler vardır; çağdaş modern yaşamın yanında olanların yanında yer alanlardır. Aleviler, genelde çağdaş modern yaşamdan yana gözle görülür biçimde kendilerini geliştirmiş, çağdaşlık, modernlik konusunda ülke ortalaması üzerinde ayak uydurmuşlardır.

Oy dağılımında dini motifli Kürtler gelenekçi dini motifli muhafazakâr partilere oylarını verirken, Aleviler daha çağdaş modern görünümlü planları olan partilerin yanında yer alarak oylarını ona göre vermişlerdir.

 Avrupa da işçi göçüyle Türkiye’den gidenlerin büyük bir oranı işte bu saydıklarımız gelenekçi muhafazakârlar ve dini motifleri öne çıkaran dini muhafazakârlardan oluşanladır. Avrupa ülkelerinde uyumsuzluğun kaynağı da bundandır.

Ali ve evlatlarının çektikleri acıları ve mağduriyetlerine sahip çıkmışlara “Alevi”  denmiştir.

Osmanlının hilafetini Türkler (Azerbaycan, Türkmenistan, Kafkasya, Rumeli) ve Hint-Malay Müslümanları kabul ediyordu. Araplardan kabul eden yoktu…

Saidi Nursi ve Şeyh Said, İngilizler tarafından kurulan ve Doğudaki vatandaşları kullanmak için kurulan “Kürdistan Teali Cemiyeti” üyeleridirler.


21 Temmuz 2017 Cuma

SAZ-SÖZ SEVDALILARI ve MÜZİĞE RADİKALİST BAKIŞ

SAZDAN-SÖZDEN
Mustafa Kemal’in şu sözleri ile sazın Türk kültürü içindeki önemini anlarız. Mustafa Kemal, bir konuşmasında şöyle: “Bu milletin derin kültürü şu sazın göğsünde yatmaktadır” demiştir.

Çalgı ve Müzik yalınızca zevk, eğlence ve neşe için değildir. Müzik ritimleri insana duygu veren, aşk eden, sevgiye vardıran, hastalara derman veren, sızılarını ruhen dindiren, insan iradesine güç veren, aynı zamanda sazın tellerinden dökülen ritmin toplumda birlikteliği sağlayandır.

Dede Korkut’a göre sazın atası sayılan Kopuz ululuk sembolüdür…
Ermişlik, gazilik, velilik, kopuzdan çıkan kutsal bir ses yiğitlere güç, kudret verir. Dede korkut hikâyelerinde: “Gazi erenlerin başına gelenler, ulularla haberleşme” açık bir biçimde yansıtılır. Yine; “Kopuzla öğütler yiğitlere güç veren” olarak, halkı uyaran, uyandıran kopuz ile çalınan tanrısal bir ses olarak algılanır…
              
Yani, Dede Korkut Ata öykülerinde çalınan kopuzdan çıkan ses; “İyi ruhları çağıran, kötü ruhları kovan ses” olmaktadır…

Kopuz ile Çara-baş’a yakarışlar: 

“Kopuzunu kaldırıp, Kaf dağından gelsen ya Çara-baş! 
Doksan koyunun derisinden, donu çıkmayan Çara-baş! 
Seksen koyunun derisinden bir börkü çıkmayan Çara-baş! 
Katı ve ağır bir iş oldu… 
Kopuzuma koşulmadın (eşlik etmedin)…"

Şikâyet: 
“Çamdan yapılmış bir kopuzumu aldın! 
Su yılanı gibi dolaştım! Bu kopuzum kırılmadı! 
Garip başım rahat durmadı! 
İstemediğim işi yaptım!"

Kopuzların “Dev Piri” Er Korkut:
Şu (Sirderya) ayağında Er Korkut (mezarı) felaketleri sen korkut! 
Baksıların piri sen değil miydin? 
Göz kulak ol (gözünü sal) 
Elimde tur (kolum tut). Sizden medet (*) diliyorum! 
Sen Baksıların piri değil misi? Baksı baba, beni sen kolla! 
Ben sana dar yolda sığındım! 
Ben sığındım sizlere! 
Medet verin bizlere!”

Kopuza esir düşmüş ozan:
“Katı hükümlü (kıyın) bir iş oldu! Kopuzuma koşulmadım! 
Karağan ağacından yapılmış kopuzumu koluma aldım, bir su gibi dolandım! 
Bu kopuzum kırılmadı. Garip canım dinmedi. Bir ruh, 15 yaşımda bana yapıştı. 20 yaşımda benimle buluştu. Beni gönülden istediğim bir işe bağladı. Beni içi boş bir ağaca döndürdü… Devlerin eline boynumu verdim. 
Gönlümün istediği (işe) gönderdi. 
Ben bu boş (kov) ağaca (kopuz) bağladın…” 
(*) Bahattin Ögel “Türk Kültürü Tarihi” giriş 9. Cilt

Kısacası halk ruhunun ürünlerinden biride müziktir…
Gurbetten er bekleyen bir kadının kaburgalarına çarpan yürek hali, yiğidin yanık sevdasıdır. Özlem yüklü türkülerin içinden bir dosta seslenilir, bir yâre, bir anaya, bir babaya, bir ülkeye seslenilir, bazen hüzünlü, bazen neşeli. Oynarken ağlayan, ağlarken sevinç gözyaşları karışır ezginin havasına, kanaviçeye nakış edilir gibi kişinin beynine işlenir duygular. 

Dağlar vardır, uzun görkemli dağların arkasında varılmak istenilen yer sanır, kuşlar vardır. İnsanın insana en içli ama en kısa yoldan, en derin anlatım vardır türkülerde doğa ile duygu bütünleşir; turna kuşu bir sembol olur, kanatları vardır, gurbet ile sıla arasında duyguları taşır sıladan, haber getirir gurbete, gurbetten sılaya sevgiyi, özlemi taşır.
Aşıp aşıp karlı dağlar gelirsin;
Eğlen Turnam eğlen haber sorayım.
Bizim elden ne haberler bilirsin?
Eğlen turnam eğlen haber sorayım.

