23 Ağustos 2025 Cumartesi

OSMANLI'NIN 1917 YILINDA BERLİN'E GÖNDERDİĞ YETİM ÇOCUKLARIN DRAMI

OSMANLI, ŞEHİT DÜŞMÜŞ TÜRK ASKERLERİNİN ÇOCUKLARINI ALMANYA'YA GÖNDERMESİ 

Osmanlı Dönemi 2017’de Almanya-Berlin’e Gönderilen Osmanlı Yetim Çocuklarının Acılı Sonla Heder Olup Giden Tarihtir.


Osmanlı düştüğü durumlardan dolayı, genelde babaları savaşlardan geri dönememiş, şehit düşmüş olan kahramanları yetim kalmış o çocuklara bile bakamamıştır. Bunları bilen biri çıkıp ta Osmanlı Torunlarıyız deyip, yeni Osmanlıcılık hayalleri kurmaz.

Mavi Kep ve Pelerin: Cihan Harbi Yıllarında Almanya’da Osmanlı Yetimleri; en küçüğü ise 7 yaşındaki küçük İbrahim dışında, 15-16 yaşlarında yetim çocuklardılar. Bu çocuklar, 1. Dünya Savaşı sırasında vatan uğruna şehit düşen vatan evlatlarının sahip çıkılamayan yetim çocukları idi onlar. Acımasız savaş sürüyor, babalar şehit düşüyor, geride bıraktıkları çocukları yetim kalıyor ve her geçen gün Darüleytamlarda sayıları artıyordu...


Birinci Dünya Savaşı sırasında yetim çocuklar Almanya'ya gönderildi.

Almanya’ya gönüllü gittiği söyleniyordu ancak muhtemelen oraya vardıklarında üç yıl ücretsiz çalışıp, dördüncü sene maaş almaya başlayacaklarından haberleri yoktu.

Berlin’e Gönderilen Osmanlı Yetimleri…
Nisan 1917. Berlin’deki gara bir tren yanaşır. İçinden 14-16 yaşlarında 314 çocuk iner şaşkın ve meraklı bakışlarla. Almanya’ya zirai alanlarda çırak olarak çalışmaya gelen bu çocuklar, Osmanlı’nın yetim çocukları idi. Bu çocuklar, 1. Dünya Savaşında şehit düşen vatan evlatlarının yetim kalan çocuklarıydılar.

Savaş sürdükçe, şehit sayısı artıyor, onların yetim kalan çocuklarının da sayısı artıyordu. Bu yetim çocuklar için, “Darüleytamlar” (çocuk yuvaları) açılmasına kara verilir ve açılır

Osmanlı Yetimleri Almanya'da
Madenlerde ve zirai alanlarda çalıştırılmak için Almanya’ya gönderilen, Avrupai pelerinler ve kepler giydirilmiş 14-16 yaş arasındaki yetimlerimiz…

Osmanlı Devleti’nin darüleytamlara iaşe vermekte zorlandığı bir dönemde yetim çocukların Almanya’ya gönderilmesi bir çare olarak ortaya atılmıştı. Fakat bazı şeyler istenildiği gibi gitmemişti…

Zirai alanlarda çalışan Alman ustaların değil daha çok madenlerde çalışan Alman ustaların yanına verilmişti Osmanlı’nın yetim çocukları. Madenlerdeki şartların ağırlığı, çocukların hastalanıp ölmesine neden oluyordu. Yemeklerdeki kültürel farklılık, çocukların en çok zorlandığı konuların başında geliyordu.

Domuz etinin ucuzluğu nedeni ile Alman ustaların sık tükettiği domuz çorbalarına Osmanlı’nın kara bahtlı yetimleri el sürmüyordu.

Ekmekle karınlarını doyurmaya çalışıyorlardı. Tuvaletlerde taharet musluğunun olmaması da çocukları zorlayan bir diğer faktördü. Şartların ağırlığı, yetersiz beslenme, kıyafetlerin kifayetsiz olması gibi nedenlerden dolayı birçok çocuk hastalanıp ölüyordu.

Fırsatını bulanlar, kaçıp Berlin sokaklarında başıboş dolaşıyorlardı. Fakat Alman polisi çocukları yakalayıp tekrar Alman ustalara teslim ediyorlardı.

Bunun bu şekilde yürümeyeceği anlaşılınca bir kısım çocuk, trenlerle İstanbul’a geri yollanmış bir kısmında yaban ellerde yitip gitmişti. Gurbet ellerde anasız, babasız ve vatansız bırakılmış bu çocuklar bu topraklarda yaşanmış ya da yaşatılmış bir acı olarak kaldı

Mavi Kep ve Pelerin: Cihan Harbi Yıllarında Almanya’da Osmanlı Yetimleri
Türkiye’den Almanya’ya İlk Giden İşçiler 1960’lardaki Yetişkinler Değil Cihan Harbinde Yetim Kalmış Çocuklardı.

