15 Mart 2021 Pazartesi

RECEP ERDOĞAN'IN MÜSLÜMAN KARDEŞLER "İHVAN" HAYALLERİ BOŞA ÇIKTI

Hayaller budur; cumhuriyet değil, Osmanlıcılıktır
Recep Erdoğan İhvan Rüyaları, Emevi Caminde Namaz Kılacaklardı, Olmadı!

İhvan hayali rüyasına kapılıp ne demişlerdi? “Esat üç ay içinde devrilecek, Şam’daki Emevi Caminde namaz kılacağız” demişlerdi. 10 Yıl oldu, Esat devrilmedi, dimdik ayakta, 4 milyona yakın Suriyeli bizin 81 ile dağılmış, 81 ildeki camilerimizde namaz kılıyor oldular.

Recep Erdoğan’ın olması olanaksız İhvancı hayali bitti, sonunda bu hayalinin yaşama geçmeyeceğini anladı gibi geldi. Ama iş işten çoktan geçti; bir kişinin bir hayali inat uğruna bugün ağır ekonomik koşullara gelinmişse, ağır faturaları halka kesilmişse artı, üstüne üstlük birde 4 milyondan fazla Suriyeli yükünü üzerine yüklemişse, bunun tek sorumlusu Recep Erdoğan’ın inadıdır; zihninde tasarladığı tasavvurundaki hülyalı, rüyalı planlarıydı sonucun bu duruma gelmesindeki baş nedenler…

Öylesine hayallere kapıldı ki, Ortadoğu Müslüman halklarına “büyük abi” olma idi.
Mısır’da İhvancı Mursi’nin Hüsnü Mübarek’i devirerek yerine geçmesi ile Recep Erdoğan, “hayallerim gerçekleşiyor” sevdasına kapıldı. Sıranın Suriye’ye geldiğini tasavvur ediyordu. 10 yıl önce başlayan Suriye iç karışıklığına doğrundan taraf oldu, iç işlerine karıştı; 3-5 aya kalmaz Esat devrilecek, İhvan Mısır’da sonra Suriye’yi de ele geçirecekti. Suriye’den sonra Libya’ya kadar Doğu Akdeniz’den Batıya doğru (Lübnan’ı, Ürdün’ü de içine alarak) İhvan altına alınmış olacaktı…

Ne oldu? Bu arada kısa sürede Mısır’da Mursi bir darbe ile devrildi; Suriye’de 10 yıldır Esat devrilemedi, ayakta duruyor. Libya üçe bölünse de İhvan’a umulan gibi geçit verilmedi. Diğer Arap ülkeleri ve Arap körfez ülkeleri Recep Erdoğan’ın İhvancı inadını ve İhvancı niyetini anladılar, İhvan’a ve İhvancı planlı Erdoğan’a Arap dünyası karşı sert biçimde cephe aldılar lakin yine kaybeden Türkiye oldu…

Recep Erdoğan’ın Tutarsız, Duygusal Siyaseti ve Mısır ilişkileri
Recep Erdoğan hakaret etme klasiğinden biride, her cuma namazı çıkışı cami kapısı önünde gazetecilere açıklamalarda bulunmasıydı: Ayrıca bir başka klasiği “O Katil ile asla bir araya gelmem” dediği Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile “iş birliği” görüşmelerini “koşulsuz” olarak açıklamasıydı.

Recep Erdoğan, Dışişleri Bakanı Mevlit Çavuşoğlu’nun “Mısır'la diplomatik düzeyde temaslarımız başladı” sözlerini de değerlendirdi. Çavuşoğlu'nun “Mısır'la diplomatik düzeyde temaslarımız başladı” sözlerine ilişkin “Mısır ile istihbarı, diplomatik ve ekonomik olarak iş birliği sürecimiz devam ediyor" dedi.

AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Erdoğan'ın Mısır ile ilişkileri anlatırken şöyle dedi:
“Mısır'la istihbarı, diplomatik ve ekonomik olarak işbirliği sürecimiz devam ediyor. Sıkıntı söz konusu değil. Bunu en üst düzeyde değil de, bir tık altında devam ediyor. Gönlümüz ister ki Mısır’la olan bu süreci çok daha güçlü devam ettirelim. Bu istihbarı, diplomatik ve siyasi görüşmeler netice verici olduktan sonra bunu daha ileri taşırız. Mısır halkıyla Türk milletinin ayrı olması söz konusu değil. Mısır halkını Yunanistan'ın yanına yerleştirmek söz konusu değil. Olması gereken yerde görmek isteriz. Suudi Arabistan'ın Yunanistan ile ortak tatbikata girmesi bizi üzmüştür. Biz Suudi Arabistan'ı da böyle bir kararda görmek istemezdik. Bunu da görüşeceğiz, bu böyle olmamalıydı diye düşünüyoruz.” Diye konuştu.

Aynı Recep Erdoğan daha önde Abdül Fettah es-Sisi hakkında her yerde Mısır konusu geçtiğinde Sisi’ye sık sık “katil” diye en ağır hakaretlerde bulunmuştu.

Erdoğan daha önce Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi hakkında sık sık "katil" kelimesini kullanmıştı.

Bugün ne dediğini, yarın ne olacağını, ne tepki alacağının bilincinde olmadan ağzına ne geldiyse diplomatik sınırları aşan çocukça davranan Recep Erdoğan karakteri ile hep karşı karşıya kalmıştır ülke.

Önce Mısır lideri Sisi için: “Hele Mısır, sen hiç konuşamazsın. Zira sen ülkende demokrasi katili olan bir kişisin. %52 oyla seçilmiş olan bir Mursi’yi, evet mahkemede çırpınarak ölmesine sen neden oldun. Belki de operasyon yaptın ve ailesini bile defnetmesine müsaade etmedin. Sen böyle bir katilsin. Sisi birileri ile toplantı yapmış bu operasyonu kınamış Yahu kınasan ne yazar, kınamasan ne yazar.” demişti

Arkadaşlar bizim mısırla istihbarı diplomatik ve ekonomik olarak zaten işbirliği sürecimiz devam ediyor. Her hangi bir sıkıntı söz konusu değil. Bunu en üst düzeyde değil de en üst düzeyin bir tık altında devam ediyor. Tabi gönlümüz özellikle ister ki yani Mısırla olan bu süreci çok daha güçlü bir şekilde devam ettirelim. Onun içinde yapılan bu istihbarı, diplomatik bir yanda siyasi görüşmeler netice verici olduktan sonra” demez mi? Erdoğan bu der…

Dönelim Recep Erdoğan karakterine, Müslüman Kardeşler hayranlığı onun Filistin değil, Filistin’de Hamas, Mısır değil, Mısır’da Müslüman Kardeşler, Ortadoğu değil, Ortadoğu’da İhvan hareketleridir.

3 Temmuz 2013’te Mısır’da Mursi’nin devrildiğine “darbe” diyen tek lider Recep Erdoğan ve tek ülke Türkiye olmuştur.

Yine Mısır’da mahkemede kalp krizi ile ölen Mursi ölümüne “cinayet” diyen dünyada tek lider Recep Erdoğan ve tek ülke Türkiye’dir.

Bu tutumuna karşı Mısır’daki darbeciler hemen sert tepkiler verdiler: “Türkiye iç işlerimize karışıyor” açıklamaları yaptılar.

Sisi bir darbecidir, bir katildir. Demokrasiye darbe vurdu, seçilmişleri hapsetti, idam ettirdi, onlara destek veren binlerce kişiyi de katletti.

Son kurban Muhammed Mursi oldu. Bir önceki duruşmasında “sağlığım bozuk ama tedavime izin verilmiyor, hayatım tehlikede” demişti.

Ölüme terkedildi. Üstelik 2013’ten bu yana Sisi’nin zindanlarında Mursi gibi yüzlerce kişi, doğal olmayan yollarla hayatını kaybetti, birçoğu işkenceden can vermişti. Mursi de onlardan biriydi.” Dedi.

Dünyada tek ülke lideri bu sözleri söylüyordu Sisi için. Bu sözlerin yarın, en ağır bir biçimde yalanacağını, yutulacağını öngörüsü olmayanlar alkışlıyordu.

Recep Erdoğan’a bu sözleri için Mısır’dan tepkiler geliyordu. Çünkü hedefinde Sisi vardı, sürekli suçluyor ve diline ne geldiyse hakaret içerikli sözler söyleyen tek lider Recep Erdoğan ve tek ülke Türkiye idi.

Recep Erdoğancı yandaş basın bir taraftan Recep Erdoğan’ın bakışını alkışlıyordu. Erdoğan’ın Mursi ölümüne “şehit” diyorlar, köşelerinde incili biçili yazılar düzüyorlardı

Hüsnü Mübarek’e darbe yaparak 2012’de çok az katılımla kazandığı seçimi kazanmıştı. Sisi’nin yaptığına “darbe” ise darbe olarak algılıyorlardır.

Bağlantı, bağlılık, Mursi’nin yetiştiği ve gittiği yol “Müslüman Kardeşler” örgütüne yoluydu. Temeli 1927 yılında, Türkiye’de laiklik maddesinin getirilmesine karşı bir tür tepki olarak Mısırda kurulmuştu. Ortadoğu’da bir tür silahsız terör örgütü idi…

BM’de Recep Erdoğan’a Ayrılan Masa Boş Kalır
BM Genel Kurulda yaptığı konuşmanın ardından liderlerin bulunduğu salona doğru giden Recep Erdoğan, ABD Başkanı Donald Trump'ın masasında Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah Sisi'yi görünce yemeğe katılmaktan vazgeçti. Masaya oturmayan Cumhurbaşkanı Erdoğan için ayrılan sandalyenin boş kalması dikkatleri çekti...

Recep Erdoğan, BM’de ABD Başkanı Trump’ın masasında Mısır'ın darbeci lideri Sisi’yi görünce salona girmedi. Sisi, o masadaydı ve Erdoğan onun olduğu salondan çıkmıştı. Masada BM Genel Sekreteri Guterres, Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Polonya Cumhurbaşkanı Andrzej Duda da Sisi ile yer alıyordu.

Daha Önce 2014’te Yine Masaya Sisi Var Diye Oturmamıştı
Recep Erdoğan, 2014’de BM Eski Genel Sekreteri Ban Ki-Moon'un verdiği yemeğe, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile aynı masada olmayı reddettiği için katılmamıştı.

Recep Erdoğan, Mart ayında düzenlenen “Uluslararası İyilik Ödülleri” programındaMısır lideri Abdulfettah Sisi ile kendisini barıştırmak isteyen liderlerin olduğunu belirtmiş, "Halkın yüzde 52 oyunu almış olan Mursi'yi ve arkadaşlarını mahkum eden bir anti demokratla karşı karşıya gelmem, onunla aynı masaya oturmam" demişti.

25 Şubat 2019’da, bu sözleri Mısır’dan sert bir yanıt, Mısır Dışişleri Bakanı Samih Şükri’den gelir. Recep Erdoğan’ın Sisi ile ilgili sözlerine Mısır’da yayın yapan MBC kanalına telefonla bağlanan şöyle der: “Bu tip üsluplardan kaçınıyoruz. Bu seviyeye inmeyeceğiz. Bu tür açıklamalara cevap verecek vaktimiz yok. Çok meşgulüz” diye yanıtını verdi.

Recep Erdoğan'dan Sisi ile ilgili olarak: “Böyle biriyle asla görüşmem, onunla bir masaya oturmam” demişti

23 Haziran 2019, İstanbul seçimi kapsamında Sancaktepe Belediye Binası önünde düzenlenen toplu açılış töreninde, alıp eline mikrofonu sahneye çıkıp konuşan Recep Erdoğan: “Pazar günü Sisi mi diyeceğiz, Binali Yıldırım mı? Mesele bu kadar önemli, Erdoğan’ın akıbetini Mursi’nin akıbetine benzetenler, Sisi zihniyetidir. İşte onun için çok çalışmamız lazım. Biz, bunlardan korkmuyoruz. Biz, kefenimizi giyerek zaten bu yola çıktık. Böyle de yürüyeceğiz. Onun için kefenimizi giyerek bu yola çıkanlara korku asla, asla, asla yakışmaz.” dedi.

Ekrem İmamoğlu bu sözlerine ise: “Keşke Sn Cumhurbaşkanı çok da sahada olmasa Türkiye’nin önemli sorunlarıyla ilgilenmeye devam etseler” diye yanıt verdi.

2013'te bir darbeyle Muhammed Mursi'yi devirmesi ile başlayan Recep Erdoğan’ın kişisel duygusallığı doğrultusunda Türkiye’nin Sisi’ye sert tutumu 8 yıl sürdü. Sonuç; nerdeyse sıfırlanan Türkiye-Mısır diplomatik ilişkiler artık Recep Erdoğan'ın yıllardır sürdürdüğü darbeci Sisi söylemleri verdiği büyük zararların anlaşılması ile yerini “Kardeşim Sisi” alıyor.

