Kimler Kime Nişan
Veriyor!
Kral Selman ya da tam adıyla Selman bin Abdülaziz
el-Suud, Suudi Arabistan'ın 7. Kralıdır… Suudi Arabistan Kralı Selman’a
Ankara'da Cumhurbaşkanı tarafından devlet nişanı takıldı… Bu ne perhiz, bu ne
lahana turşusu! Yani, “Ecdat’ım Osmanlı”
diyenler, ecdat’ı Osmanlıyı arkadan vuranların torunlarına nişan
veriyor.
Kralın büyük dedesi Abdullah bin Suud'un
kim olduğu
Tarih-i Cevdet'te yer alan bilgilerde Abdullah bin
Suud'un İstanbul'a getirilişi ve idamı, Selda Güner'in "Vehhabi Suudiler" adlı kitabında aktardığına göre şöyle:
"Mısır’dan İstanbul’a gönderilen Abdullah bin Suud ile adamlarını taşıyan
gemi Haliç’e girdi. Abdullah bin Suud’u taşıyan gemi Haliç’te Eyüpsultan
civarındaki Defterdar İskelesi’ne yanaştı. Gemiden zincire vurulmuş olarak
indirilen Abdullah Suud, hapishaneye
kapatılmış üç gün sıkı bir sorgudan sonra ölüm cezası verilmiştir.”
1820’de yani 196 yıl önce Abdullah Suud, boynunda zincir
İstanbul sokaklarında gezdirildikten sonra Padişah İkinci Mahmut'un huzurunda
Beyazıt Meydanı'nda Bostancıbaşı Halil Ağa’nın kılıcıyla kesilir. Kesik başı
Topkapı Sarayı'nın surlarında sallandırılmıştı. Abdullah bin Suud'un
beraberinde yakalanan diğer Vahhabi âlimlerinden bir kısmı da idam edilir ve
bunlar arasında Abdulvahhab’ın torunu Der’iye kadısı Süleyman bin Abdullah da
vardır. İşte Kral Selman'ın 1820 Şubat’ında İstanbul’da başı kesilerek
öldürülen büyük dedesinin hikâyesini biliyor muydunuz?
Gelelim Vahabilik
Mezhebinin Doğuşuna
18 Yüzyılda Arap Yarımadasında Vahhabiliğin etkisine
hızlıca girdi. 1703'te Vahhabilik Necd bölgesindeki Uyeyne köyünde doğan
Abdulvahhab'ın, Selefi akımının kurucusu kabul edilen İbni Teymiyye'nin
görüşlerinden etkisinden yola bir dini doktrin olarak çıkara ve her türlü yeniliğe
ve mezarlara karşı olarak Muhammed’in dönemindeki hayat tarzına dönülmesini
savunan Vahhabilik, gittikçe Araplar arasında yaygınlaştı. Bu kafayla
bulundukları yerlerde mezar ve türbeleri yıkmaya başlayınca bu öğretilerin
yayıcısı Abdulvahhab da çeşitli sürgünlere tabi tutuldu. Ancak Suud Kabilesinin
lideri Muhammed bin Suud'dan himaye gördü. 1744'te Der'iye sözleşmesi ile
mutabakat altına alınan bu gelişmeyle birlikte bu dini öğreti de siyasallaştı
ve bölgesinde daha kolay yayılmaya başladı. Dahi, bir İslam devleti kurmaya
çalışan Suud Kabilesinin meşrulaştırıcı ideolojisi haline geldi.
Suud Kabilesi
Mekke ve Medine'yi Yağmalıyor
Vahabiliğin başını çeken Suud kabilesi 1790 yıllarında
Arabistan Yarımadasının Necd bölgesine sahip oldular. Suud kabilesinin buralara sahip oluşlarına
Osmanlı, Rus ve İran savaşları ile uğraşırken pek bir karşılık vermedi. İşte bu fırsatı değerlendiren; yayılma
faaliyetlerini genişleten Vahhabiler, Basra Körfezi çevresinde hâkimiyetlerini
genişlettiler, Necef'i ele geçirdiler.
