GUSTAV VİGELAND ve
Açık hava müzesi
OSLO-Frogner Park’ın Yaratıcısı
Norveçli bir değerli heykeltıraştır. 11 Nisan 1869’da,
çiftçilik yapan fanatik dinci bir babanın çocuğu olarak Güney Norveç-Mandal’da
doğar. Ocak 1943 yılında kalp krizi geçirir ve 12 Martta Oslo’da gözlerini
dünyaya kapar. Ama her daim yaptığı eserleri adına yaptığı parkta onu
ölümsüzleştirmektedir.
Vigeland’ın çocukluğu ve gençliği, babasının din baskısı
altında savrularak geçer. Vigelan’ın babası öylesine dinci ve dine körü körüne
bağlanmış ki, fanatik biri olarak, doğadaki her hareketin dinden geldiği
paniğine kapılır, cennetin paramparça olduğunu sanır halde dine bağlı, her
fırsatta dini törenlere katılırmış. Bu babanın aşırı olumsuz fanatik dinciliği
Frogner Park’taki Vigeland’ın heykellerine yansır. Yetiştiği ortamdan dolayı “ilahi bir korku” ile “cehennem korkusu” Vigelan’ın hep Çocukluğu içinde var
olmuştur: “Çok fazla şeytan, az İsa, çok
fazla karanlık, çok az ışık” ünlü
sözüdür.
1889 dondurucu kış soğuklarında Oslo da yarı aç, yarı
tok, kalacak yer sorunuyla umutsuzluk içinde kıvranırken, heykeltıraş Brynjulf
Bergslien’in kapısını çalar. Ona çizimlerini gösterir. Bu çizimleri gören
heykeltıraş, Bergslien Gustav’a ilgi gösterir. Devreye soktuğu Oslolu
zenginlerden kaynak aktararak Gustav’a kaynak sağlar ve dahi, model-alçı kalıp
dökümü ve mermer yontma ile ilgili dersler verir.
20 yaşında bir genç, terk edilmiş bir anne ile çocuğunu
anlatan “Hagar ve İshmal” adlı heykeli yapar. Bu yapıtı, yıllık ulusal
sergide kabul edilerek sergilenir. Dahası; babası ile duygusal kopukluğu
yansıtan yapıtında etkisini gösterir. Bir ara Kraliyet Resim Okulunda
öğretmenlik yapan Mathias Skeibrok’un okulunda çalışır.
1891 yılında Kopenhag’da, normal insanlar boyunda “Lanet” adlı veriden bir topluluk heykel üzerinde çalışır. O heykelde yaşlı
adam, genç kadın, çocuklar ve bir köpekten oluşan heykeli yaptığında 22 yaşında
başarıya ulaşır. Bu heykel çok anlamlı duygusal ilk heykeli sayılır. Heykelde
anlatmaya çalıştığı tema, korkudan bir şeyden kaçtıkları, bilinçaltına
yerleşmiş ailevi sorunları, beyin üstünü uyararak harekete geçirmesi sonucu
olsa gerek. Bu sanat yapıtlarında her zaman çocukluğunun anlatamadığı aile
yaşamının heykellerde okunuşuydu gerçek olan. Şöyle de diyebiliriz. Caz müziği
ile zenci kölelerin duygularını, çektikleri cefaları söyleyemeyip, müzikle
alana döktükleri gibi bir şey olsa gerek.
Gustav Vigeland 1893’de beş ay Paris’te kalır. Orada ünlü
Fransız heykeltıraş Aguste Rodin’in atölyesine sıkça uğrayarak, orada ondan,
heykelde insanların tutku ve duygularının nasıl yansıtıldığına dair bilgiler
edinir. Dahi; Kabartma sanatında kendi “cehennemi” yapıtında hatalar
bulur. Yeniden “Cehennem”i yaptı. Bu yapıtında, babasının dünyasıyla,
anlattıklarıyla ilgili “Şeytan” varlığı, sağdan doğru cehenneme itilen,
anlamsız korkunç yakarışlar bilmezlik içinde kaybolur gider.
Anlaşılan, yaşamını bir cehennem olgusuna vurgulamak
istemesi, aile düzeninin “Yargı Günü,
Selamet-Cennet, Yeniden Doğuş” tasarım
düzeyinde kalırken, zamanla fanatik dinsel temalardan uzaklaşıp alkole alışan
babası gibi Gustav Vigeland dinselliğini yenerek dinden uzaklaşır. Bu arada
fanatik dincilikten uzaklaşan babası hala aile düzensizliği içinde 1922 yılında
19 yaşında İngerid Vilberg adlı genç bir kızla evlenir.
