24 Mart 2025 Pazartesi

RECEP TAYYİP ERDOĞAN'IN 1993'TE RP'Sİ İSTANBUL İL BAŞKANI İKEN VERDİĞİ MESAJ

 



Recep Tayyıp Erdoğan "2. Cumhuriyet Tartışmaları" Kitabındaki Konuşması.

2. Cumhuriyet, “Batılaşma süreci” içerisinde bir harekettir. Batılılaşma dün Kemalist olmayın ve Sosyalist olmayı gerektirirken; bugün 2. Cumhuriyetçi olmayı gerektirmektedir. Kaldı ki 70 yıllık tarihimizi “Cumhuriyet” olarak kabul eder ve rakamlarsak bu sayının ikiden birçok olması gerekir. Her şeyden önce, Birinci Meclis, her yönüyle farklı bir dönemdir. İkinci Meclis’le çok partili döneme kadar olan süre ikinci aşamadır. DP iktidarından 60 ihtilaline kadar ayrı bir özellik arz eder ve üçüncü olarak nitelemek hakkı vardır.

1960-83 arasını “Dördüncü Cumhuriyet” olarak numaralarsak, bu döneme de “Beşinci Cumhuriyet” diyebiliriz. Ancak gerçek İkinci Cumhuriyetçilerin, gerek Yeni Osmanlıcıların, toplumun düşünce ufuklarının genişlemesi, haklarının farkına varması ve bir kimlik arayışı içine girerek, geçmişin geleneksiz kimlik kazanmasının imkansızlığını görmesi açısından büyük yaraları olmuştur. Bu sağlıklı bir gelişme olup bunu içeren değişmeden yana olmak bir zorunluluktur.” S. 418

1993’te Metin Sever ve Cem Dizdarlar’ın
Başak Yayınlarında çıkan 2. “Cumhuriyet Tartışmaları” kitabı

Cumhuriyet ve Demokrasi kavramlarının Türkiye Cumhuriyetinin 70 yıllık tarihindeki ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? ”

Erdoğan: “Türkiye Cumhuriyetinin 70 yıllık tarihine çok kestirme bir biçimde, kuşbakışı baktığımızda rejimin yüz aklığı ile çıktığını söyleyemeyiz. 1. Meclis hariç, Türkiye Cumhuriyeti gerek temel hak ve özgürlükler açısından gerekse halkın egemenliği açısından üzerinde taşıdığı “demokrasi” ve “cumhuriyet” kavramlarının gereğini yerine getirmemiştir.

Rejimi kuran militarist ve sivil bürokrasi, demokrasi ve cumhuriyet kavramlarını kendi egemenliklerini ve dayatmalarını halka kabul ettirmek için aracı olarak kullanmışlardır.

Bu bürokrasinin gözünde halk; birtakım hakları kullanmaya layık olmamıştır. Aksine halk her zaman gariban, zavallı, eğitilmeye muhtaç yaratıklardır. Ve, onları “adam etmek” için uygulanacak her yöntem meşru görülmüştür.

Demokrasi bugüne kadar bazen amaç bazen ise araç olarak görülmüştür. Hem amaç hem de araç olarak yorumlayanlar da olmuştur. Bize göre ise de demokrasi ancak bir araçtır. Hangi sisteme girmek istiyorsanız, bu düzenlerin seçiminde seçimin de bir araçtır. Yani demokrasi ile düzenler gelir, düzenler gider. Tabi bunun demokrasiyle gerçekleşmesi, halkın iradesinin tecelli etmesi güzel bir şey. Ve bu noktada demokrasiyi halkın iradesinin tecellisi şeklinde tanımlayabiliriz. Fakat bugün ülkemizde demokrasi bir amaç olarak yorumlanıyor ve bu amaç olarak görülen demokrasi, ne yazık ki bugün Türkiye’de totaliter bir yapıyı gündemde tutuyor. Bugün Türkiye görüyoruz. Ne yazık ki demokrasi kavramı bizde tam olarak yerine oturmamıştır. S. 419

Halk iradesini tecelli şekli dediniz. Eğer demokrasi sadece bir araç olarak tanımlanabilirse; halk iradesi adına iktidara yerleşmiş düşünce demokrasinin aleyhinde işlemeye başladığında, yani totaliter özellik kazandığında, yeni totaliter özellik kazandığında da ne olacak? Kısaca tanımlamanız üzerinde konuşulduğunda; demokrasinin araç edinilmesiyle iktidara gelmiş bir totaliter rejimden vazgeçilebilmenin şartları en azından demokratik yollardan mümkün görünmüyor...

Halka rağmen iktidar olunmaz, Tarihe baktığımız zaman totaliter rejimler hep halk tarafından yıkıldığını görürüz. Eğer halk totaliter bir rejimi istiyorsa buna saygı duymalıyız. Ama rejim geldi ve halk memnun değil, bunu değiştirecek olan yine halktır.

Peki, bu değişimin aracı sizce ne olabilir?..
Yine halk. Rejimlerin hiçbiri halka rağmen orada durmaz.

70 yıllık tarihin sonunda Türkiye Cumhuriyeti’nin temek problemleri neler? 70 yıllık tarih taşıyıcısı Kemalizm, gelinen noktada kendini yenileyebilir mi? Toplumsal sorunlar karşısında yanıt verebilecek bir çekim merkezi olabilir mi?..

70 yıllık tarihinde Türkiye Cumhuriyeti katı bir üniter anlayışa sahip olmuştur. Her konuda “tekçi” olmuştur. Ve bu tek olan şeyi de kendisi seçmiştir. Hukuk halka sorulmadan bir yerden aktarılmış ve zorla halka dikta ettirilmiştir. Çağdaşlık anlayışı, ahlak anlayışı vs. Hatta Türkiye, din konusunda da aynı anlayışı seçmiş; kendisine din olarak “Kemalizm’i” almış ve başka hiçbir dine hayat hakkı tanımayarak kitlelere zorla dikta etmiştir. S. 420

Ancak hem dünyadaki değişim rüzgarları hem de halktan kopuk olan sistemlerin uzun süre yaşayamayacağı gerçeğinin ortaya çıkmasıyla yoğunluk kazanan değişim dalgası sonucu resmi ideoloji taraftar bulama hale gelmiştir.

Ne yazık ki Türkiye’nin 70 yıllık tarihi boşa harcanmış bir zamandır. Bu süre içinde halkın refah seviyesi diğer dünya devletleriyle eşit oranda artmamıştır. Temel hak ve özgürlükler konusunda Türkiye hala bir üçüncü dünya ülkesidir. Her sene ilgili dünya örgütlerince azarlanmaktadır!..

Türkiye Cumhuriyeti 1923’ten bu yana sürekli olarak bir gerileyişin içindedir. Bununu bir kaç başlık altında toplamak istiyorum; Ekonomide 1923’te dünyada altıncı sıradayız, bugün 46. Sıraya düşmüşüz. 1924 yılında 1 dolar 90 kuruş; sene 1993, 1 dolar 9 bin liranın üzerinde. Para ekonominin namusudur. Paramızın bu noktadaki durumu, bizim nereye geldiğimizin ifadesidir. O gün istihdam noktasında açığımız yokken, bugün resmi açığımız 4,5 milyondur. O günü, o günkü dünya ölçülerine; bugünü ise, bugünkü dünya ölçülerine göre değerlendirmek durumundayız. Dolaysıyla o gün fabrikamız yoktu, bugün var dememiz bir şey ifade etmez.

Ekonominin yanında ahlaki, düzenimiz bozuk. Bugün İstanbul’un göbeğinde fuhuş sektörü aldı başını gitti. Ahlak olarak çöken bir toplumun bağımsızlığını kazanması imkansızdır. Yanlışlar doğru, doğrular yanlış takdim edilmeye başladı. S. 421

Bir devlet memuru rüşvet almasını bilmiyorsa ona aptal gözüyle bakılıyor...
İlmi düzeyde büyük bir çöküntü var. Eğitim var ama üretim yok. Üniversitelerimiz düşünce üretmiyor. Resmi ideolojinin tekelinden kurtarılmış bir eğitim, öğretim programı gerekiyor.

Bir diğer sorun askeri bağımsızlığımızın da tehlikeye girmesi...
NATO’nun baskısı elimizi kolumuzu bağlıyor. Bir diğer sıkıntımızda milli bütünlüğümüzün tehlikede olması. Bunu şu şekilde açayım; resmi ideoloji ırkçı bir kişilik taşıyor, bu yapısıyla da milli bütünlüğün korunması mümkün değildir...

Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nde 27 etnik gurup yaşamakta. Bu 27 etnik gurubunda varlıklarının tanınması gerekmektedir. “Türkiye Türklerindir” gibi tezler yanlıştır. Türkiye, Türkiye de yaşayan herkesindir. Bir inanç birlikteliği bu insanların bütünlüğünü sağlayabilir. Aksi taktirde milli bütünlüğümüzü sağlamak mümkün değildir. Temel sorunlarımız noktasında ana başlıklar olarak bunları söyleyebiliriz.

Soru: Milli bütünlüğün korunmasından söz ettiniz. Bu değişim süreci içerisinde eğer, ülke içinde yaşayan bazı gurup insanlar milli yapı içerisinde kalmak istemezlerse ne olacak?

Recep Erdoğan’dan yanıt: “Onun kararını yine halk verecek...
Örneğin Kürtler biz ayrı yaşamak istiyoruz diyebilirler...
Bu durumda belki Osmanlı eyaletler sistemi benzeri bir şey yapılabilir... S. 422

Soru: Bağımsızlık isterlerse, tamamen ayrılmak isterlerse...
Erdoğan: Bu toprak üzerinde böyle bir bağımsız yapıyı kurma kudreti varsa kurar. Ama kudreti yoksa...

Soru: “Buna hakkı var mıdır? Kudretli olmayabilir...
Erdoğan: Bu hakkı kimden isteyeceği önemlidir.

Soru: Hak istenmez. O hak meşrudur ya da değildir. Burada sorulan o; meşru mudur?..
Erdoğan: Coğrafi bütünlük içerisinde evet, ama coğrafi ayrılık içerisinde hayır.

Soru: Coğrafi bütünlükten kastınız Misak-ı Milli sınırlar mı?..
Erdoğan: Ona orda hudut tayin edemem...

Soru: O zaman bu hakta meşru değildir diyorsunuz...
Erdoğan: Eyalet tarzı bir sistem içinde olabilir diyorum.

Ama bağımsız bir devlet olarak tasarlayamam diyor musunuz?

Erdoğan: Tasarlayamam. Çünkü bu coğrafyanın mücadelesini veren sadece Kürtler olmamıştır ki...

Soru: Ama o coğrafyada yaşayan insanların böyle bir talebi olduğunda... “Biz kendi kimliğimizle, bayrağımızla, Kazakistan, Kırgızistan gibi bir ülke olmak istiyoruz” derlerse, siz bu hakkı meşru bulur musunuz; bunu öğrenmek istiyorum... s. 432

Erdoğan: Onu meşru olarak görmüyorum.

Soru: Burada zikredilen milli tanım, İslam’ın ümmet kavramıyla çelişik gözükmüyor mu?.. Ayrıca bütünlüğünü çalışmaya uğraştığınız bu sınırlar içerisinde sizde söylediniz değişik etnik yapılar ve dinsel guruplar var. Bunlar hem ümmet çerçevesinde hem de milli devlet içinde nasıl düşünebiliyorsunuz?..

Erdoğan: Ümmet kavramı içerisinde düşünmüyorum ki, İslam devlet planı içinde düşünüyorum. “Adil Düzen” diye tanımladığım bir devlet çerçevesinde ele alıyoruz. Ümmetin içerisinde zaten Hristiyan’ın, Yahudi’nin olması söz konusu değil. Ama bu ümmet, Hıristiyan’la da Yahudi’yle de kendi hukuklarını belirleyerek yaşayabilir.

Soru: Türkiye Cumhuriyeti’nin 70 yıl sonunda karşısına çıkan temel problemleri kendinize göre ifade ettiniz ve resmî ideolojinin altını çizdiniz. Resmi ideolojinin izdüşümü olarak görülen Kemalizm gelinen noktada kendini yeniden üretebilir mi; toplumsal sorunlara yanıt verebilir mi?..

Erdoğan: Gelinen 70 yıllık sürenin sonunda Türkiye’nin GSMH’si ne yazık ki bir Japon firmasının, bir İTT’nin yıllık cirosundan daha azdır. Yani Japonların veya Amerikalıların milyonu dahi bulmayan bir insan topluluğu ile gerçekleştirdiği üretimi Türkiye 60 milyonla başaramamaktadır. Bunun suçlusu halk değil rejimdir. Gelinen bu noktada; Türkiye tam bir kaosla karşı karşıya. Rejim tıkanmıştır, çürümüştür, etrafa rahatsız edici kokular salmaktadır. Kimsenin rejime güveni kalmamıştır. Bu nedenle Türkiye’de bizzat rejimin kurum ve kuruluşlarında her şey illegal olarak işlemektedir. Örneğin: Her yıl Milli Eğitim Bakanı, okullara yeni kayıtlarda ücret almayacağını söyler ama, hiçbir aile para vermeden kayıt yaptıramaz. Esnaf vergisini dahi rüşvetsiz yatıramaz. Vs. S. 424

Bütün bunlardan sonra Türkiye’nin yarınında artık “Kemalizm’e” veya başkaca herhangi bir resmi ideolojiye yer yoktur. Kemalizm’in yeniden kendisini üretmesi söz konusu değildir. Çünkü böyle bir altyapıya ve argümanlara sahip değildir. Aradan 70 yıl geçti. Artık militarist ve sivil bürokrasi, “devleti biz kurduk, korumak ve kollamak görevi de bizimdir” diyemez. Çünkü insanlar böyle bir devleti istemiyorlar.

Bu bağlamda Kemalizm kendini yeniden üretmesi söz konusu değildir. 2000’li yılların dünyasında ve büyük dünya ailesinin bir birimi olan Türkiye’de artık Kemalizm’e ve Kemalizm benzeri rejimlere, sistemlere yer yoktur. Eğer rejim, bu yeni şartlara, zaman ve mekana uygun yeni bir sistem geliştirse, bu Kemalizm’in yeniden kendisini üretmesi olmayacaktır. Artık o başka bir sistemdir. Ve hatta bu tür arayışlar da mevcuttur...

Soru: Değişim taleplerini ve 2. Cumhuriyet tanımlamasının argümanlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?.. Erdoğan: Yukarda artık Kemalizm’in devrini tamamladığını ve kendisini yeniden üretmesinin söz konusu olmadığını söylerken, insanların farklı bir sistem arayışı içinde olduğunu söylemiştik. İşte bu noktada sisteme ilişkin yeni ve evrensel bir kavramla karşı karşıya kalıyoruz. “Değişim” s. 425

Özellikle 8. Cumhurbaşkanı Özal’ın ölümüyle geriye doğru göndermeler yapılarak konuşulan ama elitler ve okumuşlar katmanında daha önceden tartışılmaya başlanan bir kavram, “Değişim”

Biz bu kavrama iki yönden yaklaşmanın uygun olacağına inanıyoruz...
Birincisi: Kelimenin bizzat lügat anlamı açısından. Eğer değişim doğada ve insan hayatında şu anın dünyada, yarının bugünden farklı olacağını, olması lazımlığı anlamak için kullanılıyorsa; inanıyoruz ki herkesin değişimden yana olması gerekir. Çünkü doğada hiçbir şey sabit ve muhkem değildir. Az önce akan suyla bu su, az önce esen rüzgarla bu rüzgar, az önce nefes aldığım havayla bıraktığım hava aynı şey değildir. Evrenin yapısı sürekli değişim ve hareket üzerinedir. Bu anlayış bize inancımızın sıkı sıkıya tembihlediği bir şeydir. Allah’ın “ol” emri (ki her şey o emir mucidindedir) hem “küllidir” hem de “süreklidir” Yani her an yeniden yaratılır ve birbirinden farklıdır. Yine Peygamberimizin biz Müslümanlarca çok önem verdiği bir söz de şöyledir: “bir günü bir gününe eşit olan zarardadır”

Bizim kendi inanç kaynaklarımızdan daha birçok örnek gösterebiliriz. Ancak uzatmamak için bu kadarla yetinerek şunları da söylemek istiyorum: Değişim her zaman tekamül değildir. Arzulanan tekamülle örtüşen bir değişimdir. Ama pratik her zaman böyle olmaz, olmamışta.