Gönülde konaklayan, sonra uçup sıla yollarına doğru uçan turnalar sevilir, sılada hasret kalanlara, hasret kalınanlara haber salınır, özlem çekilen sılaya turna kanatlarında yüklü kokular gönderilir hatıralara. 
Turnam yolun bizim köye uğrarsa
Yavrularım sesinizi duyarsa
Eğer o yar beni sizden sorarsa
İşte o zaman derdimi açın turnalar.

Bu topraklar üzerinde öylesine çok gurbet yanık destanlar yazılmış, türküler söylenmiştir ki, bu kadar yanıl türkülerin yakıldığı bir başka ülke var mıdır bilmem ama: 
Gam yeme turnalar, senindir hane;
Sılaya gitmek istiyor yine,
Tanrı kılavuzun olsun bu sene,
Kimse değip dolaşmasın yollarda.

Türküler; türküler bazılarını cin çarpar gibi çarpar…

Haz almazlar, saz çalana: “bunlar cehennemin müdavimleridir” diye konuşurlar.

İşte bunlar türküler düşmandırlar. Türkülerin içindeki sözleri cımbızla çeker alırlar. "Bakın bu türkünün içinde rakı geçiyor" derler. Daha önce hiç aklının ucundan bile geçmemiş halka nem kaptırırlar, yüz yıllık türküye düşman yaparlar birdenbire…

Türküler vardır içinde dolu, dem, kadeh geçer…
Dem, orada bir içkiden ziyade, bir tür sohbetin tatlı halinin zihnen dinlendirilmesi olduğunun farkına varmazlar. İşte böyle, türküler vardır söylenmeyecek sözlerin sığınağı olur. Bazen içinde aşk kokar buram buram. O aşk ki, kara zihinlerde yaşayan apış arası kokusu değildir. Sevgiye, sevgiliye susamış haldir. Bazen sevgili ilahi bir güç olur, bazen bir sevgili Aslı olur, Keremi yakar. Bazen de tutkuyla başlanılan bir insan olur veya doğada var olan güzellik olur, türküler yakılır aşk ile… 

Örneğin, “Sarıl da gir koynuma, tenin ilaçtır senin” Aslında masumane, eğmeden, bükmeden, içinden geçen duyguyu çekinmeden türkünün içinde geçer.

Bu millet acısını, tatlısını, sevincini, göz yaşını türkülerle dillendirerek yaşamıştır... 

Aşkın, sevginin, sevmenin, sevilmenin mırıltısı olan türküler, gurbetten er bekleyen gelinler, askere ellerine kına yakarak gönderdiği kınalı kuzu oğullarına bekleyen analar, özlemlerini türkülerde dindirmişlerdi. Yemen savaşı, Yemen türküsü olmadan, Çanakkale savaşı, Çanakkale türküsü olmadan, “İzmir’in dağlarında”  diye başlayan türkü olmadan 
nasıl anlatılabilirdi savaşların mücadelesi?

Radikal dinci zihniyetin müziğe bakışı…
Mehmet Ali Demirbaş, Türkiye Gazetesinde “Sohbet” adlı verdiği köşesinde “Ruhun ve Nefsin Gıdası” adlıyla müzik hakkında bir yazı kaleme almış. Bakın ne diyor:

Sual: “Çalgı haram değildir, çünkü insanın çalgıya da ihtiyacı vardır. İyi bilinmeli ki, musiki ruhun gıdasıdır” deniyor. “Ben bekârım, evlenme ihtiyacı hissediyorum. Ara sıra ihtiyacımı gidermek için geneleve gitmem, bu yazara göre caiz mi olur?

Cevap: “İhtiyacı gidermek için, haram caiz olursa, bu da caiz olur…
Dinimiz çalgıyı kesinlikle haram etmiştir. Müzik kâfir olan nefsimizin gıdasıdır, ruhumuzun zehridir. Aşağıda vesikaları vardır açıkça, ‘kalpte hâsıl eder, ruhu zehridir’ deniyor. Kalbin ve ruhun gıdası ibadet etmektir. Allahütealâ’yı ve onun sevdiklerini sevmektir. Nefsin gıdası haramlardır. Müziğin, çalgının haram olduğu sitemizde çok uzun bildirilmiştir. Burada kısa bilgi verelim. Bu konuda hadisi şeriflerden bazıları şöyledir:

“Müzik kalbe nifak hâsıl eder” (Beyheki) İki teganni eden şeytandır.

(Tabereni) Resulullah çalgı çalarak para kazanmayı yasakladı. (Begavi)

Ümmetimden bazıları, içkilere başka isim vererek içerler. Şarkıcı kadın ve çalgı aletiyle eğlenirler. Allahütealâ onların yerin dibine batırır. (İbn Mace)

Ben çalgıları putları yok etmek için de gönderildim. (İ. Ahmet, Ebu Nuayn, İ. Neccar)

İblis dünyaya inince yemek istedi. ‘Besmelesiz yenen yemekler senin denildi. Müezzin istedi. ‘Mizmarlar (çalgılar) müezzinin’ denildi. (Taberani, İbnEbi-d-dünya, İbni Cerrir)

Nimete kavuşunca mizmar çalmak Allah’ın gazabına sebep olur. (Deylemi Bezzar)

Çalgıcılar çoğalınca bela zuhur eder. ( Tirmizi, Ebu Davut, İbni Mace, İ. Ahmet)

Bir zaman gelecek zinayı, içkiyi ve çalgıyı helal sayanlar çıkacaktır. (Buhari)
Çalgı haramdır (İmam Abbas)

Ayşe validemiz, bir evde şarkı söyleyen görünce ona  ‘yazıklar olsun sana, bu şeytandır, bunu çıkarın dışarı’ dedi ve onu çıkardılar. (Buhari)

Adlarının başında Prof. Dr. Bulunan “İlim adamları” müziğe bakışları nasıl.
Prof. Dr. Orhan Çeker, Selçuk üniversitesi öğretim üyesi: “Müzik için haram diyemeyiz ama helal de diyemeyiz: İçeriği İslam’a uygun olmalıdır. Ama kadın sesi içeren müzik kesinlikle caiz değildir.” Der

Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Uludağ Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi:  “Çalgı aletleri, bunları çalmak, satmak ya da söylemekten para kazanmak, nefsi azdıran, örneğin diri bir kadının ya da şarabın heyecan verici niteliklerini anlatan şarkılar, çalgısız dahi olsa caiz değildir.” Der.

Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi: “Şarkı ancak çalgı ve kadın sesi içermiyor, sözleri de dinen sakınca değilse dinlenebilir”  diyor.

Prof. Dr. Mehmet Ali Demirbaş, Türkiye Gazetesi ilim Yazarı: “Müzik ne kelime, ilahi bile haramdır.” Der

İstanbul müftüsü yardımcısı, Yeni Cami ve Şeyhzadebaşı Camileri Vaazı Timurtaş Hoca: “Okullara müzik dersi koyanlar inşallah Cenab-ı Hak’kın gazabına uğrayacaklar.” Diyerek beddua okur.

Ali Rıza Demircan, “İslam’da Seks” kitabının yazarı: “İşyerlerini telefonlarında arayan bekletme süresi içinde İslam zaviyesinden sakıncalı olabilecek türden müzik çalınmamalı” der.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, İslam Hukuku Öğretim Üyesi: “Hanefi mezhebine göre müziğin icrası da, dinlenmesi de haramdır. Bir değneğin, bir çubuğun bir yere ahenkli bir şekilde vurulması bile bu hükme dâhildir ve haramdır.” Der.

Selman Zebil, 21 Temmuz 2017  Antalya 




3 Temmuz 2017 Pazartesi

ELİ BIÇAKLI, BELİ SİLAHLI SURİYELİ GENÇLER, PLAJLARIN RÖNTGENCİLERİ

Suriyeli Göçmenlerle İleride Zor Günler Bizi Bekliyor

Geçmişinde hiç yabancı düşmanı olduğu görülmemiş Anadolu insanını yabancı düşmanı yapmaya zorluyorlar…

Suriyeli mülteciler plajlara kapaklanıyorlar, ellerinde son model akıllı telefonlar, Türk kadın ve kızların videolara alıyorlar sürekli. Yaşadıkları Türkiye Cumhuriyeti’nin değerlerine oldukça yabancılar, Türk insanlarının değerlerine ters düşecek birçok eylemlerde bulunuyorlar. Bu hal ve hareketleri kabul edilebilecek bir durum değildir.

Koş gel diyerek ülkemize haddinden fazla Suriyeli mülteci sokan siyasiler, “onlar bizim misafirlerimiz”  diyenler bugün “misafir” olarak kabul edilenler bilmeliler ki, misafir kültürüyle davranmadıkları artık anlaşılmıştır.  Bu Suriyeli mülteciler Anadolu insanının kültürel ve insani değerlerine oldukça ters olmalarına bir yana, asla saygı duymuyorlar; huzursuzluğun kaynağı saygıda kusur edişlerindendir.

İyi hatırlıyorum, Suriye’de başlayan iç savaş sonucu, ülkemize gelen Suriyeliler “Biz Recep Tayyip Erdoğan’ın misafirleriyiz”  diyerek kendilerine bir üstünlük havası veriyorlardı.  Şimdi yaşanan Türkler-Suriyeliler arasında huzursuzluklarda en büyük pay sahipleri, en büyük gören vatandaşlara kestikleri faturadadır.

Kaybedecek bir şeyi olmayanlara karşı, kaybedecekler hep Anadolu insanı olacaktır, Elinde pahalı akıllı telefonları ve sırtlarında çantalarından başka bir şeyleri olmayan Suriyeli mültecilere toplumumuzda git gide hoşgörüsüzlükler artmaya başladı.

Ne derseniz deyin, nerden, nasıl, kimlerden güç aldıkları belli olmayan Suriyeli göçmenler sahillerde, mahallelerde, caddelerde pervasız, bir toplumun değerleriyle alay edercesine, etik olmayan davranışlarda bulunuyorlar.  Yani kısacası bu Suriyeli göçmen misafirlerimiz, korundukları ülkenin insan davranışlarına ve kültürüne saygılı olmalarını bekliyoruz…

Şeker Bayramında 70 bin Suriyeli sınır kapılarından geçerek kendi ülkelerine gitti. Demek ki, orada onlara bir kötülük olmamış ki geriye dönmeye başladılar. Dünyanın neresine giderseniz gidin mülteci olarak, kendi ülkesi dışında her yere gidebilir... Salt kendisinin tehlikede olduğu ülkesine gidemez; gitmişse tehlikede değildir demektir...

Not: Resimler, polisin eline geçen Konya'daki Suriyelilerden


3 Haziran 2017 Cumartesi

BEYŞEHİR LALELİ VE ASMAKAKLIK DAĞINA RÜZGAR ENERJİSİ SANTRALİ


BEYŞEHİR GÖLÜNE KUŞ UÇUMU 3 KM. MESAFEDE RÜZGÂRGÜLLERİ LALELİ DAĞIN 1600 MT. TEPELERİNE                                KURULUYOR.

Bademli, Ağılönü, Şamlar ve Karadiken köyleri ne kadar zarar görecektir!

Enerji gereksinimi sürekli dünya üzerinde artmaktadır. Pek çok ülkede kaynaklar kısıtlıdır, kiminde güneş yoktur, kiminde rüzgâr, kiminde su, kiminde de fosil yakıtlar (petrol) yoktur. Bizim ülkemizde fosil yakıt yoktur, akarsuyumuz kısıtlıdır ama güneş ve rüzgâr vardır. Dünyada yaşanabilir ortam yaratmakta, küresel ölçekte çevre kirlenmesine neden olan fosil yakıtlar hem pahalı, hem de dünyada tükenme ömrü 40 yıl ya var ya yoktur. O halde başka kaynaklara yönelmek gereklidir.