Vikeland, kendine özgü yapıtlarında duygular, kadın-erkek
ilişkileri, çekicilik, etkilenme, dikkat çekme gibi kadın, kadın temaları,
kadın üzerine kurgular. Melankolik ve kederli duygular ve kucağındaki kadın,
anne ve çocuk, yaşlılar dünyası, yeni doğan çocuk “Orfeus” ve “Eurydica” adlı heykel
belirgin bir biçimde ortaya çıkar. Yeni doğmuş ve kısa süren ilk evliliğinden
iki çocuğundan biri annesi ile birlikte yansıtılmıştır.
Bir ara, o dönemde tutucu olan Norveç halkı Gustav’ın
yaptıkları erotik heykellere karşı sempati duymuyorlardı. Norveçli burjuvazi
Gustav’ın heykellerine para ödemiyorlardı. O nedenle geliri de yoktu. Gelir
getiren o dönemde ancak dekoratif vazo, kandil, tabak gibi nesnelerdi. Bu hale
isyan eden Gustav: “Artık dayanamıyorum,
insanlığıma dönmek istiyorum” diyerek,
kiliselerdeki gotik heykellerin tamirinden para kazanmaya başlıyor. Ama
yüreğinde bildiği özgün sanatta atar. Beyninde geçen erotik, mitolojik,
kurgular geçer. Anıt tasarımları çizer, çeşmeler tasarlar ileride hayata
geçirmek için.
Gustav Vigelan’ın beyninde akıp giden bu tasarlar 20.
Yüzyılda yaratıcılığın tohumlarını ürün vermesi yolunda adımlar atar. 1902’de
kiliselerde yaptığı tamir işlerine son vererek, kent meydanlarının ünlü
anıtlarını yapmaya başlar ve Norveç’in en ünlü heykeltıraş sanatçısı olarak ün
kazanır. Daha sonra hayalindeki açık hava heykel müzesi fikrini hayata geçirmek ister.
1915’den sonra, çağlar öncesi buzullardan oluşmuş Norveç granitini kullanmaya
başlar yontularında.
Norveç’in güneyi-Mandal yaşadığı zamanlar, Mandal ve
çevresinden etkilendiği 420 oyma eser yapmıştır. Gelecek için idesindeki
düşlediği hayallerini gerçekleştirmek için büyük bir park düşünür. İşin ilginç
tarafı, dünya da bir benzeri olmayan, düşlediği parkın bütün mimari tasarımı ve
kendi eserleriyle donatmaktı. Günü gelince bu fikrini Oslo Belediye Meçlisine
sunar. Hiçbir masraf almayacağını, bütün masrafların kedince karşılanacağını
söyler. Böylece çok şiddetli tartışmalar sonucu, Vigelan’ın bu önerisi kabul
görür ve Oslo Meclisinde kabul edilir.
Böyle bir parkın yeri için çok yerler önerilir. Bu
yerlerden birisi de parlamento önündeki alan olur ama bu alanın küçük
geleceğinden dolayı vazgeçilir. 1924’de yer olarak en sonunda içinden bir çay
akıntısı geçen, 850 metre uzunluğunda 40 hektar alan olan Frogner Park için
karar kılınır. Oslo’ya uğrayıp ta bu açık hava müzesini ziyaret etmeden dönen
biri için boş yere Norveç-Oslo’ya gitmiş olur.
Bu çok zengin salt Vigeland’ın eserleri olan açık hava
müzesinde 600’ü aşkın figürlerden, Norveç-granit taşı, bronz, dövme demir ve
192 heykelden oluşan bir parktır burası. Her yapıtında şaşırtıcı ayrı bir
incelik önümüze çıkar. Hala sanatın içine tüküren siyaset adamları varken, bu
yapıtlara imrenmek elde değildir.
Ben bu heykelleri ilk kez 1983 yılı bir kış gününde izlediğimde,
görsel yaratıcılığın büyüsü içinde, hangi heykele bakarak şaşırmış halimi
hatırlıyor. Büyüledi beni, defalarca bu heykelleri izlemeye gittim, her
seferinde bir mana, çevremde yaşayan nesnelerdi sanki oradaki bulduğum...
Vigeland Parktaki heykeller evrenselliğe ulamış
yapıtlardır. İşte bu heykelleri seyreden her tür insan mutlak birinde kendini
bulur. Bu değerli parkın meydana gelmesinde tek başına caba harcayan Vigeland,
ekmek parasını ve geçimini ise ona buna yaptığı ekstra heykellerle sağlamıştır…
Bu parkın adı “Frogner Park” olsa da, Gustav Vigeland’ın soyadı olan “Vigeland Park” olarak ta anılmaktadır. Vigeland rahat
çalışsın diye Frogner Parkın bir kıyısında Oslo Belediyesince kendine büyük bir
yer tahsis etmiştir. Belki dünyanın en büyük yontucu için çalışma alanıydı.
Vigeland öldükten sonra bu yer “Vigeland
Müzesi” yapılır ve Vigeland’ın yakılmış
külleri bu müzede bir kulede korunmaktadır