İkinci nokta; değişim kavramının bugünkü kullanılışı daha farklı boyutlar içermektedir. Her şeyden önce felsefi bir yönü vardır. Öyleyse bu felsefi düşüncenin kavranması gerekir. Bu konudaki düşüncemizi birkaç madde halinde özetlemeye çalışırsak:

1- Kavram bizim üretimimiz olmayıp dışımızda bir oluşumunun bize dayatmasıdır.

2- Batı her ne kadar dün “demokrasi insanlığın ulaşabileceği en faziletli sistemdir” demişse de bugün demokrasi de dahil bütün sistemlerde bir tıkanma vardır. Batı kendini yenileyebilmek, dünya hakimiyetini devam ettirebilmek için yeni kavramlar üretmektedir. En son üretimleri ise budur.

3- Bu özellikleri ile ve radikal değişimcileri söyleyişi biçimleri ile “değişim” yeni bir din söylemidir. Çünkü insanlar kalın çizgilerle en üst belirleyici olarak “değişimden yana olmak” ve “değişime karşı çıkmak-statükoculuk” biçiminde ikiye ayrılmaktadır. Oysa bir Müslümanlar için din “İslam’dır” En üst belirleyici İslam’ın ilkeleridir...

Bu mülahazalara baktığımızda son yıllarda çokça gündeme gelen “İkinci Cumhuriyet”, “Yeni Osmanlıcılık”, “Tarih ile Barışmak” gibi söylemler farklı bakışımız ve değerlendirmelerimiz vardır. Bu değerlendirme toptancı bir bakış değildir. Ne toptan ret ne de körü körüne angaje olmak bizim tavrımız olamaz.

Soru: 2. Cumhuriyetin temel argümanlarından birisi devletin ekonomideki payının azaltılması ve serbest piyasa ekonomisi. Bu arada iktisadi liberalizasyonu siyasi liberasyonu da beraberinde getireceği düşünülüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?..

Erdoğan: Özellikle Mehmet Altan’ın başını çektiği 2. Cumhuriyet “Batılaşma süreci” içerisinde bir harekettir. Batılılaşma dün Kemalist olmayı ve sosyalist olmayı gerektirirken bugün 2. Cumhuriyetçi olmayı gerektirmektedir. Kaldı ki, 70 yıllık tarihimizi “cumhuriyet” olarak kabul eder ve rakamlarsak bu sayının ikiden çok olması gerekir. Her şeyden önce 1. Meclis her yönüyle farklı bir dönemdir. 2. Meclis’le çok partili döneme kadar olan süre 2. aşamadır. DP iktidarı, 60 ihtilaline kadar ayrı bir özellik arz eder ve 3. Olarak nitelenme hakkı vardır. 1960-83 arası “Dördüncü Cumhuriyet” olarak numaralarsak, bu döneme de “Beşinci Cumhuriyet” diyebiliriz. S. 427-28

Ancak yine de gerek 2. Cumhuriyetçilerin gerek Yeni Osmanlıcıların, toplumun düşünce ufuklarının genişlemesi, haklarının farkına varması ve bir kimlik arayışı içine girerek geçmişsiz, geleneksiz kimlik kazanmanın imkansızlığını görmesi açısından büyük faydalar olmuştur. Bu sağlıklı bir gelişme olup bunu içeren değişimden yana olmak bir zorunluluktur...

Yeniden Türkiye’deki, değişim isteklerine dönelim. Yeni Dünya Düzeni diye bir kavram sıkça telaffuz edilmeye başladı. Yeni Dünya Düzeninden söz edilebilir mi? Böyle bir düzen bizim karşımıza nasıl çıkacaktır? Ne yazık ki Türkiye’deki değişim talepleri, “Yeni Dünya Düzeni” talepleri ile paralellik içindedir. Bu bir nakısadır. Çünkü Yeni Dünya Düzeni uğruna ölünecek bir hülya değildir. Dünya egemen sistemin bulaştığı patronaj biçimidir. Dün, iki başlık içinde sürdürülen bu sistem son değişimle birlikte tek başlılığa dönüştürülmektedir...

Yeni Dünya düzeninde ana espri hiç bir ülkenin tek başına ayakta kalmasına yetecek güçte ve kendi kendine yeter özellikte olmaması; aynı zamanda da, komşu olan ülkeler için, her ülkenin birbirleri ile sorunlarının olmasıdır. Bu sayede her ülke, geleceği için “büyük abiye” muhtaç olmakta ve ona bağımlı kalmakta. Bizim açımızdan önemli bir başka konuda “büyük abi” ailesini oluşturan devletlerin tamamının Hıristiyan olmalarıdır ve ısrarla Müslüman ülkelerde istikrarsızlık ve iktidarsızlık peşinde koşmalarıdır. S. 428

Soru: İktisadi liberasyonun siyasi liberasyonda beraberinde getireceğini düşünüyor muşunuz?
Erdoğan: Ben gereğine inanmıyorum. Eğer siyasi liberasyon olursa ekonomide de liberasyon olacaktır. Öncelikle siyaseti serbest bırakılması gerekmektedir.

Soru: Ama netice olarak siz ekonomik yapıda serbest piyasa ilişkilerinden yanasınız, onu savunuyorsunuz...
Erdoğan: Serbest piyasayı savunuyorum.

Soru: Bu bağlamda da kapitaliz mi savunmuş olmuyor musunuz?..
Erdoğan: Hayır. Kapitalizmde bugün serbest piyasa ekonomisi kesinlikle yok. Güdümlü serbest piyasa onlar.

Soru: Benim açmaya çalıştığım bu ülkedeki işleyiş değil. Doktriner olarak soruyorum. Siz kapitalist üretim ilişkilerinden yana mısınız?

Erdoğan: Kapitalist üretim ilişkilerinden yana değilim. Ancak İslami anlayışta da kesinlikle sınır koymak mümkün değildir. Yani ne fiyatlara sınır koyabilirsin ne üretime. Çünkü orada ahlak esastır. Nedir o? “Emrolunduğu gibi dosdoğru ol” Üretimde çürüğü sağlam diye taktim edemezsin, en iyisini yapmaya mecbursun. Kapitalizmin böyle bir kuralı yok ki. Dolaysıyla kapitalist üretimdeki serbest piyasa diye ortaya konulan olay eksiktir. S. 429

Soru: Şimdi düşünelim; bizde üretilen Tofaşların Almanya’da satılma şansı var mı? O çürük çarık malın Almaya pazarında satılma şansı yok. Alman pazarında savaşan otoların hepsi birbirinden kaliteli. Bu da “İslam dosdoğru ol” ilkesine denk düşüyor. Yani piyasa o ülkeyi yaşama geçiriyor.

Erdoğan: Kapitalizm bunu İslam’dan almıştır. Diyor.
Soru: Değişim tartışmaları yapılırken birbiriyle ilişkili iki değişik açılım daha ortaya çıktı. Bir tanesi Türkiye’nin emperyal bir vizyona sahip olabileceği iddiasını taşıyordu, buna bağlı olarak Neo-Osmanlılık tartışması yapıldı. Bu konuda ne diyeceksiniz?

Erdoğan: Türkiye’nin emperyal bir vizyon taşıyacak bir gücü vardır. Hatta eğer Türkiye, 2000’li yılların dünya ailesinde saygın bir üye olarak yer almak istiyorsa (ki istemelidir) emperyal bir vizyon üstlenmeye mahkumdur. Bu mahkumiyetin gerçekleri tarihindedir, coğrafyasındadır, etnik yapısındadır.

Yetişmiş elemen gücü, genç nüfus Türkiye’yi bu yönde zorlamaktadır. Hatta böyle bir vizyon üstlenmiş Türkiye, bu vizyonun kapsamına girecek diğer ülkeler ve insanlar içinde tek kurtuluş kapısıdır. Bu nedenle biz hem dünya vatandaşı olarak hem Müslüman olarak hem Ortadoğulu olarak hem de tüm ezilmişler olarak Türkiye’yi çok önemsiyoruz ve zaten “Türkiyeliler olmakta” buna mecburuz. S. 430

Soru: Başkanlık sistemi için neler söyleyeceksiniz?
Erdoğan: Türkiye şimdilik buna hazır değil. Başkanlık sisteminin ortaya çıkışı bir özentinin sonucu ya da Amerikan emperyalizminin bize bir tavsiyesi. Bunun oluşması için siyasette serbestte serbest piyasanın oluşması lazım.

