24 Nisan 2016 Pazar

VAHABİLİK "ECDAT" DEDİKLERİ OSMANLIYA TEBELLEŞ OLMUŞTU

Kimler Kime Nişan Veriyor!
Kral Selman ya da tam adıyla Selman bin Abdülaziz el-Suud, Suudi Arabistan'ın 7. Kralıdır… Suudi Arabistan Kralı Selman’a Ankara'da Cumhurbaşkanı tarafından devlet nişanı takıldı… Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! Yani, “Ecdat’ım Osmanlı”  diyenler, ecdat’ı Osmanlıyı arkadan vuranların torunlarına nişan veriyor.

Kralın büyük dedesi Abdullah bin Suud'un kim olduğu
Tarih-i Cevdet'te yer alan bilgilerde Abdullah bin Suud'un İstanbul'a getirilişi ve idamı, Selda Güner'in "Vehhabi Suudiler" adlı kitabında aktardığına göre şöyle: "Mısır’dan İstanbul’a gönderilen Abdullah bin Suud ile adamlarını taşıyan gemi Haliç’e girdi. Abdullah bin Suud’u taşıyan gemi Haliç’te Eyüpsultan civarındaki Defterdar İskelesi’ne yanaştı. Gemiden zincire vurulmuş olarak indirilen Abdullah Suud, hapishaneye kapatılmış üç gün sıkı bir sorgudan sonra ölüm cezası verilmiştir.”

1820’de yani 196 yıl önce Abdullah Suud, boynunda zincir İstanbul sokaklarında gezdirildikten sonra Padişah İkinci Mahmut'un huzurunda Beyazıt Meydanı'nda Bostancıbaşı Halil Ağa’nın kılıcıyla kesilir. Kesik başı Topkapı Sarayı'nın surlarında sallandırılmıştı. Abdullah bin Suud'un beraberinde yakalanan diğer Vahhabi âlimlerinden bir kısmı da idam edilir ve bunlar arasında Abdulvahhab’ın torunu Der’iye kadısı Süleyman bin Abdullah da vardır. İşte Kral Selman'ın 1820 Şubat’ında İstanbul’da başı kesilerek öldürülen büyük dedesinin hikâyesini biliyor muydunuz?

Gelelim Vahabilik Mezhebinin Doğuşuna
18 Yüzyılda Arap Yarımadasında Vahhabiliğin etkisine hızlıca girdi. 1703'te Vahhabilik Necd bölgesindeki Uyeyne köyünde doğan Abdulvahhab'ın, Selefi akımının kurucusu kabul edilen İbni Teymiyye'nin görüşlerinden etkisinden yola bir dini doktrin olarak çıkara ve her türlü yeniliğe ve mezarlara karşı olarak Muhammed’in dönemindeki hayat tarzına dönülmesini savunan Vahhabilik, gittikçe Araplar arasında yaygınlaştı. Bu kafayla bulundukları yerlerde mezar ve türbeleri yıkmaya başlayınca bu öğretilerin yayıcısı Abdulvahhab da çeşitli sürgünlere tabi tutuldu. Ancak Suud Kabilesinin lideri Muhammed bin Suud'dan himaye gördü. 1744'te Der'iye sözleşmesi ile mutabakat altına alınan bu gelişmeyle birlikte bu dini öğreti de siyasallaştı ve bölgesinde daha kolay yayılmaya başladı. Dahi, bir İslam devleti kurmaya çalışan Suud Kabilesinin meşrulaştırıcı ideolojisi haline geldi.

Suud Kabilesi Mekke ve Medine'yi Yağmalıyor
Vahabiliğin başını çeken Suud kabilesi 1790 yıllarında Arabistan Yarımadasının Necd bölgesine sahip oldular. Suud kabilesinin buralara sahip oluşlarına Osmanlı, Rus ve İran savaşları ile uğraşırken pek bir karşılık vermedi. İşte bu fırsatı değerlendiren; yayılma faaliyetlerini genişleten Vahhabiler, Basra Körfezi çevresinde hâkimiyetlerini genişlettiler, Necef'i ele geçirdiler.

