22 Şubat 2018 Perşembe

NORVEÇ-SVALBARD ADASINDA KÜRESEL TOHUM AMBARI

Felaket Ambarı Norveç-Svalbard
Norveç'in Svalbard takım adası olan Spitsbergen
adasında 130 mt. dağın altında küresel tohum anbarın
girişten görünümü
Norveç hükümeti tarafından 2008 yılında yaptırılan tohum deposu, Norveç’in kuzeyinde Svalbard takımadası Spitsbergen adasında bulunan donmuş bir dağın 130 metre altına kadar oyulmuş yerde, Küresel Tohum Ambarı” adı verilen bir ambar kuruldu. Buna bir de “Felaket Ambarı” adı da veriliyor. İçinde, dünyanın dört bir yanından getirilmiş yaklaşık 3 milyona yakın değişik tohumları, dünyada bir felaket oluşumundan korumak için inşa edilmiştir. Resmi bilgilere göre bu depo her türlü nükleer saldırıya karşı dayanıklıdır. Ayrıca bu buz dağının içine oyularak yapılan ambarda 1000 yıla kadar bozulmadan kalabilecek bir duruma sahiptir. 

Norveç Hükümetinin 2008 yılında yaptırdığı bu adı geçen tohum deposu, Uluslararası Gıda Örgütü’nün emrine devredilmiş olup, bu gün buradaki çalışmaları Uluslararası Gıda Örgütü yürütüyor. Değişik ülkelerde 1757 tohum depolama bankası var iken, küresel güçlerden Finans kaynağını ise Rockefeller Vakfı, Henry Ford Vakfı, Syngenta Vakfı, Bill Gates Vakfı gibi vakıflar bu Norveç’in Svalbar’daki tohum ambarına neden gereksinim dudular acaba?

ABD ve Tohum
ABD Irak’ı işkâl etmeden önce, Irak Tarım Bakanlığı’nın yedeklediği tohumların bir bölümünü Suriye-Halep’teki Tarım Araştırmalar merkezine göndermişti. Suriye de de iç savaş çıkınca Halep’teki değerli tohumlara ne oldu derseniz, Norveç’in Svalbard Adasında kurulan tohum deposuna aktarılmıştır. Dahi, Afganistan, Ruanda, Etiyopya, Somali, Kamboçya’da çıkan çatışmaların ilk etkilenen tohum merkezleri oldu...

Norveç-Svalbard'daki Küresel Tohum
Ambarının içten görünümü


Ama Irak’ı işkâl eden ABD’nin o günkü Başkanı George W. Bush’un ağzından çıkan ilk sözü: ”Bizim Irak’ta bulunma nedenimiz, buraya demokrasi tohumlarını ekmektir.” ABD ne yaptı? Irak işgalinde ilk işi tarıma el atmak oldu. ABD Tarım devi Monsanto’dan “Irak böceğine dayanıklı tohum” getirdi, köylülere bu tohumları dayattı. Köylülerin Amerikan Monsento’yla yaptığı sözleşmeye göre, tohumlar bir dahaki hasat yılında kullanılmayacaktı. Yoksa bir çuval tohum bedelinin 120 katı para cezası ödemek zorundaydılar.

Irak köylülerinin elindeki son kalan doğal tohumları, Irak İşkâl Valisi Paul Bremer, kendi gelecekleri için depolanmak üzere Norveç’teki Svalbard Tohum Depolama merkezine taşıdı...   

Kıyamet Deposunda Ölüm Tohumları!
Alman asıllı ABD’li gazeteciden ürkütücü iddia: “Kıyamet Deposunda Ölüm Tohumları”  deposu, “Kıyamet Tohum Deposu” olarak bilinen, Norveç’in Kuzeyindeki  Svalbard adlı saz kış soğuk olan bir adaya kurulmuştur. İnsanın aklına: Hangi kıyameti bekliyor? Diye düşündürücü fikirler geliyor.  Acaba bu, küresel güçlerin dünyayı ele geçirme planlarının bir parçası mı?

Alman asıllı Amerikalı araştırmacı-gazeteci F. William Engdahl, tarım sektörünü elinde tutan GDO devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler bildiklerini iddia ediyor. Svalbard hariç dünyadaki diğer tohum depolarını bekleyen kıyamet nedir? Esas ‘amaç ari üstün ırk yaratmak mı yoksa istenmeyen ırkları yiyeceklerle kısırlaştırmak mı?” diye bir düşünce öne sürüyordu.

Alman asıllı Amerikalı araştırmacı-gazeteci F. William Engdahl’ın bu proje ile ilgili dehşet verici kuşkuları var.  Engdahl, tarım sektörünü ellerinde tutan GDO (genetiği değiştirilmiş organizma) devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler bildiklerini düşünüyor. Spitsbergen’in buzlaşmış kayalıklarının altında “dünyayı ekonomik ve genetik olarak ele geçirme” planlarının yattığını iddia eden Engdahl, teorisini ambar projesi finansörlerinin kimlikleri ve geçmişleri hakkında ayrıntılı hatırlatmalar yaparak ispatlıyor.

Nisan 2009’da Türkçeye çevrilen, “Ölüm Tohumları Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar”  adlı kitabın da yazarı olan Engdahl ile “kıyamet muhafızları” dediği finansörlerin kimlikleri, neler yaptıkları ve Svalbard Küresel Tohum Deposu üzerindeki hedefleri hakkında konuştu. Bakın o bildik finansör küresel güçler burada da sahnedeler: “Öncelikle, bu ambarın Global Crop Diversity Trust (GCDT- Küresel Hasat Çeşitliliği Örgütü) aracılığıyla işletildiğini söylemeliyim. Nisan 2009 rakamlarına göre 123 milyon dolarlık bir finansmanları var. Roma’da kurulan bu örgütün başında Kanadalı Margaret Catley-Carlson bulunuyor. 1998’e dek New York merkezli Nüfus Konseyi’nin de (Population Council) başkanıydı. Bu konsey John D. Rockefeller’ın nüfus popülasyonunu düşürmek amacıyla 1952’de kurduğu, aile planlaması adı altında gelişmekte olan ülkelerde kısırlaştırma çalışmaları yürüten bir konsey.

F. William Engdahl 
Diğer GCDT üyeleri arasında Hollywood Dream Works Animation’a başkanlık eden Lewis Coleman da var. Coleman ABD’nin en büyük Pentagon anlaşmalı askeri endüstri şirketi olan Northrup Grumman Corporation’ın da kurul başkanıydı. 

Örgütün finansörleri ise; geçen yıl şirketin aktif yönetiminden çekilerek kurduğu Bill-Melinda Gates Vakfı aracılığıyla kendini Asya ve Afrika’daki çiftçilere yardıma adayacağını beyan eden Microsoft’un kurucusu Bill Gates!

Dünyanın en büyük patentli GDO tohum ve tarım kimyasalları devi ABD’li DuPont/ Pioneer Hi-Bred. Yine bir ABD’li GDO devi Monsanto. İsviçre menşeli GDO tohum ve tarım kimyasalları şirketi Syngenta! 1970’lerde 100 milyon dolarlık bir kaynakla ‘Yeşil Devrim’ diye bilinen tohumda gen devrimini başlatan ve tarımsal değişim ile ideal genetik saflığı sağlama çalışmalarını yürütmek üzere dünyanın en büyük vakıflarından birini kuran petrol devi Rockefeller! ABD, İngiltere, Norveç, Almanya, İsviçre ve Kanada’dan da devlet fonları aktarılıyor.