İyice bitleri kanlanan Vahabiler 1802'de Kerbela
törenlerine katılan Şiileri kılıçtan geçirir İmam Hüseyin'in türbesini
yağmalarlar. Ardından da Taif, Mekke ve Medine'yi ele geçirirler. Mekke Şerifi
Galip kısa bir süre sonra Mekke’yi geri alınca Suud şeyhi Abdülaziz Necd'e geri
döner. Burada da Kerbela'nın intikamını almak isteyen bir Şii tarafından
öldürülür. Yerine geçen oğlu Abdülaziz 1805'te yeniden Hicaz'a girer, Medine'yi
ele geçirir ve Vahhabiliği kabul etmeyenleri ölümle tehdit eder, şehirdeki
türbe ve mezarları yakar. Vahhabiler, Muhammed'in türbesini de yağmalar. Bir
yıl sonra da Mekke'yi ele geçirirler ve Mekke Emiri Şeyh Galip yönetimlerini
tanır.
Osmanlı Kavalalı Mehmet Ali Paşa'yı
Görevlendiriyor
Kutsal topraklarda Vahabilik terörü hâkim olması üzerine
Hac yolunun uzun zaman kapalı kalır. Osmanlı daha fazla Vehhabi tehdidini göz
ardı edemez. Padişah 2. Mahmut, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali
Paşa'ya bu durumda görevlendirir. Paşa oğlu Tosun emrindeki bir orduyla
1812-1813 yılları arasında Mekke, Medine ve Taif’i Vehhâbilerden kurtardı. Bu
sırada Suud bin Abdülaziz 1814’de ölmüş yerine de oğlu Abdullah geçmiş olan
oğlunu yakalanarak İstanbul'a getiriliyor ve İstanbul’da idam ediliyordu. 1818 Nisanında Abdullah bin Suud yakalanır,
önce Mısır’a oradan da gönderildiği İstanbul’da 1820 yılı Şubat ayında
İstanbul’da idam edilir.
işte Çağdışı Vahabilik ve İlkeleri
|
Muhammedin ilk eşi Hatice bint-i Huveylid'in yok edilen Vahabilerce yerlebir edilen mezarı. |
Muhammed’in
yaptıkları dışında gelişmelere “sapıklık” diye suçlar. Tevhide,
yani Allah’ın birliğine inanmayanın malı, canı helaldir.
1- Kur'an
ayetlerini akıl yoluyla yorumlamak yasaktır.
2- Mezar,
türbe yasak ve mezar ziyaretleri küfür ve Allah’a şirktir. Adak adamak, kabir
ziyareti puta tapmakla eştir. Süslü cami ve tespih çekmek, sakal kesmek, muska,
vakıf, sünnet ve nafile namaz batıldır.
3- Camilere
minare inşa etmek, ipekli kumaş giymek yasaktır.
4- İbadet
etmeyenlerin malları ve canları helaldir.
5- İslam
dinine getirilen diğer inançlar batıldır.
6- El öpmek, boyun eğmek evliya kabri ve sakalı
şerif ziyaret etmek, mevlit ve kaside, çalgı dinlemek, eğlenmek yasaktır.
7- Sigara,
nargile, içki ve kahve içene kırk değnek vurularak cezalandırılır.
8- Dört hak
mezhep Hanefi-Maliki-Şafi-Hambeli mezhepler dışındaki mezhep, kalem, tasavvuf,
tarikat yasaktır.
9- Allah’a aracısız ibadet şarttır. Mürşit,
şeyh, veli, aracı, hoca, evliya ve dervişlik küfürdür.
10- İbadet
imanın içinde gizlidir. İbadet yapılmaz ya da eksik yapılırsa iman olmaz.
11- İbadet
etmeyen ve ya eksik ibadet edenin kestiği yenmez. Bu kişinin canı da, malı da
helaldir. Bu kişilere karşı “cihat” ilan edilir.
12- Kur'an kesin delildir. Kur'an ayetlerini
yorumlamak küfürdür.
13- Namazı
cemaatle kılmak şarttır.
Böyle
kurallar karşında Vahabilere göre, İslam dinine getirilen diğer inançlar
batıldır.
Buna bir
örnek verirsek 1902 yılında Şiilerin Kerbela’da Hz. Hüseyin’in öldürülmesi yası
için toplanan Şiilere saldırı yapan Vahabiler on bin kişiyi öldürmüşlerdir.