Soru: Peki son olarak konu dağılacak ama demokrasi ve İslam hukuku noktasında bir şeyler sormak istiyorum. İnsanların benimsedikleri hukuk anlayışını terk etme gibi bir şansları var mı?

Erdoğan: Sormak istediğiniz şeyi anlıyorum. Sorunuzu öncelikle tarafız biri olarak hatta teknik bir anlayışla yaklaşmak istiyorum. Sorunuzun ikinci kısmında insanların benimsedikleri hukuk anlayışını terk etme gibi bir şansları var mı diyorsunuz? Bu soruya olumsuz cevap vermek (garipsediğimi söyleyerek belirteyim ki sizin sorunuzun içinde kendi cevabınızı bu yönde olduğunu dair şeyler seziyorum) her şeyden önce insanı bir varlık olarak tanımadığımızı ya da günümüz Türkiyelilerin hafife aldığımızı gösterir. İnsanların benimsedikleri bir şeyi terk etme şansı niçin olmasın? O zaman yukarda sözünü ettiğimiz değişimin hiçbir anlamı kalmaz. Eğer bugünün Türkiye’sinde yaşayan, sözüm ona laikliği benimsemiş inananların bu anlayışını terk edip İslami bir anlayışa ve hukuka geçmeleri mümkün müdür diye sormak istiyorsanız, öncelikle şunu hatırlatmak isterim: Bu insanların atalarının 100 yıl önce 200 yıl önce hangi hukuk sisteminde yaşıyorlardı.? Bugünkü hukuk sistemini kabullenmeleri ve adapta olmaları nelerin pahasına, hangi yöntemler gerçekleştirildi.? Bundan 30 sene önce halkın İslam’a ilgisi ne kadardı, bugün hangi seviyede? Biz inanıyoruz ki Türkiye’de insanların hemen hemen tamamı gerek varlık olarak fıtratları gereği gerekse üzerinde yaşadıkları coğrafya ve tarihi misyon gereği zaten Müslümandırlar. Ancak bu özelliklerini ortaya koymaları engellenmiştir. Cebri yollarla bastırılmıştır. Eğer insanların beyinlerindeki, ipotekleri kaldırırsak onlar kendiliğinde İslam’ı seçeceklerdir. Çünkü özlerinde inanç vardır. S. 431

Bu arada, biz inancımızı ve dinimizi başka sistemlerle mukayese etmekten hoşlanmasak da sorunuzu cevapsız bırakmamak için demokrasi ve İslam noktasında da özetle düşüncelerimi söyleyeyim:

Biz Türkiyelilere ve insanlığa diyoruz ki, bu konuda gerek teorik gerek pratik referanslarımız sayılamayacak kadar çoktur. Uzun sayılacak bir süredir Müslümanlar bir fetret devri yaşamışlardır. Bu nedenle Müslümanlar inançlarını, düşüncelerini çağın diline uygun bir söylemle ve çağdaş bir insanın algılayabileceği bir biçimde ortaya koyamamışlardır. Buna belki iç fetretten daha çok dış dayatmalar, tuzaklar, hileler etkili olmuştur. Burada sırf Müslümanlara reva görülenleri hatırlatmak yeterlidir. İstiklal Mahkemeleri vasıtası ile kurulan darağaçlarında kimlerin ve hangi suçlamayla idam edildiğini nasıl izah edecekler?

Tevhid-i Tedrisat kanunu nelerin önünü tıkamak, nelerin önünü açmak içindi? Harf İnkılabı vasıtası ile bir ülkenin tamamının bir anda sıfır okuryazar seviyesine indirgenmesi kimlere yaramıştır? Bir fazilet rejimi olarak takdim edilen demokrasinin ana özelliği çoğunluğu elde etmektir. Yani %51, %49’a tahakküm eder. Oysa bize göre %99’un, %1 üzerinde dahi tahakküm kurma hakkı yoktur. Bir ferdin dahi, bir ülke menfaati için hakları elinden alınmaz. Bizim geçmişimiz bunun referansları ile doludur. S. 432.

Kaynak: Metin Sever ve Cem Dizdar, “Yeni Arayışlar, Yeni Yönelimler, 2. Cumhuriyet Tartışmaları” Başak Yayınları 1993, s. 417’den 432’ye kadar.

 

Recep Erdoğan, “Demokrasiyi “Amaca Ulaşılan Araç” Olarak Görüyor

10 Mart 2025 Pazartesi

13. YÜZYILDA DÜNYADA İLK ANADOLU'DA KURULAN BACILAR ÖRGÜTÜ



13. Yüzyılda Anadolu'da Kurulan Bacıyan-ı Rum Örgütünün Kurucusu Kadıncık Ana-Fatma Bacı
13. yüzyılda Anadolu'da Ahilerin kadınlar kolu olarak, Türkmen kadınları tarafından kurulan Bacıyan-ı Rum, Anadolu Selçukluları devrinin en önemli ve ilgi çekici kültür ve uygarlığa yöneliş olaylarından birisi olmaktadır. İşte bu Bacıyan-ı Rum örgütü aynı zamanda dünyada kurulan ilk kadın örgütlenmesi olmasıydı.

Bacıyan-ı Rum örgütünün lideri Fatma Bacı, yine dünyada ilk esnaf örgütü olan Ahiliği kuran ve Ahilerin lideri Ahi Eren’in eşi olmaktadır. Ayrıca Fatma Bacı, donemin ünlü mutasavvıflarından Evhadüddin- Kirmani’nin de kızıdır. Bu nedenle de toplun nezdinde saygı görmekteydi. Ona olan derin saygı Alevi-Bektaşi kitleler nezdinde günümüzde dahi ona olan saygı sürmektedir. Ancak bugün ona duyulan saygı, başında bulunduğu örgütte verdiği mücadeleden ve eşi Ahi Evran’ın Kırşehir’de Mevlana’nın kışkırtması ile hem kendi öz oğlunu hem de Ahi Evren’i Moğolların askeri komutanı Nurettin Çaça’ya öldürtmesi sonrası bir süre Moğol esaretinde kaldıktan sonra Hacıbektaş ilçesinde Hacı Bektaş̧ Veli’ye sığınır ve onun evlatlığı olur, felsefesini öğrenir ve ilmini vârisi alarak artık adından “Kadıncık Ana” olarak söz edilir olur.

Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları Örgütü) 13. Yüzyılda Anadolu'da kurulan 4 sosyal kurumdan biri idi. 13. Yüzyılda oluşan Bacıyan-ı Rum, “Anadolu Bacıları-Anadolu Kadınlar Birliği” anlamını taşımaktadır. Anadolu insanı Anadolu’da oluşan, Ahiyen-i Rum, Abdalene-i Rıum, Gaziyen-i Rum ve bunların yanında Bacıyen-i Rum olmak üzere dört sosyal yapıyı Anadolu Selçuklu Devletinin başkenti olan Konya başta olmak üzere Kayseri, Kırşehir gibi illerde eşgüdümlü çalışmalarda bulunmuşlardır.

Ele aldığımız Bacıyan-ı Rum örgütündeki “Bacı” sözcüğü, kız kardeş, abla anlamına gelir. Günümüzde hala Anadolu’da, “bacı” deyimi yaygın olarak kullanılmaktadır. Rum Roma sözcüğünden türeme olup, Anadolu anlamına gelmektedir.

Başta ahlak alanında olmak üzere sosyal alanda, bilimde, sanatta, edebiyatta ekonomik alanda önemli yer alan kadınlar örgütü, Anadolu’da kurulan yukarda adı geçen bu dört örgütten Ahilik, Ahi Evren tarafından kurulmuş, dünyada ilk örgütlenmiş esnaflar örgütü yanına daha çok Kayseri’de bacıların işlettiği başta dokumacılık olmak üzere birçok alanda ekonomiye katkı sağlamışlardır.

Ahi Evran’ın kurduğu Ahilik Örgütü olurken, Evren’in eşi Fatma Bacı (Fatma Ana-Ana Kadın) başında bulunduğu dünyada ilk Anadolu’da kurulan kadınlar örgütü olma özelliğini taşıyan “Bacıyan-ı Rum” (Anadolu Bacıları-Anadolu Kadınlar Birliği) örgütü

Kayseri'deki Âhiler tarafından kurulan sanayi sitesinde hanımlara özgü, özel çalışma yerleri oluşturulmuş olup, kadınlar bu sanayi sitesinde el sanatlarını ve mesleklerini yerine getirmişlerdir. Bacıyan-ı Rum kadınlar örgütü üyeleri böylece Kayseri’deki sanayi sitelerinde, meslek ve teknik bilgileri ışığında çadırcılık, keçecilik, nakışçılık, örgü işleri, halı, kilim dokumacılığı, çul, çuval, ipek ve pamuk ipliği gibi üretim işleri ile uğraşarak ekonomiye katkı sağlıyorlardı.