Türkiye’den Almanya’ya işçi gönderilmesinin miladı olarak, Türk-Alman İşçi Alımı Anlaşması’nın imzalandığı 31 Ekim 1961 tarihi kabul edilse de Almanya’ya ilk gidenler Birinci Dünya Savaşı’nda yetim kalmış çocuk işçilerdi. 1917-1918’de zanaatkâr çırağı, tarım çırağı ve maden işçisi olarak Osmanlı’dan Almanya’ya gönderilen yetimler, Türk, Ermeni, Arap, Yahudi asıllı yüzlerce öğrenci-işçi çocuktu. 314 kişilik grup Nisan 1917 sonunda Sirkeci’den askeri bir trene bindirilip on günde Berlin’e ulaştı. Gönüllü olan ancak gittikleri yerde maden ocaklarında çalışacaklarından haberi olmayan, 200 çocuktan oluşan ikinci gruptaki yetimlerse Maraş, Antep, Kilis, Ankara, Söğüt, Niğde, Konya, Bursa, Manisa, Karahisar ve Edirne’den gelmişlerdi. İçlerinde en küçüğü 7 en büyükleri ise 15-16 yaşlarındaki bu çocukların Almanya’ya gönüllü gittiği söyleniyordu ancak muhtemelen oraya vardıklarında üç yıl ücretsiz çalışıp, dördüncü sene maaş almaya başlayacaklarından haberleri yoktu.

Çocukların sağlık, beslenme, kıyafet, hijyen sorunları vardı. Dil bilmiyorlardı Çocukların tavrı da bir sorundu. Yöneticiler çalışmak istemediklerini, kaçtıklarını, kavga ettiklerini söylüyorlardı.

Neden savaşın ortasında yetimlerin Almanya’ya gönderilmesine karar verilmişti? Osmanlı açısından iyi eğitilmiş, iş becerisi olan işçi yetişmesi ve ülkeye dönüp sanayileşmeye katkı sunması olarak, Almanya açısından ise işgücü eksiğini karşılaması olarak açıklanıyordu. Ama Osmanlı açısından ekonomik açıklama yeterli değil. Hem Alman hem Osmanlı arşivlerinde gördüğüm, Osmanlı bu çocuklara iyi bir hayat ve eğitim vermekle değil, olabildiğince çok çocuk yollamakla ilgiliydi çünkü hazineye yük oluyorlardı. Almanların da tek dürtüsü ekonomik değil, yarı sömürgeci bir dürtüydü.

Bu konuda Türkiye’de en kapsamlı araştırmayı Nazan Maksudyan yapmıştır.
Osmanlı'dan Almanya'ya gönderilen 'Mehmet oğlu Yusuf Efendi' adlı yetim bir çocuğun kimlik kâğıdı alttadır.

Tarih Vakfı’nın ‘Perşembe konuşmaları’ serisi, Osmanlı’nın yetim çocukları üzerine odaklanıyor. Birinci Dünya Savaşı’nın yıldönümüne girdiğimiz günlerde, savaşın Osmanlı ve Avrupa üzerindeki tahribatının yanı sıra çocuklar üzerindeki etkisi de bu buluşmada dile getirilecek.

2014 Bahar dönemini tamamen Birinci Dünya Savaşı’na ayıran Tarih Vakfı’nın 20 Mart Perşembe düzenlenecek buluşmasında Sosyolog Nazan Maksudyan savaş nedeniyle yetim kalmış çocukların deneyimlerini anlatacak, çırak olarak Almanya’ya gönderilmeleri konusunu işleyecek.

Osmanlı Yetim Çocukları Almanya’da
Birinci Dünya Savaşı sırasında tek yönlü çırak eğitim programı aynı zamanda savaşın devam ettiği yıllarda, bir toplu çocuk sevkiyatı anlamına geliyordu. Ancak bu eğitim programının mahiyeti neydi ve sevk edilen çocukların akıbeti ne oldu gibi soruların yanıtları Nazan Maksudyan’ın konuşmasında cevap bulacak.

314 kişilik bir yetim grubu Nisan 1917 sonunda Sirkeci’den askeri bir trene bindirilir, ancak on gün sonra Berlin’e ulaşır. O zamanlar Balkanzug üç günde bu yolu kaderken, daha masraflı diye onu kullanmazlar.