İslam
dünyası içinde tartışılan Vahabilik anlayışı içinden Usame b. Laden ve radikal
örgütü El Kaide çıkmıştır. Kökten dincilerin doktrini haline gelen vahabilik,
Pakistan’dan Somali’ye, Fas’tan Çeçenistan’a kadar alanlarda kendilerine yer
buldular.
Afganistan’da
Taleban’ın Vahabiliğe olan yakınlığı ve Vahabilik düşün temeline dayalı din
devleti sistemi en acı deneydi. Bu sistemi Afganistan’da hayata geçirebilme
çabası çok kan dökülmesine neden olmuştur. Bu katı rejimin arkasında Vahabi
İslam anlayışı vardı.
İyi
Bir Devlet Adamını, Kötü Bir Siyasetçi Boğar
Suudi Vehhabilerin, emperyalist İngilizler ile işbirliği
yapıp Osmanlı’yı arkadan vurmasını, Osmanlı’nın son kuşağı hiç unutamadı. Bu
nedenle Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Osmanlı askeri ve sivil bürokrasisi, Suudi
Vehhabilere hiç sıcak bakmadılar…
Ancak “Yurtta
barış, Dünyada barış” ilkeli devlet
geleneğine göre 3 Ağustos 1929 yılında yeni cumhuriyet, Suudiler ile “Dostluk ve Barış Antlaşması” imzaladılar. Bu
öyle kaldı, üst düzeyde pek bir derinlemesine
görüşme yapmadılar…
Yıllar geçtikten sonra 29 Ağustos 1966’da Suudi Kralı
Faysal resmi bir ziyaret için Türkiye’ye geldi, Türkiye’den bir “İslam Paktı” kurulmasını istiyordu. Türkiye
buna pek sıcak bakmadı.
Aradan 40 yıl geçti…
Yine aradan yıllar geçti gelindi 8
Ağustos 1006 yılına: Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdülaziz’in Türkiye
ziyaret etti, ortaya bir devlet krizi çıktı. Dünyadan ayrı bir biçimde, Suudi
Arabistan protokolüne göre, ziyaret edilen ülkenin cumhurbaşkanı Kral’ı havaalanında
karşılaması gerekiyordu. Türkiye
Protokolüne göre ise, cumhurbaşkanı karşılamayı Çankaya
Köşkü’nde yapıyordu.
Türk devlet protokollerine uygun davranan Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer, Suudi Kralı’nı havaalanında karşılamayı reddetti. Resmi
karşılama her devlet başkanına yapıldığı gibi töreninin Köşk’te yapacağını
bildirdi.
O dönemde AKP hükümeti
var idi, tutuştular Kral’ı, Esenboğa Havalimanı’nda o dönemin Başbakan
Yardımcısı ve o dönem Dışişleri Bakanı Abdullah Gül karşıladı. Sanki ortada bir
suçluluk duygusu varmış gibi, Suudi Kralının gezilerinde Başbakan Erdoğan,
protokol kurallarının dışına çıkarak, Kral’ı
bütün İstanbul ziyareti boyunca eşlik ederek gezdirdi.
Ne var ki, Türkiye protokol uygulamalarında, ülkeyi
resmen ziyaret eden devlet başkanlarına Ankara dışındaki ziyaretlerinde
genellikle bir devlet bakanı eşlik etmesi gerekiyordu. Başbakan Erdoğan’ın
Suudi Krala yaptığı “mihmandarlık”
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk oluyordu…
Bir Yıl Sonra
Abdullah Gül Cumhurbaşkanı Oluyor
9 Kasım 2007’de Kral Abdullah bin Abdülaziz, Abdullah
Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını tebrik etmek bahanesiyle, başka bir gerekçesi
olmadan yine Türkiye’ye geldi. Bu ziyarette Suudi Kralı’nın istediği oldu;
Suudi Arabistan protokolü uygulandı. Cumhurbaşkanı Gül, Ankara Esenboğa Havalimanı’na kadar gitti
ve
kral uçağının merdiveninde karşıladı…
Dahi bitmedi. Gül ve Kral aynı araçla Çankaya Köşkü’ne
kadar geldiler ve orada Gül bir kez daha Kralı karşılama merasimi yaptı. İşte
görünen ve yaşanan gerçek bu! Kim devlet adamı, kim kimin ayağına gidip diz
çöktüğünü gördü bu ülke…
Dahi ayrıca; Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ancak 13
devlet adamına “devlet Şeref Madalyası” verilmiştir. Abdullah Gül, Necdet
Sezer’e nispet yaparak bir jest gösterişi yaparak, Çankaya Köşkü’nde “Kral
Abdülaziz Birinci Derce Madalyası” takarak
Suudi Krala verdi.