Dünya’da Az Gelişmiş Ülkelerin Yerli Tohumlarını Depolarlarken
Kendilerinin ürettiği GDO (genetiği değiştirilmiş organizma) tohumları az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yayarak tarlalardan orijinal tohumların kökünü kazıyan şirketler, şimdi dünya üzerindeki tüm orijinal tohumları olası bir kıyamet günü için kutuplarda buzdan bir adaya saklıyor. Dünyanın pek çok ülkesinde ‘zaten var olan’ tohum depolarına ne gibi bir felaket gelecektir ki, Svalbard’a muhtaç kalınacaktır?

F. William Engdahl kimdir? 1944 yılında ABD’nin
Minneapolis eyaletinde doğan Engdahl, Princeton
Üniversitesi’nde hukuk, Stockholm Üniversitesi’nde
de ekonomi okudu. İlk kitabı dünya 
ilgilendiren
GDO’lu yiyecekler ve ne amaçla üretildiğine dair
Ebu Garib tohumları nerede? Nükleer savaş, iklim değişimi veya meteor düşmesinin dışında bir felaketten mi söz ediyorsunuz?

“Evet, planlı bir felaketten söz ediyorum. Bunu anlamak için yalnızca 2003 Amerikan bombardımanından sonraki Irak’a bakmak yeterli. Irak medeniyetlerin beşiği ve binlerce yıl önce buğday tarımının doğduğu yerdir. Ebu Garib’de yüzlerce yılda geliştirilen buğday tohumu çeşitlerinin yer aldığı bir tohum bankası bulunuyordu. Amerikan bombardımanından sonra tohum mahzeni tarihe karıştı. Artık kimse o tohumların nerede olduğunu bilmiyor.

Düşünün, dünyadaki bütün tohum çeşitleri NATO destekli Svalbard’da bir araya getirilip kontrol altına alındığında, dünyadaki diğer paha biçilmez tohum bankalarını savaşlar ve terörist eylemler ile yok etmek çok kolay olacak! Sonrasında da Monsanto ve DuPont gibi devler kendi GDO tohumlarını tüm dünya çiftçilerine tekelden sunabilecekler. Yani bütü tohum çeşitlerini ele geçirdikten sonra dünyanın diğer tohum bankalarını, tekel oluşturabilmek amacıyla yok edebilirler.”

ARİ IRK Yaratma ‘Projesi’ ve ROCKEFELLER
Hayır, bunu açıklamak için önce kıyamet muhafızlarının kimliklerinden ve geçmişte neler yaptıklarından biraz söz edelim. Rockefeller 1971’de Uluslararası Tarım Araştırmalarında Küresel Danışmanlık Gurubu olan CGIAR’ı kurdu.

CGIAR, üçüncü dünya ülkelerinin bilim adamlarının ve agronomistlerinin (tarım uzmanı) ‘modern tarım ürünü’ kavramlarında uzmanlaşmaları ve ABD’de öğrendiklerini ülkelerine götürmeleri ile yakından ilgilendi. GDO’lu ‘Gen Devrimi’nin yaygınlaşması için paha biçilmez bir etki şebekesi oluşturdular.

CGIAR, daha etkin olabilmek için BM Gıda ve Tarım Örgütünü (FAO), BM İlerleme Programı’nı ve Dünya Bankası’nı da işin içine dâhil etti. Böylelikle Rockefeller Vakfı 1970’lerden itibaren küresel tarım politikalarını şekillendirebilecek konuma geldi. Ve başardı. CGIAR aslında Rockefeller ailesinin on yıllar süren bir planının parçasıydı. Bu plan ‘Proje’ olarak adlandırılan, üstün ırk yaratma planıydı.

Rockefeller Hitler’in de finansörüydü. Üstün ırk yaratma projesi tam olarak nasıl bir şey? (*)

Rockefeller Vakfı’nın ve zengin finans kurumlarının 1920’lerden beri genetik olarak üstün ırk yaratmayı meşrulaştırmak için kullandıkları öjenik bilimi daha sonradan genetik mühendisliği olarak değiştirilmiştir. Hitler ve Naziler buna "Ari Üstün Irk" diyorlardı. Hitler’in öjenik çalışmaları da bugün Svalbard’a milyonlarca dolar akıtan Rockefeller Vakfı tarafından finanse edilmişti.

Rockefeller Vakfı Third Reich’s Kaiser Wilhelm Institutes’nün ari ırk öjenik çalışmalarını finanse ediyordu. 2. Dünya Savaşı’nda Amerika resmi olarak savaşa Hitler Almanya’sının karşısında olarak girerken, Rockefeller Standard Oil Group, illegal olarak Alman Luftwaffe ve Wehrmacht birliklerine petrol nakline devam etti. Bununla ilgili Amerika senato araştırması da yapıldı.

Rockefeller Vakfı insanı ‘gen dizilimlerine’ indirgemeye çalışan sözde moleküler biyoloji bilimini yaratmıştı ve sonunda insan özelliklerini dilenilen şekilde değiştirmeyi amaçlıyorlardı. Hitler’in öjenikçi bilim adamları 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sessiz sedasız ABD’ye götürülmüş ve çeşitli yaşam formlarının genetik olarak tasarlanması konusunda ilk adımları atmışlardır.”

Gıdalar ile negatif öjenik Amaç tarım yani gıdalar üzerinden üstün ırk yaratmak mı?

Aslında daha da kötüsü, Rockefeller, Carnegie, Harriman ve diğer zengin elit aileler tarafından fonlanan öjenik (üstün ırk yaratma) lobisinin 1920’den beri biricik amacı ‘negatif öjenik’tir. ‘Negatif Öjenik’ istenmeyen soyların sistemli bir şekilde yok edilmesidir. Aile Planlaması Enternasyonal’in kurucusu, koyu öjenikçi ve Rockefeller ailesinin yakın dostu Margaret Sanger 1939’da Harlem’de ‘Negro (Zenci) Projesi’ adı altında bir proje başlattı. Bu projenin ne olduğunu bir arkadaşına yazdığı mektupta açıkça dile getiriyordu: ‘Negro (Zenci) nüfusu ortadan kaldırmak istiyoruz’

20 yıllık kısırlaştırma projesi. Negatif öjenik bir kısırlaştırma projesi mi?
“Örnekler üzerinden gidelim. Küçük bir Kaliforniya biyoteknoloji şirketi olan Epicyte, yendiği takdirde erkeği kısırlaştıran bir mısırı genetik mühendisliği marifetiyle geliştirdiklerin açıkladı. Epicyte, Svalbard’ın iki destekleyicisi olan DuPont ve Syngenta ile teknolojilerini yaymak için ortaklık kurmuştu. Çok ilginçtir ki Epicyte, genetiği değiştirilmiş sperm öldürücülü mısırı ABD Tarım Bakanlığından (USDA) aldığı araştırma fonuyla geliştirmişti.

