1 Ocak 2020 Çarşamba

MUHAMMED-İ İSLAM KERBELA'DA BİTTİ



İslam’da Kavgaların Başlaması

Muhammed’den sonra İslam’ı yozlaştırdılar, Müslümanlığı tartışılır duruma getirdiler. Değil diyen beri gelsin gösterelim, işte Müslümanlar arasında akışı durmayan kan. 1400 yıldan bu yana binlerce Müslüman öldürülerek sürdü. 

Öldürüldükleri yetmezmiş gibi birde kin ve nefretin nerelere kadar uzandığına bakarsak, öldürülenlerin kemiklerin mezarlardan çıkarılarak kemiklerden dahi intikam alınarak yakıldılar, Dürüst ahlaklı Müslüman bilim insanları fikirleri yüzünden kâfirlikle suçladı, en ağır cezalara maruz kaldılar; birçokları öldürüldüler. 

Öyle ki, her "Müslüman’ım" diyen, güç ve iktidar sahibi olduğunda, dinde kendini de güçlü, her dediğinin Tanrı kabulü gibi sayılacağına hükmetti durdu İslam tarihinde. Müslüman ülkelerde iktidarı elinde tutan despotlar ne yaptılarsa, alttakiler yani cemaatler, tarikatlar onun özentilerinden farklı gelişmediler, onlarda kendi tarikatlarının, öteki tarikatlardan farklı olduğunu, kendilerinin “hak tarikatı” olduğunu söylediler durdular, öteki kendilerinden küçük tarikatların insanlarını “kâfirlikle” suçladılar, gerektiği yerde imha ettiler...

Tarihimize baktığımızda “İslam-i muhafazakâr” siyasetinin eli kanlıdır. Bunlar her daim, “Huzur İslam’da” derler, en büyük huzursuzluğun kaynağı da kendileridirler. Yani İslam tarihine kısaca bile bir baktığımızda Müslümanlar” arasında çıkan kavgaları, insan kanını donduracak kadar zalimce ve kâbus dolu bir tarihle karşılaşırız. Kin, nefret, düşmanlık, kıyım var. Gerçek olan merhamet, güzel ahlak, hak hukuk yok orada... 

Öyle her alanda çıkıp “Huzur İslam’da” diye sloganlar kullanacaksınız, öbür tarafta en küçük bir siyasi görüş farklılığı ya da ters çıkar ilişkileri olunca kanlı bıçaklı hale geleceksiniz. Hatta arabaların arka camına “huzur İslam’da” yazacaksın, trafikte ufacık bir olayda çekip belindeki silahı, ötekine kurşun yağdıracaksın öyle değil mi?

Yine, “Gönül ehli kardeşlik bağları ile bağlıyız, takva sahibiyiz, alnımız secdeye beş vakit değenlerdeniz” derler, peki neden huzur yok bütün İslam ülkelerinde? Neden Müslümanlar arasında vuku bulan kavga bir türlü yerini huzura, barışa bırakmıyor? Tarihe baktığımızda Müslümanlar arası düşmanlık, İslam’ın gerçek sahibi Muhammed’in torunu Hüseyin’in Kerbela’da öldürülmesi, onu öldürenlerin yolundan gidilmesi midir? Hüseyin’in 72 yakını ile birlikte Kerbela'da öldürülmesi ve başı gövdesinden kesilerek ayrılıp, o kesik baş bir sopanın ucuna takarak Küfe sokaklarında dolaştıranlar ve bu acımasız kıyımı gerçekleştirenlerde kendilerini “Müslüman” olarak addedenler başkası değildi...

Harre Vakası ve Ardından Mekke’ye Saldırılar  
Bir yanda güzel şeylerini gösterirken, kötü taraflarını gizlemek İslam tarihinde vardır. Kerbela olayını yaptıran yine Yezit döneminde “Medine” şehrini üç gün boyunca yağmalayan, Muhammed’in halifelik makamında oturan Muaviye Oğlu Yezit’in ordusuydu. Bu Medine’nin yağmalanma savaşı kime karşıydı. Hiç araştırdınız mı?  Bu savaş, Muhammed’e yakınlığı ile bilinen Zübeyir’in oğlu Abdullah b. Zübeyir’e karşıydı. Tarihi rakamlar farklılık gösterse de, Abdullah b. Zübeyir isyanı sonrasında 4000 Müslüman insan bu savaşta yaşamını yitirdi. Bazı kaynaklarda bu sayıyı 10 binin üzerinde olduğuna dair yazmaktadır.

Dahi, kayıtlara “Harre Vakası” olarak geçen savaşta yüzlerce Kur’an hafızı ve onlarca sahabe yaşamını yitirdi. Bazı söylencelere göre, bu savaş sonrası üç gün boyunca kadınlara tecavüz serbest bırakılmıştır. İşte IŞİD’i üreten kaynağın ana damarları buralardandır. Ölen de öldüren de, mahrum olan da, zalim olanda, zulmedende Müslümanlardı...

Yine Abdullah b. Zübeyir’e karşı ve Mekke’yi ele geçirmek için o kutsal mekân olan Kâbe’yi ateşe veren ve mancınıklarla ateş topu atanlarda Müslümanlardı. Nerdeyse işte bu başı dönmüş Emevi hanedanlığı boyunca Müslüman muhalifleri katledenler, yaptıklarını hep İslam adını kullanarak yapmışlardır. Öldürdükleri “din kardeşleri” İdi. Gelin görün ki, en sonunda kendileri de benzer sonuçla hanedanlıkları tarumar edilmiş sonuçları, yaptıklarından farklı olmamış, acı bir biçimde bitmiştir. Tarihi kayıtlara göre “Müslüman” Abbasiler döneminde birçok Emevi halifelerinin mezarları açılmış, kemikleri çıkartılarak yakılmıştır.

M.S. 683 yılının Ağustos ayında, Harre denilen bir bölgede yapılan savaşta, Emevi kuvvetleri karşısında fazla dayanamayarak Medineliler direnişlerini sona erdirmişlerdi. Kaynaklara göre en az seksen kadar sahabenin (Muhammed dostları) de aralarında bulunduğu çok sayıda insanları öldürdüler. Dahi, Medine’de on bine yakın Müslüman katledildi. Ancak yaşanan felaket bununla kalmadı.

Emevi komutanı Müslim bin Ukbe, Yezidi’n emriyle işgal ettikleri Medine'yi askerlerine üç gün süreç içinde, başta kadın ve kızların ırzlarına geçmek dâhil, her şeyi gasp etmelerini “mubah” kıldı. Emevi ordusuna “helal” denildi, Medineli Müslümanların evlerine zorla girdiler, mal mülk, eşya, para ne buldularsa ellerinden aldılar, yetmedi, üç gün boyunca kadınlarım kızların ırzlarına geçtiler. Karşı koymak isteyen insanları dövdüler, öldürdüler.

En açı verici tarafı nedir derseniz; Medineli, babalar o yıl kızlarını kocaya verirlerken kızlık garantisi vermediler. Dahi, tecavüze uğrayan kadın ve kızların birçoğu 9 ay sonra arka arkasına çocuklar doğurdular. Medineliler bu çocuklar için, “Herre Çocukları”, “Herre Piçleri” adıyla andılar. Birçok kadın ve kızlar ise “ganimet olarak” alındılar; evlerinden yurtlarından götürdüler.

İslam’ın Peygamberi Muhammed, oysa: Ey Allah’ım! Hz. İbrahim Mekke'yi haram kıldığı gibi, ben de Medine'yi iki dağı arasıyla haram kılıyorum" diye dualar etmişti. Hz. Peygamber, yaşadığı şehrin bu özelliğini vurgulamıştı.

M.S.683, Muhammed’in ölümünden 50 yıl sonra bütün bu zalimlikler Yezit tarafından yapılırken, yetmez, Emevi orduları Medine’den Mekke üzerine göndertir. Ordunun komutanı Müslim bin Ukbe yolda hastalanır ve geberir gider. Onun yerine zalimlikle (valilik döneminde 200 bin kişinin ölümünden sorumlu olduğundan) anılan “Haccac” komutanlığa getirilir. Mekke’yi kuşatan Emevi ordusu, aylarca mancınıkla şehre taş ve ateş yağmuruna tutar. Atılan bunca taşlarla Kâbe yıkılır! Hacca’ın uzun süredir kuşatması altında bulunan Mekke halkı aç ve susuz kalır.