Enerji, çağdaş insanoğlunun yaşamını düzenleyen bir parçasından olmuştur. Sanayi, teknoloji, iletişim, ulaşım olmak üzere birçok alanda vazgeçilmez olmuştur. Yani enerji modern toplumun bilgisinin kaynağıdır. Gelecekte de insanoğlunun en önemli bilgilenme kaynağı enerji olacaktır.

Dünya da alternatif enerjiye yönelmede başta güneş, rüzgâr, deniz dalgası, jeotermal (yer altı sıcak sular) ve hidrojen enerjisi, yenilenebilir enerji kaynakları olarak nitelenen enerji kaynaklarına gereksinim duyulmaktadır. Lakin gelişi güzel, bölgenin ekolojik dengesi araştırılmadan, çevrenin konumu incelenmeden, kar yapalım derken uzun vadede büyük kayıplara neden olunmadan işe başlanmalıdır.

Elektrik enerjisi üretimi ülkelerin ana sorunudur. Elektrik tüketimi her geçen gün artmaktadır. Bundan dolayı elektrik üretim kaynaklarını ve üretim yöntemlerinin önemi daha iyi anlaşılıyor. Ülkemizde enerji üretiminde en çok doğalgaz kullanılmaktadır. Dahi, ülkemizde güneş, rüzgâr, akarsu kullanılarak da elektrik üretilmektedir.

Bugün bütün dünyada enerji üretim kaynaklarını artırmak için yoğun çabalar harcamaktadır. Maliyet ve çevreci enerji kaynaklarına yönelik çabalar, fosil yakıtların aksine, doğaya zarar vermeyen, doğal hayat için herhangi bir risk teşkil etmeyen yöntemlere başvurmaktadırlar.

Rüzgâr enerjisi üretimi ve kullanımı bütün dünyada giderek yaygınlaşmaktadır. Ancak rüzgâr enerjisinin de üretiminde çevreye zararları vardır. Lakin rüzgâr enerjisinden daha zararlı olan fosil enerji kaynaklarının git gide tükenmesinden dolayı yeni yöntemlere başvurulmaktadır.

İstatistiklere göre Türkiye’nin 20 yıllık dönem için enerji gereksinimi %100 oranında artırması gerekmektedir.  

Buraya kadar her şey tamam, ancak bütün bunlar yapılırken amaç salt elektrik enerjisi üreteceğiz diyerek, insan sağlığına önem verilmeli, her şeyden üstün tutulmalı ve çevreye zarlı olabilecek şeylerden kaçınılmalıdır.

Hiçbir şey söyledikleri gibi doğa dostu değildir.
Rüzgâr enerjisi de tam manasıyla doğa dostu falan değildir. Yani öyle anlattıkları gibi ekolojik değildir. Rüzgâr enerji santralleri yerleşik alanlar dışındaki temiz doğaya kuruluyor. Bu kurulan rüzgâr enerji santralleri, çevresindeki bütün canlıları etkilemekte, otların kurumasına, öteki canlıların bölgeden göçe zorlamaktadır. Böylece göç edilen alandaki çevre dengesi hızlıca bozulmaktadır.

Hiç kimse "ne var bunda, Allah’ın rüzgârı esecek, pervaneler dönecek, enerjiye enerjiye dönüşecek" diyemez. Başta dev rüzgâr enerji pervaneleri kuşlar için büyük tehlikedir. Her gün binlerce kuşun ölümüne, yaralanmasına neden olacaktır. BEYŞEHİR’İN karşısındaki bu Laleli Dağı’nın güneydoğu kayalık yerin adı “Akbaba Yuvası”dır. Daha kırk yıl öncesine kadar bu kayalıklarda cüsseli Akbabalar, dev kartallar ve doğan, gibi yırtıcı kuşlar vardı. Kurt, tilki, sansar, vaşak, dağ kedileri vardı. Kuşlar başta olmak üzere bütün canlılar Tarımda kullanılan ilaç ve kimyevi gübre yüzünden nesilleri tükendi; yok oldular. Yani bir iyi iş için ilerisi için bir felaket ekolojik denge bozulmuş oldu. İşte rüzgâr enerji santrali de böyle bir sorunla karşı karşıya kalmaya yol açabilecek ve yani son kalan doğal denge her gün daha fazla bozulacaktır. 

Ayrıca hava akımlarının doğal dolaşımı bozması nedeniyle iklim değişikliğine de neden olacaktır. Bir rüzgâr santrali, bir ünitelik Nükleer güç santraline göre 3000 misli daha az enerji üretir. Ancak rüzgâr santrallerinde çok sayıda kuleye ihtiyaç vardır. Birçok beton binalar yapılmaktadır. Bu durumda görüntü kirliliği de yapacaktır… 

Dahi ayrıca; türbinlerin çok gürültülü çalışmasından dolayı yakın çevrede yaşayan insanlar için rahatsız edicidir. Bu nedenle yerleşim merkezlerinden çok uzaklarda ve doğadaki yaban hayvanların yaşam alanlarından uzak yerlerde kurulmalıdır.

Laleli Dağı ile Asma Kaklık Dağlarına kurulamaya başlanılan rüzgâr enerjisi santralleri 3-5 km. mesafedeki Radyo ve TV antenlerinde parazitlenme yapacaktır. Bademli, Şamlar, Karadiken ve Ağılönü köyleri bundan en çok zarar görecek köyler olacaktır.

Birçok Avrupa ülkesinde büyük rüzgâr türbinleri yarattığı çevre sorunları nedeniyle milli park alanlarının sınırları içine ve çok yakınına kurulması yasaklanmıştır. Bizde ise nerdeyse milli parklar sınırları içinde, başta Beyşehir olmak üzere Konya’dan ve çevre il ve kasabalardan gelen insanların yorgunlukları attıkları dinleme yeri olan, orman içi Yakamanastır Piknik Yeri en çok zarar görecek yerlerdendir.