Yeni göreve gelmiş, daha hiçbir yaptığı iş ortada belirli
değilken, 2016 yılında İİT için ülkeye gelen Suudi Kralı Selman’a da uçağının
kapısına kadar giderek, uçağından yürüyen merdivenli ve 40 santimlik asansörden
inişini bekleyerek karşılayan cumhurbaşkanı Recep Erdoğan oldu.
Devlet Nişanı
Verilen Arap
AKP iktidarı Suudi Vehhabi
Krallığı’na saygıda kusur etmiyor. Öyle ki, Türk protokolüne göre değil, Suudi
protokolüne göre uçağın merdiveninde karşılıyor ve dahi, göreve yeni başlamış
krala üstün hizmetlerinden dolayı “devlet nişanı” veriyorlar!
Hani Suudi adetlerine göre yabancı devlet adamları
Arabistan’a ayak basarken Suudi Kral’ı karşılardı. Suudi Kralı Selman, daha
önce birçok lideri havaalanında karşılarken
Obama’yı havaalanında değil de Erga Sarayı’nda karşıladı.
21 Nisan 2016’da Suudi Arabistan’ı ziyaret eden
Obama’yı, havalimanında Kral Selman değil, Riyad valisi Prens Faysal Bin
Bender Bin Abdülaziz ve Suudi Dışişleri
Bakanı Adil el-Cübeyr karşıladı. Demek ki Suudi kuralları kaypak ve değişken
oluyor muş. Bilmem bizimkinler bir şey anladılar mı?
Mümtaz Soysal
“Kolay Devlet Adamı Olmak”
Mümtaz Soysal’ın yıllar önce Cumhuriyet’e yazdığı
makalesini hiç unutamadım. Özetle şöyle diyordu: “Kolay değildir devlet adamlığı. Devletin
herhangi bir yerinde makam ve unvan sahibi olmak olmadığı gibi; makamını çok yüce,
unvanını çok şaşaalı olması da değildir. Becerikli politikacı falan olunur, ama
devlet adamı h iç olunmaz. Çok zeki, çok becerikli, çok çalışkan olduğu
söylenenler, kendileri de bu söylentiye kanıp bunu yeterli bularak devlet
adamlığına heveslenince, ne durumlara düştüklerini ve devleti düşürdüklerini
gösteren örnekler bugünlerde fazlasıyla var.”
Der.
Yani Devlet Adamı
Olmak Kolaydan Kazanılan İş Değildir
Platon (MÖ 427-347), hiç kuşku yok ki düşünce tarihinin
en önemli ve etkili filozoflarından biri. “Devlet” adlı yapıtında der ki: “Demokrasinin esas prensibi, halkın
hâkimiyetidir. Fakat… Milletin, idarecilerini iyi seçebilmesi için yetişkin ve
iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu temin edilemezse demokrasi,
otoritesi, otokrasiye dönüşebilir. Halk
övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa
geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği
zannedilir” der.
Platon bu noktada “Devlet Adamı” meselesini ele alır: “Devlet işleri; içten gelen bir sevgi, edep
ve kâmil akıl ile yürütülmezse onun sonu çöküş ve yok oluştur.” Der.
Ayrıca devlet adamı kavramına; İngilizler “statesman” Fransızlar ise “homme d etad” demektedirler.
Devlet adamı kime denir? Devlet idaresinde birinci
derecede rol oynayan ve devlet idaresini iyi bilen ve hakkını veren kimsedir.
Başta bir şeyin altını kırmızıçizgilerle çizersek, devlet adamı ile siyasetçiyi
karıştırmamak gerekir. Yani siyasetçiyle devlet adamı kavramı aynı manada
olmayıp, aralarında çok fark vardır. Winston Churchill şu kısa sözü daha iyi
açıklamaktadır: “Siyasetçi gelecek
seçimleri düşünür, devlet adamı gelecek nesilleri düşünür” der.