Yezit münafığı, Muhammed’in halifelik koltuğunda oturarak, Bedir’de öldürülen yakın akrabaları olan müşriklerin intikamının alındığına dair şiir okur. Emir verip yaptırdığı Müslüman katliamlarını bir zafer olarak övünç kaynağı yapar. Eğlenmek için av partisi düzenler. Dağda atının arkasından tek başına gider. Ancak kamp yerine at yalınız döndüğünde, Yezit alçağı attan düşmüş, ayağı üzengiye takılı kaldığından, at onu sürükleyerek vücudu parçalanarak M.S.683’te geberip gitmiştir. Daha kısa süre önce öldürttüğü şehitlere rahmet, Yezit zalimine lanet diyelim gitsin…

Yezit’in ölüm haberiyle, Mekke kuşatması sırasında geldiğinden Emevi ordusu geri döndü. Böylece Mekkeliler Medineli Müslümanların akıbetine uğramaktan kurtuldular. Mekkelilerin önderi Abdullah bin Zübeyir, harap olmuş Kâbe’yi temellerine kadar yıktırıp yeniden inşa ettirdi.

M.S. 692’de Emevi halifesi Abdülmelik'in döneminde Haccac'ın yeniden saldırısından Mekkeliler kurtulamadılar. Kâbe yine mancınıklarla yeniden dövüldü ve zarar gördü. Müslümanlar açlıktan günlerce sefalet içinde kaldılar. Zalim Halim Haccac, aç kalan Mekke Müslümanlarını aşağılamak için Mekke’ye mancınıkla hayvan leşlerini attırır. Halk köpek leşlerini bile yemek zorunda kalır. Bulaşıcı hastalıklar yayılır. Mekke emiri Abdullah bin Zübeyir, bu şekilde yaşamaktansa vuruşarak ölmeyi tercih eder Haccac ordusuna karşı savaşır ve bir süre sonra çatışmada şehit düşer. Vahşi bir biçimde kafası kesilerek gövdesinden ayırırlar ve Şam’a gönderilir. Zalim Haccac, Mekke’de katliamlarını sürdürür ve harabeye çevirdiği Kâbe’yi ateşe vererek yaktırmıştır.

Kur’an Bakara 2/125: "Hani biz Kâbe’yi insanlara vaktiyle bir sevap mahalli ve emin bir sığınak yapmıştık. Siz de Makam-ı İbrahim'den namaz kılacak bir yer edinin." Dediği halde korunamadı Kâbe.

Muhammed’den Tirmizi, Tefsir, Hac, 3180’daki hadiste: "Yani yüce Allah Kâbe'ye el-Atık adını verdi. Çünkü onu despotların şerrinden korumuştur. Hiçbir zaman bir zorba ona galebe edemedi" demiş.

Kerbela ve Yezit Mezarı
Hüseyin'in şehit edilmesinden sonra Peygamberimizin torununun intikamını almak için ayaklanmalar çıktı. Daha sonraki yıllarda da Emeviler'e hemen her dönemde lanet edildi. Emevi halifelerinin mezarları tarumar edildi. Kerbela dramının baş sorumlusu olan
Yezit, çölde büyümüş, eğlence ve sefahat içinde yaşamıştı. Muaviye ölmeden önce oğlu için halkın büyük kısmının biatini almıştı. Bu yüzden Yezit babasının ölümünün ardından Şam'da kendini halife ilân etti. Yezit, otoritesini tesis için ilk iş olarak Muhammedin sevgili torunu Hüseyin ve ailesini Kerbela'da şehit ederek işe başladı. Hüseyin'in şehit edilişine tepki koyan ve haklı isyana kalkan Müslümanlara karşı  isyanları bastırmak için Medine’yi bastırdı. Baskında Mekke'yi yakıp yıktılar; harap ettiler. Yezit babasından devraldığı iktidarını üç yıl sürdüren Yezit 39 yaşında öldü. İslam dünyasında en çok hem Sünniler, hem de Sünniler tarafından lanet okunan kişi olarak Şeytandan sonra Yezit olmuştur ve hala okunmaktadır...

M.S. 1400'lü yılların Aksak Timur, Ortadoğu seferinde, Yezit’i mezarında bile rahat bırakmaz, söktürür Şam’daki mezarından kemiklerini çıkartır, kemiklerini yaktırır. Mezarının yerin de askerlerine kenef yaptırır. Dahi, Timur, onun mezarına yakın duran Şamlıları da kılıçtan geçirir.

Yezit ve Kişiliği
Yezit; kanun, kural, düzen, din iman, Kur’an tanımaz; hak, hukuk bilmez, becerileri kötülük üzerine düzenbazlık yapan, riyakâr, hilekâr, babası Muaviye gibi kurnaz, kirli kokuşmuş bir despot zulmü, nekesliği ve namertliği temsil eden taş yürekli serseri ayyaşın tekiydi. Ondan şefkat, adalet, merhamet, sadakat ve insanlık beklemek boşunaydı. Çünkü o azgın yetişmiş, terbiye edilmemiş, insan davranışlarına göre olmayan hareketleri ile İslam’a en büyük kötülüğü yapan lanetli bir kişiliğe sahipti...

Yezit, sadece peygamber ailesine zulmetmekle kalmamış, Peygamber'in mescit ve mezarını, ashabının kanıyla kızıla boyamış, ırzları da dâhil, Peygamber ashabının her şeyini askerlerine mubah kılmıştı. Bununla da yetinmeyip Allah'ın beyti, Müslümanların kıblesi Kâbe'yi mancınıkla taş yağmuruna tutup ateşe vermişti.

Ve Yezit; içindeki kin ve nefreti İslam'ın Peygamberi Muhammed’e yönelikti. Bunu ona veren içinde beslediği kindi. Bu kin, Bedir Savaşında öldürülen müşrik dedelerinin intikamı ile yanıp tutuşmasından kaynaklanıyordu. Muhammed’in Ehl-i Beytini (hane halkını) kılıçtan geçirterek intikam aldığı açıktı. Bunu yaptı ve yaptığı zalimliklerden dolayı mutlu ve şendi. Muhammed'in makamı Halifelik tahtına kurulmuş, "müşrik atalarının intikamını nasıl alındığını pervasızca şarabını yudumlayarak küstahça şiirler söylüyordu." (*) 
Selman ZEBİL 

(*) Abdullah b. ez-Zeb'ari’den küstahça şiirler söylediği aktarılır.
Yararlanılan Kaynaklar:
Mehmet Bahaüddin Varol, “Harre Vakası.”
Halil İbrahim Er, “İslam’da Siyasal Düşüncenin Doğuşu”, Sorun yayınları.
Aydın Tonga, “Kapital İslam’ın Temeli Muaviye”, Doğu Kitapevi.

7 Temmuz 2019 Pazar

İZLANDALILARIN 400 YILLIK TÜRK NEFRETİ ve TARİHİ NEDENLERİ

Hollanda kökenli Küçük Murat Paşa
1627 Tyrkjaránið (1627 Türk Baskını) ve İzlandalıların Türk Nefreti

İzlandalıların dediği “Türk Soygunu”, 1627 yazında gerçekleşen unutulmaz bir olayın adıdır...

Osmanlı denetimi altında olan Kuzey Afrika'dan gelen akıncılar Grindavík, Eastfjords ve Westman Adaları'ndaki sahil başlarını vurdular, yağmaladılar, 50 kişiyi kadar insan öldürdüler, 400 kişiyi de esir alıp köle pazarlarında satmak için geri evlerine Afrika’ya döndüler.

Doçent Þorsteinn Helgason bu konuda yazılarına göre, Türk soygunu, kısmen kayıpların meydana geldiği ülkeye şimdiye kadar başlatılan tek askeri saldırı olduğu için birçok bu nedenden dolayı akılda kalıcı iz bırakmıştır. Ancak hatırlanmasının temel nedeni, gerçekleştikten kısa bir süre sonra bu üzücü konu hakkında çok şey yazılması, olay hakkında çok şey bilinmesidir. Soygunla ilgili başlıca İzlanda yayınları şunlardır: İzlanda, Türklere duydukları tarihsel nefret yüzünden yıllarca Türkiye'yle diplomatik ilişki kurmadı. Dahası, Türk öldürmek 350 yıl boyunca suç değildi. Peki bu nefretin nedeni neydi?

1. Doğu Topraklarındaki usta çiftçi ve hukukçu Kláus Eyjólfsson'un yazıları...

Yazılarını, Westman Adaları'ndaki soygundan kurtulanların anlatımına ve oradaki olay yerinde gördüklerine dayandırılır. Claus, soygundan hemen sonra açıklamasını yazdı ve rapor edilenlerin terörü ile işaretlendi. Bununla birlikte, Adalar'daki sakinlerden iki rahipten biri olan Peder Jón Þorsteinsson'un öldürülmesini, bir şehit hakkında kutsal bir hikâye olarak nitelendirdi.