Farklı şehirlerdeki görevlerine gitmeden evvel Berlin’de belediye meclisine ait binalarda misafir edilirler. Varışlarından kısa bir süre sonra, Koppenplatz’daki Grundschule avlusunda Harbiye, Ticaret ve Ziraat nazırlıklarından temsilciler ve büyükelçilikten Tahir Bey’in huzuruna çıkarlar. Hepsine Avrupai kesimli mavi pelerinler ve biraz fesi andıran mavi kepler giydirilmiştir. Formun Üstü

Anasız, babasız, vatansız Savaş Almanların ve Osmanlıların umduğu gibi İttifak Devletleri’nin zaferiyle sonuçlanmamıştı. İttihatçı liderler ortadan kaybolurken, DTV Almanya’daki yetimlerle ilgili ne yapacağına bir müddet karar verememişti. Ancak 1919 ortalarında Osmanlı uyrukluları geri götürecek Akdeniz ve Gülcemal vapurlarına, askerler, diplomatik görevliler ve talebelerle birlikte onların da binmesine karar verilmişti. 50 Ahmet Talip Osmanlı uyrukların geri çağrıldığını duymuş, ancak işinden ve hayatından memnun olduğu için gitmek istememişti.

Üstelik bu sıralarda kendi gibi yetim olan Anna Höhnow’la nişanlanmıştı. Birkaç yıl sonra evlenmek istediklerinde işler biraz karışmıştı. Ahmet’in doğum belgesine ihtiyaç duymuşlardı. Belgeyi konsolosluktan temin etmek mümkündü, ancak Ahmet İstiklal Harbi’nde savaşmadığı gerekçesiyle yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni çıkardığı 1312 sayılı Kanun’a göre vatandaşlıktan atılmıştı. Henüz Alman vatandaşı da olmadığı için heimatlos statüsündeydi. Savaş Ahmet Talip’i yetim bırakmış, Osmanlı yönetimi başından savmış, Cumhuriyet rejimi vatansız yapmıştı…

1916’nın sonlarında Enver Paşa, Alman askeri ataşesine hükümetin 12 ila 18 yaşlarında 5 ila 10 bin erkek yetimi Almanya’ya göndermeye istekli olduğunu bildirdi. Başta, bu çocuklar, el sanatları, madencilik ve ormancılık ve sütçülük de dâhil olmak üzere ziraat alanlarında çırak olacaktı. Birincisi, harbiye nazırını böyle bir planı hayata geçirmeye sevk eden, sayıları günden güne artmasına rağmen barındırdıkları 10 binin üstünde yetimin masraflarını karşılamakta zorlanan darüleytamların durumu ve ardı arkası kesilmeyen yeni kabul başvurularıydı. Bunların barındırılması, bakımı, beslenmesi, eğitimi bir külfet gibi görülmeye başlayan Osmanlı, yetimleri Almanya’ya göndermenin hükümeti rahatlatacağı düşünülmüştü.

Proje, evlatlık verme akitlerine (tebenni) benziyordu. Zor durumdaki devlet baba, hanesindeki üretken hale “geti remediği” (fazla nüfusu), durumu daha iyi bir ailenin yanına gönderecekti. Türkleri seven, Türk dostu gazeteci Ernst Jäckh’in başında olduğu “Deutsch-Türkische Vereinigung”, (Alman-Türk Derneği), Enver’in önerisini hayata geçirmeye niyetliydi. Ancak Alman dışişleri, fikrin tutarlılığını binlerce değil de birkaç yüz yetimle tartmaya karar verdi. Alman Ticaret ve Sanayi Odaları kendilerine bağlı ustalarla temasa geçerek zanaat çıraklarının 1916’nın sonlarında Enver Paşa, Alman askeri ataşesine hükümetin 12 ila 18 yaşlarında 5 ila 10 bin erkek yetimi Almanya’ya göndermeye istekli olduğunu bildirdi. Bu çocuklar, el sanatları, madencilik ve ormancılık ve sütçülük de dâhil olmak üzere ziraat alanlarında çırak olacaktı.

Harbiye nazırını böyle bir planı hayata geçirmeye sevk eden, sayıları günden güne artmasına rağmen barındırdıkları 10 binin üstünde yetimin masraflarını karşılamakta zorlanan darüleytamların durumu ve ardı arkası kesilmeyen yeni kabul başvurularıydı. Barındırılması, bakımı, beslenmesi, eğitimi bir külfet gibi görülmeye başlayan yetimleri Almanya’ya göndermenin hükümeti rahatlatacağı düşünülmüştü.

Maarif Nezareti ve Darüleytam yönetimi, bu ilk grubu gönüllüler arasından, İstanbul yetimhanelerinden seçti. 7 yaşındaki minik İbrahim dışında, çoğu 14-16 yaşlarında oğlanlardı. Almanya’ya gidecek yetimler için Darüleytam Nezareti de hazırlık yapmış, özel pasaport hazırlanmıştı. Bu pasaportlarda çırakların kimlik bilgilerinin yanı sıra, pasaportun içerisinde çırağın ustası tarafından 3 ayda bir dolduracağı ve çocuk hakkındaki görüşlerinin yazıldığı bölümler de bulunmaktaydı.

Bir anlamda pasaportlardan öğrencinin mesleki ve ilmi gelişimini takip edebilmek mümkündü. 314 kişilik grup Nisan 1917 sonunda Sirkeci’den askeri bir trene bindirilir ve on günde Berlin’e ulaşır. Aynı mesafeyi üç günde kat eden Balkan zug (Balkan Sürat Katarı) masraflı bulunmuştur.