İyice bitleri kanlanan Vahabiler 1802'de Kerbela törenlerine katılan Şiileri kılıçtan geçirir İmam Hüseyin'in türbesini yağmalarlar. Ardından da Taif, Mekke ve Medine'yi ele geçirirler. Mekke Şerifi Galip kısa bir süre sonra Mekke’yi geri alınca Suud şeyhi Abdülaziz Necd'e geri döner. Burada da Kerbela'nın intikamını almak isteyen bir Şii tarafından öldürülür. Yerine geçen oğlu Abdülaziz 1805'te yeniden Hicaz'a girer, Medine'yi ele geçirir ve Vahhabiliği kabul etmeyenleri ölümle tehdit eder, şehirdeki türbe ve mezarları yakar. Vahhabiler, Muhammed'in türbesini de yağmalar. Bir yıl sonra da Mekke'yi ele geçirirler ve Mekke Emiri Şeyh Galip yönetimlerini tanır.

Osmanlı Kavalalı Mehmet Ali Paşa'yı Görevlendiriyor
Kutsal topraklarda Vahabilik terörü hâkim olması üzerine Hac yolunun uzun zaman kapalı kalır. Osmanlı daha fazla Vehhabi tehdidini göz ardı edemez. Padişah 2.  Mahmut, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya bu durumda görevlendirir. Paşa oğlu Tosun emrindeki bir orduyla 1812-1813 yılları arasında Mekke, Medine ve Taif’i Vehhâbilerden kurtardı. Bu sırada Suud bin Abdülaziz 1814’de ölmüş yerine de oğlu Abdullah geçmiş olan oğlunu yakalanarak İstanbul'a getiriliyor ve İstanbul’da idam ediliyordu. 1818 Nisanında Abdullah bin Suud yakalanır, önce Mısır’a oradan da gönderildiği İstanbul’da 1820 yılı Şubat ayında İstanbul’da idam edilir.

işte Çağdışı Vahabilik ve İlkeleri

Muhammedin ilk eşi Hatice bint-i Huveylid'in yok edilen
Vahabilerce yerlebir edilen mezarı.
Muhammed’in yaptıkları dışında gelişmelere “sapıklık” diye suçlar. Tevhide, yani Allah’ın birliğine inanmayanın malı, canı helaldir.
1- Kur'an ayetlerini akıl yoluyla yorumlamak yasaktır.
2- Mezar, türbe yasak ve mezar ziyaretleri küfür ve Allah’a şirktir. Adak adamak, kabir ziyareti puta tapmakla eştir. Süslü cami ve tespih çekmek, sakal kesmek, muska, vakıf, sünnet ve nafile namaz batıldır.
3- Camilere minare inşa etmek, ipekli kumaş giymek yasaktır.
4- İbadet etmeyenlerin malları ve canları helaldir.
5- İslam dinine getirilen diğer inançlar batıldır.
6-  El öpmek, boyun eğmek evliya kabri ve sakalı şerif ziyaret etmek, mevlit ve kaside, çalgı dinlemek, eğlenmek yasaktır.
7- Sigara, nargile, içki ve kahve içene kırk değnek vurularak cezalandırılır.
8- Dört hak mezhep Hanefi-Maliki-Şafi-Hambeli mezhepler dışındaki mezhep, kalem, tasavvuf, tarikat yasaktır.
9-  Allah’a aracısız ibadet şarttır. Mürşit, şeyh, veli, aracı, hoca, evliya ve dervişlik küfürdür.
10- İbadet imanın içinde gizlidir. İbadet yapılmaz ya da eksik yapılırsa iman olmaz.
11- İbadet etmeyen ve ya eksik ibadet edenin kestiği yenmez. Bu kişinin canı da, malı da helaldir. Bu kişilere karşı “cihat” ilan edilir.
12-  Kur'an kesin delildir. Kur'an ayetlerini yorumlamak küfürdür.
13- Namazı cemaatle kılmak şarttır.

Böyle kurallar karşında Vahabilere göre, İslam dinine getirilen diğer inançlar batıldır.
Buna bir örnek verirsek 1902 yılında Şiilerin Kerbela’da Hz. Hüseyin’in öldürülmesi yası için toplanan Şiilere saldırı yapan Vahabiler on bin kişiyi öldürmüşlerdir.