Devrik Lider Mursi’yi Anımsatan “Rabia işareti” Şimdi Ne Olacak?
Mısır mahkemesinde idamla yargılanan Mursi, 2019'da mahkeme salonunda kalp krizi geçirerek yaşamını kaybetmiştir. Bunun nedeni olan kişi olarak Sisi’yi gören Recep Erdoğan, her fırsatta Rabia işaretini kullanmış, AKP'nin sembolü haline getirmişti. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Mısır ile diplomatik düzeyde temasların başladığını açıkladı.

Anadolu Ajansı ve TRT'ye açıklamalarda bulunan Çavuşoğlu, "Mısır ile hem istihbarat düzeyinde hem de dışişleri bakanlıkları düzeyinde temaslarımız var. Diplomatik düzeyde temaslarımız başladı" diye haber yaptılar. Çavuşoğlu'na göre: "Mısırlılardan herhangi bir ön koşul gelmedi. Türkiye'den de herhangi bir ön koşul şu anda gitmedi." Dedi.

Yıllarca Mısır'la Düşman Ol, Şimdi de Dost Eli Uzat
Yıllardır Rabia işaretini Sisi'ye karşı direnişin sembolü olarak kullan, kendi ülkendeki dindar, dinci kesimlerin dini söylemlerle suyunu ala, bunun üzerinden prim yap, içte bir süre yaralan sonra bir yere kadar varan işte yolun sonu olduğu önüne çıkınca da pilin bittiğini anla ve sığın şimdi “Katil” Sisi’ye. Hem de önkoşulsuz görüşmeler yapar duruma geldiğini açıkla meydanlarda. Bu devlet adamlığıyla ilişkili değil, ancak kendi kibri duygusallığı sonucu önce kibrinin esiri ol sonra işler ters tepince yenilgini kabul et ama faturayı bu halka kes oldu mu? Yani “önkoşulsuz” demek, şimdiye kadar yaptığın Sisi’ye hakaretleri yutmak demektir, haksızlık yaptım demektir. Bu bir yenilgin demektir. 8 yıldır kin ve nefretin boşuna yapılmış, zararı bu halka kesilmiş fatura demektir. Bu bir kaldırılmaz yenilgidir. Karşıya hiçbir şey kabul ettirmeden “önkoşulsuz” el uzatmak, şimdiye kadar yaptıklarının hatalarını kabul etmek zorunda kalmaktır…

Ortadoğu’ya “abi olacağım” Müslüman Kardeşleri arkama alacağım rüyasından uyanmak demektir. Recep Erdoğan’ın 19 yıllık rüya âlemi bu ülkeyi batırdı. 19 yıl boyunca kandırdım sandığı toplumları kandıramadığı anladı; bütün hayaller suya düştü. Arap Baharı eylemleri ile çok heyecanlanıp umuda kapılmıştı, kendisi BOP Eşbaşkanlığı olarak Ortadoğu’da “büyük abi”, “baş yüce” olarak kucaklayacaklar sanmıştı. Bu hayallerle dünyayı kandırmaya çalıştı, hiçbir yerde ne güveni kaldı ne de destekçisi. Yalınız kaldı, ülkeyi de yalnızlaştırdı.

Sinsi bir biçimde Müslüman Kardeşler Ortadoğu'da yayılmaya başladı, bu örgüt baktılar ileri gidiyor dağıtıldılar; darmadağın edildiler. AKP'nin bütün umudu Ortadoğu’da onlara bağlıydı. Daha doğrusu, Ortadoğu’nun Recep Erdoğan desteğinde dinci-Şeriatçı sisteme Müslüman Kardeşler ile birlikte geçmesi, sonrası ise Türkiye’yi bu eksene çekmekti. Bu kurnazlığı Batılılar anladılar; Arap dünyası da anladı ve Türkiye’ye karşı cephe oluşturmaya başladılar. Şu anda ne Arap dünyası Recep Erdoğan’a güveniyor, ne de Batı dünyası. Yani güven duyulmayan, sonradan ne yaparsa yapsın, itibarı olmayan biri olarak yalnızlaştırıldı, ülkeyi de yalnızlaştırdı, dünyadan koparttı nerdeyse…

O kadar Arap dünyasından ise bir tek Katara kaldı dost olarak. Gerçi Katar’da en kısa sürede terk edenlerden olması yakındır d-sanırsam. Çünkü diğer Arap ülkeleri ile işleri bozulan Katar, yeniden Arap kardeşleri ile dostluk işlerini düzeltmek peşinde. Böylece Katar ilişkileri de kapanması an sorunu.

Atatürk demişti, karışmayın Arapların aralarındaki didişmelere. Bundan ibret almadılar, Müslüman Kardeşler hikâyeleri ile beyinleri yıkanmıştı bir kere, Ortadoğu büyük heyecan veriyordu, maceracı hayalperestlikle, işin içinde birde mezhepçi tavırla Ortadoğu’da hatalı dış politika ile Recep Erdoğan büyük yatırımlar yaparak yanlışı oynadı; kaybeden ülke oldu.

Yetti gayri, 2002'de iktidarı ele geçirip, aralıksız elinde 19 yıldır tutan AKP'nin gizli, bazen yüzeye çıkan hayalleri içinde Ortadoğu’ya “büyük koruyucu abi” olmak isteyen, mezhepçi siyaseti ile Ortadoğu'nun bağrına çöreklenmek istemişti. Bu hayal 19 yıl sürdü, gerçek niyeti anlaşılınca Ortadoğu uyandı, en büyük tepkiyi Arap dünyası verdi; umduğunu bulamadı, hayallerinde, hatalarının faturası Türk halkına ödettirmekte kaldı artı ülkeyi yalnızlığa sıkıştırıldı…

Mevlit Çavuşoğlu diyor ki: “Mısır, BAE ve Suudi Arabistan ile ilişkilerimizin düzelmemesi için sebep yok” Şimdi Mısır’da “Diktatör” dedikleri Sisi aynı sisi; diktatör ise değişmiş falan değil, aynı Sisi. Yani değişen, Recep Erdoğan ve iktidarıdır. Dün hakaretler yağdırdığına bu gün övgüler yağdıranlarda kendileridir. Olan Türkiye’ye oldu, bu Recep Erdoğan’ının kendi duygusal ilişkilerinden Türkiye’nin hiç bir çıkarı olmadığı gibi, çok zararları oldu.

Meydanlarda yıllarca halka, Rabia işareti yapma siyaseti ile Mısır’ı ve yönetimini Herkes kabile siyaseti gibi devlet yönettiler.

Türkiye Mısır İlişkileri Bozuluyor
Türkiye, seçilmiş cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi 3 Temmuz 2013'teki askeri müdahaleyle devirerek iktidarı ele geçiren Sisi yönetimini tecrit politikası izliyordu.

Türk hükümeti, Sisi’nin gerçekleştirdiği darbeye tepki gösterince Mısır, dönemin Kahire Büyükelçisi Hüseyin Avni Botsalı’yı “persona non grata” (istenmeyen adam) ilan etmiş, iki ülkenin diplomatik ilişkileri maslahatgüzar seviyesine inmişti. O tarihten bu yana Sisi'yi sert dille eleştiren Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz Temmuz ayında CNN International’a verdiği röportajda Sisi’yi “tiran” olarak nitelemiş, bu açıklama üzerine Mısır, Türkiye’nin Kahire Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Alper Bosuter’i bakanlığa çağırmıştı.

Suudi Arabistan ziyareti öncesi Atatürk Havalimanı’nda basın toplantısı düzenleyen Recep Erdoğan’a “Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile görüşüp görüşmeyeceği” sorulur. Yanıtı aynen şöyle: “Şaka yapıyorsun herhalde. Böyle bir şey arkadaşlar söz konusu değil. Bizim gündemimizde böyle bir şey asla söz konusu değil. Böyle bir şeyin olabilmesi için çok ciddi bir defa olumlu istikamette adımların atılabilmesi lazım" yanıtını verdi.

Recep Erdoğan şöyle diyordu: “Ailesi vasiyetinin yerine getirilmesini istiyor, ailesine naaşını vermiyorlar. Sisi denilen kişi Mısır’da böyle bir yöneticidir ve bir zalimdir." dedi.

Ortadoğu’ya “Abi Olma” Niyeti Açığa Çıkıyor Sözleri
Recep Erdoğan; "Libyalı, Yemenli, Mısırlı kardeşlerimizin sıkıntısı da bizim sıkıntımızdır" diyen şöyle sürdürüyor: “Sudan'dan Endonezya'ya, Orta Asya'dan Afrika'ya, Uzak Doğu'dan Avrupa'ya uzanan çok geniş bir bölge ile kökü yüzyıllar öncesine giden derin insani ve kültürel bağlarımız var. Daha bir kaç asır öncesine kadar Osmanlı'nın idaresi altındaki topraklarda bugün 45 ülke, etki altındaki coğrafyanın tamamını göz önüne aldığımızda 64 farklı devlet mevcut. Bunların çoğunda soydaşlarımız, kardeş ve akraba topluluklarımız bulunuyor. Ayrıca 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa başta olmak üzere, çeşitli ülkelere giden vatandaşlarımız da ciddi bir yekûn oluşturuyor.

Bugün yalnızca Avrupa ülkelerinde 5,5 milyon civarında Türkiye kökenli kardeşimiz hayatlarını sürdürüyor. Dolayısıyla bizim ne Avrupa'daki ne Kuzey Afrika'daki ne de Kafkasya, Balkanlar, Orta Asya'daki gelişmelere bigâne kalmamız mümkün değil. Hatta bunu Latin Amerika'ya kadar da sürdürebiliriz. Oralarda bile Türkiye'den oralara göç eden vatandaşlarımızın olduğunu biliriz. Libyalı, Yemenli, Mısırlı kardeşlerimizin sıkıntısı da bizim sıkıntımızdır.

Orta Asya'daki soydaşlarımızın dertleri, bizim de derdimizdir. Buradaki sorunlarla ilgilenirken asla yayılmacı, müdahaleci bir anlayış içinde değiliz. Çünkü bizim, hiç kimsenin, hiçbir ülkenin toprağında, egemenliğinde, içişlerinde gözümüz yok. Biz, öncelikle kendi milli güvenliğimizi, kendi vatandaşlarımızın can ve mal emniyetini sağlama almaya, ardından da bölgemizin ve gönül coğrafyamızın istikrar, huzur ve iç barışına katkı sunmaya çalışıyoruz."

Son 8 yılda 1 milyon insanın canına mal olan Suriye'deki zulme, bu hassasiyetle çözüm yolları aradıklarını aktaran Erdoğan, Libya'daki krizi, Yemen'deki çatışmaları, Somali'deki istikrarsızlığı, Filistinli kardeşlerimizin çilesini sonlandırmak için bu anlayışla mücadele ettiklerini, ilk kıble Kudüs-ü Şerif'in hakkını da bunun için savunduklarını söyledi.

Batı'da yükselen İslam düşmanlığına, mülteci karşıtlığına, gün geçtikçe veba gibi yayılan Neonazi terörüne bunun için dikkati çektiklerini dile getiren Erdoğan, terör örgütleriyle ilgili sergilenen çifte standarda bunun için karşı çıktıklarını ifade etti.

Muhammed Mursi'nin ölümüyle bir kez daha Mısır'daki gelişmelere tepki gösteren Recep Erdoğan şunları söyledi: “Bizlere hak, hukuk, özgürlük dersleri verenler Mısır halkının özgür iradesiyle yüzde 52 oyla seçtiği cumhurbaşkanının, darbe mahkemelerinde ölümüne sessiz kalsa da biz, sessiz kalamayız. Merhum Cemal Kaşıkçı cinayetinin unutulmasına nasıl rıza göstermemişsek Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin dramının da birileri tarafından unutturulmasına asla izin vermeyeceğiz. Uluslararası hukukun verdiği imkânları sonuna kadar kullanarak, meselenin aydınlığa kavuşturulması için mücadele edeceğiz.” Diyordu.
Selman ZEBİL 15 mart 2021


9 Mart 2021 Salı

BEYŞEHİR GÖLÜ BATI KIYISINDAKİ KUBAT-ABAT SARAY'NIN KISA TARİHÇESİ

Beyşehir Gölü Batı Kıyısı ve Nişabur Kentiyle (1) Kıyaslanması

Foto: Selman Zebil, Beyşehir Gölünde bir ada 1987
Çok yaşa Nişabur! Eğer yeryüzünde cennet varsa orası sensin, Eğer sen cennet, cennet  değilsen, yeryüzünde cennet yok demektir.(2)

Alâeddin Ata Melik Cüveyni’nin 1260 yılında yazdığı “Tarih-i Cihan Güşa” adlı yapıtında: “Eğer gökyüzüyle karşılaştırıp şehirleri yıldızların yerine koysak, Nişabur yıldızların arasında parlak Zühre yıldızının yerini tutar. Eğer onu insan organlarının birinin yerine koymak
istersek, hiç şüphesiz gözün yerine koyarız. İnsan Merv-i (3), Bağdat’ı ve Küfe’yi ne yapsın? Nişabur dünyada insanın gözünün bebeği gibidir” der. 