Bir başka örnek; 1990’larda BM Dünya Sağlık Örgütü Nikaragua, Meksika ve Filipinlerde 15 ila 45 yaşları arasındaki milyonlarca kadının tetanosa karşı aşılanması için bir kampanya başlattı. Erkekler de tetanos olabilirdi ama aşı erkeklere yapılmadı. Bu şüphe uyandırıcı durumdan ötürü Katolik bir kilise organizasyonu olan Comite Pro Vida de Mexico (Meksika Yaşam Komitesi) aşıları test ettirdi...

Test sonuçları gösterdi ki Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) yalnızca çocuk doğuracak yaştaki kadınlara dağıttığı aşıların Chorionic Gonadotrophin (hCG) içerdiği ortaya çıktı. Doğal bir hormon olan hCG, tetanos toksoid taşıyıcılarıyla ile birleştiğinde kadınların hamile kalmasını engelleyen antikorları üretiyordu. Daha sonradan ortaya çıktı ki Rockefeller Vakfı, Rockefeller Nüfus Konseyi, Dünya Bankası ve ABD Ulusal Sağlık Enstitüleri, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) için tetanos taşıyıcılı bir kısırlaştırma aşısı üretmek için 1972’de 20 yıllık bir proje başlatmışlardı. Ayrıca Svalbard Kıyamet Tohum deposunu ev sahibi Norveç hükümeti kısırlaştırıcı aşının üretilmesi için 41(**) milyon dolar bağış yapmıştı!”

Hibrid tohumlarla tekel tuzağı. Rockefeller’in gelişmekte olan ülkelerde yürütmüş olduğu ve hala devam eden Yeşil Devrim çalışmalarına da bu açıdan bakınca korkunç görünüyor…

“Rockefeller Vakfı 1946’da Nelson Rockfeller ile Pioneer Tohum Şirketi kurucusu Henry Wallace’ın Meksika’ya yaptıkları bir geziden sonra sadece adı yeşil olan Yeşil Devrimi başlattı. Neydi Yeşil Devrim? 60’larda Rockefeller’in çalıştığı Meksika, Hindistan gibi ülkelerde daha çok ürün veren ıslah edilmiş tohum çeşitleriyle açlık sorununu büyük ölçüde çözmeyi vaat ediyordu. Yıllar sonra, Yeşil Devrim’in aslında Rockefeller ailesinin ileride tekelleştirebilecekleri bir tarım işi geliştirme planı olduğu ortaya çıktı; tıpkı yarım yüzyıl önce petrol endüstrisi işinde yaptıkları gibi.

Nasıl tekelleştiler?
“Yeşil Devrim gelişmekte olan piyasalarda yeni hibrid tohumların üretilmesine (***) dayanıyordu. Hibrid tohumlar üreyemedikleri için çiftçilerin her sene tohum alması gerekiyordu. Hibrid tohum patentlerinin DuPont-Pioneer Hi-Bred’in ve Monsanto’nun başını çektiği bir avuç dev tohum şirketinin elinde toplanması daha sonra GDO’lu tohum darbesi için yolu açtı. Hibrid tohumlar ve bu tohumların ihtiyaç duyduğu kimyasal gübreler, çiftçileri tarım ve petrokimya şirketlerine bağımlı hale getiriyordu. Bu gübreler Rockefeller kontrolündeki büyük petrol şirketlerinin ürünüydü. Ot ve böcek ilaçları da petrol ve kimya devleri için ek pazarlar oluşturuyordu. Yeşil devrim aslında bir ‘kimyasal darbeydi’. Gelişmekte olan ülkelerin yüksek miktardaki gübre ve ilaç girdisini finanse etmeleri mümkün değildi. Bu nedenle Dünya Bankası’ndan kredi notu alarak ve ABD hükümetinin garantisi altındaki Chase Bank ve diğer New York bankaları aracılığıyla özel borçlar aldılar.”

Sonuç?
“Bankalara ve tefecilere borçlanan çiftçiler genellikle topraklarını kaybettiler. İş aramak için şehirlere göç ettiler; fabrikaların ucuz işçi açığı da kapanmış oldu.

Peki ya bugün?-Bugün de Gates ve Rockefeller Afrika’da Yeşil Devrim adı altında bir projeye daha milyonlar yatırıyor. Amaç yine GDO tohumların ve kimyasalların yaygınlaştırılması. Bunun için pek çok teşvik ve kampanyalara başvuruyorlar.
Patentli biyolojik silah”

Büyük bir tekelleşme tehdidiyle karşı karşıyayız…
“Amaçları tüm tohumları patentlemek ki kendilerinden izinsiz kullanılamasın. Sonra küçük çiftçileri adım adım lisans parası ödemeye mahkum edecekler, ödemeyenlere de patent ihlalinden ceza verilecek. Plan işlerse tüm dünya birkaç tohum devinin kölesi olacak. Washington’dan gelen emirler doğrultusunda Washington’un siyasetlerine karşı olan üçüncü dünya ülkelerine tohum vermeme olasılığı için de kapıyı aralayacaktır bu. Ayrıca pirinç, mısır, buğday ve soya gibi dünyanın temel gıda üretimi için patentli tohumların üretimi korkunç bir biyolojik silah olarak da kullanılabilir. Genetik müdahalelerle öldürücü gıdalara çevrilebilirler.”

Yarlanılan Kaynak: 
F. William Engdahl kimdir? 1944 yılında ABD’nin Minneapolis eyaletinde doğan Engdahl, Princeton Üniversitesi’nde hukuk, Stockholm Üniversitesi’nde de ekonomi okudu. İlk kitabı dünya ilgilendiren "GDO’lu Yiyecekler ve Ne Amaçla Üretildiğine Dair."
(*) Bütün kötülüklerin altında Rockefeller Şirketi çıkmaktadır
(**) Bazı gereksiz gördükleri ırkları kısırlaştırmak amaçlı
(***) Hibrid tohum üretmekteki amaç

25 Aralık 2017 Pazartesi

AT KÜLTÜRÜ ve ATLARIN EVCİLLEŞTİRİLMESİNDE TÜRKLERİN ROLÜ


Türklerde At Kültürü
İleri dörtnala giden at üzerinde 180 derece ok atmak
Amerika kıtasına Buzul Çağında Türkçe dili giderken, oradan Asya'ya At gelir…

Türkçe en az 11 bin yıllık bir dildir. Bu böyle olunca, Türkler en az 11 bin yıl önce tarih sahnesine çıkmış olduklarını da göstermektedir. Araştırmalara göre 11 bin yıl önce Bering Boğazını geçerek Kuzey Amerika’ya ulaşan bir boy, buzul çağından öncesine kara bağlantısı olan Bering Boğazından Amerika kıtasına ayak bastıkları, orada uygarlıklar kurdukları çok yakın sanı olarak ortaya çıkmaktadır.

Amerika kıtasında yaşayan Kızılderililer, Mayalar dillerine bakıldığında, Türkçe kökenli birçok sözcüklerin konuşulduğu dil bilginlerince ortaya çıkarılmıştır. Yani Bering Boğazı, buzul Çağı öncesi bir tür göç yolu olarak kullanılmış olduğuna dair en açık bilgi at cinsidir. Bu “Pliohippus” adlı at cinsi anavatanı Amerika’dır. Buzul çağında otlak ve yaşam alanları daralınca Kuzey Amerika’da yok olmuşlar ama Bering Boğazından Asya kıtasına geçerek yaşamları sürmüştür.