Şimdi sorarım, çevreye duyarlı, insan sağlığı için, sağlıklı bir insen olarak, güzel doğada mı yaşanmalı yoksa gelecek nesillere kirletilmiş bir doğa mı bırakmalı? Hatta bazı sesler duyar gibiyim, her yapılanın güzel yanı yanında verdiği zararların olmasına göz yumanlardan…

Elbette rüzgâr enerjisinin yaraları çoktur
Diğerlerine göre en temiz enerji üretir.
Bu enerji için hammadde gereksimi yoktur; maliyeti düşük bir sistemdir.
Sürekli, sürdürülebilir bir sistemdir.
Hava kirliliği gibi bir şey pek olmaz, atıkları olmaz.

Dünyada ve ülkemizde rüzgâr enerjisi ve rüzgâr gülleri her ne kadar desteklenen bir enerji kazanma yöntemi olsa da ve diğer enerji yöntemlerine göre daha uygun olmasının yanında rüzgar enerjisi için kullanılan rüzgar güllerinin de çevreye pek çok farklı zararlar verebilmektedir. Bundan dolayı, yer seçimi çok önemlidir, yerleşim yerlerinden uzak noktalar seçilmelidir…

Dezavantajları İse:
Çok gürültülü olup, çevrede yaşayan insanlara ve bütün canlıları göç ettirecek rahatsızlık vermesi. O dönen devasa pervanelerin kuşlara çarpmasıyla ölümlerine neden olması. Çok geniş alanlara inşa edilmesi, ekolojik dengeye çok zarar vermesi. TV-Radyo ve haberleşme dalgalarını olumsuz bir biçimde etkilemesi.

ÇEVRE ve ORMAN BAKANLIĞI AÇIKLAMASINDA: “Rüzgâr enerjisi kurulumu için çok büyük bir alana ihtiyaç vardır. Bu alanında yerleşim yerlerinden uzak bir yerde kurulması gerektiğinden, dağlık alanlara kurularak ormanlara zarar verebilmektedir.

Çevre ve Orman Bakanlığı:  “Rüzgâr Tribünlerinin Çevreye Verdiği Zararlar”

A- Genellikle ormanlık alanlara kurulduğundan ve yıldırım düşmelerinde parçalanıp yangın çıkarma risklerine sahiptir.

B- Kış aylarında kanatlarında oluşan buzlanmalar ve bu buz parçalarının fırlaması ile canlı hayatlarını riske atmaktadır.

C- Bulunduğu bölgede rüzgârı kestiğinden ve farklı alanlara dağıttığından, mekanik etkilere neden olur ve birkaç derecelik sıcaklık değişimleri yaratarak doğallığı bozmaktadır.

D- Yine rüzgâr alanlarında kurulmasından ve kuşların göç yollarının üzerine inşa edilmelerinden dolayı, göç eden kuş gruplarına zararlar vermektedir.

E- Özellikle çevrelerindeki uçan böceklere zarar vermektedir. Rüzgâr akımlarının önüne geçtiğinden ve dağıttığından özellikle arılara büyük zararlar vermektedir.

F- Rüzgâr ile gelen polenlerin gitmesi gereken alanların önüne geçerek tozlaşmayı zorlaştırmaktadır.

G- Bulunduğu bölgede 2 -3 km alanda radyo ve televizyon sinyallerini bozmaktadır.

H- Rüzgâr tribünlerinin bilim adamları tarafından açıklanan ve dikkat edilmesi gereken en büyük zararı insan sağlığına verdiği zararlar olarak görülmüştür. Bu zararlar 80 metreyi bulan kanatların insan duyma eşiğinin altında yaydığı seslerdir. Bu sesler insanlar üzerinde ileriki yıllarda doğuracağı hastalıklar büyük sorunların habercisi olarak görülmektedir. Bu zararlar, uyku bozukluğu, baş ağrıları, kulak çınlaması, sersemlik hissi, baş dönmeleri, yoğunlaşma ve hafıza bozuklukları gibi daha birçok yan etkilerinin olacağı söylenmektedir.

Umarız bu sonuçları görmeyiz. Ancak yetkililerin RES'leri (Rüzgâr Enerjisi Santralleri) daha uygun yerlere kurulması için daha iyi çalışmalı ve yan etkileri ve vereceği zararları minimize edecek çalışmalara da ağırlık vermeleri gerekmektedir.
Selman Zebil Haziran 2017








13 Nisan 2017 Perşembe

KONYA-DELİBAŞ MEHMET İSYANI ve NEDENLERİ


1918-1922 yılları Çetin Günlerdi

Resim: Eski Konya-İnceminare
Bir yandan emperyalist istilacılara karşı savaş veren yurtseverler, bir yandan yurtseverlere köstek olmaya çalışan Ali Galip komploları ve Vahdettin’in desteklediği Anzavur, Düzce, Bolu, Çapanoğlu isyanları, iş savaşın başladığının göstergesiydi. Bunlar gelişirken meclis dağıtıldı. Damat Ferit, şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi fetvayla iç savaşı resmileştirdiler, dahi, dinselleştirilmiş, din üzerinden fetvalar verildi.

Fetvalarda, “Milli Mücadele’ye katılanları öldürmek meşru ve farz; Padişah-Halife’nin bu yöndeki buyruklarına uymak vacip, millicilerle savaşımdan kaçmak büyük günah, onları öldürenler ‘gazi’, bu uğurda ölenler ‘şehit” deniyordu.

İç savaş için “Kuva’yi İnzibatiye” (Hilafet Ordusu) adında paralı bir ordu kurudular. Hareket Konya’da yayıldı. İç savaş için İstanbul para, silah, subay, kışkırtıcı ajanlar sağlıyor ve İngilizler de bu konuda yardımlarını esirgemiyordu. Sonunda iç savaş, 23 Nisan 1920’de kurulan Büyük Millet Meçlisinin hükümeti ve onun önderi Mustafa Kemal kazandı, ülkeye tebelleş olmuş şeyhlik, ağalık, ortaçağ düzeni önderliğini sürdüren Padişah ve Halife süpürülüyordu ülkeden.  