Görevlerine gitmeden evvel Berlin’de belediye meclisine ait binalarda (Sophienstraße 34) misafir edilirler. Varışlarından kısa bir süre sonra, Koppenplatz’daki Grundschule avlusunda Harbiye, Ticaret ve Ziraat nazırlıklarından temsilciler ve büyükelçilikten Tahir Bey’in huzuruna çıkarlar. Hepsine Avrupai kesimli mavi pelerinler ve biraz fesi andıran mavi kepler giydirilmiştir. Aynı gün çekilen fotoğrafları eşliğinde Berliner Tageblatt’a konu olurlar. Alman ve Osmanlı arşivlerinde çıraklarla ilgili tüm belgeler çocukların ismi esas alındığında Müslüman-Türk çocukların gönderildiğine işaret ediyor. Ancak, söz konusu gazete makalesinde, yetimlerin “çeşitli etnik gruplara (Völkerstämmen) dâhil olduğu” yazılmıştı. Fotoğrafa dayanarak, muhabir “aralarında Ermenilerin ve Yahudileri beyaz yüzlerini, Anadolulu tipleri ve ayrıca Arapları ve zencileri görebilirsiniz, diyordu.

Maden Ocaklarında Çalıştırıldılar
Anlaşmaya Göre bu yetim çocuklar çıraklık eğitimi ile meslek öğreneceklerdi. 
Ardından DTV tarafından ayarlanan Augsburg, Breslau, Bromberg, Dusseldorf, Frankfurt a. Oder, Mannheim, Oldenburg, Schwerin, Weimar ve Ulm şehirlerindeki ustalarının yanına gönderilirler. Geri dönen Madenci çırakların hiçbirinin madenlerde çalışacaklarına dair en ufak bir fikri yoktu. Bir ustanın yanında sanat öğreneceklerini zannediyorlardı. Breslau’daki kömür madenindeki Osmanlı yetimleri hakkında ayrıntılı ve çok negatif bir rapor hazırlanmıştı. Çocuklar birlikte çalıştıkları diğer çıraklara çok kaba davranıyor, yapmaları istenen görevleri yerine getirmiyor ve canları isteyince madenden çıkıveriyorlardı. Selman Zebil 23 Ağustos 2025

Kaynaklar:
Nazan Maksudyan, “Cihan Harbi Yıllarında Almanya’da Osmanlı Yetimler Mavi Kep ve Pelerini”
Gül Güzel “Berlin’e gönderilen yetim köle çocuklar”
Nazan Maksudyan, “Cihan Harbi Yıllarında Almanya’da Osmanlı Yetimleri, Mavi Kep ve Pelerin”
2014 yılında Osmanlı yetimlerini konu alan, “Toplumsal Tarih” dergisinde çıkan bir araştırmalar.
Turkishnews.com

22 Ağustos 2025 Cuma

ERDOĞAN'IN GÜÇ HAYALLERİ (Kaynak: Paul Steigan.no-Norveç)



ERDOĞAN'IN BÜYÜK GÜÇ HAYALLERİ İLE İLGİLİ 
Paul Steigan-28 Ekim 2016

Erdoğans Stormaktsdrømmer (Erdoğan’ın Büyük Hayal Gücü)

Norveççe:
Den tyrkiske presidenten Recep Tayyip Erdoğan har holdt flere taler der han gir uttrykk for at Tyrkia har rettmessige krav på flere nabolands territorium. I en tale på universitetet Rize i Busra viste han til det såkalte National Covenant fra 1920. Det var en politisk erklæring fra det siste osmanske parlamentet. Vedtaket inneholdt Tyrkias krav …

Türkçesi:
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye'nin birçok komşu ülkenin toprakları üzerinde meşru iddiaları olduğunu belirttiği birçok konuşma yaptı. Busra'daki Rize Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşmada, 1920 tarihli ve son Osmanlı Meclisi'nin siyasi bir bildirgesi olan sözde Milli Misak'a atıfta bulundu. Kararda Türkiye'nin iddiaları da yer aldı.


Kararda, günümüz Türkiye'sinin sınırlarını belirleyen Lozan Konferansı öncesinde Türkiye'nin taleplerini içeriyordu.

Cumhurbaşkanı burada Türkiye'ye ait bazı bölgelere işaret etti: “Kıbrıs, Halep (Suriye'de), Musul ve Kerkük (Irak'ta), Batum (Gürcistan'da), Kırcaali ve Varna (Bulgaristan'da) ve Ege Adaları (Yunanistan'da).”