İslam dünyası içinde tartışılan Vahabilik anlayışı içinden Usame b. Laden ve radikal örgütü El Kaide çıkmıştır. Kökten dincilerin doktrini haline gelen vahabilik, Pakistan’dan Somali’ye, Fas’tan Çeçenistan’a kadar alanlarda kendilerine yer buldular.

Afganistan’da Taleban’ın Vahabiliğe olan yakınlığı ve Vahabilik düşün temeline dayalı din devleti sistemi en acı deneydi. Bu sistemi Afganistan’da hayata geçirebilme çabası çok kan dökülmesine neden olmuştur. Bu katı rejimin arkasında Vahabi İslam anlayışı vardı.

İyi Bir Devlet Adamını, Kötü Bir Siyasetçi Boğar
Suudi Vehhabilerin, emperyalist İngilizler ile işbirliği yapıp Osmanlı’yı arkadan vurmasını, Osmanlı’nın son kuşağı hiç unutamadı. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Osmanlı askeri ve sivil bürokrasisi, Suudi Vehhabilere hiç sıcak bakmadılar…

Ancak “Yurtta barış, Dünyada barış” ilkeli devlet geleneğine göre 3 Ağustos 1929 yılında yeni cumhuriyet, Suudiler ile “Dostluk ve Barış Antlaşması” imzaladılar. Bu öyle kaldı, üst düzeyde pek bir derinlemesine görüşme yapmadılar…

Yıllar geçtikten sonra 29 Ağustos 1966’da Suudi Kralı Faysal resmi bir ziyaret için Türkiye’ye geldi, Türkiye’den bir “İslam Paktı” kurulmasını istiyordu. Türkiye buna pek sıcak bakmadı.

Aradan 40 yıl geçti… 
Yine aradan yıllar geçti gelindi 8 Ağustos 1006 yılına: Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdülaziz’in Türkiye ziyaret etti, ortaya bir devlet krizi çıktı. Dünyadan ayrı bir biçimde, Suudi Arabistan protokolüne göre, ziyaret edilen ülkenin cumhurbaşkanı Kral’ı havaalanında karşılaması gerekiyordu. Türkiye
Protokolüne göre ise, cumhurbaşkanı karşılamayı Çankaya Köşkü’nde yapıyordu.
Türk devlet protokollerine uygun davranan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Suudi Kralı’nı havaalanında karşılamayı reddetti. Resmi karşılama her devlet başkanına yapıldığı gibi töreninin Köşk’te yapacağını bildirdi.

O dönemde AKP hükümeti var idi, tutuştular Kral’ı, Esenboğa Havalimanı’nda o dönemin Başbakan Yardımcısı ve o dönem Dışişleri Bakanı Abdullah Gül karşıladı. Sanki ortada bir suçluluk duygusu varmış gibi, Suudi Kralının gezilerinde Başbakan Erdoğan, protokol kurallarının dışına çıkarak, Kral’ı bütün İstanbul ziyareti boyunca eşlik ederek gezdirdi.

Ne var ki, Türkiye protokol uygulamalarında, ülkeyi resmen ziyaret eden devlet başkanlarına Ankara dışındaki ziyaretlerinde genellikle bir devlet bakanı eşlik etmesi gerekiyordu. Başbakan Erdoğan’ın Suudi Krala yaptığı “mihmandarlık” Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk oluyordu…

Bir Yıl Sonra Abdullah Gül Cumhurbaşkanı Oluyor
9 Kasım 2007’de Kral Abdullah bin Abdülaziz, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını tebrik etmek bahanesiyle, başka bir gerekçesi olmadan yine Türkiye’ye geldi. Bu ziyarette Suudi Kralı’nın istediği oldu; Suudi Arabistan protokolü uygulandı. Cumhurbaşkanı Gül, Ankara Esenboğa Havalimanı’na kadar gitti ve 
kral uçağının merdiveninde karşıladı…

Dahi bitmedi. Gül ve Kral aynı araçla Çankaya Köşkü’ne kadar geldiler ve orada Gül bir kez daha Kralı karşılama merasimi yaptı. İşte görünen ve yaşanan gerçek bu! Kim devlet adamı, kim kimin ayağına gidip diz çöktüğünü gördü bu ülke…

Dahi ayrıca; Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ancak 13 devlet adamına “devlet Şeref Madalyası” verilmiştir. Abdullah Gül, Necdet Sezer’e nispet yaparak bir jest gösterişi yaparak, Çankaya Köşkü’nde “Kral Abdülaziz Birinci Derce Madalyası” takarak Suudi Krala verdi.