1918-1922 yılları büyük olaylar ve ölümü hiçe sayan sağlam iradeli mücadele günleriydi. Emperyalistler Anadolu’yu pay etmişler; Türk’e yaşama hakkını yok saymışlardı. Kimilerine göre Türkler artık yoktu. Kırpılmış bir bölge Türklere ayrılmış, 14 Maddenin yaratıcısı Wilson, alaycı bir biçimde “Türkiye olmayacak”  demişti. İşte Sevr Antlaşması’nın asıl ana düşüncesi buydu.

Osmanlı Padişahı Vahdettin, öbür Osmanlı hanedanları gibi meşrutiyet yanlısı değildi. Vahdettin’in bu kirli kilit rolünden anlaşıldığı kadarıyla, tahtını fazlaca sevmesi, büyük bir arzu ile İngilizlere yanaşması, onların kanatları altında korumaya sığınması dahi, İngilizlerle işbirliği yapması, salt tahta kalabilmek için başından boynunu eğerek, İngilizlere fazla güvenmesindendi.

İşte tam bu hıyanetlik içinde ülke parçalanmışken bir dahi Atatürk, olağanüstü bir komutan ve devlet adamı olarak ortaya çıkması, Türk milleti için büyük bir talihti.  Milli Mücadelede önder olması ayrıca daha büyük bir şanstı. Kuşkusuz hain olmadıkları ama tez canlı, aceleci, düşünmeden karar veren Harbiye Nazırı Enver Paşa’da kaçmıştı.

Yunan askerleri, Batılı Emperyalistlerin kışkışıyla 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkar. Yunanlıların amacı girip çıkmak değildi, süresiz yerleşmek amacıyla gelmişlerdi. Asıl tehlike buydu. Çünkü emperyalistler geldikleri gibi giderlerdi. Yunanlılar Afyona kadar ilerledikleri yerlerdeki Türkleri tedirgin ederek, etnik katliamlara uğratarak ilerlemişlerdi. İşte zaman gelmiş, Mustafa Kemal Samsun’a çıkar 19 Mayıs 1919. Oradan başlar Milli Mücadelenin başlamasına. 

Sevr Antlaşması, 11 Mayıs 1920’de itilaf barış tasarımı olarak Paris’te Tevfik’e sunuldu. Tevfik Sevr Antlaşmasına bakıp edindiği izlenimde Türklere: “bağımsızlık kalmadığı gibi, devlette kalmıyor” diye bildirdi. Bu Sevr’e göre: Doğu Trakya, İzmir, Manisa, Ayvalık bölgesi Yunanlılara; Tirebolu, Erzincan, Gümüşhane, Muş, Bitlis Ermenilere; Ermenistan dışında Güneydoğu Anadolu Kürtler;  Mardin, Urfa, Antep, Ceyhan Suriye’ye; İstanbul boğazları, Marmara kıyıları uluslar arası “devlet” olan Boğazlar Komisyonuna kalıyordu. Osmanlı “rahat durduğu sürece” İstanbul’u başkent olarak kullanabilecekti.

Orta vadede Yunanistan’a katılması düşünülmüş olan Antalya, Silifke, Aksaray, Niğde, Akşehir, Afyon, Balıkesir, Aydın, Muğla bölgeleri İtalyan nüfus bölgeleri oluyordu. Dahi, orta vadede ihtimal, Ermenistan’a katılacak olan Mersin, Adana, Maraş, Diyarbakır, Silvan, Elazığ, Sivas, Arapkir, Tokat Fransız nüfus alanları içinde.

Osmanlı şimdilik yabancı boyunduruğunda, yabacı subayların emrinde, elinden ağır silahları alınmış, hava savunması olmayan, salt 50 bin jandarma ve yardımcı güçleri dışında 700 saray muhafızlarından ibaret bir hafif güç olacaktı. Yani ordusu olmayacaktı. Maliyesi itilaf güçlerin oluşturduğu bir komisyonun denetiminde kalacaktı. Adına “devlet” denirse maliyesi de olmayan bir kukla devlet olacaktı.

Bu Sevr Antlaşması pek çok Türkleri şoka soktu, Milli Mücadelenin yükseliş meşalesini ateşledi. Kuva-yi Milliye’ye son verilerek düzenli orduya geçildi. Sarıkamış kurtarıldı, Konya Delibaş İsyanı bastırıldı. 1. İnönü Zaferi 10 Ocak 1921’de Mustafa Kemal’in önderliğinde kazanıldı. 16 Mart 1921’de Moskova ile Barış ve Dostluk Antlaşması yapılarak, Sovyetlerle yakın ilişkiler kuruldu, para ve silah yardımları alındı.

İç isyanlar bastırılmıştı. Bu iç isyanlardan ancak Konya isyanını aşağıda ele aldık!  

Konya isyanı ve İstiklal Mahkemeleri
Ülke genelinde İstiklal Mahkemelerinin nedeni, Milli Mücadeleye karşı koyan, padişah yanlısı gerici güçlerdi. Konya İstiklal Mahkeme, bölgede çıkan isyanların başını çeken gerici zihniyetli Konya’da çıkan Delibaş Ayaklanmasıydı. Konya’da meydana çıkan bu Delibaş Ayaklanmasının soruşturulması yürütmek, ayaklanmanın çıkış nedenlerini araştırmak, meclisi aydınlatmak ve bölgede otoriteyi sağlamak amacıyla İstiklal Mahkemesi kurulmuştu. 

Konya ayaklanmasının yarattığı tehlike üzerine, Konya’da kurulan İstiklal Mahkemesi, ayaklanma davalarının ayrı bir biçimde 20 Kasım tarihinde göreve başlar ve 18 Şubat 1921 yılına kadar sürdü.

Özellikle Mustafa Kemal’in isteğiyle Ferid, Fuat ve Şevki Beylerden oluşan bir kurul, araştırmalar yapmaları için görevlendirilirler. Daha sonra 41 imzalı önergeyle 7 kişilik bir kurulun bu ayaklanma hakkında rapor hazırlanması, ayaklanmayla ilgisi olup da hatır için bırakılmış olanlarla iftiraya uğrayanların mağduriyetine sebep olanların İstiklal Mahkemesine verilmeleri istendi.  Ayaklanmadan sonra Konya’da bir harp divanı bulunması kanuna aykırı olduğu gibi, bu organların çalışmalarında da hoşlanılmıyordu. Sonunda hükümetin isteği kabul edilerek üç kişilik bir kurul gönderildi. 