2. Soygundan sonraki kış Skálholt'ta bulunan Doğu İzlandalı öğrenciler tarafından yazılmış kısa bir hikâye.

3. Westman Adaları'nda yakalanan Rahip Ólafur Egilsson'un tanımı (ereksiyon kitabı), ailesiyle birlikte Cezayir'e (şimdi Cezayir'in başkenti) götürüldü, ancak kısa süre sonra serbest bırakıldı. Gördükleri, yaşadıkları hakkında yazmaya teşvik edildi ve Westman Adaları'ndaki soyguncuların eline geçmesinden, Cezayir'de serbest bırakılmasına ve Avrupa'dan Kopenhag'a ve sonunda İzlanda'ya yorucu bir yolculuğuna kadar süreleri sakince ayrıntılarıyla anlattı.

4. Cezayir'den birkaç mektup.

5. Hólar'da Piskopos Þorlákur Skúlason'un bir tür “mahkeme sekreteri” olan Skarðsá'dan Björn Jónsson'un özetle, Piskopos, o sırada mevcut olan yazılı kayıtlara göre soygunun bir hesabının yazmasını istedi. Bu anlatılan ayrıntıların bir kısmı daha sonra kayboldu. Bu yazıların çoğu yüzyıllar arasında el yazması amortismanına girdi ve araştırmaları eğişti. Orijinalleri yok, ancak yoğun kullanımın 20. yüzyılın başlarında, Ulusal Arşivci Jón Þorkelsson, Türk Baskını hakkında karşılaştığı bütün yazıları temizleyip bastırdı ve1627'de İzlanda'da Türk Soygunu adlı kitapta yayınladı.

Korsanlardan birinin çizimi
Bu; bu konuyu ayrıntılı olarak incelemek isteyenlerin İncil'idir...
Türk baskınına yol açan olaylar ve Cezayir ve Fas'ın günlerindeki bütün koşullar hakkındaki bilgiler, başta Danimarka’ca, Hollandaca, İngilizce ve Fransızca olmak üzere çok sayıda çıkarılmış Avrupa deneyimine, resmi mektup ve rapora dahil edilmelidir. İzlanda'da Türk Soygunu, folklorda, yer adlarında, kurgularda, günlük tartışmalarda ve referanslarda büyük bir miras bırakmıştır. Yurtdışında, bu olay neredeyse bilinmemektedir.

Türk baskını, 1627 yazında, kuzeybatı Afrika'dan gelen korsanların Grindavík, Westman Adaları ve Eastfjords'taki insanları kaçırıp Berberi Adaları'nda köle olarak satmasıyla gerçekleşti. Soyguncu gruplar, biri Cezayir'den (şimdiki Cezayir) ve diğeri Sale'den (şimdi Fas'ta) olmak üzere iki kişiydi. (1) Yaklaşık 50 kişi öldürüldü, yaklaşık 400 kişide kaçırıldı. (2) Bu kaçırılan İzlandalıların dokuz ila on sekiz yıl sonra, (3) çoğu İzlanda'ya dönmeyi başardı, 50 kişi için fidye ödendi (4-3) Ancak bu İzlandalı esirlerin bir bölümü özgür kalmalarına rağmen İzlanda'ya dönmeyerek, Osmanlı Devleti için çalıştı hatta yüksek mevkilere gelenler bile oldu.

Kaçırılanlar arasında, daha sonra Hallgrímur Pétursson, rahip Ólafur Egilsson ve daha sonra avukat olan Halldór Jónssonile evlenen Guðríður Símonardóttir (Türk-Gudda) vardı.

Bu kötü etkiler Türkiye'ye atıfta bulunmuyor, şu anda “Türkler” adı ile anılıyordu kötü geçen

geçen olaylar. Akdeniz bölgesindeki aslında Türk ırkından olmayan bu Müslüman korsanların yaşadıkları bu bölgeler çoğunlukla Osmanlı İmparatorluğu yönetimi altındaydı. (5)

Küçük Murat Paşa
Jan Janszoon van Haarlem adlı korsan, Hollanda'nın korsanlığı yasaklaması üzerine Cezayir'e sığındı. Orada Müslüman olarak adını Murat olarak değiştirdi ve Osmanlı Devleti’ne tabii olan diğer Berberi Korsanları arasına katıldı. Yani, Jan Janszoon van Haarlem, kökeni Hollandalı bir korsan olup, adını değiştirerek, “Amiral Murat Reis” adıyla Osmanlı İmparatorluğu'nun hizmetine girer ve genellikle Fas kıyısındaki Salè şehir devletinin ilk valisi ve “Büyük Amirali” olur. Jan Asbjarnarson yanında bir diğeri Jonsson Vestmann adlı kişide Cezayir akıncılarına katılıp “Osmanlı Reisi” oldu.

Zaten o dönemde Fas’ın Sale kenti liman çevresindeki kıyılar korsanların istila merkeziydi...

Jan Janszoon, 1627'de İzlanda'ya gelen mürettebatından Danimarkalı bir köleye, gemisini daha önce kimsenin korsanlık yapmayı düşünmediği bir yere yönlendirmesini emretti. Cezayir'den gelen bir başka gemi de İzlanda'ya doğru soygun gezisine çıktı, ancak oraya çok daha sonra geldi ve gemilerin İzlanda yolculuğunda herhangi bir ilk filosu veya istişaresi olup olmadığı belli değil.

1627 yılında 15 parçalık filosuyla en önemli seferini İzlanda'ya gerçekleştirdi. İzlanda'yı ele geçiren Küçük Murat Paşa, genç ve sağlıklı olduğunu düşündüğü 242 esir ve birçok ganimet ile birlikte Cezayir'e döndü.

İzlanda'nın 1627'deki görünümü
Esir alınan kölelerin sadece küçük bir kısmı, yıllar sonra Danimarka Kralının fidye ödemesi karşılığında ülkelerine dönebildi. Esir alınanlardan biri de daha sonraları “Tyrkja Gudda” lakabı takılan, Guðríður Símonardóttir qdlı köylü bir kadındı. 1636 yılında fidye ödemesi üzerine ülkesine döndüğünde eşi yaşamını çoktan yitirmişti. Yani, 1944 yılına kadar Danimarka egemenliği altında kalan İzlanda halkının o dönemdeki Danimarka Kralı'nın, Cezayir'e götürülen, orada köle olarak çalıştırılan birçok İzlandalı Danimarka Kralının fidye fidye ödenmesi sonunda serbest bırakılmış ve 1636’da ülkelerine geri dönmeleri sağlanmıştır.

Bütün bu olanların derinden etkilediği İzlandalılar 1627’de çıkardıkları “Türk öldürmek suç değil” yasası, 350 yıl sürer ta ki, 1970'de kaldırılana kadar. Bu yasa kaldırılmış olmasına rağmen hala İzlandalılar geçmişteki bu acı olanları unutmuş değil, İzlandacada “Tyrkjaranid” (insan kaçıran Türk) diye söz sürmektedir. Ancak 350 yıl yürürlükte kalan bu yasaya rağmen yasa gereği hiçbir Türk öldürülmemiştir...

İzlandalıların, Türklerden son derece nefret etmesine neden olan, 1627’de İzlanda’ya korsan baskınlarını yapanların hiçbirinin Türk olmamasına rağmen bütün bu nefretin nedeni bir ironidir.

Ancak bu İzlanda yağmalanmasına ve 50 İzlandalıya yakın insanın öldürülüp, 400’ünü de tutsak edip Cezayir’e getirilmesi, Cezayir’in o dönemde Osmanlı'nın yönetimi altında olmasından kaynaklanmasıydı.

İzlanda yağmasına katılan Hollanda kökenli korsan Jan Janszoon van Haarlem adlı kişidir...

Bu geçmişteki yaşanan olayları unutmayan İzlanda, Türk vatandaşlarına vize başvurunda çok fazla zorluk çıkaran hatta Türkiye'de yalnızca fahri konsolosluğu bulunan Avrupa ülkesidir. 1627 yılında Osmanlı egemenliği altında yaşayan Cezayirli korsanlar, Atlas Okyanusu üzerinde gerçekleştirdiği denizaşırı eylemlerinin başında birde korsanlıkta deneyimli Hollanda kökenli olan Jan Janszoon van Haarlem adlı korsan, Müslüman olarak adlını sonradan “Küçük Murat Reis” değiştiren kişinin saldırıyı komuta eden Hollanda kökenli korsandır.

Jan Janszoon van Haarlem (*) (Küçük Murat Reis) 12 tanesi Kadırga olmak üzere 15 parçadan oluşan donanması ile ilk önce Manş Denizi'nini aşarak önce Kuzey Deniz'i boyunca Danimarka ve Norveç kıyılarını top atışlarına tutarak ilerlemiştir. 20 Haziran 1627’de İzlanda kıyılarına ulaşmıştır. İzlanda’ya ulaştıklarında ülkenin doğusuna çok yakın bir konumda bulunan Vestmannaeyjar adası ve ülkenin doğusu Osmanlı tabiyesi Cezayirli korsanlar tarafından 26 gün boyunca yağmalamayı sürdürmüşlerdir. Bu yağmalama sonucu, sağlıklı ve genç kişiler köle olmak üzere tutsak olarak aldılar ve geriye yanlarında 400 tutsak ile korsanlar Cezayir’e 27 günde döndüler.