Yeni göreve gelmiş, daha hiçbir yaptığı iş ortada belirli değilken, 2016 yılında İİT için ülkeye gelen Suudi Kralı Selman’a da uçağının kapısına kadar giderek, uçağından yürüyen merdivenli ve 40 santimlik asansörden inişini bekleyerek karşılayan cumhurbaşkanı Recep Erdoğan oldu.

Devlet Nişanı Verilen Arap
AKP iktidarı Suudi Vehhabi Krallığı’na saygıda kusur etmiyor. Öyle ki, Türk protokolüne göre değil, Suudi protokolüne göre uçağın merdiveninde karşılıyor ve dahi, göreve yeni başlamış krala üstün hizmetlerinden dolayı “devlet nişanı” veriyorlar!

Hani Suudi adetlerine göre yabancı devlet adamları Arabistan’a ayak basarken Suudi Kral’ı karşılardı. Suudi Kralı Selman, daha önce birçok lideri havaalanında karşılarken Obama’yı havaalanında değil de Erga Sarayı’nda karşıladı.

21 Nisan 2016’da Suudi Arabistan’ı ziyaret eden Obama’yı, havalimanında Kral Selman değil, Riyad valisi Prens Faysal Bin Bender Bin Abdülaziz ve Suudi Dışişleri Bakanı Adil el-Cübeyr karşıladı. Demek ki Suudi kuralları kaypak ve değişken oluyor muş. Bilmem bizimkinler bir şey anladılar mı?


Mümtaz Soysal “Kolay Devlet Adamı Olmak”
Mümtaz Soysal’ın yıllar önce Cumhuriyet’e yazdığı makalesini hiç unutamadım. Özetle şöyle diyordu: “Kolay değildir devlet adamlığı. Devletin herhangi bir yerinde makam ve unvan sahibi olmak olmadığı gibi; makamını çok yüce, unvanını çok şaşaalı olması da değildir. Becerikli politikacı falan olunur, ama devlet adamı h iç olunmaz. Çok zeki, çok becerikli, çok çalışkan olduğu söylenenler, kendileri de bu söylentiye kanıp bunu yeterli bularak devlet adamlığına heveslenince, ne durumlara düştüklerini ve devleti düşürdüklerini gösteren örnekler bugünlerde fazlasıyla var.”  Der.

Yani Devlet Adamı Olmak Kolaydan Kazanılan İş Değildir
Platon (MÖ 427-347), hiç kuşku yok ki düşünce tarihinin en önemli ve etkili filozoflarından biri. “Devlet” adlı yapıtında der ki: “Demokrasinin esas prensibi, halkın hâkimiyetidir. Fakat… Milletin, idarecilerini iyi seçebilmesi için yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu temin edilemezse demokrasi, otoritesi, otokrasiye dönüşebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir” der.

Platon bu noktada “Devlet Adamı” meselesini ele alır: “Devlet işleri; içten gelen bir sevgi, edep ve kâmil akıl ile yürütülmezse onun sonu çöküş ve yok oluştur.” Der.
Ayrıca devlet adamı kavramına; İngilizler “statesman” Fransızlar ise “homme d etad” demektedirler.

Devlet adamı kime denir? Devlet idaresinde birinci derecede rol oynayan ve devlet idaresini iyi bilen ve hakkını veren kimsedir. Başta bir şeyin altını kırmızıçizgilerle çizersek, devlet adamı ile siyasetçiyi karıştırmamak gerekir. Yani siyasetçiyle devlet adamı kavramı aynı manada olmayıp, aralarında çok fark vardır. Winston Churchill şu kısa sözü daha iyi açıklamaktadır: “Siyasetçi gelecek seçimleri düşünür, devlet adamı gelecek nesilleri düşünür”  der.