ABD-Ptrodolar
ve Vahabilik
Başta İslam
ülkelerini cetvele bir birlerinden sınır çizerek ayrıştırılmışsa o İslam ülkelerinde
heyecan veren tarih şuuru; milli kahramanlık, yurt sevgisi beklenemez.
Ülkenin
ekonomik gelişmesi ve gönenç devlet olması için bir bedel ödenmez. İşte bu tam
burasından bakarsak Suudi Arabistan örneğidir.
Batılıların
Ortadoğu yeraltı zenginliklerine ilgi duymaya 19. yy başlarında başladıklarını
görürüz.(Osmanlılar 400 yıl hâkimiyeti altında kaldığı topraklardaki bu
zenginlikleri fark etmeden yaşamışlar) Bu topraklara ilgi, başta İngilizler
olmak üzere Hollanda ve Fransız şirketlerden sonra Amerika bölgeye ilgi duymaya
başlar. 1930 da Standart Oil bölgede petrol çıkarma izni ister. Yıl 1933’de
gerçekleşir bu izin. Bu petrol iznin alınmasından 4 ay sonra Amerikalılar
Arabistan topraklarına yerleşirler. Bir yıl sonra da Amerikalılar çıkardıkları
petrolü Arabistan dışına satmaya başlarlar.
Petrol
gelirleri Suudi Krallığının kesesine "petrodolar" olarak
akmaya başlar. İçe akan dolarlar Arapları adam etmeye yetmeselde dışarıya kendi "Vahabilik" mezhep etkisini artırarak öteki Müslüman
ülkelerine yaymak için güçlü finans desteği Suudi Krallığı eliyle yürütüldü.
Suudi Krallığının finanse yaptığı Vahabilik Mezhep yayma işini ABD’nin bilgisi
dâhilinde olduğu ve bu destekten El Kaide ve Talibanlar Afganistan’da
desteklenerek Sovyetlerin işgaline karşı kullanılmışlardı.
Bu
Vahabilik mezhebini bütün dünyaya yayma ve geliştirme görevi Suudi Krallığının
yetiştirdiği özel vaazlar aracılığıyla yürütüldü. Bu gelişmelere Amerika uzun
zaman hep göz yumdu; hata destekler tavır sergiledi. Amerikalıların güvenle
destekledikleri “Yeşil Kuşak” oyuncuları, Sovyetlerin “Kızıl Kuşağına” karşı gerilla savaşı vererek Sovyetleri
yıpratırlar. Nerden bilirdi ki kendisin beslediği İslamcı terörün bir gün gelip
New York şerhini 11 Eylülde bombalayacağını?
ABD hiç
ummadığı anda, hiç beklemediği yerden vuruldu. ABD’nin projesinde terörün
vuracağı yer olarak kendi topraklarının olacağına asla ihtimal vermezdi. ABD’ni
teröre bakışı değişti ve şifreleri bozuldu. Afganistan da Talebenler ve El
kaide örgütünün terör gücünü gördü dahi iş işten geçmiş oldu...
El kaide
terör örgütünün efsaneleşen lideri Usema Binladen'e 1979 da Afganistan'ı
Sovyetlerin işgalinden dolayı destekçisi değil miydi? Suudi Krallığının Çeçenistan da çeçen
militanlara destek vermesine göz yuman yine Amerika değil mi? Ya Bosna da Vahabi mezhebinin izleri ne
arardı?
Amerika ve
Batı emperyalizmi Müslümanların yoksulluk ve yokluk içinde biçare sürünmesine
en büyük etkendir. İslam dinini "yoklukların ve yoksulların dini" haline getirenlere de katkıları olan yine onlardır.
Petrol
zengini olan çok İslam ülkelerinde taassup, bağnazlık, şiddet aşılanarak
gençler üzerinde etkisi arttı. Onlara az vicdan, çok para, güçlü bir inanç ve
en önemlisi yoklukla mücadele yerine yoklukla yaşamın "faziletli iş" olduğunu da öteki Müslüman gençlere
öğrettiler. Yokluk ve yolsuzluk çeken bol nüfuza sahip Müslüman gençlik Suudi
Krallık resmi ideolojisi olan "Vahabilik" adına bol
para, donanımlı zehir kusan Vahabilik eğitimi veren vaazları dinlediler hep...