İşte Amerika anavatanı olan bu atlar, Amerika’dan Asya’ya, buzul çağında karayolu ile Bering Boğazından Asya’ya gelmiştir. Aynı anda Asya’dan Türkçe de Amerika’ya aynı yoldan gitmiştir. Kuzey Amerika’da nesli tükenen atlar, Asya’da nesillerinin sürmesi ve onları ilk evcilleştiren ve o atları koruyup bakımını yapan, besleyen, etinden, sütünden ve dahi en önemlisi, savaşlarda vazgeçilmez insan ve yük taşıyıcısı olarak kullanmasını bilen Türkler olmuştur.

İnsanlık tarihine en güzel armağan olan at soyunun günümüze kadar var olması ve atı ilk evcilleştiren, gem ve üzengi vuran Türklerdir! Yani günümüze kadar at soyunun sürmesi Türklerin sayesindendir. 

Kuzey Kazakistan bölgesinde yapılan çalışmalarda Arkeolog Viktor Zayberg, bu konuda birçok belgelere, bulgulara ulaşmış; 6 bin yıl önce Kuzey Kazakistan’da yaşayan Botaystsıyların kımız içen ilk topluluk olduğunu ifade eder. Bulgularında dahi, atların bilinenler aksine evcilleştirildiği tarih 6 bin yıldan daha öncesine rastladığını açıkladı.

1492 yılında Amerika keşfedildiğinde Amerika kıtasında bir tek bile at yoktur. Amerika kıtasına ilk ayak basan at, Kristof Kolomb ile birlikte gemiyle kıtaya ulaşmıştır. Yani at, atalarının topraklarına yeniden ayak basmış oluyordu.

Gelelim Kuzey Amerika yerlilerine…
Günümüzde bilinen Kuzey Amerika yerlilerinde yüzlerce Türkçe sözcük vardır. Dil bilimi bakımından bu çok önemli olan bu sözcükler arasında tesadüf benzerlikler değildir. Örneğin “Çapul Tepek”(çapulcular tepesi) benzeri ve “çift sözcükler” in eski diller uzmanı, tarihçi Tahsin Mayatepek 1932 yılında yapılan 1. Tarih Kongresinde sunduğu bir ön raporda, Orta Amerika Maya uygarlığının dil ve kültürü ile Anadolu dahi, Orta Asya kültürü ve uygarlıkları arasında şaşırtıcı benzerliklerin olduğunu ortaya koymuştur. Tahsin Mayatepek, “Çapultepek” sözcüğüne benzer 120 Türkçe sözcük bulmuştur.

Salt Tahsin Mayatepek değil, M. Naci Özfatura’nın bildirdiğine göre Fransız dil bilimcisi Dumesnil, Kızılderili dilinde 320 Türkçe sözcük tespit etmiştir. Bir başka, 1964 yılında çıkan New York Times’in “Bilim” ekinde Amerika kıtasının, Kuzey ve Güney olmak üzere ilk kültür taşıyıcıları, yani ilk ayak basanları bir haritada gösterdi. Orada, M.Ö. 4 ile 5 bin yılları “Turks” olarak göstermiştir. Anlatıma göre, Bering Boğazı yoluyla gelenler çoğunlukla Kuzey ve Orta Amerika’ya ve bir küçük kısımda Güney Amerika’ya yerleşmişlerdir.

1673’te John Jocelya adlı yazar Mohawk, Kızılderililerin “Tatarca Türkçesi” konuştuklarını yazdı. Dahi bir başka ünlü bilgin Von Humboldt da 1800 yılında yazdığı yapıtında Amerika kıtasında konuşulan 137 sözcüğün “Ural-Altay” ve “Uygurca” olduğunu yazdı. 1924’de Rio’da toplanan 20. Amerikanistler Kongresi’nde Çinli Kien, Kızılderililerin Altay menşeli olduklarını beyan etmiştir.

At Kültürü ve Atlı Yaşam
Altay Türkü Gurki'in fırçasından

Türkler Atı, iti, keçiyi, koyunu evcilleştirenlerdirler... At, ehil hayvanlar arasında en hızlı gidenidir... Onlar at sayesinde akıncılık yaptılar. Ekincilikle uğraşan kavimler üzerinde hâkimiyetler kurdular. Onlar için alınan yerlerde oturup yerleşmek değil; ele geçirmek, yenmek, utku kazanmaktır... Onlar şehirlerde, köylerde yerleşiklere, “yatuk” tembel diye alay ederler, “yürük” Yörük, yürümekten 
gelen “Yörük” yerinde duramayan, otları,
suları takip edenlerdi. Onlar Altay Göçebe Halkları olarak at sırtında dünyanın damını dolaştılar; iki bin yıldan fazla yerleşik toplumlar ile çatıştılar. Japon Denizinden başlayıp, Avrupa içlerinde son bulan maceraları bol sulu, bol otlu ovalarda Asya Bozkırları geride kalma kaydını düşerek yerleştiler. Onlar, Atlı okçulardı, Orta Asya coğrafi koşullarda göçebe halk olarak doğa ile mücadelesi, bozkırın dayanıklı, sert, yırtıcı insan türü olarak, en değerli kaynakları, kendi yaşamlarını ayakta tutmak için hayvanlar; hayvanların gereksinimi olan otlar ve sulardı...

Atlı göçebe Bozkır yaşamına özgü akıncılık; at sırtında oklu akıncıların okçu darbe vuruşları, hareket alanlarının genişliği, yerleşik kavimlere hâkim olma; çok güçlü ve büyük ordular karşılarına dikilmeden yenilgiye uğramayan bir yapıları olan sert ve sert doğa koşullarına uyum sağlayan vücut yapıları onları at ve ok sayesinde güçlü kılıyordu. Atlı göçebe kültürüne özgü tekmil yaşam tarzı, büyük sürülerin bakımı, toplu sürek avı onlara bir çeşit savaş eğitimi sayılırdı. Çinliler: “Yay çekip ok atan milletler” der kuzey komşuları olan onlara...

At sırtında koyun, keçi sürüleriyle Asya Bozkır sahalarını geçip yüz yılda Anadolu’ya ulaştılar; bin yıldır Anadolu’yu Türk yurdu haline getirdiler. Dev devletler kurdular; dev ordular organize ettiler. Avrupa içlerine kadar at sürdüler. Onlarda tek kahramanlıklar pek olmazdı. Atlı göçebe kalabalık halde hareket eder, kahramanlıklar topluma mal edilirdi. Dini dünyaları içinde göksel olanlarla hayvanlar önemli yer tutar. “Gök Tüylü; Gök Yeleli Kurt” soyut enerji verir onlara...