ABD-Ptrodolar ve Vahabilik
Başta İslam ülkelerini cetvele bir birlerinden sınır çizerek ayrıştırılmışsa o İslam ülkelerinde heyecan veren tarih şuuru; milli kahramanlık, yurt sevgisi beklenemez.
Ülkenin ekonomik gelişmesi ve gönenç devlet olması için bir bedel ödenmez. İşte bu tam burasından bakarsak Suudi Arabistan örneğidir.

Batılıların Ortadoğu yeraltı zenginliklerine ilgi duymaya 19. yy başlarında başladıklarını görürüz.(Osmanlılar 400 yıl hâkimiyeti altında kaldığı topraklardaki bu zenginlikleri fark etmeden yaşamışlar) Bu topraklara ilgi, başta İngilizler olmak üzere Hollanda ve Fransız şirketlerden sonra Amerika bölgeye ilgi duymaya başlar. 1930 da Standart Oil bölgede petrol çıkarma izni ister. Yıl 1933’de gerçekleşir bu izin. Bu petrol iznin alınmasından 4 ay sonra Amerikalılar Arabistan topraklarına yerleşirler. Bir yıl sonra da Amerikalılar çıkardıkları petrolü Arabistan dışına satmaya başlarlar.

Petrol gelirleri Suudi Krallığının kesesine "petrodolar" olarak akmaya başlar. İçe akan dolarlar Arapları adam etmeye yetmeselde dışarıya kendi "Vahabilik" mezhep etkisini artırarak öteki Müslüman ülkelerine yaymak için güçlü finans desteği Suudi Krallığı eliyle yürütüldü. Suudi Krallığının finanse yaptığı Vahabilik Mezhep yayma işini ABD’nin bilgisi dâhilinde olduğu ve bu destekten El Kaide ve Talibanlar Afganistan’da desteklenerek Sovyetlerin işgaline karşı kullanılmışlardı.

Bu Vahabilik mezhebini bütün dünyaya yayma ve geliştirme görevi Suudi Krallığının yetiştirdiği özel vaazlar aracılığıyla yürütüldü. Bu gelişmelere Amerika uzun zaman hep göz yumdu; hata destekler tavır sergiledi. Amerikalıların güvenle destekledikleri “Yeşil Kuşak” oyuncuları, Sovyetlerin “Kızıl Kuşağına” karşı gerilla savaşı vererek Sovyetleri yıpratırlar. Nerden bilirdi ki kendisin beslediği İslamcı terörün bir gün gelip New York şerhini 11 Eylülde bombalayacağını?

ABD hiç ummadığı anda, hiç beklemediği yerden vuruldu. ABD’nin projesinde terörün vuracağı yer olarak kendi topraklarının olacağına asla ihtimal vermezdi. ABD’ni teröre bakışı değişti ve şifreleri bozuldu. Afganistan da Talebenler ve El kaide örgütünün terör gücünü gördü dahi iş işten geçmiş oldu...

El kaide terör örgütünün efsaneleşen lideri Usema Binladen'e 1979 da Afganistan'ı Sovyetlerin işgalinden dolayı destekçisi değil miydi? Suudi Krallığının Çeçenistan da çeçen militanlara destek vermesine göz yuman yine Amerika değil mi? Ya Bosna da Vahabi mezhebinin izleri ne arardı?

Amerika ve Batı emperyalizmi Müslümanların yoksulluk ve yokluk içinde biçare sürünmesine en büyük etkendir. İslam dinini "yoklukların ve yoksulların dini" haline getirenlere de katkıları olan yine onlardır.

Petrol zengini olan çok İslam ülkelerinde taassup, bağnazlık, şiddet aşılanarak gençler üzerinde etkisi arttı. Onlara az vicdan, çok para, güçlü bir inanç ve en önemlisi yoklukla mücadele yerine yoklukla yaşamın "faziletli iş" olduğunu da öteki Müslüman gençlere öğrettiler. Yokluk ve yolsuzluk çeken bol nüfuza sahip Müslüman gençlik Suudi Krallık resmi ideolojisi olan "Vahabilik" adına bol para, donanımlı zehir kusan Vahabilik eğitimi veren vaazları dinlediler hep...