İlginçtir, sonradan Müslüman olmuşların kötü davrandıklarını anlatır Olaf Eigilsson!..

İzlanda’ya çıkan Osmanlı tabiiyetinde bulunan Cezayirli yağmacı korsan seferlerin edebiyata yansıması, 1628’de yazılmış olan kitap, Danimarka'nın Kraliyet Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. Bu kitapta köle olarak esir düşen Olaf Eigilsson tarafından anlatılar yer almaktadır. Anlatılanlara göre yolculuğunda esirlere Müslümanlar tarafından iyi davranıldığını, kendileri ne yemişse esirlere de aynısını verdiklerini yazmakta. İzlandalılara asıl kötü davrananların sonradan Müslüman olmuş İngiliz ve Danimarkalılar olduğunu yazmıştır.

İzlanda baskının Danimarka müzesinde çizimleri
1500’lü yıllardan itibaren Kuzey Afrikalı denizci kabilelerden oluşan korsan donanmaları Akdeniz’e kıyısı olan ülkeleri sürekli yağmalayarak servetlerine el koyuyordu. O dönemde Akdeniz’e hakim durumda olan Osmanlı vardır. Bu Afrikalı korsanlar, kendilerine bir tür güvence sağlamak amacıyla gemilerine Osmanlı sancağı çekerek yağma talan işleri yaptıkları kaynaklara göre, Osmanlı Devleti de karşılığında bu korsanlardan yüklü miktarda vergiler alıyordu. Ayrıca başta Cezayirli korsanlar, o dönemde Osmanlı Devleti egemenliği altında olduğu için, Avrupalılar yağmacı korsanların yaptığı bütün kötülüklerinin sorumluklarını Türk halkına verilmiş ve bu nedenden Türklere karşı önyargıları başta İzlanda halkının nefreti hala Türkler üzerinedir.

Bir süre sonra Akdeniz’in Türk gölü haline gelmesiyle Kuzey Afrikalı korsanlar için yağmalanacak yer kalmamaya başlar. Hal böyle olunca Cebelitarık’ı geçip Atlantik Okyanus’una kıyısı olan Avrupa ülkelerine göz diker.

Hollanda sahillerine saldırdıkları sırada Jan Janszoon adlı ünlü bir Hollandalı denizci korsan Türk donanmasından çok etkilenir ve onlara katılmak istediğini söyler. Bu kişi önce, Hollanda ile İspanya savaşında bulunmuş, savaşta harikalar yaratsa da Hollanda savaşı İspanyollara karşı kaybedince denizleri terk edip karada yaşamaya karar vermişti. Jan Janszoon devşirilerek Müslüman olur ve adını “Genç Murat Reis” olarak değiştirerek Osmanlı donanmasına katılır. Sonunda kendinini, ait hissettiği güçlü bir donanması olmuştur. Ancak ilk yıllarda İskandinav ülkelerini yağmalamaya çalışsa da güçlü bir direnişle karşılaşır. Böylece “Genç Murat Reis” ve tayfası, Norveç, Danimarka gibi ülkelerden istediğini alamayınca yönünü savaşçı kimliği olmayan bir başka küçük İskandinavya ada ülkesi olan, geçimini balıkçılıkla sağlayan, o güne kadar kimseyle alıp vereceği olmamış, kendi savunmaya savaşma deneyimi olmayan İzlanda’da çevirir...

Böylece, Murat Reis’in yanında neredeyse tamamı Araplar ve Afrikalılardan oluşan tayfalarıyla birlikte, Osmanlı sancağı çekilmiş gemiyle 1627’de İzlanda’ya çıkartma yaparak İzlanda’yı istila ederek yağmalayarak servetlerine el koyar. Aynı zamanda 50 İzlandalıyı öldürüp 400 tane genç erkek ve kadınlardan oluşan esiri alarak geri dönerler.

O dönemlerde İzlanda nüfusu 60 bin dolaylarında olan ülkenin genç ve üretken nüfusunun büyük çoğunluğu İzlanda’dan ele geçirilen sarışın mavi gözlü uzun boylu kadınlara, güçlü kuvvetli erkeklere köle pazarında oldukça yüksek değer biçilir tabii.

Kısa süre sonra İzlanda'yı ikinci kez sefer düzenleyen kişi Ali Biçin Reis olur. Bu ikinci seferin sonucunda ise 800 esir ile geri dönülmüştür. Bu kez halkın neredeyse bütün değerli eşyalarına da el koyarlar.

İzlanda’da Tyrkjaránið olarak bilinen bu olayın ardından İzlandalılar silah kullanmayı ve savaşmayı öğrenmek için kendilerini eğitmeye başlar. Bugün bile o vahim hatıranın yası tutulan İzlanda’da bununla ilgili bestelenen bir halk şarkısı bile var.

Not: Kimi kaynaklara göre Türk korsanları sefere katılmamıştır ve seferin düzenlenmesi içinde Osmanlı Padişahın özel bir fermanı da yoktur.

Kaynaklar:
1627 Tyrkjaránið (1627 Türk Baskını)
Kaynak kişi: KHİ’de (Tarih Öğretim Topluluğu) Doçent Þorsteinn Helgason, “İzlanda'daki Türk Soygunu.” 1906-1909. Reykjavík, Tarih Derneği.
Þorsteinn Helgason (el yazması ve yönetimi), Hjálmtýr Heiðdal (denetim), Guðmundur
Steinunn Johannesdottir. 2001.Gu ðríður Símonardóttir'in ereksiyon kitabı. Kaynaklara dayalı bir roman. Reykjavík, Mál og menning.
Kaynak kişi: KHİ’de (Tarih Öğretim Topluluğu) Doçent Þorsteinn Helgason(1) Þorsteinn Helgason. “Hverjir stóðu
Burkay Çağıltı
Referanslar:
(1) Þorsteinn Helgason. „Hverjir stóðu raunverulega að Tyrkjaráninu?” (Türk baskınına gerçekten kim karşı çıktı?)
(2) Þorsteinn Helgason, “Hvaða heimildir eru til um Tyrkjaránið?” (Türk akınları için hangi kaynaklar var?
(3) Þorsteinn Helgason, “Hvað gerðist í Tyrkjaráninu?” (Türk baskınında ne oldu?)
(4) Þorsteinn Helgason, “Hvaða heimildir eru til um Tyrkjaránið?” (Türk akınları için hangi kaynaklar var?)
(5) Þorsteinn Helgason, “Hverjir stóðu raunverulega að Tyrkjaráninu?“ (Türk baskınına gerçekten kim karşı çıktı?)

Sagnakvöld IV -Tyrkjaránið Grindavík. Story Night IV -Türk Baskını Grindavík.
Tyrkjaránið. Geymt (Türk soygunu) í Wayback Machine Á www.djupivogur.is
Þorsteinn Helgason, “Hvað gerðist í Tyrkjaráninu?” (Türk baskınında ne oldu?)
Þorsteinn Helgason, “Hvað gerðist í Tyrkjaráninu?” (Türk baskınında ne oldu?)
Þorsteinn Helgason. “Hvaða heimildir eru til um Tyrkjaránið?” (Türk akınları için hangi kaynaklar var?)

(*) Jan Janszoon van Haarlem (Küçük Murat Reis) kimdir?

1627 yılında gerçekte adı Jan Janszoon van Haerlem, Küçük Murat Reis adlı denizci aslında Hollandalı ve Hollanda’nın Haarlem’de doğmuş rezil serserinin birisidir. 30’lu yaşlarda korsanlığını yarı resmi Hollanda krallığı adına yarı kendi adına yapmış biridir. Hollanda krallığına yarı resmi, yarı kendi hesabına Hollanda’ya, yarı zamanlı da kendine çalışmış haydut biridir. Saldırdığı gemilerin ait olduğu ülkelere göre kendi gemisine kimi zaman Hollanda bayrağı çekmiş, kimi zaman Osmanlı bayrağı.

İzlanda Bayrağı
Türk Öldürmek Serbest Ülke İzlanda
Ancak İzlanda’nın Grindavik, Austfiroir ve Vestmannaeyjar adlı bu üç kentte hala Türkler zaman zaman “Tyrkjaranid” (nsan çalan Türk) olarak anılıyor.

Avrupa’da bir söz vardır: “De ergste Turk was nota bene een Hollander!” (En zalim Türk kesinlikle bir Hollandalıydı…)

Gerçek adı Jan Janszoon Van Haarlem olan, Hollanda kökenli kişi, Müslüman olarak Küçük Murat Reis adını alarak, Atlantik Denizinde kısa süreliğine Hollandalı Türk Korsan denizci olarak tarihe geçmiştir.