Birçok batılı araştırmacıların bile ilgisini çekmiş, araştırmalar yapmışlar, 13. Yüzyılda Anadolu'daki kadınların bir araya gelerek, sivil bir toplumsal örgütü kurmalarını şaşkınlık ile karşılamaktadırlar. Şu günümüzde dahi bulunmayan, en çok öncelik ahlaki kurallara bağlı, ahlaki konularda yetiştirilen gençlere eğitmek, meslek edinmelerini sağlamak ve böylece iş yaşamına kazandırmak amaçlı gerekli gereksinmeleri “Bacıyan-ı Rum” teşkilatı karşılıyordu. Kadın kişilerin hak ve özgürlüklerine verilen değerli önem, Batılı araştırmacıları şaşırtmalarını sürdürmüştür…

Batılı araştırmacılardan Alman Franz Taeshner olurken, Franz Taeshner ise Ahilik teşkilatı ile aynı dönemde kurulan bu “Bacıyan-Rum örgütlerinin Anadolu’da Türkler hatta Türk kadınları tarafından kurulup var olmasına inanamazlar. Çünkü araştırma yapan Batılıların şaşkınlıklarının nedeni, Avrupa da o dönemlerde kadınların, Böyle Türk kadınları gibi sivil bir toplum örgütü olmadığı gibi Avrupa’da kadınların hakları kısıtlıydı. böyle haklar verilmesi önünde Vatikan’dan yönetilen katı Hristiyanlık dini kurallar vardı.

Osmanlı Devleti tarih yazarı olan, Babailer İsyanına katılan Baba İlyas’ın torunu Aşık Paşazade Anadolu'da kurulan Ahilik Örgütü (Ahiyan-ı Rum) yanında, diğer bir toplumsal sosyal kurum olarak Bacıyan-ı Rum (Anadolu Kadınlar Birliği) varlığından söz eder yazılarında.

İslam öncesi Türk kadınının her daim erkeğini yanında, erkeğine eşit bir yaşamları vardı, Anadolu’da İslamlaşmış Türkler Konya merkezli bölgede Anadolu Selçuklu Devletinin yönetimi altında oluşturulan Anadolu Kadınlar örgütü, İslam öncesi Orta Asya’da kadının yaşamı Anadolu’ya taşınmış, Anadolu kadınlarını, İslam öncesi olduğu gibi Türk kadını gerektiğinde erkeğinin yanında düşmanlara karşı vatan savunmasında eşlerinin yanında bulunmaları vardır. Savaş dışında, Türk kadınları kültürde, sanatta, edebiyatta, sosyal ve ekonomik alanlarda evine katkı sağlamasını yapardı. Ayrıca Anadolu Kadınlar Birliği boş durmaz, yaptıkları yaralar saymakla bitmez, başta doğruluk olmak üzere, kadınlar arasındaki yardımseverlik, konukseverlik, sevgi, saygı acıma duygusu ilkeleriydi.

Anadolu Kadınlar Birliği ile eş zamanlı olarak Ahiler ile birlikte kadınlar kolu yetim ve kimsesiz genç kızları korumalarına alıyorlar, onların eğitimlerini, evlenmelerini, ev-bark sahibi olmalarına yardımcı oluyorlar; bütün bunları kendilerine bir görev biliyorlardır. Dahi ayrıca, yaşlı kimsesiz kadınlara, maddi sıkıntılar içinde yaşayanlara el uzatıp esirgemeden yardımlar ediyorlardı.

Daha çok Bektaşi disiplini içinde gelişen Ahilik ve Bacılar örgütü üyelerine “Eline, beline, diline, aşına, işine, eşine sahip ol!” yani çalma, başkasının namusuna göz dikme, diline derken dilini koru veya başkası hakkında kötü konuşma, eline derken, iline sahip ola, beline derken, soyuna sahip ol, aşını, eşini, işine sahip ola derken de evin ile ilgili bağlı ol” anlamına gelmektedir.

Ancak kırılma, kadının geri plana çekilmesi, eve kapama, çarşafa içine sokma, Türk geleneksel kültürünü, Arap-İslam anlayışına göre ayarlanması ve daha çok Emevî İslam anlayışı dalgalanarak Anadolu’ya dağıldıkça, yaygınlaşarak günümüze kadar gelmesi sağlanmıştır.
Selman Zebil 2025 Antalya

24 Şubat 2025 Pazartesi

ALEVİLER ÜZERİNDE "MUM SÖNDÜ" İFTİRALAR



Osmanlı Toplumunda “Mum Söndürme” İthamına ve birçok Hakaretlere ve İftiralara Maruz Kalan Türkmen Kızılbaş-Aleviler.

Kızılbaşlık-Alevilik söz konusu olunca bu “sindirip ötekileştirme” kendini açık bir şekilde göstermektedir. Zira 16. yüzyılda yaşanan Osmanlı-Safevi siyasi çekişmesinde kurucu unsuru oldukları Safevi Devleti’nin yanında yer alan Anadolu Türkmen Kızılbaşlarla ilgili olarak “ötekileştirme” çaba ve uğraşıları kendini hem siyasi hem de dinî alanda açıkça açık biçimde göstermektedir. Kaplan: “Osmanlı resmî vesikalarında Kızılbaşlarla ilgili kullanılan “Kızılbaş-ı bed-kişi” (kötü Kızılbaş), “Kızılbaş-ı evbaş” (aşağılık Kızılbaş), “Kızılbaş-ı bed-maaş” (kötü yaşayışlı Kızılbaş), “Kızılbaş-ı bî-din” (dinsiz Kızılbaş), Kızılbaş-ı hannâs (ifrit Kızılbaş), Kızılbaş-ı mütezelzilu’l-akdam (ayakları kaymış Kızılbaş), “Kızılbaş-ı rû-siyahi” (kara yüzlü Kızılbaş), “Kızılbaş-ı şum” (uğursuz Kızılbaş), “leşker-i şeyâtin-i bî-şumar” (sayısız şeytanların askeri ordusu), “şâh-ı gümrah” (doğru yoldan sapmış şah) gibi adice aşağılayıcı, dışlayıcı deyimler kullanılmıştır. Bu da 16. Yüzyılda Yavuz Sultan Selim’in işaretiyle başlayan dışlayıcılığın siyasi yönünü olarak görülmektedir.

16. yüzyılda Anadolu Kızılbaş Türkmenleri yok etmek için onlar ile savaşmanın yasallığı için onların yan yana barış içinde yaşadıkları Sünni Anadolu Türkmenler gözünde bir tür iftiralar ile “sapkın” inançlı olduklarını gösteren yazmalardan, “Risâle fî Tekfîr-i Kızılbaş”, “Risâle fî Hakkı Kızılbaş”, “Fetva fî Kıtali Kızılbaş”, “Elsine-i Nasda Kızılbaş”, “Ma’rûf Taifenin Hezeyanları” adlı onlarca yazmalarda iftiralarla din kullanılarak insanlar arası “ötekileştirmenin” ta kendisiydi. Bu ötekileştirmelerin arkasında güçlü bir devlet varsa hele…

16. yüzyıla 1571’de bir Mühimme defterlerinde Kızılbaşların “mum söndü” iftirasına maruz kaldıkları, Örneğin “Amasya, Çorum, Zile, Turhal, İskilip, Osmancık, Artukâbâd, Hüseyinabad, Gümüş, Ortapare, Eynebazarı, Mecidözü, Kazabad, Katar, Karahisar-ı Demürlü ve Koca isimli yerleşim birimlerinde bulunan bazı Mülhid ve Kızılbaşların, geceleri ‘avretleri ve kızlarıyla birlikte toplanıp birbirlerinin ‘avretlerin ve kızların tasarruf’ ettikleri; Kastamonu beyine, Küre ve Taşköprü kadılarına gönderilen 31 Temmuz 1571 tarihli hükümde, Kastamonu’da Taşköprü Kazasına tabi Hacıyülük Karyesinden Kara Recep’in Kızılbaş olduğu ve kendi emsali Kızılbaşlar ile toplanıp geceleyin bir tenha eve girip saz, çalgı ve diğer “alat-ı heva” ile eğlendikleri ve sonra mumları söndürüp birbirinin avretini tasarruf ettikleri” O günün Mühimme kayıtlarında bulunmaktadır (Savaş 2002: 49, 54).