Suudi Krallığının açık desteklediği vahabiliğin dünyaya yayılması, Batı ve Amerika da bulunan Müslümanlara ulaşacak tek finans kaynağı Arabistan, öteki İslam ülkeleri içinde kendine yakın azınlık cemaatlerde tesiri büyüktü. Haç ve petrol gelirleri ile finanse edilen vahabilik öğretisi Türk geçliğine kadar uzandırıldı.

Vahabilik Mezhebi ve İslami Terör Tanımı
Türk gençleri, Vahabi mezhebine daha çok Türkiye de değil Avrupa da ilgi duymuşlardır. Avrupa da doğmuş büyümüş; eğitimini orada tamamlamış gençlerde görülmüştür.

Alman hükümetinin katkıları kasıtlı; azınlık gruplarına dini eğitim adı altında seküler olmayan ve denetimden uzak cemaatlerin verdiği kendi ülkelerine karşı besledikleri düşmanlıkları gale almayıp, salt kendine zarar vermeyecek düşüncesiyle göz yumdu durdu hep. Amerika da önceleri Vahabiliğin yayılışına göz kırpmıştı.

Petrolden önce yoksulluk çeken Suudi Arabistan, petrolle zenginliğini kötüye kullandı. Vahabi mezhep anlayışını öteki İslam ülkelerine ihraç etme yolunda yerel (Müslüman Kardeşler, Taliban, El Kaide) terör kitlesi yarattı. İslam'ın temel dogması, Kur'an'ın değişmez kutsallığı, yanlışla namazlığı esas kabulü şiddetin kaynağı oldu.

İslam ülkelerini yöneten diktatörler, her kötü gördüğünü acı veren şiddetle bastırıyor, toplantıları yasaklıyor, basın yayın özgürlüğü vermiyor, kadın hak ve hürriyetini kısıtlıyor ama cemaatlerin ibadetine, dolaysıyla camilerin siyasi kışkırtma alanı olmasına da engel olunamıyor; denetleyemiyor. Bazen beslediği yılan kendilerini zehirliyor.

İslam ülkelerinde Müslümanların tek toplantı yerleri olarak camiler en çok İslam-i militanların destek buldukları mekânlar. Yeterli destek ve ideolojik fikir yayma alanları olarak işlevci bir hal camilerin seçilmesi, sahici Müslümanlık değerlere bağlı, ihanet etmeden yaşamak isteyen geleneksel Müslüman kitleler üzerinde tesir zamanla lehlerine dönüşerek kitleleri Kazanabiliyorlar. Buna meyil veren sahici gelenekçi Müslümanlar İslam'a engel gördükleri modernleşme İslam’a dönüş ile  “tek yol İslam” gibi sloganları çekici gelmektedir.

Her Müslüman Fundamentalist değildir; fundamentalist olmayacak da demekte değildir. Bir başka deyişle, her Müslümancının terörist olabilirliliği tartışılmalı. Örneğin teröre hiç bulaşmamış bir Müslüman fevkalade terör yapanları kınama yerine açık övme yoluna gitmesi bunun doğru olduğunu sevinç ve gurur duyduğunu açıklaması çok görülmüştür.

İslam ülkelerinde bazı liderler,  İslam-i Terör” denmesini içlerine sindiremezler. Bu hiç bir şeyi değiştirmiyor. Her ne kadar "İslam-i terör"e karşı gibi olsalar da, “İslam-i terör örgütleri İslam'ı temsil etmediklerini" söyleseler de doğrusu öyle değil...

Afganistan'da Talibanlar ve Usema Binladen ve örgütü El Kaide, Mısır-Suriye de Müslüman Kardeşler ve Ortadoğu da bölgelere yayılmış Hizbullah, İslam-i Cihat örgütleri demeçlerinde söyledikleri ve yaptıkları eylemler İslam'ın ilkeleri doğrultusunda yaptıkları eylemlerin altına "İslam" imzası atmaları ne ya?

Bu örgütleri ayakta tutanları İslam uygarlığının çocuklarıdır. Kültürel, tarihsel, dinsel bağlantıları İslam'ın ta içidir... Çok geniş alanlarda da kendilerine koruma ve kollama sağlayanlar bulunuyorsa, demek ki çok geniş alanlarda çok Müslümanlar tarafından kollanıp korundukları anlaşılmaktadır...