Konya’da başlayan Delibaş Ayaklanması, bütün Konya’ya mal edilmemesi için derin bir araştırma yapılır, olayla ilgili topluluklar, suçlara göre, 1- Zorla ayaklanmaya katılanlar ile 2- Cahil, kandırılmış ve fikir yönünden etkisi olmayanların, yumuşak, 
3- Kişisel ve mali yönden halka etki eden ve bu yolla ayaklanmaya katılanların, Şiddetli” cezalandırılmaları uygun görüldü.

Konya’da ivedi bir biçimde 10’u aşkın harp divanı çalışmalara başlar. Konya merkezden 800 ve civarında 1500’den fazla tutuklu bulunuyordu. Yüzlerce insan, “İsyana katılmıştır” diye tutuklanıyordu. Konya hapishanelerinde yer kalmamıştı. Konya İstiklal Mahkemesi kurulana kadar, kim suçlu, kim suçsuzdu ayırt edilmiyor, birbirine karıştırılıyordu. Ayaklanmaya katılan 2000’den fazla isyancının 700 tanesi idamla cezalandırılmış, geri kalanların cezaları kürek, hapis, kal’a-bend, nefy ve teb’id cezalara çarptırılmıştı. Halk bu suçlamaları bir tür intikam olarak görüyordu.

Mahkeme, Konya’ya varışının ertesi günü yayınladığı bir bildiriyle, çalışmalarına son verdiği harp divanını elinde bulunan davaları devraldı. Daha sonra İstiklal Mahkemelerinin amacını belirten ve asker kaçaklarına af tanıyan beyannamesini yayınladı. Tebellüğ listeleri gelmeye başladı Hakkında delil olmayanların yargılanması ertelendi. Delil olanların davalarına bakılmaya başlandı. Mahkeme şiddetli davranışı uygun görmeyip yumuşak ve anlayışlı bir uygulamada bulundu. Ayaklanmaya katıldıkları sabit olmayan ve diğer suçlarla ilişkisi bulunmayanların serbest bırakılmasına, şüpheli görülenlerin ise tutuklanmasına karar verildi.

2 Ekim 1920 yılında Konya’da çıkarılmış olan ayaklanmalar, askeri ve milis güçler tarafından bastırıldı. İstiklal Mahkemelerinin çalışmalarıyla Konya ve bölgesi, Milli mücadelenin en verimli bölgesi oldu.

Bozguncu ve gerici propagandayla kandırarak, Milli Mücadeleye karşı halkı kışkırtıyordu: “Kim bunlar (Milli Mücadeleye katılanlar) birlikte Yunanlılara karşı giderse şeran kâfirdir.” Diyerek halkı kışkırtarak Kuvayi Millicilere karşı ayaklanma çıkartan isyankâr başı Delibaş ve arkadaşlarının amacı, kendilerine göre bir geçici hükümet kurmak ve hareketlerini kazalara kadar yaydıktan sonra, Afyon’a kadar işkâl eden Yunanlılarla birleşip Ankara’ya saldırmak ve İstanbul yolunu açmaktı.

1 Ekim 1920 yılından 18 Şubat 1921’e kadar şu uygulamalarda bulundu:
"Mahkemeye gelen maznun miktarı 3600
Âdem-i mesuliyet ve beraat 575
İdam 2
Müeeccelen idam 
Gıyaben idam 1
Kalebent ve kürek 105
Muhtelif cezalarla mahkûmiyet 2917

Konya İstiklal Mahkemesi, çoğunluğu ayaklanmayla ilgili olmak üzere 805 kişiyi cezalandırdı. Ceza verilmesine neden suçlar şöyle:

“Alz-ü gasp 11, Mal satmak 1, Firara teşvik 3, firar 241, Casus 24, Menfi propaganda 2i Firariyi himaye 5, Firara sebebiyet, 3, Dai-i şüphe 1, Miri mal satmak 1, Fuhşa teşvik 1, Firar ve şekavet, Dövme 1, Muhalefet 3, Hakaret 5, Rüşvet 15, Düşmana hizmet 6, Vatana ihanet 43, Hırsızlık 23, Rüşvet ve firara1, Irza tecavüz 22, Vazifeden firar 1, Hıyaneti vataniye 8, Sahtekârlık 18, Kaçakçılık 2, Vazifeyi ihmal 1, Hükümet aleyhtarı 1, Serseri 1. Kadın kaçırma 2, Vazifeyi suiistimal 9, İhtilas 1, Silah saklamak 5, Kanuna muhalif 4, Vazifeyi terk 1, İsyan 157, Silah taşımak 4, Katil 10, Yağmacı 1, İsyana iştirak 6, Şekavet 94, Düşmana yataklık 2, Yalan beyan 1, İsyan ve katil 1, Şüpheli şahıs 20, Düşmana yardım 8, Yalan ihbar 1, İşkence 4 Tahkir 3, Emre itaatsizlik 1, Yaralama 1, Katil şekavet 4, Tezvirat 10, Mahkûm kaçırma 1, Yataklık 10, Eşyayı askeriyenin ziyanına sebebiyet 2, Vapura adam kaçırma 2, Mal kaçırma 2, Fiil-i şini 2”

Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na dâhil Zeynel Abidin ve Delibaş’ın başkalarına ibret olsun diye en ağır biçimde cezalandırıldı ve sert bir biçimde idama çarptırıldılar.