Evliya Çelebi’nin “Mum Söndürme” ile İlgili Yorumu
Kızılbaşlarda “Mum Söndü” konusunda araştırmalar yapan Evliya Çelebi’den: “Hâşâ tekrar bir kere daha hâşâ ki böyle bir şey (mum söndürme) yoktur. Bu aciz kul Bağdat’ın fethinden itibaren o bölgeleri karış karış gezdim, dolaştım, fakat öyle bir şey görmedim. Fakat bu dünya halkı dedikoducu, çekiştirici, kınayıcı, herkesin ayıp ve kusurlarını ortaya döküp saçıcı, acımasız ve yericidir.” (Evliya Çelebi (öl.1658)

Evliya Çelebi Evliya Çelebi (öl.1658)
Kırk yılı aşkın süre Osmanlı topraklarını gezmiş ünlü bir Türk gezgincidir. Yazdığı Seyahatnamesinde Kızılbaşlarla ilgili olarak dile getirilen “mum söndürme” iddiasının temelsiz olduğunu, “mum söndü yapılıyor” denilen yerleri sayısız kez gezdiğini ancak böyle bir şey görmediğini, bunun asılsız bir iftira olduğunu tanıklık ederek ayrıntıları ile yazmıştır. Ona göre bu iddianın temeli genel olarak insanoğlunun, dedikoducu, çekiştirici, kınayıcı, herkesin ayıp ve kusurlarını ortaya döküp saçıcı, acımasız ve yerici olmasına dayanmaktadır (Dankoff 2009: 702).

Evliya Çelebi’nin Seyahatname adlı yapıtında “mum söndü” iftirası konusunda ilgili anlatısı aynen şöyle anlatıyor: “1646 senesinde Erzurum’dan İran’a gittim ve 1645 senesinde Bağdat’tan yine İran’daki Hemedan ve Dergüzin’e kadar gittim ve 1647 tarihinde Kırım bölgesinden Dağıstan’a ve oradan İran’ın demir kapısı, Şirvan Şamakisi ve Gilan Bakü’süne vardım ve yine şimdi bu Rumi’ye, Hoy, Merend, Tesu, Kumla ve Tebriz diyarlarını gördüm. Mum söndürme dedikleri şeyi ve öyle bir amaçla toplanan bir topluluk görmedim. Fakat bu dünya halkı dedikoducu, çekiştirici, kınayıcı, herkesin ayıp ve kusurlarını ortaya döküp saçıcı, acımasız ve yericidir…

Sivas eyaletinde Keskin, Bozok, Sungur ve İmad sancaklarında mum söndürenler vardır ve mum söndürüp herkes birer adamın hanımını kucaklayıp bir kenarda bacaklar derler ki haşa tekrar bir kere daha haşa ki, (böyle bir şey yok) bu aciz kul Bağdat’ın fethinden itibaren o bölgeleri gezdim, dolaştım ve yine Sivas’ta efendimiz vali iken Keskin ve Bozok’ta pek çok hizmet ve görev aldım. Fakat öyle bir şey görmedim. Yine belirtmem gerekir ki bu her şeye burnunu sokan halk Rumeli’nde Silistre eyaletinde Deli Orman ve Karasu beldesinde ve Dobruca vilayetinde Şah-seven ve mum söndürenler ve şah taclığı erkek ve kadınlar vardır diye söylerler. Allah en iyi bilendir ki, bilakis oralarda elli kere bölgelerde severek görevler aldım. Fakat o şekilde şeriat dışı bir şey görmedim” der. (Dankoff 701-702).

Not: Evliya Çelebi’nin “mum söndü” ile ilgili kısa anlatısı Seyahatnamenin ilk baskısında (İkdam matbaası 1314/1896, IV/307) yer almamıştır. Bu eksik kısmı ünlü Evliyâ uzmanı Robert Dankoff, Seyahatnamenin Topkapı Müzesi, Bağdat Köşkü 305 no.da bulunan. Evliya’nın kendi el yazısıyla yazdığı yazmadan (vr. 296b-297a) aynen aktararak 1995 yılında yayımlamıştır.

Evliya Çelebi’nin bu söylemleri, aynı dönemde yaşamış Kâtip Çelebi’nin yukarıda anlattığı görüşüyle birleştirildiğinde “mum söndü” iftirasının bir tür toplumu parçalayarak bir kesimi düşmanlaştırmak olduğu sonucuna varılır.

17. Yüzyılda Yaşamış Devlet adamı Kâtip Çelebi (öl. 1657)
Osmanlı Devleti’nin Sufilerden özellikle de Safevi Şahlarından çok çektiği için müritlerinin çoğalmaması ve bir araya gelmemeleri için şiddete ve kaba kuvvete başvurduğunu söyler. Bu nedenle Osmanlı’da verilen fetvaların aslı onun deyimiyle “Taraf-ı Saltanat-ı Âliyye canibini himâye içündür” (Kâtip Çelebi 1306: 28)”,

Yani bu Kâtip Çelebi’den itiraf gibi açıklama, devletin âli menfaatleri neyi gerektiriyorsa fetvalar o doğrultuda verilmiştir. Bu da Kızılbaşların inanç ve itikatlarıyla ilgili iftira, imha ve kaba güç kullanmak bu nedenlerdendir.

Bu iftira konusunun o kadar yaygınlaşmış olmasını göz önüne alarak Bektaşi tarikatını incelemeye karar veren Yakup Kadri Karaosmanoğlu, araştırmaları sonucunda bu düşüncenin cehalete ve önyargıya dayalı aslı esası bulunmayan bir düşünce olduğunu, Bektaşi tarikatının o zamanki durumuyla ilgili yazdığı Nur Baba romanının “önsözünde şöyle anlatır: “Nitekim Nur Baba’nın bundan sekiz dokuz sene evvel yazılmış olmasına rağmen, meydana ancak şimdi çıkabilmesinin yegâne sebebi bir zamanlar benim de böyle bir ahlaki endişeye kapılışım, yani gerek cehalet, gerek sade dillik saikasıyla hakikatte bir “Bektaşi Sırrı” mevcut bulunduğuna inanışımdır. Hâlbuki bir taraftan şahsi görgülerim, diğer taraftan bu tarikat hakkında yaptığım tetkik ve tetebbular bana ispata itti ki “Bektaşi Sırrı” yalnız avamın beyninde yer bulan esassız mefhumlardan biridir (Yakup Kadri Karaosmanoğlu 1923: 6).

Irene Mélikoff ise bu Mum Söndü” konusunda “Bektaşi sırrı ile ilgili olarak bunun uydurma ve karalayıcı bir zandan ibaret olduğunu, bu tür iftiraların, yabancı inançlara karşı (her zaman ve her yerde) söylenenlere benzediğini ifade etmiştir. Ona göre yaşadıkları toplumda eza görmeleri gibi koşullar ve sülük törenlerinin doğası icabı kapalı cemiyetlere dönüşmüşleri, kendiliğinden bir gizlilik söylentisi (mythe) yaratmıştır (İrene Mélikoff 2009: 27).

Eline, diline, beline, işine, aşına, eşine sahip ol veya “Eline tek, diline pek, beline berk ol, aşına işine, eşine sahip ol” Edepli olmayı en güzel biçimde tanımlamayı öneren halk, toplumda karısını boşayanı zina etmiş gibi değerlendirip onu “düşkün” ilan eden; tarihsel referansı Muhammed ile Ali’nin kardeşliğine bağlanan musahiplik, musahip olanların çocuklarının bu kardeşlik bağı zedelenmesin diye evlenmelerini bile yasaklayan sistem vardır.
Selman Zebil Şubat 2025

24 Ocak 2025 Cuma

NORVEÇ'Lİ YAZAR: "TÜRKİYE DESTEKLİ SURİYE ULUSAL ORDUSU"





Jason Ditz tarafından 7 Ocak 2025, Kategoriler Haberler Etiketler Kürdistan, Suriye, Tişrin Barajı ve Türkiye

Jason Dietz şunları yazıyordu!
Türkiye destekli Suriye Ulusal Ordusu (SMO) ile ABD destekli Kürt SDG arasında Menbiç ve Kobani kentlerinde yoğunlaşan şiddetli çatışmalar yaşanırken, son günlerde ana odak noktası, Suriye için büyük bir baraj olan Tişrin Barajı civarındaydı. Fırat Nehri'nde hidroelektriktir. Suriye İnsan Hakları Gözlemcisine göre barajla ilgili çatışmalarda şu ana kadar yaklaşık 280 asker öldürüldü. Bunlardan 199'u SMO askeri, 56'sı QSD savaşçısı ve aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 25 sivil mağdur.