En aşırı uçtaki Müslümanlar ile en ılımlıları ele aldığımızda temel esas Kur'an ve hadislere dayalı yaşam biçimini benimsemeleri. Ilımlı Müslüman da görülen suskunluk, "bekle, buğuz et, fırsat kolla, kendini güçlü hissettiğinde cihata hazır ol ve saldır" vardır. Aşırı uçlarda ise ivedilik var, "hemen geç kalınmadan harekete geçmeli" derler. Amaç farksızdır her ikisinde de gidilen yollar farklı ama ulaşılmak istenilen yer aynıdır.

Tarihin derinliklerine bakarsak din kisveli cinayetler hep yoksullar tarafından işlenmiştir. İslam'ın ilk dört halifesinden üçü suikastla öldürülmüştür. Biri cinnet getiren bir Hıristiyan tarafından öldürülür, öteki ikisi de sofu Müslüman asiler tarafından Allah'ın emrini yerine getirdiklerine inanılarak infazı yerine getirdiklerine inandılar.

İslam’da bağımsızlık, özgürlük bireye değil; dinin her alanda serbestliğinedir...
Bireyin özgürlüğüne müdahale din ile ölçülür. Din; kendi özgürlüğünü ilahi güce dayar. Dini despotizmin “haklılığı” pervasızca öne çıkar. Bireyin doğruyu yanlıştan ayırt etmesi, Kur'an ve hükümlerine kuşkuyla bakması, kabul edilebilir bir şey değildir...

Daha açık bir ifade ile dinsel kimlik ve dine aşırı bağlılık, Müslümanları durağanlaştırıyor ve aklını donduruyor. Gelişmesini sağlayamayan beyin teknolojide gelişen Batı'ya karşı eşit dağılım sağlayamıyor... Yoksulluk ve yokluk dini olarak  “İslam çocukları” olmaktan gayri başka kaybedecek bir birikimleri olmadığından intihar bombacısı olmalarına karşı hiçbir nedenleri kalmıyor...

Radikal İslam’ın Suudi Arabistan Ayakları Vahabilik
Suudi karalığının ta kendisi, İslam’ın en katı, bağnaz ve çekilmez kılan unsurların başıdır. İslam’ın çekilmez, bağnaz yorumlarından Suudi Arabistan sınırları içinde var olan Vahabilik mezhebi 18. yüz yılda Muhammed bin Abdulvahab adlı biri tarafından kurulur. 

1921 yılında Suudi devletinin dini mezhebi haline gelen Vahabilik, dünya üzerinde  (Türkiye dahil) bütün ülkelere rejim ihraç etme peşinde. Finans kaynağı olarak “Rabıtat-Al Alam al İslam-i” (Dünya İslam Birliği) örgütü ile sağlamaktadır. Bu adı geçen “Rabıta” örgütü Suudi krallığının elinin altındadır. Bu örgütün gizli finans kaynağı da Suudi Krallığı ve Amerikan-Suudi ortaklığı petrol şirketi “Aramco” dur.

Dünyada radikal İslam’ın temel kaynaklarından en güçlü olanı “Vahabilik” İslamcı akımlara sürekli destek olmuştur. İslami kökten dinci terör örgütlerine esin kaynağı olan ve İslami doktrin haline gelen Vahabilik Mezhebini anlamak için 1700-1900 yılları arası siyasi Türk-Arap, İngiliz-Arap ilişkilerine bakmak gerekir.

18. yüz yılda başlayan, Türklerin Arap yarım adasından atılması harekâtı 1916 da İngiliz kışkırtması ve İngilizlerden büyük yardım gören “Vahabi Harekâtı” ile son bulmuştur. Bugün İngiliz eseri olan Vahabi öğretisi ve düşüncesi, Günümüzde ise Afgan dağlarında İngilizlerin Türklere karşı kışkırttığı Vahabilik öğretisinden gelen El Kaide, İngilizlere ve Amerikalılara karşı acımasız terör savaşı veriyorlar.



Hiç yorum yok:

TURANCI-TÜRKÇÜ-SOSYALİST ETHEM NEJAT (1881-1921)

ETHEM NEJAT (1887-1921) Annesinin adı Cavide, babasının adı Hasan'dır. Anne tarafından dedesi Ahmet Cavit Paşa, Çerkes İttihat ve Teavün...