İngiltere ve Hollanda Kraliyetlerinin her türlü korsanlık faaliyetlerini yasaklama kararının ardından Müslüman olup Fas Sultanının korumasında, Fas’ın Atlantik kıyısındaki Sale limanını İspanyollardan alarak orada, “kurtarılmış bir korsan cumhuriyeti” kurmuştur. Daha sonraki yıllarda ise Fas’ın Osmanlı’ya bağlanması ile birlikte Osmanlı’ya tabi olmuş ve Cezayir Beylerbeyi’nin emrine giren Küçük Murat Reis’in Osmanlı’nın “Atlantik Korsan Kuvvetleri” komutanı olmuştur.

Korsanları Atlantikteki yağma yolları 
Küçük Murat Reis’in en önemli seferi, 1627’de Cezayir limanından 15 parça gemi ile denizlere yelken açıp, Cebelitarık’tan geçerek kuzeye Avrupa kıyılarına yağmacılık yapmak amacıyla uğrayarak denizlere açılmıştır. Manş denizini geçerek, Kuzey Denizi boyunca Danimarka ve Norveç kıyılarına yağma için saldırıya geçmişlerse de pek başarılı olamamışlar

20 Haziran 1627 tarihinde İzlanda’ya çıkmışlar. Burada 16 Temmuz tarihine kadar 26 gün kalmışlar. 26 günden sonra 400 esir ve büyük bir ganimetle Cezayir’e geriye dönmüşler. Bu dönüş yolu yaklaşık olarak 2800 deniz mili olup 27 günde yolu tamamlamışlar...

Küçük Murat Reis ve emrindekiler, İngiltere’deki prenslikler ve kontlukları ve dahi, İzlanda, Norveç, İsveç ve Danimarka limanlarına arka arkaya yaptıkları saldırılarda önemli düzeyde ganimet ve esir ele geçirmişlerdir.

Sonradan Müslüman olmuş İngiliz ve Danimarkalıların kötü davrandıklarını anlatır...

1628 yılında yazılmış, Danimarka’daki kraliyet kütüphanesinde bulunan “Türklerin Atlantik Serüvenleri adlı belgesel kitapta piskopos Olaf Eigilsson, “Türk denizcilerinin 1627 yılında İzlanda’ya geldiklerini, kendisi de dâhil, 300 kişiyi esir alarak Cezayir’e götürdüklerini, daha sonra serbest kalarak İzlanda’ya geri döndüğünü” anlatmaktadır. Olaf Eigilsson, yolculuğunda esirlere Müslümanlar tarafından iyi davranıldığını, kendileri ne yemişse esirlere de aynısını yedirdiklerini, İzlandalılara asıl kötü davrananların, sonradan Müslüman olmuş İngiliz ve Danimarkalılar olduğunu bizzat o kitabında anlatır. (1)

Danimarka-Kopenhag da “Kgl Bibliotek Chistians Brygge no: 8” adresinde yer alan kütüphanede bulunan diğer bir kitap, pek bilinmeyen iki Türk denizcisini bizlerle tanıştırmaktadır. (2)

İzlanda da Osmanlı bayraklı gemiler 
İzlanda’nın başkenti Reykjavik‘de 1852 yılında basılan ve H. Haengsson ile H. Hrolfsson tarafından birlikte yazdıkları, “litil Saga Umm Herhla-up Tyrkjans a İslandi 1627” adlı yapıtta Genç Murat Reis‘in filosundan Arif ve Bejram (herhalde Bayram) adlı iki komutanın gemileri ile Beruşyord limanı‘na girdikleri anlatılmaktadır. (3)

Aynı kütüphanedeki diğer bir kitapta, “Murat Reis, amiral olarak tanıtılmakta”, başka bir kitapta ise, “1631 senesinde Türk donanmasının 15 parça gemi ile İngiltere’ye geldiği ve daha sonra 12 parça gemi ile İzlanda’ya sefer düzenlediği” belirtilmektedir.

Kopenhag’ın 60 km. uzağında bir liman şehri olan Helsingör‘de, müze olarak kullanılan Hamlet’in Şatosu’nun duvar pano ve tablolarında İskandinav limanlarındaki Türk denizcileri ve gemileri tasvir edilmektedir.

Stanley Lein Paul, “Devonshire Kontluğu Tarihi” adlı kitabında “Türk denizcilerinin, 1625 yılının ağustos ayında Plymouth ve Hardland Point limanları açıklarında 27 parça ticaret gemisine el koyduklarını, Suseks, Hatas, Devon, Cornwell ve batı kıyılarındaki kontluklara ait kalelere akınlar düzenlediklerini” anlatmaktadır. (4)

Küçük Murat reis komutasındaki Osmanlı korsanları İngiltere’nin güneybatısındaki Lundy adası 1625-1630 yılları arasında ele geçirilerek, özellikle kuzeye yapılan harekâtları daha iyi destekleyebilmek amacıyla üs olarak kullanırlar. Murat Reis’in emrindeki Türk korsan filosu “Land End”den yaklaşık 100 mil kadar içerde Hhard Lend burnundan 11 mil açıktaki bu adayı üs yaparak batılı devletlere dehşet saçmaktaydılar. İngiltere, uzun yıllar Türkleri Lundy ve Scillya adalarından atamadı. Bütün çabalara rağmen İngiltere kıyılarına 10 km mesafedeki bu küçük ada Türk korsanlardan yaklaşık 5 yıl boyunca geri alınamayınca İngiltere kralı İ. James ve oğlu İ. Charles’in birçok İngiliz amirali kral tarafından görevden alındı.

1631’de de Türkler İngiliz limanlarını yıllık vergiye bağladılar.
İngiltere’nin Bristol, Plymouth, Southampton ve İrlanda’nın Cork ve Baltimore gibi birçok limanları Türk korsanları tarafından birçok kez vuruldu ve Atlantik ortasında yüzlerce İngiliz, İspanyol ve Hollanda gemisi ele geçirildi.

1627 yılında 10 gün içinde 27 İngiliz gemisi Türkler tarafından ele geçirildi. 19 Haziran 1631 gecesi İrlanda’nın Baltimore limanı da Türk Korsanları tarafından ele geçirilmiş ve bu olay sonunda ünlü şair Thomas Usborne Daways 56 mısralık uzun bir şiir yazmıştır.

İzlandalı Köleler...
İzlanda'dan Cezyir'e getirilen köle kadınların satılışı

Küçük Murat Reis komutasındaki Cezayir-Türk korsanları tarafından, 1627 yılında Atlas Okyanusu'ndaki İzlanda adasına yapılan denizaşırı harekâttır.

12'si kadırga 15 parçadan oluşan donanması ile Küçük Murat Reis, İzlanda'ya giderken ilk önce Manş Denizi'nden geçti, sonra kuzey denizi boyunca Danimarka ve Norveç kıyılarını topa tutarak, 20 Haziran 1627 tarihinde İzlanda sahillerine ulaştı. Ülkenin Austurland denilen doğu bölgesi ile İzlanda kıyılarına çok yakın konumda bulunan Vestmannaeyjar adası Cezayir-Türk korsanlar tarafından yağmalandı. Cezayirli korsanlar, 16 Temmuz tarihine kadar 26 gün boyunca İzlanda'yı işgal altında tuttular. Bu sürede genç ve sağlıklı kişileri köle olmak üzere esir edildi. Sefer sonunda, 400 köle ve birçok ganimet ile birlikte 27 günlük bir yolculuktan sonra 12 Ağustos'ta Cezayir'e geri döndüler.

İzlanda'da korsanlar ile İzlandalıların mücadelesi
Sonuç Neydi?
Osmanlı donanması oradaki karıları gemiye alıp batıya yelken açmışlar, sonra batıya yelken açmışlar ama ondan sonrası bilinmiyor. Amerika'ya gittiler diyen var Afrika'ya gittiler diyen var ama bence okyanusta kaybolup boğulmuşta olabilirler.