Ve makul bir şekilde yorumlanabilecek, 1923'teki sınırların yeniden düzenlenmesi talebi olarak yorumlanabilecek açıklamalarda bulundu Erdoğan: “Topraklarımız 2,5 milyon kilometrekare kadardı, Lozan Antlaşması'nın imzalanmasından dokuz yıl sonra Hatay'ın da eklenmesiyle 780 bin kilometrekareye düştü. Kurtuluş Savaşı'nı başlattığımızda amacımız Misak-ı Milli sınırlarına sahip çıkmaktı. Maalesef koruyamadık. 2016 yılında 1923 psikolojisiyle hareket edemeyiz. 1923'te kabul edilen sınırlarda ısrar etmek ülkeye ve millete yapılacak en büyük haksızlıktır. Günümüz dünyasında her şey değişirken 1923'teki konumumuzu korumayı başarı olarak göremeyiz.”


Kanuni Süleyman'ın 1566'da ölümünde Osmanlı İmparatorluğu 

Erdoğan'ın “Neo-Osmanlıcılığı”nın, yani yüz yıldan fazla bir süre önce gerçek bir büyük güç olan Osmanlı İmparatorluğu'nu yeniden kurma hayalinin özü budur.

Erdoğan, kendisini Kanuni Sultan Süleyman'ın (İngilizcede dedikleri gibi) bir tür reenkarnasyonu olarak görüyor. Süleyman, ordusunun başında Belgrad'ı, Rodos'u ve Macaristan'ın neredeyse tamamını fethetti, Viyana'yı kuşattı ve Kuzey Afrika'nın büyük bir kısmını, hatta Fas'a kadar batıda kalan kısmını ve bugün Orta Doğu dediğimiz bölgenin büyük bir kısmını kontrolü altına aldı.

Türkiye'nin 1920'deki toprak kaybını gösteren harita

Alexander Mercouris, The Duran'da bunu gayet doğru yorumluyor; Erdoğan'ın gerçek talepleri olarak değil, Türkiye'nin çıkar alanını, yani Ankara'nın müdahale etme hakkının olduğu alanı teyit etmenin bir yolu olarak.

Ancak bu, komşu ülkelerde öfkeye yol açmasını engellemiyor. Birkaç yüz veya birkaç bin yıl öncesine dayanan tarihi iddialar Orta Doğu'da nadir değildir ve günümüzde de çekişme ve savaşlara yol açma eğilimindedir.

Osmanlı İmparatorluğu'nun bölünmesi, büyük güçler arasındaki güç dengesinin bugünkünden farklı olduğu bir dönemde gerçekleşti. 1. Dünya Savaşı'ndan sonra saltanat yıkıldı ve İngiltere ile Fransa, Orta Doğu ve Afrika'da toprak elde etmek için neredeyse istedikleri her şeyi yaptılar.

Suriye Savaşı ve Boş Alan Korkusu başlıklı makalemde de belirttiğim gibi, Sovyetler Birliği'nin çöküşü, Soğuk Savaş'ın galipleri arasında geniş toprak alanlarının yeniden paylaşımına açık kalmasına neden oldu. Bu da Birinci ve İkinci Dünya Savaşları (Versay + Lozan) ve Yalta'dan sonraki anlaşmaların artık geçerli olmadığı anlamına geliyordu. On milyonlarca cana mal olan ve geniş alanları harap eden iki korkunç savaşın sonuçları artık geçerli değil.

Öncelikle ABD'nin fetih ve müdahale savaşları yürütmesinin yolunu açtı, ancak aynı zamanda Fransa, İngiltere ve Almanya gibi daha küçük güçler için de. Ve dolayısıyla Polonya ve Türkiye için de. ABD hegemonyası kisvesi altında faaliyet göstermeleri, çıkarlarının ABD ile aynı olduğu veya ABD'nin onları tek tek kontrol edebildiği anlamına gelmemelidir.

Türkiye, NATO'nun en büyük ikinci ordusuna sahiptir. Almanya ile aynı nüfusa sahip olan ülke, önemli bir ekonomik büyüme kaydetmiştir. Nominal olarak Türkiye'nin GSYİH'si 2002'de 200 milyar dolardan 2013'te 823 milyar dolara yükselmiştir. Gayri safi yurtiçi hasıla o zamandan beri bir miktar düşüş gösterse de bölgesel bir ekonomik güçten bahsediyoruz. Satın alma gücü paritesine göre Türkiye, hâlâ bir G7 ülkesi olarak kabul edilen Kanada'nın ardından dünyada 17. sırada yer almaktadır.

Türkiye'nin ihracatı 2000 yılına göre yaklaşık altı kat arttı.
Türkiye, neoliberal dünya ekonomisine bir ihracat ülkesi olarak yerleşti, ancak 2013'ten sonra mekanizma durma noktasına geldi. İhracat ve GSYİH'de düşüş var. Bu, Türk kapitalizmi için bir tehdit oluşturuyor ve önde gelen sermaye güçlerinin kârlarını tekrar artırmak ve henüz vakit varken elde ettikleri konumu sömürmek için daha fazla militarizasyon istemelerine neden oluyor.