Foto: Selman Zebil, Beyşehir gölünde ve ada 1987
Şöyle sürdürür: “Çok yaşa Nişabur! Eğer yeryüzünde cennet varsa orası sensin. Eğer sen cennet değilsen, yeryüzünde cennet yok demektir.” Şiirimsi bu sözlerin benzerini Alâeddin Keykubat, Alanya dönüşü Beyşehir Gölü kıyısına ulaştığında gördüğü güzelliğe hayran kalarak, burasının İran kenti Nişabur için söylenen sözlerin benzerini söyler. Bu sözleri, Antalya’dan Konya’ya dönüşünde, yol üzerine düşen Beyşehir Gölünün alüvyondan oluşan güney-batı kıyılarına hayran kalır ve şöyle der: “Cennet burası değilse neresidir” der ve buraya hayran kaldığını bu sözleri ile dile getirir. Hayran kaldığı için de burada nasıl bir yazlık saray yapılabileceğini tasarlar, ilgili yerlere bu gölün kıyısına bir saray yapımı için emreder. Bizzat nasıl bir saray yapılacağını da kendisi planlar ve yapıya dair oldukça genel bilgiler bile verir. Sonuç olarak cennet gibi olan bu yöreye Kubadabad Sarayı yapılmış olur.

Foto: Selman Zebil, Beyşehir gölünde günbatımı 1986
Kaynaklar:
(1) Yukardaki şiirlerin, “Saalibi’nin Tetimetü’l-Yetimmesi”nde Ebu’l-Hasan Muhammed b. İsa el-Karacı’nın olduğu söylenir

(2) Alaettin Ata Melik Cüveyni, “Tarih-i Cihan Güşa”, cv. Mürsel Öztürk, 2013, TTK, c.1 s.177

(3) Yukardaki bu şiirlerin, “Saalibi’nin Tetimetü’l-Yetimmesi”nde Ebu’l-Hasan Muhammed b. İsa el-Karacı’nın olduğu söylenir.
.   

7 Mart 2021 Pazar

BEYŞEHİR TARİHİ ve EŞREFOĞLU BEYLİĞİ


BEYŞEHİR GÖLÜ KIYISINDAKİ KUBADABAD

Kubadabat Sarayı çinileri 
Antik dönemde adının Lykaonia olan Konya’nın güneyine düşen, yine antik adı Pisidia adıyla bilinen bölgeden alan üç Pisidia gölünün en büyüğü olan Beyşehir Gölünün güney kıyısında bulunan yer. Bir adı Dipoyraz Dağı olan 2992 metre yüksekliğindeki Anamas Dagı’nı dibine düşen bu yeri görüp beğenen Selçuklu Sultanı 1. Alâeddin Keykubad, Konya’nın yaz sıcağından kaçıp dinlenmek amaçlı 1235’te yaptırmıştır. Ancak Konyayı Beyşehir'e bağlayan bu yazlık Kubadabad sarayın keyfini çıkartmadan Alâeddin Keykubat bir yıl sonra ölmüştür Anadolu Selçuklu hanedanlık yazlık sarayıdır. Anadolu Selçuklu hanedanları içinde en etkili Alâeddin Keykubad olmuştur. Fars kökenli Selçuklu tarihçisi İbn Bibi yazılarına göre Alâeddin Keykubad’ın Beyşehir Gölü güney-batı kıyısında, Anamas Dağları eteğinde, Gölyaka Köyüne 3 kilometre uzaklıkta M.S.1236’da inşa edilen Kubadabad Sarayından söz eder.

Foto Selman Zebil: Beyşehit Gölü
Antalya’dan Konya’ya dönüşünde, yol üzerine düşen Beyşehir Gölünün alüvyondan oluşan güney-batı kıyılarına hayran kalır. “Cennet burası değilse neresidir” der. Burayı nasıl beğendiğini, burada nasıl bir yazlık saray yapılabileceğini tasarlar ve ilgili yerlere bu gölün kıyısına bir saray yapımı için emreder. Bizzat nasıl bir saray yapılacağını da kendisi planlar ve yapıya dair oldukça genel bilgiler bile verir. Sonuç olarak cennet gibi olan bu yere Kubadabad Sarayı yapılmış olur.

Hatta Amasya-Babailer isyanında (1240) Selçuklu Sultanı 2. Keyhüsrev zor anlar yaşar, Konya sarayından gizlice kaçarak Beyşehir Gölü kıyısındaki bu sarayda saklanır bir müddet.

İbn Bibi yazılarında anlatımlarına göre: “Buhayre-i Gurgurum” denilen bu yerin neresi olduğunu ve dahi bahsettiği “Gurgurum” denilen vilayetin neresi olduğu hakkında bir işareti bilgiyle tarif edilmemişti. İş böyle olunca, uzun zaman bu sarayın yeri ve adı terk edilmişlikten bilinmeden kaybolur gider ta ki 1940’lı yıllara Zeki Oral’ın bu yeri bulup alana çıkrana kadar.

Kubadabat Selçuklu Sarayında bulunan seramikler
O zamanın Konya Müze müdürü M. Zeki Oral’ın Kubadabad Sarayının ören yerini bulup alana çıkarmasıyla 1949 yılında Konya Anıtlar Dergisindeki yazdığı bir makaleyle alana çıkmıştır. Kubadabad Sarayı kalıntıları hakkında araştırmalar sürdürülür ve sondaj çalışmaları yapılır, bulgular ve tarihin alana çımasıyla Türk-tarih bilimine zenginlik katışı Belleten dergisinde makaleler halinde yayımlanır.

Kazılar ve yüzey araştırmalarından anlaşıldığına kadarıyla Beyşehir ve yöresi, yerleşim alanı olarak İ.Ö.6000 ile 7000 yıllara kadar uzanan bir tarihe sahip olduğu bilinmektedir. Yörede iz bırakan Hititler, Frigya, Lidya devletleri üzerine Romalılar, daha sonra Selçuklular eline geçmiştir. Hititlerden sonra en verimli çağını Eşrefoğlu Beyliği döneminde olur.

Eşrefoğulları Beyliği yıkıldıktan sonra Hamitoğullarının eline geçer Beyşehir. Karamanoğullarını eline geçiren Fatih Sultan Mehmet tarafından Beyşehir de Osmanlı topraklarına dâhil edilir.

Anadolu Beyliklerinin Yükselişi ve Eşrefoğlu Beyliği
Anadolu Selçuklular Devletinin çöküşü ile Anadolu Türkmen Beyliklerinin yükselişi başlar. Genellikle kurucularının adı ile anılan bu beyliklerin bazıları uzun ömürlü olup 15. Yüzyıla kadar varlıklarını sürdürürken, bazıları çok değerli, kalıcı eserler bırakarak kısa sürede tarih sahnesinden çekilirler.

Karamanoğulları Beyliği, Menteşoğulları Beyliği, Dulkadiroğulları Beyliği, Karasi Beyliği, Aydınoğulları Beyliği, Eretna Beyliği, Germiyanoğulları Beyliği, Hamitoğulları Beyliği, İsfendiyaroğulları Beyliği (Candaroğulları) Ramazanoğulları Beyliği, Tekeoğulları Beyliği, Saruhanlılar Beyliği, Eşrefoğulları Beyliği ve Osmanlılar Beyliği olarak Anadoluda varlıklarını sürdürdüler.

Bu adı geçen beyliklerden en eskisi, en güçlüsü olan Karaman Beyliği, Karaman Bey tarafından 1. Alaeddin Keykubad döneminde kurulmuştur.

Eşrefoğulları Beyliği (1280-1326)
John Freely, “At Üstünde Fırtına, Anadolu Selçukluları” adlı kitabında: “Muhtemelen Türkler ve Kürtlerden oluşan Eşrefoğlu aşireti, Karamanoğullarına zor zamanlarda iki kere yardım etmişti. Yine Konya’yı işkâl ettiklerinde Eşrefoğulları ile Menteşoğulları, Karamanoğulları’nın yardımıyla Konya’ya saldırıp kenti ele geçirmişlerdi. Fakat 1311 işkâlından sonra hakkı olan ganimet alamadığını düşünen Eşrefoğulları aşireti, Karamanoğulları ile olan bağlarını kopardı. Sonuç olarak Eşrefoğulları Batıya, Beyleri Süleymanoğlu Eşref’in şehir kapılarındaki kitabelerden öğrendiğimize göre 1290’larda işkal etmiş olduğu Beyşehir civarındaki bölgeye doğru hareket etti. Süleyman’ın oğlu Mübarizüddin Mehmet, Akşehir’i ve Bolvadin’i de alarak Eşrefoğlarının topraklarını genişletti.” Diye geçer.

Anadolu Beylikleri içerisinde en kısa ömürlü olanıdır Eşrefoğlu Beyliği. Selçuklu Sultanı 3. Gıyaseddin Keyhüsrev (1264 ile 1283) hüküm sürdüğü zamana denk gelen, Selçuklu sınırlarının batısına düşen bölge olan Beyşehir yakınlarında bulunan Gorgurum adlı yerde Seyfeddin Süleyman Bey tarafından 13. Yüzyıl ikinci yarısında kurulmuştur. Kısa bir dönem, 40 yıl ömürlü olmuş ama müthiş, en kapsamlı ve en değerli eserleri günümüze kadar gelmiş Anadolu beyliklerinden biri olmuştur.

Geçiş dönemi yaşayan Anadolu’da pek çok Türk Beylikleri kurulmuştur. Bu beylikler arasında birbirlerinin işine karışmama esası üzerine oturulmuştur. Çobanoğlu Timurtaş, Türk beyliklerini kendi idaresi altında birleştirmişti. Doğrusu, insanın aklına düşen, Kürtler bu bölgede çok eskilerden (Türklerden önce) var olduklarını iddia edeler ama Anadolu’da yaşanan geçiş döneminde her Türk aile kendi adına bir beylik kurarlarken neden Kürtler bu fırsattan yaralanıp bir beylik bile kuramadılar?

Eşrefoğlu Beyliği Beyşehir’de
İlk önceleri Gorgurum (Gökçimen) adlı yerde kurulan Eşrefoğlu Beyliği, daha sonra 1288 yılında Süleyman Bey Beyşehir’e yerleşerek pek çok bayındır haline getirterek kalıcı eserleri tarihe kazandırdı. Bu eserlerin başında, Eşrefoğlu Süleyman Bey (1297-1299) tarafından yaptırılan, ahşap ve seramiklerle süslenmiş en özgün mimarisiyle en önemli eser olan Eşerefoğlu Camiidir. Selçuklu mimarisinin bir başka eşi olmayan bu ahşap, değerli kâgir yapılı Eşrefoğlu Camii başyapıt olmaktadır.

1301-2 yılında ölen Süleyman Bey’in yerine oğlu Mübareziddün Mehmet Bey geçti. Mübarizüddin Mehmet Bey Beyliğin alanlarını Akşehir ve Bolvadin’e doğru genişletti. Mehmet Bey’in Moğolların (İlhanlılar) Anadolu Valisi Emir Çoban’a tabiiyet sunan Türkmen Beylikleri içerisinde yer aldığı bilinir.

1320 yılına gelindiğinde yaşamını kaybeden Mübarizüddin Mehmet Bey’in yerine oğlu 2. Süleyman, Eşrefoğlu Bey’i oldu. Lakin 2. Süleyman dönemi uzun sürmez. Beyşehir’e girerek ele geçiren Moğollardan Vali Timurtaş’ın önünden atıyla birlikte Beyşehir Gölü içine doğru kaçar. Arkasından atıla hızlıca yaklaşan Timurtaş, Süleyman Bey’i gölün içinde 1326 yılında boğarak öldürülmesiyle sonlandırıldı. Böylece, 40 yıla yakın süren kısa ömründe Eşrefoğlu Beyliği ancak yerel bir idari yapılanma olarak tarihte yerini almıştır.