Kaynaklar:
(1) Piskopos Olaf Eigilsson,1628 yılında yazılmış, Danimarka’daki kraliyet kütüphanesinde bulunan “Türklerin Atlantik Serüvenleri adlı belgesel kitaptan
(2) Danimarka-Kopenhag’da, “Kgl Bibliotek Chistians Brygge no: 8” de yer alan kütüphanede bulunan kitaptan.
(3) İzlanda’nın başkenti Reykjavik’te 1852 yılında basılan ve H. Haengsson ile H. Hrolfsson tarafından birlikte yazdıkları, “litil Saga Umm Herhla-up Tyrkjans a İslandi 1627” adlı yapıtta
(4) Stanley Lein Paul, “Devonshire Kontluğu Tarihi” adlı kitabından
http://korsan.uskudar.biz/kuzey_denizi.htm
https://eksisozluk.com/1627-izlanda-seferi--1576486

Kaynaklar:
Vikinglerin Günlükleri: RI Sayfası'nın kayıtları, anıtları ve masalları (British Museum Press, 1995)
James Graham-Campbell, Colleen Batey, Helen Clarke, RI Page ve Neil S Price tarafından Viking Dünyasının Kültür Atlası (Andromeda, 1994)
Anna Ritchie'nin Viking İskoçya (Batsford, 1993)
Viking Yaş İngiltere Julian D Richards tarafından (Batsford, 1991)
The Viking Dig: Richard Hall'un York'taki Kazıları (Bodley Head, 1984)
Scar: Sanday'da Bir Viking Tekne Mezarı, Olwyn Owen ve Magnar Dalland'ın Orkney (Tuckwell Press / East Linton, 1999)
Donald Bullough'un Charlemagne Çağı (Paul Elek, 1965)
Orkneyinga Saga Hermann Palsson ve Paul Edwards tarafından çevrildi (Hogarth Press, 1978)
NF Blake'in İngiliz Dili Tarihi (Macmillan, 1996). İngilizce büyümesinin erişilebilir ve modern bir tartışması.

E Eckwall tarafından İngilizce Yer-İsimler Oxford Sözlüğü (Oxford University Press, 1960). Yer isimleri hakkında halen en yararlı kitap.

Thomas Pyles ve John Algeo'nun İngiliz Dilinin Kökeni ve Gelişimi (Harcourt Brace Jovanich, 1993). Bölümlerin içine iyi düzenlenmiş, İngilizce evrimine ilişkin kapsamlı bir rehber.

Anglo-Saxon İngiltere'deki Blackwell Ansiklopedisi Michael Lapidge, John Blair, Simon Keynes ve DG Scragg (Blackwell, 1999) tarafından düzenlenmiştir. Vikings, Eski İskandinav, yer isimleri ve çok sayıda kişi, metin ve yer girişi dahil olmak üzere önde gelen akademisyenler tarafından Anglo-Sakson kültürünün her yönüne kapsamlı bir rehber.

Oxford Illustrated History of the Viking, P Sawyer tarafından düzenlenmiştir (Oxford University Press, 1997). Vikinglerin faaliyetleri hakkında renkli, tam bir tartışma.

Viking Gemi Müzesi . Oseberg, Gökşat ve Tune'daki büyük gemi mezarlarının resimlerini ve açıklamalarını ve aynı zamanda Norveç'teki Borre'deki baş rafı mezarından bulgular.

İsveç bölgesinde'ki Vikingler ise doğuya yönelirler ve Doğu Avrupa'nın istilası için buraların nehir sistemlerini kullanarak Novgorod ve Kiev'e geçerler, akabinde Karadeniz'e ve hatta Konstantinopolis'e (bugünün İstanbul'una) ulaşırlar.

Kitaplar
PG Foote ve DM Wilson'ın Viking Başarısı (Sidgwick & Jackson, 1980)
Viking Hersir, 793-1066 AD, M Harrison (Osprey, 1993)
Savaş sanatı Viking Sanatı tarafından P Griffith (Greenhill Books, 1995)
Viking Silahları ve Savaş JK Siddom tarafından (Tempus, 2000)

29 Mayıs 2019 Çarşamba

DÜZEN BOZAN TROL KADIN Elif Şafak Keleş




KISACASI TROL DÜZEN BOZAN DEMEKTİR. 
Yandaki Resmi Bulunan Kadının Görevi de Düzen Bozmaktır
Norveç ve İzlanda’da 11. Yüzyılda yazılmış “Edda” masallarında geçen dev büyücü cadı canavarların adıdır Troll. Onların Tanrılara ve insanlara düşmanlık yapan Genellikle iri ve güçlü, kısır ve tehlikeli olarak tarifi yapılan varlıklar olarak anılırlar.

Eski İskandinav ve Norveç efsane kültüründe bulunan doğaüstü varlık olan trol, dev yaramaz, kötü ve çirkin mitolojik bir tür anti sosyal canavar ama bunlar bazen cüce yaratıklarda olabiliyorlar. Günümüzde popüler trol hatıra eşyalar ve resimler olarak, özellikle Norveç’te hediyelik eşya olarak bu heykelcikler satılmaktadır.

Troll Norveç halk masalları 1842-1844 yılından sonra kontrol altına alınır ve çeşitli maceralı önemli roller verilerek çağdaşlaştırılır, hatta hatıra eşyalar durumuna getirilen bir kültür varlığı olarak, popüler macera, masal ve çizgi romanları haline getirilir.

Norveç folklarında troller ya devdir ya da cücedir. Norveç dağlarında, ormanlardaki mağaralarda, kütük evlerde yaşayan efsanevi masal, kahramanı, çirkin suratlı, sıra dışı bir yaratık olarak tarif edilen bu efsanevi yaratıklardan olan Troller, Norveç’in ünlü öykü yazarlarından olan Henrik İbsen, Knut Hamsun, Trygve Gulbranssen ve dahi, diğer şairler, yazarlar Troll öykülerinden esinlenerek öyküler yazmışlardır.

Türkiye’de AKP Trolleri İşbaşında, Türkçede anladığımız troller, Norveç efsanesindeki trollerden farklılık gösterir.

Türkiye’de Trollük projesi, güçlü destek görerek iyi işliyor olduğuna son trol kadının yaptığı hatlarından anlaşılmıştır.
Yukarıda resimde görülen Elif Şahin Keleş adlı kadın, İmamoğlu'nun konuşmalarını çarpıtarak, cımbızlayıp saptırarak trolluk görevini aşağıda yapmıştır... 



Türkiye’de. İstenmeyen, rakip kişiler hakkında çeşitli suçlama kampanyalarını taraflı bir biçimde, hukuk dışı kişiyi kötüleme ve eleştiri sınırlarının çok ötesinde tam manasıyla kötü niyetle yapılmakta olup mutlak bir yol bularak kafaya taktıkları kişileri tuzağa düşürmektir görevleri.

Görevleri, kişiler üzerine “zarf atmak, yem atmak, doğruyla eğriyi birbirine karıştırmak, iftira atmak, haysiyet kırmak vs.” gibi anlamada kullanılır ve görevleri de tam budur. Birilerine yaralanmak, onların beğenisini kazanmak uğruna can yakmaktan hiç çekinmeyen, salt bulundukları ortamlarda tepki çekecek tuzaklar kurmak, can sıkacak, kızdıracak, ortamın güzelliğini bozacak, küçük düşürücü her türlü mesajları atarak tepki toplamak. Genellikle bu trollerin görevleri, hizmetinde bulundukları ağalarının işini kolaylaştıracak, yaşamlarını güçlü ve başarılı gösterecek her türlü kötülükleri mubah sayan zavallı insanlardır bunlar. Bu zavallı insanlar, yerme ile övme arasındaki farkı bile ayırt edemeyecek kadar alçaklarda yaşayanlardır.     

Bu zavallı troller, bilgisiz, karşıt görüşlü, sert tarzlı, kendi başlarına değil de, birilerine bağlı, yalan ve yanlışla yönlendirilen ama yalandan doğruyu ayıt edemeyen, kendini kaptırmış salt kötülükler yapmakta hünerlerinin üstüne bulunulmayan kişilerdir. Ki; internet ortamında insanları tahrik eden, kızdıran, asla nezaket kurallarına uymayan, davranışlarıyla kişiler arasında ayrımcılık yapan, ortalığı karıştıran, sürekli hukuk ihlalleri yapan kişilerden oluşurlar ve güçlerini, hizmet ettikleri gücün gölgesinde korkak sinek gibi yaşayarak alırlar.

Yani ülkemizdeki bu troller, birinin amacına hizmet eden, idealist olmayan, mantık taşımayan, salt tarif edileni yapan  “evet efendimci”  mantıksız ama çok kurnaz, mantık ve aklını kurnazlıkla çıkar amaçlı kullanan birileridir.

Türkiye de teknolojiyi iyi kullanan bu Trollerin görevi, teknolojiyi iyi kullanmak ve insanların zihinlerine girerek, birisine hizmet ettirmeyi özendirmek. Yani insanların kafasını karıştırmak, şaşırtmak, düşünme yeteneğini kaybettirmektir. Eğer bunları yapamıyorsa, sosyal medyadan başlıyorlar saldırıya, kafaya taktıkları kişiye çirkin iftiralar atarak, aşağılayarak işe girişiyorlar ve sonuç belli, o kişi ya savcıların kollarına düşüyor ya da işinden gücünden ediliyorlar.