Ancak Türkiye'nin ekonomik büyüme için büyük bir güce bağımlı olduğu fark edilmezse, büyük güç siyaseti megalomani haline gelir. Amerika Birleşik Devletleri artık bu büyümeyi sağlayamaz. En bariz çözüm, Türkiye'nin Rusya ve Çin'in öncülüğünde Avrasya iş birliğine katılması olacaktır. Ancak Amerika Birleşik Devletleri buna izin vermeyecektir.

Lenin, emperyalist ülkelerin (ekonomik, askeri vb.) güçlerinin, aralarındaki dağılımı belirlediğini uzun zaman önce ortaya koymuştu. Ayrıca, bu güç ilişkilerinin eşitsiz bir şekilde geliştiğini ve bir süre sonra tamamen yeni güç ilişkilerinin ortaya çıkacağını da göstermişti. Yeni bir bölünme talebinin temelini oluşturan da işte bu yeni güç ilişkileridir. Lenin ayrıca, emperyalizm altında bu sorunu çözmenin tek yolunun savaş olduğunu da eklemişti.

Türkiye, pazarları, hammaddelere erişimi ve enerji kaynaklarını kontrol etmek ve yeni gücünü stratejik avantajlar elde etmek için kullanmak istiyor. Neo-Osmanlı politikasının temelinde, Erdoğan'ın (açıkça ortada olan) zenginleşme hırsları değil, tam da budur. Ve Orta Doğu'daki savaşlara şimdiden katkıda bulunuyor ve daha fazlası da olacak. 22 Ağustos 2025

4 Ağustos 2025 Pazartesi

DEVLETLER NEDEN ÇÖKER? KÜLTÜR YOZLAŞMASINDAN ÇÖKER

BİR DEVLET NEDEN ÇÖKER, ÖZ KAYBEDİNCE, KADINI DIŞLAYINCA ÇÖKER

Selçuklu Sultanı Ahmet Sancar’a, “Devletin neden çöktü?” diye sorarlar.Sancar: “Büyük işleri küçük adamlara, küçük işleri büyük adamlara verdiğimi geç anladım! Küçük adamlar büyük işler yapamadılar, büyük adamlar küçük işleri yapmaya tenezzül etmediler. Böylece devlet düzeni bozuldu” der.

Sakit Məmmədov’dan ‘Tomris Hatun’ tablosu 

Ne İdik Ne Yaptılar Bizden Olduğunu Sandıklarımız Bizlere…

Ben iyicene anladım ki, yaşanılan bölgede 300 yıl Selçuklular, 600 yıl Osmanlılar hükmetmişler, Arap Arapları sevmiş, Acemler Acemleri sevmiş. Savaştılar, şehitler Türklerdendi, zaferin hizmetleri Araplaraydı,

Zaman değiştikçe ne Türklerin kurduğu devletlerden Selçuklu Türk’ü sevdi ne de Osmanlı sevdi…

Türk Türk'ü sevince kıydılar, kıyımdan geçirdiler. Dilini yasakladılar, Arapça-Farsça karışımı ne idi belli olmayan yoz bir dil öne sürdüler, adına “Osmanlıca” dendi, kimsenin anlamadığı. Türkçe kaba saba dil, öf dediler. Şiirler yazdılar Arapça-Farsça, Türkmenler ise başka dil bilmediler öz Türkçe deyişler yazdılar, sazlarının tellerinde mırıldandılar yolsuz kervan geçmez, Torosların boydan boya uzanan sarp, dağlarda, dağ koyaklarında yaşama tutundular…

Ovalara sığdırmadılar, perem parça dağlara dağlara çekildiler, Türkmenlerin başına türlü çorap ören Osmanlı canımızı almasın, eli uzanmasın, etimize, sütümüze diye. Türkmenlerdi, Türkmenlerle kurdular, adına Osmanlı dediler, sonra Türk yoktur dediler, Türkmen düşmanı Yavuz Selim’in kâtibi Kürt kökenli İdris-i Bitlisi Türklere hakaretler yüklü kitaplar yazdı. Şeyhülislam Ebussuud’da, İbni Kemal Paşazade’ye fetvalar yazdırıp “Türk varsa katli vaciptir” dediler, Arapları “Kavmi Necip” (Üstün Kavim) olarak gördüler, kendi ulusunu horladılar, aşağıladılar.

Anadolu Türkmenleri ülkesiydi, 16. Yüzyıl itibariyle devşirmelerin yurdu yapıldı, Türk kendi yurdunda bir mekâna sığdırılmadı, kervan geçmez, Osmanlı adama uğrayamaz dağları kendilerine yurt ettiler. Devşirmeler, Osmanlı’nın yularını tuttular, Türklerin ana yurdunda azdıkça azdılar, kimini öldürdüler, kimini ağlattılar, çocukları anasız babasız yetim bıraktılar. Gülen olmadı, ağlayan çoktu. Bütün bunları, İslam diyerek geldiler, ne Türklerin töresini koydular, nede başlarına yıkılmadık kıl kara çadırlar koydular. Türk törelerini günah gördüler, ayıpladılar, töreleri Arap geleneklerine yenik düşürdüler. Kuteybe kanlı elleriyle Talkan’da, Cürcan’da katliamlar yaptı, yüz bin Türkü fersah fersah yol üstüne ağaçlara asarak öldürttü.