Suudi
Krallığının açık desteklediği vahabiliğin dünyaya yayılması, Batı ve Amerika da
bulunan Müslümanlara ulaşacak tek finans kaynağı Arabistan, öteki İslam
ülkeleri içinde kendine yakın azınlık cemaatlerde tesiri büyüktü. Haç ve petrol
gelirleri ile finanse edilen vahabilik öğretisi Türk geçliğine kadar
uzandırıldı.
Vahabilik Mezhebi ve İslami Terör
Tanımı
Türk
gençleri, Vahabi mezhebine daha çok Türkiye de değil Avrupa da ilgi
duymuşlardır. Avrupa da doğmuş büyümüş; eğitimini orada tamamlamış gençlerde
görülmüştür.
Alman hükümetinin
katkıları kasıtlı; azınlık gruplarına dini eğitim adı altında seküler olmayan
ve denetimden uzak cemaatlerin verdiği kendi ülkelerine karşı besledikleri
düşmanlıkları gale almayıp, salt kendine zarar vermeyecek düşüncesiyle göz
yumdu durdu hep. Amerika da önceleri Vahabiliğin yayılışına göz kırpmıştı.
Petrolden
önce yoksulluk çeken Suudi Arabistan, petrolle zenginliğini kötüye kullandı.
Vahabi mezhep anlayışını öteki İslam ülkelerine ihraç etme yolunda yerel
(Müslüman Kardeşler, Taliban, El Kaide) terör kitlesi yarattı. İslam'ın temel
dogması, Kur'an'ın değişmez kutsallığı, yanlışla namazlığı esas kabulü şiddetin
kaynağı oldu.
İslam
ülkelerini yöneten diktatörler, her kötü gördüğünü acı veren şiddetle
bastırıyor, toplantıları yasaklıyor, basın yayın özgürlüğü vermiyor, kadın hak
ve hürriyetini kısıtlıyor ama cemaatlerin ibadetine, dolaysıyla camilerin
siyasi kışkırtma alanı olmasına da engel olunamıyor; denetleyemiyor. Bazen
beslediği yılan kendilerini zehirliyor.
İslam
ülkelerinde Müslümanların tek toplantı yerleri olarak camiler en çok İslam-i
militanların destek buldukları mekânlar. Yeterli destek ve ideolojik fikir
yayma alanları olarak işlevci bir hal camilerin seçilmesi, sahici Müslümanlık
değerlere bağlı, ihanet etmeden yaşamak isteyen geleneksel Müslüman kitleler
üzerinde tesir zamanla lehlerine dönüşerek kitleleri Kazanabiliyorlar. Buna
meyil veren sahici gelenekçi Müslümanlar İslam'a engel gördükleri modernleşme
İslam’a dönüş ile “tek yol İslam” gibi sloganları çekici gelmektedir.
Her Müslüman
Fundamentalist değildir; fundamentalist olmayacak da demekte değildir. Bir
başka deyişle, her Müslümancının terörist olabilirliliği tartışılmalı. Örneğin
teröre hiç bulaşmamış bir Müslüman fevkalade terör yapanları kınama yerine açık
övme yoluna gitmesi bunun doğru olduğunu sevinç ve gurur duyduğunu açıklaması
çok görülmüştür.
İslam
ülkelerinde bazı liderler, İslam-i
Terör” denmesini içlerine sindiremezler.
Bu hiç bir şeyi değiştirmiyor. Her ne kadar "İslam-i terör"e karşı gibi olsalar da, “İslam-i terör örgütleri İslam'ı temsil
etmediklerini" söyleseler de
doğrusu öyle değil...
Afganistan'da
Talibanlar ve Usema Binladen ve örgütü El Kaide, Mısır-Suriye de Müslüman
Kardeşler ve Ortadoğu da bölgelere yayılmış Hizbullah, İslam-i Cihat örgütleri
demeçlerinde söyledikleri ve yaptıkları eylemler İslam'ın ilkeleri
doğrultusunda yaptıkları eylemlerin altına "İslam" imzası atmaları
ne ya?
Bu
örgütleri ayakta tutanları İslam uygarlığının çocuklarıdır. Kültürel, tarihsel,
dinsel bağlantıları İslam'ın ta içidir... Çok geniş alanlarda da kendilerine
koruma ve kollama sağlayanlar bulunuyorsa, demek ki çok geniş alanlarda çok
Müslümanlar tarafından kollanıp korundukları anlaşılmaktadır...