Delibaş Mehmet ve Aynı Kafalılar
Dincide sonu gelmeyen propaganda “din elden gidiyor” yalanı bu ülkenin belası.
Konya bölgesinde Delibaş Mehmet adlı bir yobaz türedi. O’da bütün yobazlar gibi “Din elden gidiyor” diyerek çevresine toparladığı birçok çapulcuyu silahlandırarak milli ordulara kaşı isyan etti. Kurtuluş mücadelesi telaşı içindeki milli askerleri sırtlarından vurmaya başladılar…

3 Ekim 1920’de çete başı Delibaş yandaşları, Konya’ya da Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyelerini öldürdüler. Bunun üzerine, Ankara’dan gönderilen milli birliklere karşı koyamayıp yenilince, kaçıp Fransızlara sığındı. Daha sonra Yunan ordusunda çavuş olmuş. Eski arkadaşlarına yeniden “din elden gidiyor” diyerek milli ordulara karşı yanında toplamak amacıyla yeniden Konya’ya geri döner ama kendi adamları tarafından “yeter ulan” diyerek öldürülür…

Hain bitmez, elinde din silahı oldukça, “din elden gidiyor” diye sağa sola sallayıp dururlar. Çapanoğlu, Anzavur, Sofu Ali. Bunlar Kurtuluş Savaşına köstek olmuşlar dahi, maddi ve manevi Cumhuriyete her zaman düşmanları olmuş günümüze kadar uzanan nesilleri bırakmışlardır. 

Bu nesillere bakın Tanrı aşkına bir kere insan gözüyle! Yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet, çeteleşmek, kendileri gibi düşünmeyenlere d-saldırmak ve canlarına kastetmek bunlarda. Savunmasız oğlan çocuklara, korumasız kız çocuklarına tecavüz etmek bunlarda, her kötülüklerine bir kılıf bulmak, entrikalar üretmek bunlarda. Bunlar bu pisliklerini sorunsuz yürütebilmek için cumhuriyet ve demokratik sistemden rahatsızlar…

Bunlar Milli bayramları kutlamamak için akıl almaz yollara başvuruyorlar, entrikalar yaparak, bir bahane mutlak bularak milli bayramların özünü buduyorlar, yeri ve zamanı gelince de tamamını kaldırmak için zemin kolluyorlar.

Bayramları tamamen ortadan kaldıramadıkları için önce anlamını ve halkın gözündeki değerini, değersizleştirmek istiyorlar. Neymiş gerekçe: “son günlerde gelen şehit haberleri” imiş, o nedenler “23 Nisan resepsiyon” bölümlerini iptal ediyorlar.

Hep aynı oyun, bu milletin milli değerleri üzerinde oynatılıyor: 30 Ağustos’u, 29 Ekim’i, 19 Mayıs’ı kaç yıldır bu bahane ile yok saydılar, yok saymaya devam ediyorlar. Gerekçeler hep benzer biçimde: “Her gün şehit haberlerinin geldiği bir ortamda kutlamalar yapmanın doğru olmadığı” anlamsız gerekçeler altında yatan hain niyettir.

Bu kutlama bir devletin yeniden inşası için sembolik bir kutlamasıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi ulusal egemenliği temsilen bir araya gelmesidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde verilen resepsiyon bir anı kutlamadır ama bu öyle davullu zurnalı, halaylı göbek atmalı bir kutlama gibi düğün kutlaması değildir.

Ama bakın, her gün reklamları için zilli, davullu, zurnalı açılışlar, aynı anda göğsünden vurulup şehit düşenler varken yapılıyordu. Devletin bütün tepesi oldukça gürültülü bir havada stat açmadılar mı? Top çevirip sahada keyfilerine göre gol atmadılar mı? Dahi, şehit cenazelere her gün gelirken Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar sazlı, sözlü düğünlere katıldılar hatta şahitleri bile oldular!

Ancak Cumhuriyet ve değerlerine aykırı bir zihniyet, tamamen kaldıramadığı milli bayramları işte böyle bahanelerle ve parça parça, öyle hile ve desise ile 23 Nisan Cumhuriyet’in temelini atan ve Kurtuluş Savaşı’nın verilmesini sağlayan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluş yıldönümü gününü işlevsiz geleneksiz hale getirme kötü niyette değilse nedir acaba? Daha ileride güçlendikçe, bitleriniz kaynadıkça, zor kullanılarak fiili durum getirebilirsiniz korkusu yaygınlaşıyor zihinlerde…

Çopur Musa
Uşak civarında bölükten kaçtı. “Din elden gidiyor” diyerek çevresine bir sürü yobaz toplayarak “Kurtuluş Savaşı” verenlere köstek olduğu gibi arkadan vurdu ve düşmanla işbirliği yaptı. Ve Denizli’nin Çivril bölgesini bastığında Kuvai Milliye birlikleri ile karşılaştı, yakalanacağını anlayınca işbirliği yaptığı Yunan birliklerine sığındı. Onu Yunanistan’a götürdüler. Bir süre sonra Yunan çeteleri ile geri dönerek Ege kıyılarını basmaya başladı…

Bir gün Çopur Musa haini, Çeşme kıyılarında baktılar; sırtında iki Yunan askerinin ölüsüyle, geliyor ve onları öldürdüm diyerek affedilmesini istiyor. Hain haindir; yine de yargılanıp hapse atılıyor. Cezası bitip hapisten çıkınca hırsızlık yapmaya başlıyor. Yine bir gün hırsızlık yaparken vuruluyordu…

Hüsnü, Manisa Valisi
Halkı, “Din elden gidiyor” diye kurtuluş ordusuna karşı kışkırttı. Sonra Manisa Valisi Hüsnü dinden çıktı;  20 Haziran 1920 gecesi Yunanistan’a kaçtı… Adını değiştirdi: “Hüsnüyadis” oldu… Selman ZEBİL

Kaynaklar:
TBMMZC, c 4, s. 284-285, 395-397
Tahrir Kurucu Raporu TİTE, Arş. 17/2986, s. 1, TBMM arş. 4-14, d kayıt defter
TBMM, Arş. Konya İ.M., Karar Defteri, 4-10, b-1


TURANCI-TÜRKÇÜ-SOSYALİST ETHEM NEJAT (1881-1921)

ETHEM NEJAT (1887-1921) Annesinin adı Cavide, babasının adı Hasan'dır. Anne tarafından dedesi Ahmet Cavit Paşa, Çerkes İttihat ve Teavün...