Fırat Nehri'nin daha doğusunda ve aşağısında yer alan Takba Barajı'nın yanı sıra, Tişrin Barajı da kuzeydoğu Suriye'nin ihtiyaç duyduğu elektriğin %90'ını sağlıyor. Türkiye’nin nehirdeki suyun giderek daha fazlasını ele geçireceği fikrine ilişkin endişeler artıyor ve nehirdeki su seviyesi son yıllarda gittikçe düşük seviyede.


Bu stratejik barajı haritada açıkça görülmektedir. SDG, Münbiç ve Tişrin Barajı'na yönelik Suriye İnsan Hakları Gözlemevi'ne göre, baraj üzerindeki savaşta şimdiye kadar yaklaşık 280 kişi öldürüldü. 199 SNA savaşçısı, 56 SDG savaşçısı ve beş kadın ve iki çocuk da dahil olmak üzere 25 sivilden oluşuyordu.

Fırat Nehri'nin doğusundaki Taqba Barajı ile birlikte Tişrin Barajı, kuzeydoğu Suriye'nin elektriğinin yaklaşık %90'ını sağlıyor. Türkiye'nin nehirden giderek daha fazla su payı aldığına dair endişeler artıyor, nehrin su seviyesi son yıllarda düşüktür.

Bu stratejik barajı haritada açıkça görülmektedir. 
SDG, Metro Menbiç ve Tişrin Barajı'na yönelik saldırıları engellediğini övünerek, SNA saldırılarının hem Türk topçuları hem de hava desteğiyle desteklendiğini bildirdi. Son günlerde bölgede Türk drone saldırıları olduğuna dair çok sayıda rapor geldi deniyor.

SDG'nin siyasi müttefiki olan Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi (AANES), Tişrin Barajı'na yönelik devam eden saldırılar konusunda endişelerini dile getirerek barajın henüz tam ve normal işleyişine geri döndürülmediği konusunda uyardı. Devam eden Türk saldırıları barajı devre dışı bırakırsa, AANES bunun bölgede insani bir felaket olacağı konusunda uyarıyor.

Türkiye, henüz barajı almamış olmasına rağmen bölgedeki kazanımları konusunda kendine güveniyor. Dün Türkiye Dışişleri Bakanı, YPG'nin ortadan kaldırılmasının sadece zaman meselesi olduğuna inandıklarını belirtti. Bölgede YPG, SDG'yi oluşturan en büyük üye örgüttür.

Tişrin Barajı, Türkiye'nin kuzeydoğu Suriye'deki Kürt özerkliğini baltalama genel hedefindeki son hedeftir. Türkiye, Menbiç, Kobani ve Tişrin Barajı'nı aldıktan sonra Tabka ve Rakka Vilayeti'ne de göz koymuş gibi görünüyor.

Kaynak: https://steigan.no/ Norveç 



23 Ocak 2025 Perşembe

NORVEÇLİ YAZARIN GÖZÜNDE SURİYEDEKİ GELİŞMELER

 

Başlık: "Utanç Tiyatrosu-Barth Eide ve Suriye'deki Teröristler"

Yazıyı Hazırlayan Eva Thomassen

Şam Yolu
Dışişleri Bakanı Barth Eide: Suriye'yi şimdi ziyaret etmek derin bir etki bırakıyor.

Norveçli yazar Eva Thomassen 20 Ocak 2025 Günkü Suriye’deki gelişmeler ile ilgili eleştiri yazası: “Suriye’de bir yol ayrımında olabilir. Geçiş hükümeti şu ana kadar olumlu sinyaller verdi ancak gelişmelerin her iki yönde de gerçekleşebileceğine hazırlıklı olmalı. Bu kritik aşamada, uluslararası toplumun kalkınmanın olumlu yönde ilerlemesine katkıda bulunması önemlidir. Norveç Dışişleri Bakanı Espen Barth Eide, Suriye’yi ziyaret etme nedeninin bu olduğunu söylüyor.


Şam, dünyayı karıştırıcıların yeni uğrak noktası haline geldi. Bütün bu ileri gelenler neden şimdi Şam'a gidiyor? Neden 2011’den 2024’e kadar değil de şimdi sorusu.

Fotoğraf Dışişleri Bakanlığı: Tuva Bogsnes:
Dışişleri Bakanı Espen Barth Eide ve Suriye
Geçiş Hükümetinin Başkanı Al-Sara ile Tokalaşması An
ı
Bugün Norveç Dışişleri Bakanı Barth Eide'nin Şam'a bir gezi yaptığını okuyoruz. O da Barth Eide'ye bu geziyle ilgili sorulması gereken soru: “Suriye'de ne yapmalısınız Barth Eide? Suriye'ye son gidişinizden bu yana neler oldu? Bunu bilmiyorsun. Yakın dostlarınızın ve müttefiklerinizin hiçbiri bilmiyor. 2011'de rejim değişikliği savaşının başlamasıyla Şam ile Batı arasındaki bütün diplomatik ilişkiler kopmuştu. Barth Eide'nin Suriye ile yaptığı tek temas, yaptırımlara destek eklemek oldu bu ay.

https://www.regjeringen.no/no/sok/id86008/?term=syria

Sürekli olarak daha fazla yaptırım uygulamak otomatik hale geldi. Suriye halkı nefes almasın, yürümesin, ayakta durmasın, yemek yemesin, çalışmasını, tıbbi yardım, para, yardımı alamasın diye. Evet bu arada yardım ancak Suriye halkına ayrılmadı. Yardım onun için ayrıldı Barth Eide, Şam'daki Cumhurbaşkanlığı Sarayı'ndaki fotoğrafta elinde tutuyor. “Suriye halkına” verdiğimiz yardımları terörist Golani ve Hayat Thahir Al-Şam (HTS) aldı. Esad hükümetinin devrilmesi Norveç için o kadar önemliydi ki, BM'nin ve bütün ülkelerin terör listelerinde yer alan bir terör örgütü liderini devreye soktuğunuzda, doğru şeyleri söylediği ve “tercihen kravat taktığı sürece sorun yok” dilerseniz Ferner Jacobsen veya Armani'den ipek bir kravat hediye gelsin.

El-Golani ve Barth Eide ayakta duruyor ve elinden bir terörist tutuyor. Geçen hafta ABD'den önce Şam'a giden bir teröristin başına 10 milyon dolar ödül konulmuştu.

Ellerinizden insan kanları akıyor…
Suriye artık yok. Yakında Suriye hakkında artık bir şey duymayacağız. Münafıklar geziye çıkmışlar, teröristin elinden tutmuşlar, fotoğrafını çekmişler ve doğru sözleri söylediğini söylemişler. Sonra Barth Eide bunun her iki yönde de olabileceğini söylüyor ve bu kesinlikle doğru. Sen pissin Barth-Eide. Çok kirli. Ayrıca ellerinizden kan akıyor. Bu kan yıkanamaz. Norveç banknotlarıyla bile.

Savaş sırasında Suriye'ye yaptığım beş seyahatten Suriye'yi o kadar iyi tanıyorum ki, Şam'da bu tiyatronun açılışını izlerken sersemliyorum. Suriye harabeye döndü. Sırf ABD ve İsrail'in hoşlanmadığı bir ülkenin liderinden kurtulmak için insanların açlıktan ölmesine izin verildi. Oslo bölge mahkemesinde 2 kız kardeş, Suriye'de terör örgütü IŞİD'e katılmak suçundan yargılanıyor. Aynı saatlerde Barth Eide Suriye'de IŞİD/HTŞ'nin Suriye lideriyle ayakta duruyor ve el sıkışıyor.