Beyşehir Yöresine Yerleşen Kürtler
Hasan Öztürk, “Kurucuova Tarihi” adlı araştırmasında bölgedeki yerleşim yerlerinden söz eder. 1466 yılında bölgede; Orta Anadolu’da Kürtlerin ilk yerleştiği yerlerin Isparta’nın Şarkîkaraağaç’a bağlı Kürtler Köyü olduğunu yazar. Osmanlı belgelerinde 1584 nüfuz ve yerleşim yerleri belirtilmiş, Kürtler köyü 1920 tarihine kadar Konya’nın Beyşehir ilçesine bağlı bir yerleşim yeri olarak kalmıştır.

Beyşehir Sancağına ait 1466 tarihli Müsellim Defterinde Yenişehir Nahiyesi’nin kimi köylerinin Yörük olduğu yazılmıştır Bu belgede kimi köylerin Yörük olduğunu dile getirirken Yenişehir (Şarköy) Kürtler ve Muma köylerinden gayri köyleri kastetmektedir. Bu köyler; Bademli, Kurucuova, Yenice, İsrailliler, Küre ve Hoyran köyleridir.

Beyşehir ve çevresinde Etiler; Etiler, Lidyalılar, Frigyalılar, İyonlar, Makedonyalılar, Persler, Selefkoslar, Romalılar, Araplar, Selçuklular, Eşrefoğulları, Hamitoğulları, Germiyanoğulları, Karamanoğulları ve sonunda Osmanlılar hakim olmuşlardır.

Bir Başka Kaynakta Timurtaş ve Eşrefoğlu Beyliği
Eşrefoğlu Beyliği: Bu beylik Diyar-ı Rum’un kuzeyindeydi. Batısında Dündar Oğulları’nın, doğusunda Karaman Oğulları’nın, Kuzeyinde ise Cengizlilerin toprakları uzanıyordu. Bağımsızdı ve Başkenti Beyşehir’dir. Yetmiş bin kadar atlı savaşçı çıkarabilirdi. Ülkesinde 65 şehir ve 505 köy vardı. Timurtaş bu memleketi ele geçirince beyini yakalayarak, taşaklarını kestirip boynuna astırdıktan sonra halk arasında teşhir ederek öldürttü” diye anlatılır.

Dahi bir başka kaynakta ise: 1320 yılında Mehmet Bey yaşamını kaybetmesi üzerine yerine oğlu 2. Süleyman geçer, Eşrefoğlu Bey’i olur. Fakat onun beyliği fazla sürmez. Beyşehir’i ele geçiren İlhanlı Valisi Timurtaş tarafından 1326 yılında göle atılmak suretiyle öldürülerek beyliğe son verilmiştir.

AHMET EFLAKİ (M.S.1300-1330) 
Ariflerin Menkıbeleri yapıtında Beyşehir
İbn Bibi’den fazla uzun olmayan devirde Mevlevi olan Ahmet Eflaki Eşrefoğlu Beyliği hakkında yazdığı: “Beylerbeyi Eşrefoğlu Mubarizüddin Çelebi Mehmet Bey, Çelebi (Mevlana’nın oğlu) hazretlerini Beyşehir’de misafirliğe davet etmiştir. Çelebiye karşı hadden aşırı niyaz ve itikat göstererek türlü hizmetlerde bulundu ve oğlu Süleyman şah’ı saraydan çağırıp tam bir itikatla Çelebi’nin hizmetine verdi, ona mürit yaptı. Süleyman Şah’ın beline bulunmaz bir kemer bağlayıp bırakıverdiler.

Çelebi Mehmet Bey, baş koyup ‘bu çocuğun sonu ne olacak’ diye sordu. Çelebi: ‘Sizden sonra bu vilayet bu çocuğun elinde harap olacak ve topluluk onun ayakları altında dağılıp gidecek ve onu bu göle (Beyşehir Gölü) atıp yok edecekler’ buyurdu.

Ve hakikaten o çocuk, Çelebi’nin buyurduğu gibi oldu. Timurtaş devleti zamanında Beyşehir’i fethetti. Memleketi yağma ettiler ve birkaç gün sonra Süleyman Şah’ı oradaki göle attılar, memleket tamamıyla harap oldu” der. Ahmet Eflaki, “Menkıbe-i Arif-i” 1954 Ankara Basım 2. cilt sayfa 390.

Eşefoğlu Beylğinin öyle pek büyük bir eylemi olmayan, salt bir idari yapıya sahip olarak tarihe geçmişlerdir. Yalınız 1280 yıllarında Eşrefoğlu Süleyman Bey ve Karamanoğulları ile birlikte Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Keyhüsrev’e taraftar olmuşlar, Konya Selçuklu yönetiminde önemli roller almışlardı.

1284 yılında Moğollar tarafından katledilen 3. Gıyaseddin Keyhüsrev’in annesi Valide Sultan, Keyhüsrev’in sadık bendeleri olan Eşrefoğulları ve Karamanoğullarından torunlarının tahta çıkmaları sağlayacaklarına inanan düşünen Valide Sultan, oğlu 3. Gıyasettin’in ölümüyle Kayseri’de tahta çıkmasına karşı çıkarak, Moğolların izniyle Konya’da torunlarının tahta çıkmasını istedi.

Olaylar istenildiği gibi gitmez. Torunlarının naipliğine getirdiği Eşrefoğlu Süleyman Bey, Sultan Mesud’un Konya’ya sevk ettiği Has Balaban komutasındaki Selçuklu ordularından çekinerek Gorgoruma geri çekildi. Yalınızca yedi ay süren çocuk hükümdarların naipliğinin ardından Moğol güdümündeki Selçuklulara karşı Karaman Oğulları ile birlikte küçük çaplı bir direniş sergilese de, siyasi çıkarını Sultan Mesud’a tabii olmak ta görerek yön değiştirerek itaatini sundu.

Eşerefoğlu Beyliğinin Yıkılışı
Moğollardan Çupan, Olçaytu’nun 1313 yılındaki ölümünden sonra, Anadolu’daki Moğol yönetimini devralmak için geri döndü ve yönetimi oğlu Timurtaş’a devredecek kadar kaldı. 1321’de Timurtaş ayaklandı ve Mehdi olduğunu iddia ederek Anadolu’da kendi devletini kurmak istedi. Bu ayaklanmayı bastırmak üzere Çupan görevlendirildi ve bu görevini yerine getirdi. Fakat oğlunun bu ayaklanmasını bağışlayarak, oğlunun suç ortaklarını öldürttü.

Çapan, oğlunu İlhan Ebu Said’e götürdü; İlhan, Timurtaş’ı bağışlayıp tekrar onu Anadolu’nun Moğol Valisi tayin etti. Çapan’ın 1326’da ölümünden sonra Timurtaş yeniden ayaklandı. Beyşehir’i aldı, Eşrefoğlları Beyi Mübarizüddin Mehmet Beyi gölün içinde boğarak öldürdü. Böylece Eşrefolulları Beyliği Mehmet Bey’in ölümünden sonra yerine geçen Süleyman’ın öldürülmesinden sonra, beylikler arasında en kısa ömürlü olarak tarih sahnesinde yerini aldı. Daha sonra yenilgiye uğrayan Timurtaş Mısır’a kaçtı, ertesi yıl orada öldürüldü.

Daha önce de İlhan Keyhatu (1291-1292) büyük bir güçle tekrar Anadolu’ya, bazı Türkmenleri kılıçtan geçirerek kökünü kazıma kararıyla girdi. Büyük bir dehşetle yolunun üzerindeki her şeyi yakıp yıktı, önüne çıkan insanları kılıçtan geçirdi. Bu dehşetli saldırılarıyla Eşrefoğulları ve Menteşoğulları aşiretlerinin yanı sıra Karamanoğulları’nın topraklarını da harabeye çevirdi. İlhan Keyhatu, Moğol ordusu ile giriştiği bu zorbalıktan, pazarlarda satılacak çok sayıda esirle birlikte kışı geçirmek üzere Konya’ya döndü. Lakin Anadolu Türkmenleri ve diğer halklar arasında İlhan Keyhatu’nun bu saldırısı büyük bir nefrete dönüştü.

Dahi, Eşrefoğlu Beyliği Zamanı Kalıcı Eserleri
En kapsamlı, en dikkat çeken değerli eserlerden biri olan Eşrefoğlu (1297-1299) Camiidir. Anadolu’daki Selçukluların bol sütunlu camilerinin en güzeli, en değerli sanat eseridir. Kırk sekiz tane sekizerli altı sırada bulunan ve üzerinde süslü sarkık sütun başlıkları olan uzun ahşap sütunlardır. Ahşap, tuğla ve taş işçiliği yanında mükemmel boyama süslemeleri, çini ve mozaikler hepsi şahane uyum içinde özgün mimarisi ile birbirini tamamlamıştır. Ayrıca minaresi tabanına yerleştirilmiş, su haznesi görevi gören bir Roma lahdinin bulunduğu çeşmesi.
 
Foto Alman gezginci Fredric Sara 1895 
Beylikler döneminden kalma kalıcı eserlerden, Eşrefoğlu Süleyman Bey Külliyesi, Süleyman Bey Bedesteni, Süleyman Bey Türbesi. Giriş kapısı ayakta duran Beyşehir Kalesi, Süleyman Bey Mescidi, çifte Hamam, Beylikler döneminden kalma bir başka eser, kitabesinde 1369-1370 olarak tarihlenen İsmail Aka Medresesidir. Dahi, tarihsiz üç eser daha vardır. Bunlar Taş Medrese, Demirli Mescit, Bayındır Köyünde 1310 tarihli, orijinal süslemelerinin çoğu yerinde duran camii ve Köşk Köyü Mescidi gibi şeyler hala günümüze kadar kalıcı bayındır eserlerdir. Bir pencere aracılığıyla türbe sağına açılarak camiye bağlanır. 

Türbe kapısının Yüksek bir kare kaide üzerinde yükselen ve tepesinde konik bir dış kubbe bulunan sekizgen bir taş yapı olan türbe, üzerindeki kitabeye göre inşa tarihi olarak 1302 olarak belirtilmektedir. Aslanapa Mezarının zengin süslemeli iç mimarı, Bütün Selçuklu seramik-mozaik en görkemlisini oluşturmakta helezonlar, hurma yapraklarından süsler ve değişik yapraklı bezemeler, on iki kenarlı yıldız motifler ile tarif edilmektedir. Eşrefoğlu Camii karşısında her birinde üçlü, iki sıra halinde, altı kubbeli, dış cephesinin çevresinde bir dizi kubbeli dükkânlar bulunan dük dörtgen bir bina olan bedesten vardır. Bu bedesten, Eşrefoğullarına ait 14. Yüzyıl başlarında yapılmış yapıdır.

Ayrıca Seydişehir de Seyit Harun külliyesi, Seyit Harun Camii, Seyit Harun Türbesi, Seyit Harun Hamamı, Mescit, Seydişehir Kalesi gibi pek çok yerler günümüze kalan mimari yapıtlardandır.

Dahi; Yazma eserler, değer biçilmeyen halılar, değer biçilmeyen çiniler, pek çok madeni eserler, kandiller, şamdanlar, sikkeler, elde olup Konya Müzesinde sergilenmektedir.

Eşrefoğlu Camii
Beyşehir’in kuzeyinde, gölün kıyısında bulunan İçerişehir Mahallesinde yer alan Eşrefoğlu Camii, 1297-1299 yılları arasında yapılmış; Anadolu'daki ahşap direkli ve kâgir duvarlar ile camilerin en büyüğü ve en özgün Türk mimarisindendir.

Foto Selman Zebil: Eşrefoğlu Camii 1988 
Orta Asya'da Semerkant, Buhara gibi eski Türkistan şehirlerinde yer alan ağaç direkli camilerin ülkemizdeki bir örneği olan Eşrefoğlu Camiidir. Camide 46 işlemeli ahşap sütun üzerinde yükselir. Sütunlar, Beyşehir ormanlarında yetişen kasnak meşesi meşe ağacından yapılmıştır. Cami inşasına başlamadan önce 6 ay boyunca çamurlu suda bekletilerek abanozlaştırılmıştır.

Eşrefoğlu caminin ortasında bir kar havuzu vardır. Yüzyıllar boyu kış aylarında camiinin damındaki kar, çatının ortasındaki boşluktan ortadaki havuza atılmış ve ortamı nemlendirerek yakılan sobalardan ötürü ahşap sütunların çatlayıp kurumasını engellemiştir. 1965 yılında bu karlığın üstü camla kapatılmış ve işlevini yitirmiştir.

Selçuklu çini sanatını yansıtan mozaik ile kaplı çok görkemli 6 metre yüksekliğinde bir mihrabı vardır. Ayrıca, tam manasıyla anıtsal nitelikli taç kapısı vardır. Pek örneği bulunmayan minberi tamamen ceviz ağacından, oymalı ve geçmeli, çivisiz, tutkalsız, inanılmaz bir ustalıkla ve incelikte geometrik şekiller ve bitkisel bezemelerle kaplıdır. Tamamı işlemeli ahşap olan caminin tavanı renkli, kökboyası kalem işi süslemelere sahip, özellikle konsollardaki motifler göze çarpan güzelliklere sahiptir.