10 Şubat 2019 Pazar

BEYŞEHİR'İN OSMANLILAR DÖNEMİ


Osmanlılar Elinde Beyşehir
Foto: Selman Zebil, Esentepeden Beyşehir ve Anamas dağı
Osmanlıların eline geçen Beyşehir’i Osmanlılar ne zaman tam olarak ortaya çıktığı bilinmeyen, Eşrefoğlu merkezi, üç tarafını kale ile bir tarafı gölle çevirdiği “ İçerişehir” adı verilen yer ile Beyşehir Çayı adıyla anılan bugünkü Çarşamba Kanalı öteki kıyısında uzanan yere de  “Dışarışehir”  denilmekteydi. Yani, günümüzde olduğu gibi kent iki taraflı ayrışmış oluşmaktaydı. Konya Vilayeti Salnamesi, 1883: 100 

Dışarı şehir olarak adlandırılan yerin (İçerişehir’in karşı tarafı, ne zaman kurulduğu pek bilinmese de, hayli dışarıdan gelen göçlerle nüfuz artışından kentin kurulmuş olabileceği düşünülmektedir. Ancak, “Dışarışehir”  denilen yerde kendi adıyla anılan bir mahalle ve camii bulunan Hacı Armağan Şah’tan (*) dolayı, “İçerişehir” dışındaki iskân hadisesinin çok daha eskilere dayandığı söylenebilir.

(*) Antalya, Isparta, Konya ve Beyşehir’de pek çok vakıf eseri olan Mübarizüddin Hacı Armağan Şah, Sultan Keyhüsrev’in oğlu İzzeddin Keykavus’un Atabeğidir. 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’in cülusunda Üstadüd-dârlık yapan Armağanşah 1248’de Babai İsyanında öldürülmüştür. (Bkz. M. A. Erdoğru 1992:84).

Osmanlı hâkimiyeti sürecine geçmesiyle de devam etmiş gibi söylense de, işin gerçek tarafı, Eşrefolu Beyliği dönemindeki itibarlı canlılığını koruyamadı. Ancak Osmanlı’nın bir sancak kenti olur ve 1842 yılı itibariyle sancak olma özelliğini kaybeder ve Beyşehir kent nüfuzu armasını kaybederek, kentin gelişmesi de durağanlaşır. Başta buna neden, kent nüfuzunun gelişmesine engel sosyal, kültürel ve iktisadi idi.

19. yüzyıla gelindiğinde Beyşehir ve çevresinden büyük kentlere önemli göçler başlar. Eşerefoğlu zamanında cazibe merkezi olan kente ivme kazanan göçler, özellikle 19 ve 20. Yüzyılda tersine, kenti terk eden göçler ivme kazanmıştır.

Beyliğin kurucu Seyfeddin Süleyman’ın Beyşehir’de hala görkemiyle ayakta duran bir sanat eseri olan, bir benzeri olmayan ağaç işi Eşrefoğlu Camii, Anadolu Selçuklu Dönemi sanatının en nadide örneklerindendir. Aynı zamanda, caminin yanında çifte hamam, bedesten, konaklama yeri (han), aş evi(imaret) ve türbe yaptırmıştır. (1)

Eşrefoğlu Süleyman Bey’den sonra da önem verilerek Mübarizüddin Mehmet Bey zamanında bayındırlık çalışmaları sürmüştür. Beyşehir’de Subaşı (vali) sıfatıyla görevde bulunan Şerafeddin Ahmet Bey Selçuklu geleneğine uygun görülen tarzda imar faaliyetlerinde bulunmuş ve 1314 yılında  “Demirli Mescit” olarak bilinen, mescidi inşa ettirmiştir. (2) 

Foto: Selman Zebil yıl 1986
Mevlevilik tarikatının etkin bir üyesi olan Mehmet Bey, Ulu Arif Çelebi’yi Beyşehir’e davet etmiş, onunla yakın ilişki kurmuştur. Mehmet Bey ile Ulu Arif Çelebi arasındaki ilişki Menakibü’l-Arifin (Ariflerin Menkıbeleri) adlı yapıtında Ahmet Eflaki konuyu detaylı bir biçimde anlatılmaktadır. (3)

Mehmet Bey’in aynı zamanda 13. yüzyılın son çeyreğinde Anadolu’yu yurt edinen Seyyid Harun Veli ile de görüştüğü rivayet edilir. Eşrefoğlu Mehmet Bey’in 1303-1320 yılları arasında Beyliğin başında bulunduğu dönemde gerçekleşen bu buluşma sonrasında Mehmet Bey’in Seyit Harun Veli’yi ziyaret ederek, onun külliyesine gayr-i menkuller bağışlamasını ister. (4)

16. yüzyıl başlarında Beyşehir kenti 12 mahalle iken günümüzde 15 mahalleye çıkmıştır.

Eşrefoğlu, Subaşı Mescidi, Emenler (Halife Hacı İvaz), Asılbeyi, (İhtiyar Fakih, Aykut, Mancınık), Kuyumcu (Zergeran), İbrahim Ağa, Hacı Armağan, (Meydan), Kadı Muhyiddin, Yeltan, Seydi Ali bin Ali Bey, Debbağlar ve Kapu Mescidi adlı mahalleler kentin en eski mahalleleridir. 16. yüzyıl sonunda bu mahallelere Dalyan, Hoca Sinan ve Musalla mahalleleri de dâhil olmuştur. (5) 

18. ve 19. yüzyılına ait hurufat defterlerine göre bu mahallelerle eklenen Beyşehir merkezinde kale dâhilinde Çiftçiler (Hoca Bali), Şeyh Hamza, kale dışında ise Evsat adılı mahallelerin adları eklenir. (6)

Bu durum 16. yüzyıldan sonra da yeni mahallelerin oluştuğunu düşündürmektedir. 1844 tarihli Beyşehir Kazası nüfus defterine Beyşehir kaza merkezinde Cami, Hacı Armağan, Orta ve Dalyan Mahallesi olmak üzere dört mahalle kaydedilmiştir Bunlardan Cami İçerişehir’deki bütün mahalleleri bünyesinde toplamış bulunmaktadır.

20. yüzyıl başlarına kadar Beyşehir kent merkezi, “İçerişehir” ile “Dışarışehir”deki Hacı Armağan (Meydan), Dalyan ve Evsât adlı mahallelerden oluşmaktaydı.(7)

1902 yılında Beyşehir’e iskân edilen Çeçen muhacirlerin yerleştirilmesiyle birlikte meydana gelen yeni mahalleye, padişah 2. Sultan Hamit’in adına izafeten Hamidiye adı verilmiştir.

20. yüzyılın başında kent merkezinde yeni bir mahalle daha oluşturulmuştur Başbakanlık Osmanlı Arşivi Kaynakları (BOA), İrade-Dâhiliye, 5: 1321, lef 1, 3 Mayıs 1903. Bu tarihten itibaren günümüze kadar yeni mahalleler oluşmasını sürdürmüştür.

Mimari bilim dalında insanlığa bilgi sunan yapılardan Beyşehir, Eşrefoğulları Beyliği’ zamanından bize sanatsal değeri olan, koruması bizlere düşen dünyada benzeri pek az bulunan mimari eserler bırakmıştır…

Osmanlı Döneminde Sürgün Yeri Beyşehir
Foto: Selman Zebil İçerişehrin görünümü yıl 1985
Sürgün; insanların bulundukları yerden istekleri dışında başka yerlere göç ettirilerek ikamete zorunlu tabi tutulmalarına sürgün denilmektedir. Osmanlı Devletinin tarihi sürecinde sürgün siyasetini, kendisine tehlikeli gördüğü, farklı düşüncelerinden bazı topluluklara uyguladığı cezalandırma yöntemiydi sürgün.


Dilimizde, insanların bulundukları yerden başka yere zorunlu olarak göç ettirilerek ikamete zorunlu tabi tutulmalarına sürgün denilmektedir. Osmanlı Devletinin tarihi sürecinde, çeşitli nedenlerden dolayı, farklı düşüncelerinden bazı toplulukları sürgün siyaseti uygulanarak cezalandırma yoluna gitmiştir.

Osmanlı devleti, kuruluşundan kısa süre sonra sürgün siyasetine başlamış, toplumu bir yerden başka bir yere, yani en çokta sürgün, yeni fethedilen yerlere Türkmenler, sürümüştür. Bu sürgünlerden en çok pay sahibi Karaman Beyliği’nin Osmanlılar tarafından dağıtılmasıyla olmuştur.

Osmanlı Vilayete bağlı Beyşehir Kazası idarî, coğrafî ve fizikî özelliklerinden dolayı olsa gerek, bir tür sürgün alanı olarak seçilen bölgeler içinde yer alır. Bu nedenle özellikle  “20. yüzyıl başlarında ve savaş dönemlerinde çok sayıda gayrimüslim Beyşehir Kazasına sürgüne gönderilmiştir. Bu çalışmada, başta muhasım devlet tebaasından olanlar olmak üzere Beyşehir Kazasına sürgün edilen gayrimüslimlerin nicelik ve nitelikleri ile sosyal ve ekonomik özellikleri ele alınacaktır.” (*)

Buna gerekçe olarak, kısmi siyasi-idari olsa da, aşağılanan, horlanan, hesaba katılmayan, nerdeyse yok sayılan Türkmenlerin Osmanlı otoritesine arada bir başkaldırmalar yapmalarından dolayı ayaklanıyorlar, padişahların huzurunu kaçırıyorlardır. Türkmenleri sürgün ederek, birlik ve bütünlüklerini bozup dağıtarak, Osmanlı yeni fethedilen, daha çok Balkanların sınır bölgelerine sürüyorlardı.