Onlar tarihin en eski, en hareketli atlı göçebe uygarlığı, ideal insan, ata binen, ok kullanan, avlanan, doğada avcılık yanında hayvan sürüleri besleyen, yerleşikte duramayan, sürekli akıncı olan bir ulustu. Dahi, iç içe, sıkı sıkıya yaşadığı doğayla mücadelesi yanında, beşeri kavimlerle de mücadele eder durumdaydı…

At sırtında her yere kolay uzanılan ulaşım aracıdır. Türkler at sayesinde her yöne yayılmalarına yardımcı olmuştur. Gittikleri yerlerde otlak ve sulu yerleri takip ettiler. Direnme gücüyle karşılaştıkları durumlarda ise ulu bir askeri güce dönüşerek zorlukları aşma yolunu bilmişlerdir. Koşullara bağlı olarak daha çok batıya doğru otlak ve sulak araziler, yaylalar atlı göçebelerin ayakları altına serilir.

At, en iyi bildikleridir, attan çok yönlü yaralanmışlardır, üzengiyi ve eyeri icat etmişlerdir. Vazgeçilmez zevkleri atçılık, avcılık, akıncılık onların yaşamlarının temelini oluşturuyordu. Orman içlerinde yaban avları geyik, karaca, sincap, samur ve avcılığa dâhil balıktır. Geyiklerin evcilleştirirler, etinden, sütünden, derilerinden elbise yaparak yaralanırlar.

Jean Paul Roux şöyle: “Anarşist bir ruha sahip olan göçebe, çünkü yaşam biçimi özgürlüktür ve özgürlük hem otoritenin reddini getirir. Bir şefi tanıyıp kabul ettiğinde hiç zorluk çekmeden en sıkı disipline boyun eğer.” Der.

Avcı-çoban kültürünün en öncelikli işi, at ve köpeği evcilleştirmek olmuştur. Köpeğin evcilleştirilmesi, sadık dost haline getirilmesi, keçi, koyun gibi küçükbaş hayvanların evcilleştirilip koruma altına alınmasını da işin içine katarsak, ormandan, bozkıra çıkış kaçınılmaz olur.

B. Laufer’in At Kültürü ile ilgili “Chinese Clay Figüres” adlı yapıtından alıntı yapan Bahattin Ögel, Mete’nin savaş taktiği ve stratejisi ile ilgili önemli araştırmalardan söz ede. (1) Laufer, Orta Asya’daki atlı birliklerden söz ede. Atın üzerinde askerlerin çevikçe hareket edebilmelerini sağladığı sürece atlı birlikler, birbirinden ayrılmaz bir gövde gibi ve işbirliği ile ilerleyebiliyordu. Atlı birliklerin başarıları, hız ve çeviklik, güvenlik ve baskın yapabilme yetenek ve güçlerine bağlı idi. At birliklerini yitirdiklerinde de kendileri de yok oluyorlardı.

Atlı ordular İranlılardan çıkıp yayılmış olduğuna rağmen, Romalı Anthonius Pirus çağında da Romalılarda atlı birlikler görülür. İranlılar, atlar ile askerleri genel olarak zırhlarla donatırlardı. Bu donama biçimi, Hunlar ile Sibirya’ya ve Yenisey vadilerine yayılmış olduğu görülür.

B. Laufer, Orta Asya’da atlı birliklere çok önem verilmesine rağmen, eski İran tekniğini de unutmamaktadırlar. Aslında İran toprağında at az idi. Yıllık ekonomisi, yani at sürülerine dayanan ekonomi Orta Asya’da bulunuyordu. Orta Asya’da at yalınız savaş aracı olarak beslenmiyordu; Orta Asya ekonomisinin temelini oluşturuyordu.  Atın etinden, sütünden, avda, savaşta üstüne binmek için yararlanılıyordu.

Hunlar, doğuştan savaşçı atlı oymaklardan kurulu, atçılığın ve okçuluğun uzmanıydılar. Çin tarihçisi Sema Ts’ien’in anlattıklarında da çocukları koyun üzerlerine bindirilerek kuşlar ile kemirici hayvanlara ok atarak avladıklarını gördük.

Ayrıca Marko Polo da Türklerin askeri dehasını anlatır. Şöyle der; “Türkler savaşlarda geri çekilmeyi korkaklığın bir göstergesi olarak yapmazlar, karşılarındaki aldatmaca bir taktik olarak yaparlar, düşmanlarının güçlerini tüketmeye çalışıyorlardı” der. Bu geri çekilme sırasında arkalarından takip eden düşmanlara da ileriye koşan atların üzerinde iyi bir manevra yaparak geriye, düşmana doğru ok atıyorlardı.

Hun Türklerinde At Kültürü ve Çin’e Etkisi
Okçuluk ve At Üzerinde Okçu Askerler: Çinliler daha önceleri at üzerinde yay çekip ok atmasını bilmiyorlardı. Kaynağa göre: “Kral, Hun elbisesi giydi ve orduya, at üzerinde yay çekebilen askerler kaydetti. Ayrıca Hunlara karşı savaşmak için, yine Hunlardan toplanmış askeri birliklerde kurulmuştu” (2)

Doğrusu at yetiştirme Orta Asya Türk kavimlerine uygun bir gelenektir. Eski Çin’de ata binmek için değil, at; iki tekerlekli savaş arabalarının koşumunda kullanmak içindi. M.Ö 1450-1050, Şang Sülalesi dönemi başlayan köklü değişiklikler ile at kültürü Çin’de gittikçe yayılır, atın çektiği ilk tekerlekli savaş arabası da bu dönemde görülse de pek yaygın değildir. O da salt savaş arabalarına sahip olan pek az bulunan feodallerin elindeydi.  

At: Çin’de yok denecek kadar azdır. Yani atlı savaş yapabilecek kabiliyette yoktur. Çinliler at kültürüyle yeni tanışıyorlardı. Otto Farake: M.Ö. 5. Yüzyıl ortalarında Çin’in Kuzeyindeki beylikler, savaş arabası yerine, atlı birlikler kullanmayı Türk kökenli Hunlardan öğrenmişlerdir. Çin duvarları da bu dönemde yapılmaya başladığı bir çağ idi.

Kuzey Çin de yeni görülen Orta Asyalı biçimli giyimlerle değiştirilmesi, Çinliler için düşmanı (kuzey komşuları Proto-Türk kavimleri) durdurabilmek için ordularında giyim kuşam konusunda köklü değişiklik yapmak durumunda kalmışlar, Hun elbiseleri ve zıhlarını kabul etmiş bulunuyorlardı. Bu giyim değişikliğine alışılmış Çin kültürüne bağlı kalmak isteyenler karşı çıkıyorlardı. Buna karşın halk, eski geleneklere göre giyinebilirler kararına varılır.    

Alman araştırmacı Berthold Laufer’in anlatımlarında Çin silahlarının Hunlarınkinden daha üstün olduğu iddiası doğru olsa da, Orta Asya’da bulunan Hun silahları da Çinlilerin silahları kadar mükemmeldir.

Atı kültürüne geçen Çinlilerin yapması gereken en önemli değişim kılık kıyafetlerdi.
Dünyada ve ülkemizde, İtalyan icadı “pantolon” olarak bilinen giysinin, ilk bulucusu bir İtalyan olarak bilinse de işin gerçeği öyle değildir. Pantolon, üç bin yıldan beri Orta Asya’da Türkler tarafından kullanılmıştır. Çünkü at üzerinde savaşmak, etek giyen Çinlilere göre uygun değildi. At kültürüne geçmek isteyen Çinliler de Hunların giyim kuşamlarından biri olan pantolonu da giymeleri gerekiyordu.