Kaynak: https://steigan.no/ Norveç 



21 Ocak 2025 Salı

NORVEÇ'Lİ YAZARDAN İSRAİL: "TÜRKİYE İLE SAVAŞA HAZIRLANMALIYIZ"

  

İsrail, "Türkiye ile Savaşa Hazırlanmalıyız"

Erdoğan ve Netanyahu çatışma rotasında. Shutterstock The New Arab'ın haberine göre, İsrail hükümeti tarafından kurulan bir komite, ülkenin Türkiye ile olası bir savaşa hazırlanması gerektiğini söyleyerek, Türkiye'nin Osmanlı dönemi nüfuzunu yeniden tesis etme yönündeki görünürdeki hırslarının bölgede gerilimleri ateşleyeceği uyarısında bulundu.

İsrail medyasına göre Nagel Komitesi pazartesi günü savunma bütçesi ve güvenlik stratejisinin ayrıntılarını içeren ve Türkiye'nin hedefleri ve İsrail ile gelecekte yaşanabilecek olası gerilimler hakkındaki endişeleri dile getiren bir rapor yayınladı.

Komite, bu gerilimlerin çatışmaya dönüşebileceğini belirterek, Suriyeli grupların T
ürkiye'ye katılması ve İsrail'in “güvenliğine” daha çok tehdit oluşturma riskinin altını çizdi. Raporda, “Suriye tehdidi İran tehdidinden bile daha tehlikeli bir şeye dönüşebilir” denilerek, Türkiye destekli güçlerin vekili olarak hareket edebileceği belirtildi.

Rapor, önerilerle birlikte pazartesi günü İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, Savunma Bakanı İsrael Katz ve aşırı sağcı Maliye Bakanı Bezalel Smotrich'e iletildi.

The Jerusalem Post şunu yazıyor: “Erdoğan'ın Suriye politikası Türkiye ile İsrail'i çatışmaya yaklaştırıyor. Uzmanlar, Erdoğan'ın İsrail karşıtı duruşu ve Suriye'deki rakip çıkarları nedeniyle, devam eden bölgesel istikrarsızlık ortamında eşi benzeri görülmemiş bir çatışma olasılığı konusunda uyarıyordu.” Yazar.

Türkiye açıklaması: “YPG'nin Suriye'de Sonu Yaklaşıyor”
Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, 10 Ocak günü İstanbul'da yerli ve yabancı gazetecilere geniş kapsamlı bir basın toplantısı düzenleyerek, Esad rejiminin geçen ay ani devrilmesinin ardından başta Suriye olmak üzere bölgede yaşanan gelişmeleri değerlendirdi.

Şöyle: “Bölücü örgütün ve Suriye'yle bağlarının sonu yaklaşıyor. Fidan, PKK ve YPG'ye atıfta bulunarak, “2025 yılına kadar Suriye'yi teröristlerden temizlemek Türkiye'nin temel önceliklerinden biridir” diyordu. İsrail, Suriye'yi “kantonlara” bölecek…

İsrail'den kuzey cephesindeki gelişmelere ilişkin tartışmalar yoğunlaşıyor. İsrael Hayom'un edindiği bilgiye göre, iki gün önce Savunma Bakanı İsrael Katz, Başbakan Bünyamin Netanyahu ile Türkiye'nin Suriye'deki müdahalesine odaklanan görüşme öncesinde küçük bir bakanlar toplantısına başkanlık etti.

Tartışmalar, bütün Suriye’de etnik grupların güvenliğini ve haklarını korumak için Suriye'nin eyalet bölgelerine (kantonlara) bölünmesini öneren, daha önce araştırılan ve Beşar Esad rejiminin çöküşünden bu yana üst düzey siyasi ve güvenlik yetkililerinin incelediği bir girişimin değerlendirilmesini de içeriyordu. Bakan Cohen, bu önerinin önerilen konferans sırasında incelenmesini önerdi…

Bu, Kürt YPG'nin Suriye'deki sözde özerk bölgeler stratejisiyle büyük ölçüde örtüşüyor. Ama Türkiye'nin çıkarlarıyla çatışan bir rotada idi.

Şöyle deniyordu “Türkiye'nin Osmanlı Rüyası”
Erdoğan, Osmanlı İmparatorluğu'nu rol modeli olarak gördüğünü açıkça ifade etti deniyor.

Kaynak: https://steigan.no/ Norveç

20 Ocak 2025 Pazartesi

ÜMİT ÖZDAĞ'A ÇUMHURBAŞKANINA HAKARET DAVVASI


Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’a Cumhurbaşkanı Erdoğan’a Yönelik Sözleri Nedeniyle İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Resen Soruşturma Açtı. Ankara’dan İstanbul’a getirilen Ümit Özdağ, geceyi Vatan Emniyet Müdürlüğü binasında geçirdi.

Zafer Partisi lideri Özdağ’ın 19 Ocak 2025 günü Antalya'da İl Başkanları İstişare Toplantısı'nda şöyle konuştu: “Emin olun ki son 1.000 yılda gerçekleşen hiçbir Haçlı Seferi, Erdoğan'ın ve AKP'nin Türk milletine ve Türk devletine verdiği zararı vermemiştir. Hiçbir Haçlı Seferi, Türk Devleti'ne casusları sokamamıştır. Der.

Özdağ: “Erdoğan, Türk milletinin devletini tarikat ve cemaatler arasında dağıtarak, şirk koşanları devlete ortak ederek, Türk milletinin inancına zarar vermektedir, milyonlarca sığınmacı ve kaçağı Anadolu'ya sokarak, Türk milletinin kültürünü tahrip etmektedir. Yaşanan şey aslında bir AKP faşizmidir.

Özdağ, FETÖ’nün devlete sızmasından Erdoğan’ı sorumlu tuttu…
Şöyle diyordu: “Türk milletinin inancına, kültürüne ve tarihine saldıran, tarihi fesli bir deliden öğrenen Erdoğan’ın kendisidir” ifadelerini kullandı. Özdağ ayrıca son bin yılda yaşanan Haçlı Seferlerinin bile AKP’nin verdiği zarar kadar etkili olmadığını öne sürdü. Erdoğan döneminde Türk milletinin geniş kesimlerinin ‘Allah'la aldatanlardan’ dolayı dinlerinden soğumaya başladı, Erdoğan döneminde deist, ateist oranının yüzde 16’yı aştığını” dillendirdi.

Erdoğan’ın 1923-1950 dönemlerini “faşizm” olarak değerlendiriyordu…
Recep Erdoğan’ın Mersin’deki konuşmasında Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemini sert biçimde eleştiren Erdoğan şöyle diyordu: “1923-1950 yılları arasındaki tek parti dönemini faşizm, milletin inancına, tarihine ve kültürüne zarar verdiğini” öne sürdü.

Recep Erdoğan’ın bu “kindarca” değerlendirmesine ise ANKA haberine göre Ümit Özdağ ise tam tersini savunarak, “Atatürk ve arkadaşlarının Türk milletinin değerlerini koruduğunu, asıl faşizmin AKP döneminde yaşandığını” söyledi. Özdağ, diğer muhalefet partilerinin bu duruma yeterince sert tepki göstermediğini belirterek, Zafer Partisi’nin daha aktif bir mücadele yürüteceğini açıkladı.

Bir gün sonra yani 20 Ocak 2025 Pazartesi günü ise harekete geçen İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Ümit Özdağ’ın bu sözlerinden dolayı “Cumhurbaşkanına hakaret etti” diye resen soruşturma başlatıyor.

Ümit Özdağ @umitozdag X Hesabından yanıtı: Erdoğan’a hakaret iddiası ile İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma başlatılan konuşmamı Antalya’da Zafer Partisi 4. il Başkanları Çalıştayında yaptım.

Konuşma yeri Antalya. Antalya Başsavcılığı soruşturma açmıyor. Erdoğan ve ben Ankara’dayız. Ankara Başsavcılığı da soruşturma açmıyor. İstanbul Başsavcılığı açıyor. Bu konuşmayı 1000 defa daha yapmaya hazırım. İster hapse atın ister kurşuna dizin. Atatürk’ten ve kurduğu Cumhuriyet’ten taviz vermeyeceğiz. Atatürk’e ve Cumhuriyete saldırılara cevap vereceğiz. @zaferpartis




HALKIN SEÇTİĞİ BİR TÜR DARBE OYUNUYLA GÖREVDEN ALMAK

Halkın 107 Bin Oyla Seçtiği Hakan Bahçetepe’nin Yerine  21 Oyla Seçilerek Geçen Eray Karadeniz! Kötü niyet, CHP’yi çökertmek için CHP’li bel...