Yay gerdiler, ok attılar, kendileri gerilmediler. Börteçine dendi kurdun adı, Tanrı dağlarında Destanlarda yaşayan Kürşat kurdu orduyu, Urumiçine sürdü,

Çöküş, Araplaşmak Arap Hayranlığı ile Başlar…

Arap kültüründe kız doğmak insandan sayılmaz, bundan dolayı kız doğan çocuklara ad verilmezdi. Türkiye’de yaygın olarak, sanki kutsal, dini içerikli adlarmış gibi kız çocuklarına verilen adlar Araplar kültüründe kızları insandan saymadığı ve ad bile vermeye gerek görülmeyen kız çocuklarına numaralayarak adlar vermeleri Türkler arasında bile yaygın biçimde kız çocuklarına ad olarak verilmektedir. Mustafa Durmuş’un yazdığı “Tomris’ten Rabiya’a” adlı kitabında bu adlar:

1. Vahide, birinci demektir, ilk doğan kızlara verilir.
2. Saniye, ikinci demekti, ikinci doğan kız çocuğuna verilir.
3. Selase ve Bite, üçüncü demek olup, üçüncü doğan kız çocuğuna verilir.
4. Rabia, dördüncü demekti, dördüncü doğan kıza çocuğuna verilir.

Dünyada pek başka uluslarda görülmeyen ancak İslamiyet’e kadar Arap kültüründe görülen kız çocuklarını, diri diri toprağa gömen kültürüne sahip tek millet Araplardı.

Çünkü Arap kültüründe tefecilik yapan, fahiş fiyatlarla verdikleri paraları ödeyemeyen kişilerin kızlarına, karılarına el koyup pazarlayan insafsız ve ahlaksızlıkların o kadar çoktu ki, kızlarımız o egemen güçlerin eline düşmesinden korktukları için Araplar, yeni doğan kız çocuklarını diri diri toprağa gömerek bu kötü sonuçtan koruduklarını sanırlardı...

Arap kültürüyle tanışmadan, İslamlaşmadan önce Türk’ler nasıldı?
Türk’ler kadını insan yerine koyan, el üstünde tutan, onlara, “katun, kadın” yani “hatun” deyip önemseyen, çok değer veren, onları erkeğine eş, eşit kılan, komutanlar ve hakanlar gibi yetiştiren Gök Tanrılı (Tengrici) dine bağlı bir ulustu.

Eski Türkçede “namus” diye bir sözcüğü yoktu çünkü Türkler namussuzluk nedir bilmezlerdi! Türk töre ve geleneklerinde kadın eşti, erkeğe eşitti (1), arkadaştı, anneydi, sevgiliydi, tek başına bir devletti. Türk kültüründe kadın dövmek, kadına hakaret etmek yoktu, ancak Türkler İslamlaşarak Arap kültürüyle içli dışlı tanıştıkça kadın ötelenmeye, geri planlara atılmaya, daha da ileri giderek haremlere kapatılarak yaşama tutunmaya çalışılır.

Tarihe geçmiş, bir ortamda gelip halkına saygı sunan Mete Han herkesin Han’ı olduğunu söylendiği anda içeri giren eşini görünce de “İşte bu da benim Han’ım” der. Bu deyimin Cengizhan’ın eşi için söylediği: “Ben sizin Han’ınızım, bu da benim (2) Han’ım” dediği sözleriyle de bilinir. Böylece Türkçeye “hanım” deyiminin kökeni “Benim Han-ım" sözünden türeme olduğunu göstermektedir.

Eski Türk toplumsal düzeninde, bir ülkeyi, bir topluluğu veya bir boyu yöneten kadın yöneticilere Hanım (Kraliçe) demektir. Yani, Türklerde Hanım “hükümdar eşi, kraliçe, prenses” olarak kullanılmıştır. Moğolca ve Tatarca da Hanum, soylu kadın olarak 1600 yılından önceleri kullanılmaya başlar.

Türk Mitolojisinde tanrıçaların da sıfatı olarak kullanılan Kanım (Hanım) biçimini alarak söylenir. Bu deyim, Türklerde devlet yöneticilerinin kadınlar için; Han ve Hanım, Ece ve Eçe olarak da kullanmışlar. Moğollar ise "Han ve Hatan" (Kan, hakan ve katan, hatun) olarak ikili biçimlerde kullanmışlardır. Prenseslere ise Bike, Büke denilir. Hanım (Kraliçe) sözcüğünün türeyişi şu şekilde anlatılır.