Örneğin, Osmanlı’ya uzak kalan Anadolu’nun ortasında sayılabilen Konya bölgesinden, özellikle Karaman Beyliğini ortadan kaldırarak Balkanlara sürülmeleri tarihimizde bir tür yüzkarası olarak kalmaktadır.

(*) Hüseyin Muşmal, Hasret Gümüş, “Exiles To Beysehir Town During The Late Ottoman Empire Periods” (Osmanlı devletinin Son Dönemlerde Beyşahir Kazası’na Yapılan Sürgünler)

Nüfus Hareketleri
Bilindiği gibi, nüfus hareketleri, bir toplumun siyasal yapısını olduğu kadar sosyal yapısını da etkilemekte, aynı şekilde toplumun siyasal ve sosyal yapısı da nüfus hareketlerine bazı tesirlerde bulunmaktadır. Bu çerçevede daha önceki yüzyıllarda nitelikleri farklı olmakla birlikte, Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyıldaki siyasal zafiyetleri ve bunun sonuçlarının çeşitli yönlerde büyük nüfus hareketleri şeklinde ortaya çıktığı söylenebilir (*)

19. yüzyıl Osmanlı arşiv belgelerinde, Beyşehir ve çevresinden büyükşehirlere önemli oranlarda içgöç yaşandığı, 19. Yüzyılda yoğunlukla Beyşehir’den büyükşehirlere göç edenler olmuştur. Beyşehir Sancağına ait  “temettuat” ve “nüfus defterlerinden” bilgi edinilebilir. Defterlerdeki kayıtlarda, hane reisinin veya kişinin isim, eşkâl ve meslek bilgileri belirtildikten sonra, bu bilgilerin hemen üstüne küçük notlar düşülerek, kişilerin kent dışında olmaları halinde nerede ve ne ile meşgul oldukları veya gitmiş oldukları bölgelerde kaç yıldır bulundukları hakkında bazı bilgiler verilmektedir.

19. yüzyılın ortalarından itibaren Beyşehir ve çevresinden büyükşehirlere yapılan göçlerin nicelik ve nitelikleri ile ilgili bazı tespitler yapabilmek mümkün olmaktadır.
Temettuat defterlerine göre 19. yüzyılın ortalarında Beyşehir ve çevresinde bulunan kazalara bağlı 89 yerleşim biriminden 40’ı büyükşehirlere göç vermiştir.  Yani bölgedeki yerleşimlerin %45’inden büyükşehirlere göç yapılmıştır.

(*) Nuri Akbayar, “Tanzimat’tan Sonra Osmanlı Devleti’nde Nüfus”, 1985,TCTA,VI, İst. s.1238-1246

Beyşehir’den Büyük Kentlere Göçler
Göç araştırmacılara göre, genellikle Beyşehir bölgesinden dışarıya giden işçilerden mesleği hamal, ırgat, ya da hizmetkâr olarak gitmişlerdir. 1844 yılına ait verilerinden hareketle yapılan tespitlere göre en çok göç edilen İzmir’i vasıfsız işçiler tercih ederlerken, İstanbul’u ise vasıflı işçiler tercih etmiştir.

1844 yılında yaklaşık 5.000 hanenin yaşadığı Beyşehir bölgesinden büyükşehirlere çalışmaya giden hane reisinin 250 civarında olduğu anlaşılıyor. 1844 yılında düzenlenmiş olan nüfus defterlerinde düşülen notlara göre, Beyşehir Kazasında kaydedilmiş 6.480 erkekten 622’si İzmir, 63’ü İstanbul, 46’sı da diğer şehirler olmak üzere toplam 731 erkek kişi, yani nüfuzun %11,36 çalışmak amacıyla Beyşehir Kazasından büyük şehirlere göç etmişlerdir. (8)

20. yüzyılın başlarında yayımlanmış bir çalışmada Beyşehir kent ve kırsalında özellikle Balkanda ve civarındaki köylerin ahalisinin İstanbul’da manavlık, Davgana, Miligöz, Üskerles, Manastır, Yaylasun, Hüseyinler ve Fasıllar köyleri ahalisinin de İzmir’de hamallık ve buna benzer işlerle iştigal ettikleri ifade edilmektedir. Dr. Nazmi 1922: s.150

Şüphesiz yeterli olsaydı, insanlar Beyşehir ve çevresinden büyük şehirlere göç etmeye kalkışmazlardı. Sürekli geçim sıkıntısı çektiği ve bu sebeple bunların işçi olarak büyük şehirlere göç ettiği gerçeği de eklenebilir (Yılmaz 1998:135) 9

Özellikle 19. Yüzyılda başlayan kentlere işçi göçleri, Beyşehir Nüfus defterleri ise, bu gerekçeyi küçük notlarla açık bir şekilde “kısmet tariki” olarak yazılmıştır. Beyşehir ve çevresinde rızıklarını temin edecek ve yaşamlarını sürdürecek işten yoksun olan kişiler “kısmet tarikiyle” veya “maişetlerini temin etmek” arzusuyla yörelerinden zorunlu olarak ayrılarak büyük kentlere, “ne iş olursa yaparım” anlayışıyla her işi yapmak için gitmişlerdir.

1892 yılında Beyşehir’e gelen Alman gezgin Frederik Sarre “Küçük Asya Seyahati 1895” yapıtında, Beyşehir Gölü suyunun gri ve bulanık olduğu için içilemeyecek derecede olduğunu, özellikle yazın güneşin etkisiyle suyun sıcaklığı çok yükseldiğinden insanın ateşini çıkardığını belirtmektedir

Beyşehir’e Yöresine Yerleşen Kürtler
Hasan Öztürk, “Kurucuova Tarihi” adlı araştırmasında bölgedeki yerleşim yerlerinden söz eder. 1466 yılında bölgede; Orta Anadolu’da Kürtlerin ilk yerleştiği yerlerin Isparta’nın Şarkîkaraağaç’a bağlı Kürtler Köyü olduğunu yazar. Osmanlı belgelerinde 1584 nüfuz ve yerleşim yerleri belirtilmiş, Kürtler köyü 1920 tarihine kadar Konya’nın Beyşehir ilçesine bağlı bir yerleşim yeri olarak kalmıştır.

Beyşehir Sancağına ait 1466 tarihli Müsellim Defterinde Yenişehir Nahiyesi’nin kimi köylerinin Yörük olduğu yazılmıştır Bu belgede kimi köylerin Yörük olduğunu dile getirirken Yenişehir (Şarköy) Kürtler ve Muma köylerinden gayri köyleri kastetmektedir. Bu köyler; Bademli, Kurucuova, Yenice, İsrailliler, Küre ve Hoyran köyleridir.

Beyşehir ve çevresinde Etiler; Etiler, Lidyalılar, Frigyalılar, İyonlar, Makedonyalılar, Persler, Selefkoslar, Romalılar, Araplar, Selçuklular, Eşrefoğulları, Hamitoğulları, Germiyanoğluları, Karamanoğulları ve sonunda Osmanlılar hâkim olmuşlardır.

(1) Salim Koca, “Anadolu Türk Beylikleri”, 2002, s.716
(2) Ahmet Çaycı, “Eşrefoğlu Beyliğinin Mimarî Eserleri”  Yüksek Lisans tezi, Konya
(3) Ahmet Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri 1973:282
(4) Ahmet Çaycı 1993 s.13
(5) M. Akif Erdoğru  “Osmanlı Yönetimi’nde Beyşehir Sancağı”, İzmir.1998, s.106
(6) VGMA, Hurufât 1075:7a; 537: 74; 537:75a; 1097: 19a; 1097: 21; 1097:20a; 1141:75b;1140:81a; 542:37a; 1141:74a; 1133:80b; 1133:80b; 1141:75b
(7) BOA, Temettuat Defterleri, (ML. VRD. TMT), Nr. 9820, 9821
(8) Müjgan Şahinkaya, “1844 Tarihli Nüfus Defterlerine Göre Beyşehir Kazası”, S.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya 2014.

TURANCI-TÜRKÇÜ-SOSYALİST ETHEM NEJAT (1881-1921)

ETHEM NEJAT (1887-1921) Annesinin adı Cavide, babasının adı Hasan'dır. Anne tarafından dedesi Ahmet Cavit Paşa, Çerkes İttihat ve Teavün...