Çin İmparatoru Orduda Reform Yapmak İster…
M.Ö. 307’de Çin imparatoru Shih Hoang-ti, değişime karşı koyan filozof din adamlarına karşı kızar ve karşı koyanları diri diri toprağa gömülmesini ve yakılmasını emreder. Ve bu sertliğini şöyle açıklar: “Ben şimdi Hunların elbiselerinin alınıp giyilmesini ve at üzerinde nasıl ok atılabileceğini, eğitimle halkıma öğretilmesini istiyorum. Fakat herkes beni tenkit edecektir, ‘bu nasıl olabilir’ diyeceklerdir.” Der.

Ata binen, çizmeyi de icat etmişlerdir
Lakin bu istenilen değişiklik o kadar yerleşmiş bir kültürde o kadar kolay değildi ama Çin usulü entari ile de ata binilmez, at üzerinde ok kullanılmazdı. Bu olaylar karşında Vezir Fei İ, Çin İmparatoruna uzun konuşmasından sonra şöyle der: “Bunun için ey kral, çekinmeyiniz! 

Bu sözlerden destek alan Kral: “Hun elbiseleri ile silahları kullanma yolu ile elde edeceğimiz zaferler sayısız olabilir. İsterlerse herkes benimle alay etsin” der ve kararını verdi.

Zamanla Çinliler, Orta Asya’dan getirdikleri atları takas yolu ila kurdukları at pazarlarında satmaya başlıyorlardı… At ticareti o kadar verimli, duruma gelmiş ki, Çinliler Hunlulardan at satın alıp Çin içlerinde kurulmuş at pazarlarında satıyorlardı.  

At Sevgisi
Dede Korkut hikâyelerinde olsun, diğer bütün Türk destanlarında olsun at yiğidin en yakın arkadaşıdır. Türk töresine göre yiğit öldükten sonra dahi atından ayrılmaz. Eski Türkler ölen yiğitleri silahları ve savaş atlarıyla birlikte gömerlerdi.
 
Müslümanlıkla birlikte Türkler arasında bu gelenek ise ölen yiğidin “atını boğazlayıp aşını vermekle”  yetindiler. Osmanlılar devrinde de ata karşı derin sevgi ve saygı gelenekleri sürdü. Sultan 2. Osman'ın (1618-1621) ölen bir kır atının mezar taşı bulunmuştur…

Atların cenaze törenindeki yerleri de Osmanlı döneminde dahi, eski Şamanizm dönemi geleneğine uygun biçimde, 4. Murat'ın cenaze töreninde, binip harbe gittiği üç atının tersine eyerleyip tabutu önünde götürüldüğünü Naima Tarihi'nde yazar…

Kırgız-Kazaklarda da cenaze töreninde ölünün atının tersine eyerlenmesi âdeti vardır. Yolda ölen bir Kazak-Kırgız'ın atı tersine eyerlenip ölünün elbisesi ve külahı bu eğer üzerine konulup evine götürülür…

Türkler düşmanlarını yanıltmak için atlarının nallarını ters çakarlardı. Düşman gittiği yönü ileriye değil de geriye gittiği anladı…

Tarih boyunca at Türk’e kardeş olmuştur…
Köroğlu; “At yiğidin yoldaşıdır” der.
Kuşkanadı ile Türk atı ile uçar atasözü…
Türkün kanadı attır…

Köroğlu Atı İçin Şöyle Der:
Bir at gördüm Silistre'nin ilinde 
Elma gözlü kız perçemli Kırat gel 
Ne bend oldun lekelerin elinde 
Elma gözlü kız perçemli Kırat gel

Kırı binmek iyi gelir uğura 
Hay edende dağı taşı devire 
Başı küçük boynu benzer puhura 
Elma gözlü kız perçemli Kırat gel

Büyüktür gövdesi küçüktür başı 
Altıdan yediye gidiyor yaşı 
Çardaklıçamlı'da küçük kardeşi 
Elma gözlü kız perçemli Kırat gel

At ile ilgili; Selçuklular döneminde at ve atçılık konularına ışık tutmaktadır Ömer Hayyam. Ömer Hayyam, “Nevruzname” adlı yapıtında, Türkler, Selçuklular, at ve at türleri hakkında bilgiler verir: “İnsandan sonra yaratılan en şerefli mahlûk”  olarak nitelendirilen attır Şebdiz (karayağız at, Hüsrev-i Perviz’in meşhur atının adıdır) ve gülgun Hüsevin adları olup Hikâyeye gülgun’u Şirin’e hediye etmiştir. Aynı kısraktan olmadır ve bu kısrak, bir mağarada bulunan aygır heykeline sürtünerek iki defa gebe kalmış, birinde şebdiz’i diğerinde ise gülgun’u doğurmuştur. Rüstem’in atı kırmızılı, Divan edebiyatında genel anlamda olmak üzere gösterişli, yürük at anlamında da kullanılmıştır. Türkçede “kır at” denilen beyaz at veya katırlar için kullanılır.

Hun Elbise (Pantolon) ve Silahları Çin’de
Ata binen, çizme ve pantolonu giyendir
Askeri açıdan birbirini tamamlayan iki unsurdur. Hunların başarılı at üzerinde savaşları, Çinlilerin atların çektiği arabalarla savaşlarına daima üstün gelmiştir. Çin usulü at çeken arabalar, düz yerlerde iyi iş görseler de, engebeli arazilerde hareket alanları elverişli olmayıp askerlerine büyük kayıplar verdirebiliyordu. M.Ö.307, Mete Kağan’dan yüz yıl önce yazılmış Çin tarihinde: Orta Asya Türk Kavimlerinin karşısında yeterli etkisi olmayan, bundan dolayı Çinlileri Hunlar gibi giyinme, Hunlar gibi ata binip, at üzerinde yay çekmeleri için, dikenlere takılıp yırtılmayacak deri çizmeler ile deri pantolonlar giymeleri gerekiyordu. Ayrıca silah ve koşumlarını asabilecek kalın deri palaskalar, sırtlarına da sıcak ile soğuğa karşı koruyabilecek elbise reformları yapılması gerekiyordu…

Çin elbiseleri ile silah ve ordu düzeni, Orta Asya Türk kavimleri karşı yeterli etkiler sağlayamıyorlardı. Çinliler ağır hareket eden savaş arabalarını bırakıp Hunlular gibi hafif, atlı birlikler kurmak istediler. Salt atlı birlikler oluşturmak için, Çinlilerin eskiden beri giydikleri uzun etek giysilerinde buna bağlı olarak değişmesi gerekiyordu. Çünkü ata bindikleri için uygun gelen Hun âdeti pantolon ve tokalı kısa ceketler ata binenler için uygun gelendi. Dahi, Çinlilerin eskiden giydikleri ayakkabıların yerini de Hunluların ata binilmede en uygun deri çizmeler almaya başlandı. Ayrıca Çin’de ki bu değişimde Hunların süz eşyaları ve madenden yapılmış silah ve donanımlar da Çin’e girmiş ve yayılmışlardı.