Beylikler Devri'nde Eşrefoğlu Süleyman Bey tarafından yaptırılan camii, Eşrefoğlu toplu yapıları içinde yer alır. Cumhuriyet döneminde 1934'ten itibaren zaman zaman tamir edilmiştir. Bu tamiratlar sonucu toprak çatı, önce kiremitle örtülmüş; daha sonra bakırla kaplanmıştır.

Beyşehir Dolaylarında Kalıcı Antik Tarihi
Beyşehir- Fasıllar Köyünde 2.000 yıllık Lukuyanus Anıtı’ndaki yazıtta, at yarışı kurallarının yazılı olduğu ortaya çıktı. Yazıtta, at yarışları kurallarını anlatan en eski kitabe olarak edebiyata geçti.
Beş metre yükseklikte, 0.85 x 0.95 boyutunda, üzerinde Grek harfleriyle yazılmış on satırlık Yunanca bir kitabedir. Kitabeye göre Lukyanus (Lukianus) adlı bir genç ölmüş. Ailesi hatırasını yaşatmak için bu abidenin önünde at yarışları yapılmasını istemiş, yarışların nasıl yapılacağını da bu kitabede belirtilmiştir.








Beyşehir’e18 kilometre doğusundaki Tarihi antik “Hitit Misthia” kentinin üzerinde kurulu, bugün adı Fasıllar olan mahallede Hitit, Roma ve Bizans döneminden kalma uygarlıklara ait çok sayıda anıt ve harabeler bulunuyor. 3.200 yıl öncesine ait, bir dönem

Hititlerin en önemli merkezi olduğu bilinen mahalledeki en ünlü yapıt, “Bereket Tanrısı” adıyla bilinen 72 ton ağırlığındaki (Aslanlı Kaya) Fasıllar Anıtıdır.

Ayrıca, “Kurtbeşiği Anıtı” olarak da bilinen bu anıtın 100 metre kuzeyinde, yerden 10 metre kadar yüksekteki tepecikte, kaya üzerine oyulmuş at kabartması bulunuyor. Kaynaklarda bu anıtın adı, “Lukuyanus Anıtı” olarak geçen bu yapının, “Roma-pagan” döneminde yapıldığı biliniyor. Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Bahar, yaptığı açıklamada, anıtın Romalı at binicisi Lukuyanus isimli gencin erken yaşta ölümü üzerine yapıldığını söyledi.

Yöre insanlarınca “Atıkaya” adıyla bilinen anıtın çevresinde at yarışlarının düzenlediğini anlatan Hasan Bahar, “Burası bir hipodrom. Bu anıt, Lukuyanus adlı Romalı biniciye ait. Bu kişi yarışçıdır. Bu yapıdan da burada at yarışlarının yapıldığını ve at yetiştirildiğini anlıyoruz. Hititler anıtları çevredeki kutsal olduğuna inandıkları dağlar için yapıyordu. Roma döneminde de at yarışları belki bu dağları kutsamak için yapılıyordu.” Diye açıklıyordu.

Hasan Bahar, at kabartmanın yanında mezar odasının yer aldığına işaret ediyor ve: “Lukuyanus Anıtı’nın altında ‘Savaşçı Lukuyanus, evlenmeden öldü. Kahramanımız’ deniliyor. Çok üzülmüşler ölümüne. Roma’da, evlilik çok önemli bir aşamadır. İnsanlar için çok üzücü, bekâr gencin ölümü. Bu da Helenistik Roma döneminde önemli bir ayrıntıdır. Bölge, Roma’nın Pisidya eyaletinin doğu sınırı oluyor. Bu yapı, Pisidya dönemine ait bir kabartma diyebiliriz. Roma-pagan dönemi, 2 bin yıllık geçmişe sahip.” Diye açılıyor.

Beyşehir’e 16 km. uzaklıkta bulunan Fasıllar Köyünde bulunan kayalık bir yamaç üzerinde buluna, 50 ile 70 ton ağırlığında olduğu tahmin edilen, 2.25 x 27.75 en ve 8.30 metre yüksekliğinde tek parça bazalt kütle kaya üzerinde kaba yontulmuş Hitit Tanrısı bulunmaktadır. Alt tarafında ise bir çift aslan arasında da bir dağ tanrısı yer almaktadır.

James Mellaart tarafından ortaya atılan sava göre bu Fasıllar anıtı, 50 km. uzaklıkta bulunan, Beyşehir-Sadıkhacı Kasabası sınırları içerisinde bulunan Efaltunpınar Anıtı üzerine konulmak üzere hazırlanmış, dahi, James’in savuna göre, bu anıttan bir tane daha olması iddiası. Çünkü her iki anıt yapım tarihleri (M.Ö.13.yüzyıl Tudhaliya dönemi) ve yontu benzerlikleri birbiri ile örtüşmektedir.

Ekrem Akurgal, Anadolu anıtsal heykelcilik bakımından kabartma sanatının Hititlerle başladığını söyler. Fasıllar ve Eflatunpınar anıtlarının dışında Hitit anıtlarında insan ve hayvan figürlerinin profilden verildiğini söyler. Bu her iki anıttan yola çıkarak, James Mellaart tarafından ilk kez ortaya atılan savı desteklemektedir. Yani, Fasıllar dev anıtın Eflatunpınar anıtının tamamlayıcısı olarak (yukarıdaki grafide olduğu gibi) üzerine konulmak üzere yapıldığı savını desteklemektedir. Ancak her nedense bu anıt bitilmemiş.

2000 Yıllık At Yarışı Kuralları
At kabartmasının altında, ilişikteki resimde gösterilen kaya üzerinde Grekçe, Kiril alfabesiyle yazılı yazıtta at yarışı kurallarını yazıyor. 2000 yıllık yazıtta yer alan at yarışı kuralları şöyle sıralanıyordu:

Fasillar'da Atlı Kaya 

A- Bir at birinci olduysa başka yarışlara katılamaz…

B- Atın sahibi de yarışmada atı birinci olduysa ikinci atı katılamaz. Atın kendisi katılamadığı gibi sahibinin ikinci atı da katılamaz...
Lukuyanus Anıtı’ndaki yazıtın çözümünde, at yarışlarının kurallarını anlatan en eski yazıt olduğunu söyleyen Hasan Bahar, o dönemin at yarışları kurallarına şöyle açıklık getirir: “Bir at, 10 kupa aldı, sahibi şu kadar kupa kazandı’ diye sevinmiyor. Aksine ‘ben birinciliği tattım, diğer insanlar ve atları da kazanmalı’ düşüncesiyle, diğerlerine de kazanma şansı veriliyor. Güzel bir kaide var. Modern dünyadakilerin aksine yarışlar, centilmenlik üzerine kurulu. Spor kurallarını ortaya döken ve yarışın yapılış şekline ilişkin kuralların bulunduğu benzer bir kitabe görmedim. At yarışlarından bahseden kaynaklar var ama kurallarını ve yapılışını anlatan yok” der.

Atlı Kaya
Ali Galip Yıldırım’ın hazırladığı “Eflatunpınar Hitit Kaya Anıtı” yazısında, Fasıllar Köyünün 100 m. Doğusunda “Asarlık” denilen kayalık yamaçta bulunan Atlı kaya Kabartması (Lukyanus Anıtı), yerden on metre kadar yükseklikte dik kaya üzerine 1.85 m. Boyunda bir at kabartması ve bir nişten bulunmaktadır. Yandaki nişin mezar odası kayaya oyulmuş olarak bulunmaktadır.

M.Ö. 2. Bin yılbaşlarında Anadolu’da varlık gösteren Hitit uygarlığı, M.Ö.1650’den sonra bir devlet kuran, M.S.1400’de bir imparatorluk haline gelmiş, M.Ö. 1190 yılına gelindiğinde büyük bir yıkıma uğramıştır. Ancak Hitit uygarlığı Anadolu’da birçok önemli izler bırakmıştır günümüze kadar uzanan. Salt bizim bölgemiz olan Beyşehir ve çevresinde Kaya Anıt, Atlı Kaya, Eflatunpına gibi kalıcı uygarlık yapıtlarda, taş işçiliği, kabartma sanatı harikuladedir.

Kurt Bittel, Eflatunpınar anıtının 4. Tuthaliya tarafından bir zafer anıtı olarak yaptırıldığı iddiasında. E. Laroche, bütün bir kompozisyonun yaşam kaynağımız güneş, dünya ve suyu tensil ettiğini belirtir. Arkeolog A. Sırrı Özenir, son yıllarda Boğazköy’de (Hattuşaş) bulunan bronz bir tablette sınır belirtilirken sözü edilen Arimmatta’nın pınar havuzunun, Eflatunpınar Kutsal Havuzu olduğunu söyler.

Eflatunpınar
Eflatunpınar anıtının yapılış tarihi M.Ö.13.Yüzyılın sonlarına doğru tarihlenmiştir. Bu tarihte Hitit kralı 4. Tuthaliya dönemine denk gelmektedir. Bu dönemde bölgede ise Tarhuntassa Kralı Kurunta hüküm sürmektedir. Kabartmaların kaba görünümleri bize gösteriyor ki, anıtın yarım bırakıldığı izlemi, imparatorluğun yıkılma dönemine denk gelmesi ile anıtın tamamlanmasına neden olduğudur.


1837’de keşfedilmiş olna bu anıtın şu anki durumundaki boyu 7 metredir. Ve 30 x 35 metrelik dikdörtgen bir havuzu vardır. Anıt ilk kez İngiliz Hamilton tarafından keşfedilmiştir. Ancak bu Eflatunpına anıtının, Yazılı Kaya anıtıyla ilgili olabileceğini Fransız Charles Texsier görmüştür.

Anıtın kuzey cephesinde 19 adet kabartma taş blok kullanılarak adeta yapay bir kaya düzeyi oluşturulmuştur. Görünümün merkezinde oturan bir tanrı, bir tanrıça çifti var. Bu çiftin sağında, ortasında ve solunda şeritler halinde 10 adet karma yaratık, kanatlı cinler ve boğa adamlar, kollarını yukarı doğru kaldırarak, ikisi kısa biri uzun, en üzte anıtın tamamını kapsayan kanatlı güneş kursunu tamamlamaktadır.

Hitit tanrıları içinde en büyük ve en önemli tanrı, Fırtına tanrısı, tanrıça’nın ise Arinna’nın güneş tanrıçası olduğu arkeologlar tarafından yaygın olarak kabul görülmektedir. Buna kanıt olarak, anıtta oturan tanrıçanın güneş biçimde gösterilmiş biçimi bu savı tamamlıyor.

Anıttaki alt sırada ise ellerini göğüslerinde kavuşturmuş beş tanrı yer almaktadır. Sağ ve sol baştakiler dağ tanrılarını temsil ederken, ortada kalan üç ise yeraltı kaynak tanrılarıdır. Kaynak tanrıları eteklerinde altı adet delik bulunmaktadır. Dinsel törenler sırasında kanallardan aktarılan sular, anıtın arkasında kalan bir haznede toplanarak bu deliklerden fıskiyemsi bir biçimde kuzey cepheden ana durumdaki, iki yandan simetrik olarak iki Pınar tanrıçası oturur biçimde tasvir edilmiştir.

Bu anıt platformun önünde tahta oturur durumda bir tanrı ve tanrıça çifti bulunmaktadır. Bu çiftin hurilere ait Güneş tanrıçası ve Fırtına tanrısı olduğu kabul edilmiştir. Böyle olunca, Hitit Güneş tanrıçası ile Fırtına tanrısı, Huri’li çiftle karşılıklı oturmuşlardır. Havuzun dışında tek kütle halinde üçlü boğa protomu, havuzda olması gereken yerde değildir. Buda dinsel törenlerde kullanılmıştır.

Beyşehir Gölü
Beyşehir Gölü, 653 kilometre karelik tektonik bir jeolojik çöküntü göldür. İçinde, sekizi bazen suyun kabarmasıyla su altında kalabilen toplam 33 adayı barındıran göldür. Bu 33 adanın en büyüğü “Mada Adası” içinde köy bulunmaktadır.

Adalar da Tarih İzleri
Beyşehir Gölünde Kız Kalesi

Hacı Akif Adası: Roma devri tapınak kalıntısı.
Kızıl Ada: Hamam ve mezar kalıntıları
Çeçen Adası: Roma devri kalıntılar, yazılı dehlizler ve hamam.
Akburun Adası: Antik döneme ait mezar ve yapılar.
Kirse Adası: Kilise kalıntısı
Kız Kulası Adası: Kubadabad Sarayını harem dairesi bulunmaktadır.
Kuş Kondu Adası: Mezar ve höyük bulmuştur.