En aşırı
uçtaki Müslümanlar ile en ılımlıları ele aldığımızda temel esas Kur'an ve
hadislere dayalı yaşam biçimini benimsemeleri. Ilımlı Müslüman da görülen
suskunluk, "bekle,
buğuz et, fırsat kolla, kendini güçlü hissettiğinde cihata hazır ol ve
saldır" vardır. Aşırı uçlarda ise ivedilik var, "hemen geç kalınmadan harekete
geçmeli" derler. Amaç farksızdır
her ikisinde de gidilen yollar farklı ama ulaşılmak istenilen yer aynıdır.
Tarihin
derinliklerine bakarsak din kisveli cinayetler hep yoksullar tarafından
işlenmiştir. İslam'ın ilk dört halifesinden üçü suikastla öldürülmüştür. Biri
cinnet getiren bir Hıristiyan tarafından öldürülür, öteki ikisi de sofu
Müslüman asiler tarafından Allah'ın emrini yerine getirdiklerine inanılarak
infazı yerine getirdiklerine inandılar.
İslam’da
bağımsızlık, özgürlük bireye değil; dinin her alanda serbestliğinedir...
Bireyin
özgürlüğüne müdahale din ile ölçülür. Din; kendi özgürlüğünü ilahi güce dayar.
Dini despotizmin “haklılığı” pervasızca öne çıkar. Bireyin doğruyu
yanlıştan ayırt etmesi, Kur'an ve hükümlerine kuşkuyla bakması, kabul
edilebilir bir şey değildir...
Daha açık
bir ifade ile dinsel kimlik ve dine aşırı bağlılık, Müslümanları
durağanlaştırıyor ve aklını donduruyor. Gelişmesini sağlayamayan beyin
teknolojide gelişen Batı'ya karşı eşit dağılım sağlayamıyor... Yoksulluk ve
yokluk dini olarak “İslam çocukları”
olmaktan gayri başka kaybedecek bir birikimleri olmadığından intihar bombacısı
olmalarına karşı hiçbir nedenleri kalmıyor...
Radikal İslam’ın Suudi Arabistan
Ayakları Vahabilik
Suudi
karalığının ta kendisi, İslam’ın en katı, bağnaz ve çekilmez kılan unsurların
başıdır. İslam’ın çekilmez, bağnaz yorumlarından Suudi Arabistan sınırları
içinde var olan Vahabilik mezhebi 18. yüz yılda Muhammed bin Abdulvahab adlı
biri tarafından kurulur.
1921
yılında Suudi devletinin dini mezhebi haline gelen Vahabilik, dünya
üzerinde (Türkiye dahil) bütün ülkelere
rejim ihraç etme peşinde. Finans kaynağı olarak “Rabıtat-Al Alam al İslam-i”
(Dünya İslam Birliği) örgütü ile sağlamaktadır. Bu adı geçen “Rabıta” örgütü
Suudi krallığının elinin altındadır. Bu örgütün gizli finans kaynağı da Suudi
Krallığı ve Amerikan-Suudi ortaklığı petrol şirketi “Aramco” dur.
Dünyada
radikal İslam’ın temel kaynaklarından en güçlü olanı “Vahabilik” İslamcı akımlara sürekli destek olmuştur. İslami kökten dinci terör
örgütlerine esin kaynağı olan ve İslami doktrin haline gelen Vahabilik
Mezhebini anlamak için 1700-1900 yılları arası siyasi Türk-Arap, İngiliz-Arap
ilişkilerine bakmak gerekir.
18. yüz
yılda başlayan, Türklerin Arap yarım adasından atılması harekâtı 1916 da
İngiliz kışkırtması ve İngilizlerden büyük yardım gören “Vahabi Harekâtı” ile son bulmuştur. Bugün İngiliz eseri olan
Vahabi öğretisi ve düşüncesi, Günümüzde ise Afgan dağlarında İngilizlerin
Türklere karşı kışkırttığı Vahabilik öğretisinden gelen El Kaide, İngilizlere
ve Amerikalılara karşı acımasız terör savaşı veriyorlar.