Otto Franke kaynaklarına göre bir bakıma, Mete Kağan çağına gelindiğinde ise Çin ordu düzeni Hun ordu düzeni gibi durumdaydı. Hun ve Çin savaşlarında taktikler eşitlenmiş oluyordu.

Bir dip not olarak; Asya topraklarında salt Çinliler değil at Mancurya ve Doğu Moğolistan kavimleri de at kültürü yok denecek kadar azdır…

M.Ö.2000 yıllarında oluştuğu söylenen Çin kültürü, sınırlarında oluşan sınır kavimlerinin rolü oldukça açıktır. Bir incelersek yüksek Çin kültürünün safhalarını, kendi başına bir Çin kültürünün olmadığı, Çin Tarihi yazarı Prof. Eberhart’a göre "Ana Çin kültürü küçük bir bölgede ve az sayıda bir kavim tarafından oluşturulmuş bir kültür idi”  diyor. Bundan yola çıkarsak, Çin kültürünün zenginliğine, çevresindeki kavimlerden etkilenmiş ve kendi kültürünü zenginleştirmişti. Yani bugünkü zengin yüksek Çin kültürü, komşu kavimlerin yığılmalarıyla oluşmuştu. (3) Böyle olunca, at ve giysi kültürünü Çinliler Türklerden öğrenmişle ve kendi yüksek kültürlerine katmışlardır.  

Kaynaklar
(1) Bahaddin Ögel, “Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi” TTK, 2015, s. 165-166
(2) Bahaddin Ögel, “Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi” TTK Yayınları 2015, 1. Cilt, sayfa 71
(3) Bahaddin Ögel, “Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi” TTK Yayınları 2015, 1. Cilt, sayfa 2

Türklerin Savaşlardaki Başarı Nedenleri At, Zırh, Üzengi
Ekonomisi hayvancılığa dayalı Asya bozkırlarının göçebe Tükler ve diğer yakın akrabaları uçsuz bucaksız bozkırlarda binlerce at sürülerine sahiptiler. Hatta zengin seçkinler at sürüleriyle anılırlardı. Dahi, Türkler ve Moğollar Orta Asya’dan diğer ülkeler, Hindistan, Çin Rusya ve Avrupa’ya at ihracatı zenginlik kaynaklarındandı.   

Hayvancılık Orta Asya’da Türkleri hareketli duruma getirmiştir. Genellikle otlak ve sulak alanlar için sürekli mücadele içinde geçen yaşamları vardı. Bu yaşama biçimi Türkleri ve Moğolları, Doğu Avrupa’ya, Çin ve Hindistan’a, kadar alanlarda kışlak yazlık mevsimlerde at sırtında ömürleri geçerdi. Ekonomileri hayvancılığa dayanan göçebe akıncı Türklerin, yerleşik ekincilik yapan halkların tarlalardaki hâsılatları üzerlerinden geçerlerken bir direnç gösteremezler.

Onları hırçın savaşçı yapan özelliklerin başında, kendilerinin ve atların zırhlı olmasıdır. Avarlara bağımlı iken demircilikte hünerleri biliniyordu. Sanatları demir işletilmesinde becerirliklerini kaynaklarda görüyoruz. Büyük destanlarından biride Ergenekon’dan demir dağları eriterek çıkıp, Avar egemenliğinden bu gayretle kurtuldukları ve kendilerine yol buldukları anlatılır.

Gelelim zırhın önemine!
Batı dünyası daha zırh nedir bilmezken, Türkler Anadolu’da 1000 yıllık varlıkları ve tarih yazmalarına neden olan zırhlı süvariler sayesinde olmuştur. Osman Gazinin ordusunda zırhlı süvarilerin bulunduğunu 1330 yıllarında Âşık Paşa, “Garipname”  adlı yapıtında “zırhlı süvarileri Alplar” diye söz eder. Ayrıca Orhan Gazi çağdaşı Bizans İmparatoru Kantakuzenos (1347-1355), Osmanlıların silahça üstün olduklarını, onlara karşı koymanın kolay olmadığını hatıratında yazmıştır.

Zırh, At ve Üzengi
Batılı savaşçılar zırh tekniğini, Avrupa’yı istila eden Hunlardan ve Avarlardan öğrenmişlerdir. Ata binmeyi, ata hâkimiyet kazandıran üzengiyi de Batı Avarlardan öğrendiklerini Macar bilginler bildirirler. Osmanlı, Memluklar, Akkoyunlular ve Safevililer ordularının çekirdeğini zırhlı süvariler oluşturuyordu. Batılılar Osmanlının bu zırhlı tekniğine karşı ateşli silahlara yönelmesine ve başarılarının artmasına neden olmuşlardır.

Çaldıran Savaşında Safevilerin yıkılmasına ateşli silahlar neden olur…
Çaldıran Savaşında önce Şah İsmail, kırk bin zırhlı Türkmen süvarisiyle, karşısına çıkan Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı askerlerini bozguna uğratarak perişan etmişti. Osmanlı-Safevi savaşında, Şah İsmail, Sultan’ın otağına doğru yaklaştıkları anda Osmanlının Batıdan satın aldığı top, tüfek atışıyla karşısında yaralanarak bozulmuş,  yaralı olarak geri çekilmek zorunda kalınmıştı. Hatta Şah’ın askerleri de daha yeni tanıdıkları silahların ateşi karşısında şaşa kalmışlardı. Ayrıca Yavuz Selim, Memluk ordularını, Mercidabık ve Ridaniyye Savaşlarını da ateşli silahlar sayesinde kazanmıştır. 

Anadolu Türkleri ilk ateşli silahlarla 1344’de Haçlı donamasının İzmir sahil kalesi zapt emekle tanıştı. Osmanlı ateşli silahların gücünü 1380 yıllarında Balkan savaşında karşılaştıkları Sırplardan öğrenmişlerdir. Batının top tekniğini İtalya’dan öğrenen ve top imal edilen merkez Dubrovnik idi Dubrovnik Cumhuriyeti, topları Sırplara, daha sonra Osmanlılara satıyorlardı. 1. Murat Kosova Savaşında top kullanmış olduğu kesindi. Tüfek kullanımı ise Osmanlı ordusunda daha sonraları 2. Murat zamanında olmuştur.

Geriye dönelim bir an...
Osmanlı parlak dönemlerini 1352’den itibaren Rumeli’ye, dolaysıyla Avrupa’ya ayak bastığında yaşamaya başladı. Osmanlı ilk zamanlar Bizans askerleri karşında askeri üstünlüğü, zırhlı süvarilerden oluşuydu. Ne zaman Avrupa Hıristiyan dünyası ateşli silahları icat etti ve kullanmaya başladı, zırhın önemi yitti.

Osmanlı İstanbul’un fethinde kullandığı topları Macar top ustası Urban’a yaptırmıştı. İstanbul’un alınışı bu Macar top ustası Urban’ın döktüğü topları sur duvarlarını delerek “top yıktığı gedikten” (çağdaş kaynakların aktarır) Fatih İstanbul’a girmiştir. İstanbul’a giren Fatih bu top ustası Macar Urban’a güzel bir evi hediye etmiştir.