Etimolojik olarak İslam öncesi Türklerde kadın yöneticilere Hanım denir... Günümüzde bu hanım sözcüğü Anadolu insanın toplumsal yaşamında kadın algısı olarak her evin eşi kadınına “hanım” der. Yani Han (Kağan) sözcüğünden Hanım'ın Anadolu erkeği bilmeden, tartışmasız olarak karısına Han’ım; kraliçem demek oluyor!..

Han’ımın türetilişine benzer bir durum da “Beg, Beğ” (Bey)’den türeyen Begüm sözcüğünün oluşumudur. Begüm; Bey’in dişil halidir ve hanım ağa, kadın yönetici, prenses gibi anlamlar içerir.

Tarihsel kaynaklarda kadına nasıl önem verildiğine dair kadınları şöyle: Süyünbike Hanım, Emese Hanım, Türkan Hanım, Çeçek Hanım, Tomris Hanım, Ipar Hanım, Mama Hanım, Börte Hanım, Kösem Hanım gibi adlar sıralanabilir…

Türk dilinde cinsiyet dönüştürme ekleriyle türetilen kadın ve erkek yönetici unvanlar, Türkçede eril ve dişil sözcükler türetmek için kullanılan (bazen) ım-im-çe-ça-es ekidir.

Han: Kral, Hanım: Kraliçe
Beğ: Begüm: Ağa: Hanımağa
Tigin: Tiginçe; Prens: Prenses
Bey: Erkek; Biyçe: Kadın
Ul: Erkek çocuk; Ulça: Kız çocuk.

Etimoloji
Türkçe dilbilimi olarak Kan kökünden Han türemiştir. Türkçede bu sözcük, soy ve soyluluk anlamları içerir. Moğolca, Tunguz’ca, Mançu’ca ve Türkçede küçük ses farklarıyla hep aynı anlamı taşır. G. J. Ramstedt’e göre “ke-kuan” (Çince: “ke” büyük + “kuan” prens), (3) Paul Pelliot ve Paul Olbricht'e göre “K'o-han” (Cücence: asil aile) biçimindedir. (4)-(5)

Dybo (2007), Benveniste 1966'nın görüşünü takiben, Han-Khagan'ın sonucu olan etimolojik kökünün Orta İran dilindeki “hva-kama” (kendi kendini yöneten, imparator) sözcüğünden geldiğini öne sürer. Alexander Savelyev ve Jeong 2020, her ikisinin de Han-Khagan için etimolojik kök olduğunu not eder ve onun kadın eşdeğeri Khatun, Doğu İran dillerinden, özellikle “Erken Saka” hvatuñ'dan türetilmiş olabileceğini derler. (6) Selman Zebil 4 Ağustos 2025

ilk Selçuklu dönemi seramiklerde kadınlar
(1) Hacı Bektaş’a soralar: “yanındaki kadın eşin mi?” diye Hacı Bektaş, “yok eşitim” der.

(2) Hanım sözcüğünün türeyişi şöyle gelişir. Mete Han (Cengiz Han olduğu da söylenir) gelip saygı sunan herkesin Han'ım şeklinde hitap ettiği bir ortamda, içeri giren eşini görünce “İşte bu da benim Hanım” der. O günden bu yana kadın yöneticilere Hanım (Kraliçe) denir.

(2) Paul Pelliot, (1920). "Note sur les Tou-yu-houen et les Sou-p'i". T'oung Pao. 20.

(3) G. J. Ramstedt (1939). “Alte Türkische und Mongolische Titel. Suomalais-Ugrilaisen Seuran Aikakauskirja.” s. 62.

(4) Paul Olbricht (1959). "Uchida's Prolegomena zu einer Geschichte der Jou-jan". Ural Altaische Jahrbücher. Cilt 26. s. 96.

(5) Paul Pelliot: "Note sur les Tou-yu-houen et les Sou-p'i". T'oung Pao. 20

(6) Savelyev, Alexander; Jeong, Choongwon (2020). "Early nomads of the Eastern Steppe and their tentative connections in the West". Evolutionary Human Sciences (İngilizce). 2: e20.

(6) Onaylanmış Soğdca xwt'w 'hükümdar' (*hva-tāvya) ve xwt'yn 'hükümdarın karısı sözcükleri ' (hva-tāvyani)”.

NOT: Yazımda Arap düşmanlığı aranmasın, Türklerin kültüründen apayrı, kendilerine özgü değerli kültürleri vardır!

BEYŞEHİR GÖLÜNDE YOK OLMA TEHLİKESİ TAŞIYAN BALIK TÜRLERİ

  Beyşehir Gölünün Kurumasına Neden Olan Tehditler Doğa Derneği, GEF Küçük Destek Programı desteğiyle Beyşehir Gölü Havzası’ndaki Nesli Tehl...