Mağaralar
Türkiye’nin en uzun mağarası olan 15 kilo metre uzunluğunda, Beyşehir Gölü’nün batı kıyısı-Gölyaka ormanlarındaki Pınargözü mağarası.

Çamlık Köyünde bulunan: Körükinimağarsaı. Yine Çamlık Köyünde bulunan Balatini, Çobanini düdeni, Tarlaini, Değirmenini vardır. Ayrıca Suludere mağaraları vardır.

Kurucuova’da: Köyini, İnönü mağaraları vardır. Yeşildağ Kasabasında: Eşekini, Hatçeini, Damlaini ve Güvercinini vardır. Ayrıca Hacı Akif Adasında bir mağara bulunmaktadır.

Göl; Türkiye’nin en büyük tatlı su gölüdür. İçinde balıklar ve göçmen kuşlar sazlıklarında barınırlar. Göçmen kuşalar gölün çevresinde yumurtlama kolonileri oluştururlar. Bu kuşlardan, Deniz Kartalı, Tepeli Kutan, Gece Balıkçıl, Karabatak, Erguvan, Küçük Karabatak, Sumru, Sesiz Kuğu, KaraboyunluBatağan, Büyük Akbalıkçıl, Sakar Meke, Kara Meke, Kışı geçirmek isteyen Sakarca Kazı gibi kuşlar.

Beyşehir Çevresi Bitki Türleri
Laleli Dağından Beyşehir ve gölü 

Yaklaşık olarak 400 farklı olan (Astragalus Stereocalyx) endemik bitki türü, (Leucojumaestivum) göl çevresinde bol miktarda göl soğanı bulunmaktadır. Dahi kasnak meşesi, saplı meşe, Makedonya meşesi, katran ardıcı, boylu ardıç, karaçam, Toros sediri gibi ağaç türleri. Selman Zebil-Antalya 2016

Yararlanılan Kaynaklar
Alaettin Ata Melik Cüveyni, “Tarih-i Cihan Güşa”, cv. Mürsel Öztürk, 2013, TTK, c.1 
Şikari, “Karamanoğulları Tarihi” Haz. Mesut Koman, Konya, 1946, İsmail Çiftçioğlu, “Beyşehir’de Moğol Emiri İsmail Ağa’nın Eserleri ve Vakıfları” 2002, Isparta 
Mürsel Öztürk cev. “Müsâmerett’ül-Ahbar”. TTK, Ankara 2000
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Anadolu Beylikleri”
İbn Bibi El Evamürü’l-Alaiye Fi’l-Umuri’l-Alaiye (Selçuk-Name) TCKB yayınları Mürsel Öztürk 1996, 
Osman Turan, İbn Bibi’den aktarma
Faruk Sümer, “Anadolu’da Moğollar, Ankara 1969-1970
Osman Turan, “Selçuklular Zamanında Türkiye” İstanbul 1984

4 Mart 2021 Perşembe

İSVEÇLİLERİN ATASI ODEN UYGUR KAĞANI BUGU TEGİN Mİ? ve İSKANDİNAVYA DA KALMER BİRLİĞİ


Snorri Sturluson, (1178-1241)
Batı İzlanda’da doğan İzlandalı tarihçi, şair ve Siyaset adamıydı. İzlanda parlementosu, Althing'de iki kez kanun konuşmacısı olarak katılmıştır. En ünlü yapıtı Nors mitolojisi olan “Edda” nın yazarıydı. Bu ünlü yapıtı ile ilgili “Gylfaginning” (Gylfi ile dalga geçilmesi), şiir dili ile ilgili Skaldskaparmal ve mısra çeşitlerini anlatan "Hattatal" buluyordu. Ayrıca “Heimskringla” adlı Norveç krallarını İskandinav tarihi  doğrultusunda anlatan kitabın da yazarıydı. Metotları ve stili doğrultusunda “Egil'in Sagası” 'nın da yazarı olduğu düşünülmektedir. The name of Snorri Sturluson holds a special place of honour in the literary history of medieval Iceland.Snorri Sturlusson, Norveç hükümdarı sarayında büyük saygı ve zevkle ağırlanırdı. Sonuç, Eylül 1241’de Reykjaholt de kendi evinde öldürüldü.

İsveç tarihine ışık tutan Profesörü Sven Lagerbring’in (1707-1787) kaynağı olan Snorre Storlesson, İzlanda önderlerinden Sturla Thordarson’un oğludur. 1179 yılında doğmuş ve 3 yaşındayken Latin okulunda eğitime başlamış ve ünlü bir hukukçu, tarihçi ve ozan olmuştur. 36 yaşında İzlanda’nın saygın “lagman” (yasa adamı) hâkim olmuş ve “storman” (yüce adam) (reis) adı ve­rilen önderlerinden biri oldu. Birçok kez Norveç’e giderek Norveç kralının sara­yında bilim ve edebiyat ile uğraştı, İzlanda’da ayaklanma ve huzursuzluklar baş gösterdiğinde Norveç kralının şiddet kullanmasını önlemek ve barışçıl yollarla so­runu çözmek için İzlanda’ya döndü. Ancak ne bağımsızlıkçılara ne de Norveç kralına yaranabildi. Bağımsızlıkçılara destek olduğu gerekçesiyle öldürüldü. Öldürenler de en yakınındaki İzlandalı işbirlikçilerdi.

Snorre Sturlesson, İzlanda ve İskandinavya sözlü destanımsı anlatılarını ve tarihi olayları topladığı “Edda” eserinde toplayarak yazılı hale getirmekle ün yapmıştır. Orada anlattığı “Ynglinge Saga” 1100’lü yılların bir Hıristiyan şiiri değildir. 800’lü ya da 900’lü yıllardan gelen eski bir destanlarıydı. 800 yıl önce İzlanda’da ya­şayan en bilgili kişilerden biri olan Snorre’nin bunları uydurmuş olabileceği dü­şünülemez. O aynı zamanda mükemmel bir kültürel terbiye almış olan bir hukuk­çuydu, herhangi sahte bir şey­le halkının tepkisine neden olabilirdi.

2004 yılında Sundqvist’in söz ettiği “Ynglinge Saga”
Snorre Sturlesson ve eserleri hakkında araştırma yapan din ta­rihçisi ve Gävle Üniversitesi Öğretim Görevlisi Olof Sundqvist, Sturlesson’un hiç­bir sahteciliğe düşmeden bu eserlerini yazdığını söylüyor. Sundqvist 14 Mart 2004 tarihli “Svenska Dagbladet” gazete­sinde şöyle diyor: “Snorre Sturlesson’un Kuzey kralları tarihini kurarken, “Kunga Sagor Kıral Anlatıları” (Saga) sözcük anlamı olarak “masal” demektir. Ancak İzlanda’da bu, “anlatılan destanlar, tarih” anlamına gelir.

İzlandalı Tarihçi Snorre Sturlesson’ un ünlü “EDDA” adlı yapıtından geçen Kral Masalları (Ynglingesagan) dan bazı kesimler şöyle:

2. Bölüm: Asya’da, Don Nehri’nin (Tanakvist) doğusundaki ülkeye Asaland (Asa ülkesi, Asya) ya da Asa hem (Asa Yurdu) denir­di. Buradaki baş kaleye de Asgård (As­yalılar kalesi) deniyordu. Buraya bir ön­der egemendi. Adı “Oden” idi.

Bölüm 3: Dünyanın ortasının yakınlarında bizim Turkland (Türk Ülkesi, Türkiya, Türkiye) dediğimiz yere, en gösterişli yapı yapıldı ve yurt kuruldu. Buraya Troja (Truva) dendi... Orada Munon ya da Mennon isimli bir kral vardı. O Krallar kralı Priamus’un kızıyla evlendi. Kızın adı Troan idi. Tror adlı bir oğulları oldu. Biz ona Tor diyoruz. (Uzun Bir Bölüm-Soy Tarihçesinden Odin'e Geçiyoruz) Onun da bir oğlu vardı. Adı “Voden” idi. Biz ona “Odin” diyoruz. O bilgeliği ve becerileriyle ünlüydü. Karısının adı “Frigida” idi. Biz “Frigg” diyoruz...

Bölüm 4: Hem Odin hem de karısı çok dil biliyorlardı. Bu anda Türkiye’den ayrılma isteği uyandırdı. Arkasında, genç, yaşlı, kadın, erkek, kalabalık bir grupla yola çıktı. Yanlarında çok değerli şeyler vardı. Hangi ülkede, nereden geçerlerse geçsinler haklarında övgüyle söz ediliyordu.

Onların insandan çok tanrılara benzedikleri söyleniyordu.(Peygamber Olabilir)... Odin daha sonra yolunu kuzeye doğru sürdürdü ve Fteidgotaland’a (Danimarka’da Jutland. A.G.) geldi. Burada canının istediği her şeyle uğraştı. Sonra burayı oğlu Sköld’ün korumasına bıraktı. Onun oğlunun adı “Fridleif” idi.“Sköldsungar” (Sköldoğulları) soyu da bunlardan geliyor. Onlar Danimarka kralları oldular. O zaman Reidgotaland denen yerin adı şimdi Jutland.

4.bölüm için açıklama Kazım Mirşan'ın; “İskandinavya'da ki Türk Yazıtları” adlı kitabında Odin'in Danimarka'ya yolculuğu anlatılıyor. Bugün Danimarka'da Bir Müzede Runik Alfabe (Ön Türk Alfabesi-Göktürkçe) ile işlenmiş Boynuzlar (Suralar) bulunmaktadır. Dolayısıyla; Odin Asya'dan Avrupa’ya giderken Runik Alfabeyi de götürmüştür. Nitekim Bugün Avrupa Ülkelerinde Pek çok Runik Alfabe ile yazılmış yazıtlar çıkarılmaktadır.

5. Bölüm: Kuzeydoğudan güneybatıya doğru uzanan ve Svitjod (İsveç’i), diğer ülkelerden ayıran büyük bir dağ vardır. Bu da­ğın güney yamacı Türkland (Türk ülkesi) uzak değildir. Burada Oden in çok geniş mülkleri vardır.

11. Bölüm: Sveigder ülkeyi babasından devraldı. Tanrılar yurdunu ve ilk Oden’i ziyaret et­me sözü verdi. Kendisiyle birlikte on iki yoldaş dünyayı dolaştı. Türklerin ülkesi­ne (Turkland) ve Büyük isveç’e (Svitjod det stora) geldi. Orada pek çok akrabası­nı buldu. Bu yolculuk beş yıl sürdü. Sonra İsveç’e (Svitjod) geri dön­dü.

Kazılarda İsveç'in Gotland adasında bulunan bir taş. Bu Taşa; Asya'dan gelen Tirkiar (Türkler) ve Sekiz ayaklı atına binmiş olan Oden İşlenmiş.


Bölüm 5: Oden, kuzeye doğru yolunu sürdürdü.
Bugün “Svitjod” (İsveç A.G) dediğimiz ülkeye geldi. Oranın kralının adı “Gylfe” idi. Aslar denen Asyalıların geldiğini duyan “Gylfe” hemen davrandı ve onları karşılamaya çıktı. Odin’e baş eğerek ülkesinin egemenliğini sundu. Nereden geçseler bu mutluluk sürdü ve buralara mutlu yıllar ve barış geldi. Herkes onların barış ve mutluluk gibi şeyler üzerinde denetimleri olduğunu düşünüyordu…

Bu konuda açıklama: Odin Kuzeye doğru yol sürmüştür. İsveç'te “Kral Gylfe” ile karşılaşmıştır. Kral Odin'in ve Yanındakilerin Asya'dan geldiğini duyunca Baş eğmiştir. Ayrıca İsveç Tarihi kitabında anlatıldığı gibi de; Odin gittiği yerlere Mutluluk, barış götürmüştür. Orada beyleriyle (aşiret reisleriyle) Truva’dakine benzer bir düzen kurdu. On iki beyini ülkenin yasalarına göre yönetmek üzere kente yerleştirdi. Her yere, Türk geleneklerine uygun ve eskiden Truva’da var olana benzer adalet getirdi. Daha sonra kuzeye doğru yola çıktı. Tüm karaları çevirdiğini düşündükleri denize dek geldiler.

Bugün Norveç denilen bu yere de oğlu “Säming”i kral yaptı. Odin’in yanında, kendinden sonra gelecek olan ve şimdi İsveç (Svitjod) Kralı olan oğlu Yngve vardı. Onun soyundan gelenlere de “Ynglingler” (Ynglingar) denecekti. Asyalılar bu ülkede kendilerine eşler buldular. Oğullarına eşler seçtiler. Ve Saksonya (Saxland) ve kuzeyinde soyları karışarak sayıca güçlendi.

Dünyanın kuzey bölgelerine yayıldılar. Asyalıların dili tüm bu ülkelerin içinde konuşulan dil oldu. Ataların, kayda geçirilen tüm adları bu dilleri izledi. Ve Asyalılar dillerini de birlikte dünyanın bu bölgelerine, Norveç (Norge), İsveç (Svidjod), Danimarka (Danmark) ve Saksonya’ya (Saxland) taşıdılar. Ve İngiltere’de bu şimdikinden değişik bir dilde verilmiş olan eski yer adları ve isimler olduğu görülür.

Trovalılar HakkındaDünyanın ortasının yakınlarında bi­zim Turkland (Türk Ülkesi, Türkiya, Türki­ye) dediğimiz yere, en gösterişli yapı ya­pıldı ve yurt kuruldu. Buraya Troja (Truva) dendi. Burası diğerlerinden çok daha fazla büyütüldü, masrafa bakılmaksızın, el sanatlarına önem verildi. Orada on iki krallık ve bir krallar kralı vardı. Her krallı­ğa bir bölge düşüyordu. Kentte on iki bey (aşiret reisi) vardı. Bu beyler, yiğitlikte her bakımdan, dünyanın gelmiş geçmiş tüm diğer erkeklerinden çok daha üstündüler. Orada Munon ya da Mennon isimli bir kral vardı. O Krallar kralı Priamus’un kı­zıyla evlendi. Kızın adı Troan idi. Tror ad­lı bir oğulları oldu. Biz ona Tor diyoruz. O Trakya’da Lorikus isimli bir dük tarafın­dan yetiştirildi. Ne var ki, dokuz yaşın­dayken babasının silahını devralmak zo­runda kaldı. En yakışıklı oydu. Meşeyle fildişinin kıyaslanamayacağı gibi, diğer erkeklerin arasında ona bakmaya doyul­mazdı. Saçları altından güzeldi.

On iki yaşına bastığında gücü tam yerine gelmişti. On ayı postunu yerden kayırabiliyordu. Sonra kendini yetiştiren dük Lorikus’u ve karısı Lora ya da Glora’yı öldür­dü ve kendisini, şimdi bizim Trudheim dediğimiz, Trakya ülkesi için çalışmaya verdi. Daha sonra ülkeden ülkeye gez­meye başladı. Dünyanın tüm parçalarını tanıdı. Tek başına dünyanın en çılgın sa­vaşçılarını, devlerini, çok büyük bir ejder­hayı ve pek çok yaban hayvanı yendi. Dünyanın kuzeyine doğru bir yerde falcı bir kadınla karşılaştı. Adı Sibil idi. Biz ona Siv diyoruz. Onunla evlendi. Siv’in süla­lesi hakkında anlatacak bir şey bilmiyo­rum. Kadınların içinde en güzeliydi. Saç­ları altın gibiydi. Oğullarının adı Loride ol­du. Babasına benzedi. Onun oğlunun adı Einride oldu. Onun oğlu Vingetor, onun oğlu Vingener, onun oğlu Moda, onun oğlu Mage, onun oğlu Seskef, onun oğlu Bedvig, onun oğlu, bizim Annan diyebileceğimiz Athra. Onun oğlu İterman, onun oğlu Heremod, onun oğlu, bizim Sköld diye çağırdığımız Skajdun, onun oğlu, bi­zim Bjar dediğimiz Bjaf, onun oğlu Jat, onun oğlu Gudolf, onun oğlu Finn, onun oğlu, bizim Fridleif dediğimiz Friallaf. Onun da bir oğlu vardı. Adı Voden idi. Biz ona Odin diyoruz. O bilgeliği ve becerile­riyle ünlüydü. Karısının adı Frigida’ydı. Biz Frigg diyoruz. Gotland’da bulunan bir taş. Gemilerle gelen Tirkiar ve sekiz ayaklı atının üstünde Odin.

Hem Odin hem de karısı çok dil bili­yorlardı. Bu bilgeliğiyle dünyanın kuzeyinde onun adının çok yüksek tutulacağı­nı ve tüm kralların hepsinden daha fazla onurlandırılacağını anladı. Bu onda Tür­kiye’den ayrılma isteği uyandırdı. Arka­sında, genç, yaşlı, kadın, erkek, kalaba­lık bir grupla yola çıktı. Yanlarında çok değerli şeyler vardı. Hangi ülkede, nere­den geçerlerse geçsinler haklarında öv­güyle söz ediliyordu. Onların insandan çok tanrılara benzedikleri söyleniyordu. Saxland’a (Saksonya, Sachsen, Niedersachsen, Sachenaltau: Almanya’nın do­ğu ve kuzey bölgeleri) gelinceye dek dur­madılar. Odin burada uzun bir süre ko­nakladı ve buraların büyük bir bölümünü egemenliği altına aldı. Ülkenin korunma­sını üç oğluna verdi. Birinin adı Vegdeg idi. Çok güçlü bir kraldı. Doğu Sakson­ya’ya hükmediyordu. Onun oğlu Vittergils’di, onun oğulları Hengets’in babası Vitta ile bizim Svipdag dediğimiz Svebdeg’in babası Sigar’dı. Odin’in oğulların­dan bir diğerinin adı Beldeg idi. Biz ona Balder diyoruz. O bizim şimdi Västfalen (Westfalen) dediğimiz ülkenin sahibi ol­du. Onun oğlunun adı Brand’dı, onun oğ­lu, bizim Frode dediğimiz Frjodigar’dı. Onun oğlu Freovin’di. Onun oğlu Vigg’di.

Onun oğlu, bizim Gave diye çağırdığımız Gevis’ti. Odin’in üçüncü oğlunun adı Sige’ydi. Onun oğlu Rere’ydi. Bu aile de şimdi Frankland (Fransa) dediğimiz ülkeye egemen oldu. İşte Völsungar (Völs oğulları) adıyla anılan hanedan bunlardan geliyor. Bunlardan da çok sa­yıda, büyük soylar türedi. Odin daha son­ra yolunu kuzeye doğru sürdürdü ve Fteidgotaland’a (Danimarka’da Jutland. A.G.) geldi. Burada canının istediği her şeyle uğraştı. Sonra burayı oğlu Sköld’ün korumasına bıraktı. Onun oğlunun adı Fridleif idi. Sköldsungar (Sköldoğulları) soyu da bunlardan geliyor. Onlar Danimarka kralları oldular. O zaman Reidgotaland denen yerin adı şimdi Jutland.

Odin, kuzeye doğru yolunu sürdür­dü. Bugün Svitjod (İsveç A.G.) dediğimiz ülkeye geldi. Oranın kralının adı Gylfe idi. Aslar denen Asyalıların geldiğini du­yan Gylfe hemen davrandı ve onları karşılamaya çıktı. Odin’e baş eğerek ülkesi­nin egemenliğini sundu. Nereden geçseler bu mutluluk sürdü ve buralara mutlu yıllar ve barış geldi. Herkes onların barış ve mutluluk gibi şeyler üzerinde denetim­leri olduğunu düşünüyordu. Nedeni, bü­yüklerin, onların hem güzellikte hem de mertlikte diğerlerinden apayrı yapıda ol­duklarını görmeleriydi. Odin, oraların kendileri için çok güzel ovalar ve çok iyi bir ortam olduğunu düşündü. Kendine, şimdiki adı Sigtuna (Stockholm yakınla­rında A.G.) olan güzel bir kale kent seçti. Orada beyleriyle (aşiret reisleriyle) Truva’dakine benzer bir düzen kurdu. On iki beyini ülkenin yasalarına göre yönetmek üzere kente yerleştirdi.

Her yere, Türk geleneklerine uygun ve eskiden Truva’da var olana benzer, adalet getirdi. Daha sonra kuzeye doğru yola çıktı. Tüm kara­ları çevirdiğini düşündükleri denize dek geldiler. Bugün Norveç denilen bu yere de oğlu Säming’i kral yaptı. Håleygja Anlatısı’nda (Håleygjatal) belirtildiği gibi, tüm Norveç kralları, vezirleri (Jarl: Baş­bakan) ve diğer büyük adamlar onun so­yundan türemişlerdir. Odin’in yanında, kendinden sonra gelecek olan ve şimdi isveç (Svitjod) Kralı olan oğlu Yngve var­dı. Onun soyundan gelenlere de Ynglingler (Ynglingar) denecekti. Asyalılar bu ül­kede kendilerine eşler buldular. Oğulları­na eşler seçtiler. Ve Saksonya (Saxland) ve kuzeyinde soyları sayıca güçlendi. Dünyanın kuzey bölgelerine yayıldılar. Asyalıların dili tüm bu ülkelerin içinde ko­nuşulan dil oldu. Ataların, kayda geçirilen tüm adları bu dilleri izledi. Ve Asyalılar dillerini de birlikte dünyanın bu bölgeleri­ne, Norveç (Norge), İsveç (Svidjod), Da­nimarka (Danmark) ve Saksonya’ya (Saxland) taşıdılar. Ve İngiltere’de şimdikinden değişik bir dilde verilmiş olan es­ki yer adları ve isimler olduğu görülür.

İskandinav Mitolojisi ile Türk Mitoloji­si arasında da pek çok benzerlik görüyoruz. Örneğin Oden’in iki kargası (ya da kuzgunu) ve iki kurdu vardır.

Kargalarının isimleri “Hugin” ile “Munin”dir. Hugin, “istekli” ya da “düşünce” demektir. Munin, “başkalarını düşünen” ya da “hafıza” anlamına gelir. Munin, “ne olduğunu”, “Hugin”, (ne olacağını) ifade eder. Böylece Odin’de sembolleşen ger­çeği ve düzeni sağlarlar. Bunlar dünya üstünde uçarlar ve Odin’in kulağına gördüklerini fısıldarlar, o nedenle Oden’in her şeyden haberi vardır. Oden’in kurtlarının adları da “Freke” ve “Gere”dir. “Freke”, “mızrak saplayan”, “Gere” ise “obur” demektir. Oden, kendine sunulan tüm etleri onlara verir. Kendisi şarabı yeğler. Odin’i kurt ve kargalarıyla birlikte göste­ren bu resim bize hemen Türkler hakkın­daki bir Çin söylencesini anımsatıyor. Prof. Dr. Bahaddin Ögel, Türk Mitolo­jisi adlı eserinin 1. cildinin 13. sayfasında “1.Kurttan türeyiş efsanelerinin Orta Asya’da ilk defa görünüşü” ara başlığıyla şunları anlatıyor:

“Wu-sun’lar, MÖ 174’ten önce, Çin’in batısındaki Kansu Eyaleti’nde oturuyor­lardı. Batılarında da, yine kuvvetli bir devlet olan Yüe-çi’ler vardı. Yüe-çi’ler, MÖ 174’ten önce Büyük Hun Devleti’nin meşhur hükümdarı Mao-tun (Mete) ve az sonra da oğlu tarafından mağlup edilin­ce, yurtlarını bırakıp Batı Türkistan’a git­mek ve orada Kuşan Devleti’ni kurmak zorunda kaldılar. MÖ 140 senelerinde sonra da, daha doğuda yaşayan Wu-sun’lar batıya kaymışlar ve bilhassa bugünkü Tanrı dağları bölgesinde, Yüe-çi’lerin boş bıraktıkları yerlere yerleşmişlerdi. MÖ 119 senesinden önce, Çin kaynaklarının verdikleri haberlere göre, Hun hükümdarı Wu-sun kralına hücum etmiş ve onu öldürmüştü. Haberlerin elimize biraz daha geç gelmiş olmasına rağmen, bu olayın daha önce meydana gelmiş olabileceği de düşünülebilir, işte Çin tarihleri bu olayı anlatmağa başlarlarken, şöyle bir hikâyeyi de araya sıkıştırmak­tan geri durmaz:

“Wu-sun’ların kralına Kun-mo derler. İşittiğimize göre, bu kralın babasının Hunların batı sınırında küçük bir devleti varmış. Hun hükümdarı, bu Wu-sun kralına taarruz etmiş ve Kun-mo’nun babası olan bu kralı öldürmüş. Kun-mo da, o sı­ralarda çok küçükmüş. Hun hükümdarı ona kıyamamış. Çöle atılmasını ve ölü­mü ile kalımının kendi kaderine bırakıl­masını emretmiş. Çocuk çölde emekler­ken, üzerinde bir karga dolaşmış ve ga­gasında tuttuğu eti ona yavaşça yaklaşa­rak vermiş ve uzaklaşmış. Az sonra ço­cuğun etrafında, bu defa da bir dişi kurt dolaşmaya başlamış. Kurt da çocuğa ya­naşarak memesini çocuğun ağzına ver­miş ve iyice emzirdikten sonra yine ora­dan uzaklaşmış. Bütün bu olan biten şeyleri, Hun hükümdarı da uzaktan seyredermiş. Bunları görünce, çocuğun kut­sal bir yavru olduğunu anlamış ve hemen alıp adamlarına vermiş. İyi bir bakımla büyütülmesini emretmiş. Çocuk büyüyerek bir yiğit olmuş. Hun hükümdarı da onu ordularından birine komutan yapmış. Gittikçe gelişen ve başarı kazanan çocuğa gönül bağlayan Hun hükümdarı, babasının eski devletini ona vererek, onu Wu-sun kralı yapmış…”

Tarihin eski ve karanlık çağlarından bir uğultu ile gelen bu mitolojik ses, bize böylece Orta Asya’daki ilk “kurt efsanesini" haber veriyordu. Dikkat edilirse, ef­saneye neden olan olaylar, Büyük Hun Devleti içinde geçmiş ve yine bu devletle ilgili tarih haberleri içinde yer almıştır. (De Groot, II, s. 23)

Türk mitolojisinde bunun gibi, hayat ağacı ya da taşı, kral kurban etme, keçi, inek, ait birçok benzerlik bulmak olası.


İsveçlilerin Atası Oden, Uygur Kralı Buku Tegin mi?

Abdullah Gürgün, kitabında; İsveç mitolojisinde Oden’in “Hugin” (Hafıza) ve “Munin” (düşünen) adlı iki kuzgunu (ravn) vardır. “Hugin” ne olduğunu “Munin” ise ne olacağını ifade eder. Oden’in diğer hayvanları ise “Freke” ve “Gere” adlı iki kurttur. İki kargası ve iki kurdu olan Oden’in özelliklerinin Uygur Hakanı Buku Tegin’le olan benzerliğine dikkat çekiyor: “Türk destanlarında Buku Tegin’in de üç kargası olduğu söylenir. Kurt motifi ise Türk destanlarının vazgeçilmezidir. Yine Stockholm yakınlarındaki Birka antik kentinde yapılan kazılarda bulunan mezarlar Altaylarda bulunanlarla aynı özellikleri gösteriyordu.”

Prof. Dr. Sven Lagerbring’in, İsveççenin Türkçe ile benzerlikleri üzerinde, İsveç kaynaklarına dayanarak, şağıdaki bilgileri bana İsveç’e yerleşmiş Ali Riza Ergüven İsveççe ile Türkçe cümle yapısının aynı olduğunu aşağıdaki örnekle göstermektedir. İsveççede, belirtici son ekler (artikel), Türkçedeki gibi sona gelir: “Appna dörr” (açık kapı) gibi.

İsveçli Türk Dili Doçenti Gunnar Jarring, 22.08.1985 tarihinde Svenska Dagbladet gazetesinde, “Rünik yazının kökenini Hazarlar’da aramak gerekir” diye yazmıştı.
Kâzım Mirşan, İsveç’teki Gotland adasındaki yazıları, ”On-Uyul” tipi, ön-Türkçe yazı olarak okumuştur. Aynı tip yazılar M.Ö.600-300 tarihleri arasında ABD-Kensington kentinde Massaschussettes’de ortaya çıkmıştır. Bu yazılar ABD’ye o tarihte Norveçli Türkler ile taşınmışlardır. Doğu Perinçek’in de söylediği “Ön-Türk Kültürü” dünyaya böyle yayılmış olduğu konusunda açıklamalar yapar.

Norveç ve Kalmar Birliği (Kalmarunionen)
İskandinavya tarihinde en güçlü kuruluşlardan biri olan “Kalmar Birliği”dir. En önemli özelliğine ve kim tarafından, nasıl kurulduğuna baktığımızda Kalmer Birliği,1. Margrete adlı bir kadın tarafından kurulmuş olduğudur. Kalmar Birliğinin kurucusu Kraliçe 1. Margrete birliğin ilk kadın kurucu kraliçesi, bir erkek kralın karısı falan değildir, Kocası 17 yıl önce ölmüş, Kalmer Birliğini kuran ve ülkeyi direk yöneten kraliçedir.

Kalmar birliği, 1397'de Norveç, İsveç ve Danimarka arasında kurulan Kalmer Birliği 126 yıl sürmüş 1523'de İsveç bu birlikten ayrılır. Böylece Kalmer Birliği, Norveç-Danimarka arasında 10 yıl daha sürdürse de 1533’de onlarda dağılır ve Kalmer Birliği son bulur.

Dağılan Kalmer Birliğinden 3 yıl sonra 1536’da Norveç-Danimarka Krallığı (Kongeriket Danmark og Norge) Başkenti ise Kopenhag (Köbenhavn) olur.

Vikingler
İlk kez Vikingler tarihte “Viking Milli Birliği” 970’de kurulur. Bu birliği sağlayan Viking lideri olan 1. Harald Gormsson Bléttönn (910-987) Norveç’te de hâkimiyetini sağlar ve ülkenin doğusunu Danimarka’ya bağlar. Bu kralın adı, “Blé”=mavi, “tonn”=diş yani Mavi diş anlamına gelir...

Viking Döneminde Samiler
Viking çağında İskandinavya yarımadanın büyük bir bölümünü Ural-Altay dilinden Uralca bölüm dili konuşan Samiler yurt edinmişlerdi (1) Orta İskandinavya ve Kuzey Norveç sahiller Samiler ülkesi olduğunu mezar kazılarında meydana çıkan arkeoloji malzemeler bir yol göstermektedir. Ayrıca, İskandinavya kuzeyinde yaşayan Samiler, genetik (mitokondrik DNA) araştırmalarında Sami halklarının genetik donanımı Avrupa’nın diğer halklarından oldukça farlıdır.

Samiler hakkında yazılı kaynaklar sınırlı. Lakin Samilerin İskandinavya’da Vikingler döneminde yaşadıkları bir gerçek olsa da Samiler hakkında söylenilen her şey (2) başkalarının ağzından çıkmadır. Sami’yi anlatan sözcük, eski kuzey dilinde “Finn”
Sözcüğü “Finmark” (Samilerin ormanı veya sınır bölgeleri) anlamına gelmektedir. Samiler kendi dillerinde ise “Saama” 13. Yüzyıldan kalma İzlanda Sagaları “semsveinar”, eski kuzey dilinde “sveinn” (genç adam) söylemleri de geçmektedir.

M.S.890’da Wessex Kralı Alfred Samiler için “Skridefinnas” (kayak yapan Sami) “savar’ın komşuları olarak betimlemiştir. 11. Yüzyılda Bremen’li adam da İsveçliler ile Norveçliler M.S.1150-1175’de Norveç’te kaleme alınmış “Historia Norwegie” de Samileri ve Şamanizm’i anlatılır. Orada Norveç’i batıdan doğuya uzunlamasına üç bölgeye ayırır. Kıyı bölgeleri, dağlar ve Finnar’ın ormanları.

Norveçliler ülkelerini başka, dahi, Hint-Avrupa dilinden olmayan birileri ile paylaşıyordu. Her bakımdan Norveçlilerden farklı olan bu ülkedaşları hakkında Snarri Sturlusson, Finn adında, daha doğrusu “Finn” bir adamdan söz eder: “Ufak tefek ve çevik biridir. Kayakta ve ok atmakta usta, tipik bir Sami’dir” Diye geçer. Norveçliler arasında, İsveçlilerin bölgesinde yaşayan bazıları Hıristiyanlaşmış “Skritefini” den söz etmiştir.

M.S.1150-1175’de Norveç’te kaleme alınmış “Historia Norwegie” de Samileri ve Şamanizm’i anlatılır. Orada Norveç’i batıdan doğuya uzunlamasına üç bölgeye ayırır. Kıyı bölgeleri, dağlar ve Finnar’ın ormanları.

Norveçliler ülkelerini başka, dahi, Hint-Avrupa dilinden olmayan birileri ile paylaşıyordu. Her bakımdan Norveçlilerden farklı olan bu ülkedaşları hakkında Snarri Sturlusson, Finn adında, daha doğrusu “Finn” bir adamdan söz eder: “Ufak tefek ve çevik biridir. Kayakta ve ok atmakta usta, tipik bir Sami’dir” Diye geçer.

Samiler eski dinleri gereği şifacı, danışman ve büyü ustaları Şamanlık dininde olduğu için, Şaman dinine göre büyü ve büyücülük safhaları vardır. Büyü; Şamanlık dininde sembolik bir gücü temsil eder. Orta Asya’da olduğu gibi Samilerde de bu güce saygı duyuyorlardı. Kuzey halkların Hıristiyanlığın gelişine karşı birlikte mücadele etmişlerdi. 12. Yüzyılda bir Sami Şaman çekici bulunmuş, ona şifa için fal ve büyü yaptırmak için gidenler; Norveç en erken Hıristiyanlık kanununda, Hıristiyanların fal baktırmaları veya şifa bulmak için “Fannar” ülkesine (3) gitmelerini yasaklamıştır.

Norveç’te Diğer İskandinav Ülkelerinde Yer Adları
Demir çağından beri başlıca yer adları, “satad” eski İskandinavca “satadir”, “by”, “bø”, “land” ve sæter”, “set” otlağı ve sürülebilir araziler için kullanılmıştır. Genellikle yerleşim yerlerinin coğrafi durumuna göre adları: “Ekeby” (ekiby) “Meşe korusu yanındaki çiftlik” “Myrby (myriby) “Bataklığın yanındaki çiftlik. “Şöby” ise, “Göl ve deniz kıyısında çiftlik” Norveç’te, başlıca ad öğelerden biri “rud” 12.13.yüzyıla ait bir yerleşim yerine yerleşen insan adı, araziyi ilk yerleşime açan kişinin adı olma ihtimali yüksek.

Ortaçağda yer adları sıklıkla arazilere yerleşen, tarıma açan veya tarıma açılması ifadesine gelen “ryd”; “rud”; rød”; “rønning”; “sved”; “fall” (kesilen orman) gibi pek alar örnektekiler gibidir. Dahi, “boda” (barakalr, ahırlar) ve “böle” (çiftlik) gibi adların Norveç dahil, İskandinavyanın her yerinde görülebilmektedir.

Ayrıca İskandinavya ülkelerinin adları Viking çağından daha eski olduğu söylenir. Örneğin “Denmark” (Danmark) anlamı “Ayıran orman” anlamınadır. Yani, “Mark sözcüğü ve "danir" denen bir halkı içerir. Bu ad bir “pars-pro-toto” olarak köken itibariyle, Schlswig güneyindeki Saksonlardan ayıran ormanı adlandırır. Bura sakinlerinin adı da “Danir” olması muhtemeldir.

İsveçlilerin köken adı “Sweden, svaer ile “halk” anlamına gelen asıl anlamı "svea"-riki"si anlamına gelen “Sviariki” karşımıza çıkar. İsveç’in bugünkü halinde “Sverige” oluşur.

Norveç adının köken anlamıyla, “Kuzey yolu” (Norway, Norge, Noreg) Proto-Nordik dilinde “Nord(r)vegr” den gelir. Öteki İskandinavya ülkeleri gibi bir yerleşimci adını içermeyen Norveç adı, Trøndelag ve Hålogaland’a doğru izlenen yolun adır. Bu yolun “Nordwegh” Othera’nın Kaupang’a ülkesine doğru gidereken geçtiğini anlattığı M.S.890 yıllarından kalma ünlü tarifinin bulunduğu yol (4) boyunca yer alan topraklarla özdeşleş ki, bu ülkenin adı olur.

Eski Kuzey dilinden örnek verirsek “Nordrvegr”, benzeri “Vestrvegr” (batıya uzanan ülke), “Sudrvegr” (güneye uzanan ülke” olurken, “Austrvegr” “doğuya uzanan ülke) olmaktadır.


(1) Stefan Brink-Neil Price,“Viking Dünyası” Inger Zachrisson “Samiler Kuzey Halklarıyla Etkileşimleri” s.50
(2) L.I. Hansen ve Olsen, “Samenes Historie Fram Til 1750, OsloCoppelen Akademisk Forlag”
(3) K. Bergsland, “Om Middelalderens Finnmarker” (Norsk) Historisk Tidsskrift1 1970
(4) J. Bately ve A. Anglert’ten alıntı, “Viking Dünyası” s.86

(*) Doğu Perinçek, “8 Eylül tarihli Aydınlık gazetesi ve 15.09.2013 Pazar Makalesinde”
(**) Burak Kılıç “Zaman” yazarı


TÜRK KÜLTÜRÜNDE AĞAÇLAR 1. BÖLÜM

  Türklerde Ağaç Kültü Semavi dinlerde olduğu gibi Türkler topraktan değil de ağaçtan yaratıldığına inanılır. Türklerde, “Orman-Ağaç” kültün...