Daha sonra Sultan Süleyman tarafından, hala “Tophane” adıyla anılan yerde bir top dökme fabrikası kurulmuştur. Bir yabancı kaynağa göre burada Alman topçu ustaların çalıştığı anlatılır. Burada üretilen toplarla Rodos, Macaristan gibi ülkelerdeki dev gibi kaleler fer edilir.

Yani, zırhlı süvariler namını ateşli silahların çıkışına kadar korur; ateşli silahların çıkmasından sonra, karşı koyamayarak etkisini kaybeder. 16. Yüzyıl sonlarında kılıç, kalkan, ok yay, mızrak savaşları önemini kaybettiği yıllar olur. Avrupa’nın yeni tip geliştirdiği ateşli silahlar karşısında Osmanlı kendini yenileyemedikçe geriye doğru gelişir. Alman-Avusturya askeri karşısında Osmanlı kumandanları, tımarlı sipahiyle düşmana karşı koyamadıkları için sultana gönderdikleri telhislerde acı bir geçek olarak aktarılır. Yani açıkçası, 16. Yüzyıldan itibaren, Osmanlı zırhlı süvarisinin önemini yitirdiği, ateşli silahların üstünlüğüyle üstünlüğün Avrupalılara geçmesi, Osmanlı gerileme dönemine girmişti.

Ta-yüen Devleti ve Atları Hakkında
Devletin merkezi Kuei-shan kentidir. Ch’ang-an’dan 12550 li (5208.25 Km. uzaklıktadır. 60 bin hane, 300 bin kişi, 60 bin askeri vardır. Büyük Yüehchihlar’a 690 li (286,35 Km.) uzaklıktadır. Kuzeyde K’ang-chü ve güneyde Büyük Yüeh-chih ile komşudur. Toprağı, iklimi, yetiştirdikleri ürünleri, halkın adetleri Büyük Yüeh-chih  ve An-hsi’dekilerle aynıdır. Ta-Yüen civarında üzümden şarap yapılır, zengin kişiler içkinin 10 bin tan’dan (Han Hanedanlığı döneminde “tan” bir tür hacim ölçüsü olup yaklaşık 199,968 litre.) 199.680 litre depolarlar. Böylece bunlar onlarca yıl bozulmadan dayanırdı. Halkı içkiye, atlara, yoncaya düşkündü.

Ta-Yüen Atları
Ta-yüen’de 70’den fazla kent bulunurdu, iyi cins atlar çoktu, atların vücutlarından kan fışkırırdı. Söylenenlere göre bunlar “Gök Atlardan” doğmuştu.

Meng Kang’a göre, Ta-yüen’in yüksek dağlarında yakalaması çok zor olan vahşi bir at cinsi vardır. Bu atı ele geçirmek için beş ayrı renkten kısrak toplanır, at buraya çekilerek kısraklar ile çiftleştirilir. Doğan tayların hepsi çok hızlı koşar ve vücutlarından ter yerine kan çıkardı. Bu yüzden bunlara “Gök Atın yavrusu”  denilmiştir. Kaynak Han Shu 96A, s. 3895, n. 1, HS 22. Aynı yapıtta, s. 1060-1061’de (1) “Gök Atlar” için, atların kan terlemesinin nedeni, atların omuz ve sırt derileri altında yaşayan parazitlerdir. Kanla beslenen bu parazitler şişer ve at koştuğunda da patlayarak kan akmasına neden olurlardı.(2)

Göğün Oğlu “Yi”, Değişiklikler kitabı olarak ta çevrilen Chin Döneminin başlangıcına ait bir fal kitabında yazılanlara dayanarak, “Kutsal atlar, kuzeybatıdan gelir” der. Wu-sun atlarına sahip olunca, onları çok beğendiğinden bunlara “T’ien ma” (Gök Atlar) adını verdi. Sonra Ta-yüan ülkesinden temin edilen “Kan Terleyen Atlar” daha güçlü olduğu için Wu-sun atlarının adını yeniden değiştirerek “Hsi-chi-ma” (Çok Uzaklardan Gelen Atlar” dedi. Ta-yüen atlarına da “Gök Atları” adını verdi. (3)

Han elçileri, Göğün Oğlu’nun karşısına çıktıklarında (seyahatleri hakkında) etraflı bilgi verirlerdi. Dediklerine göre Ta-yüan’ın en iyi atları vardır ve bunlar Erh-shih kentinde bulunurdu. Fakat halk onları Han elçilerine göstermekten sakınırdı. Göğün Oğlu, Ta-yüan atlarına çok düşkün olduğundan bu duydukları hoşuna gitti. Cesur bir asker olan Chü-ling ve beraberindekileri 1000 chin altın (*) ve altından bir at heykeli ile Ta-yüan Kralı’na yollayıp karşılığında Erh-shıh kentinin iyi cins atlarından istedi.

Ta-yüan ülkesinde Han malları çoktur (Han ülkesinden gelen mallar çok olduğundan, altın at heykeli hediyesine itibar etmediler) İleri gelenler aralarında görüşerek şöyle dediler: “Han devleti bizden uzaktadır, ayrıca ‘Yen-shui’ da 
(ana yolun geçtiği bir akarsu adıdır) sık kötü kazalar olmaktadır. Kuzeyden gidildiğinde Han (Hu) saldırılarına maruz kalınır, güneyden gidildiğinde ise otlak ve su sıkıntısı yaşanırdı; bundan başka, gidilen her yerde yerleşim yeri ile bağlantıları kesik olduğundan (yol üzerinde yerleşim yerleri yoktu) yiyecek sıkıntısı çekenler çok olurdu. Han, buralara yüzlerce kişilik elçilik heyetleri yollamış, çoğu zaman bunların yarıdan fazlası yiyecek bulamadığı için ölmüştü. Bu durumda Han, nasıl büyük bir ordu göndermeye cesaret 
edebilir; ayrıca Erh-Shih kentin atları Ta-yüan’ın en değerli atlardır” diye kayıt edilmiştir. 

Böylece atlarını Han elçilerine vermeye razı olmadılar. Han elçileri kızgınlıkla kötü sözler söyleyip, altın atı kırıp parçaladılar ve orayı terk ettiler. Ta-yüan soyluları öfkelenerek, “Han elçileri bizi çok aşağıladı” deyip Han elçilerini geri gönderdiler ve doğu sınırındaki Yü-ch’eng Kralı’ndan onların yolunu kesip saldırmasını Han elçilerini öldürerek mallarına el konmasını istediler. Göğün Oğlu bunu duyunca çok öfkelendi. Daha önceden Ya-yüan’a gitmiş Yao Ting-han ve yanındakiler ona şöyle dediler: “Ta-yüan askerleri zayıftır, sayıları 3 bin bile geçmeyen güçlü Han okçu birlikleri ile karşılaştıklarında Ta-yüan mutlak yenilgiye uğrayacaktır” Göğün Oğlu daha önce Cho-yeh hou unvanlı bir kişiyi Lou-lan’a saldırıya göndermişti ve Cho-yeh hou 700 süvarisiyle buraya gelir gelmez kralı ele geçirmişti...

Atların bakımı ve eğitimi için iki at bakıcısı “Chıh ve Ch’ü-ma Hsiao-wei” (atlardan sorumlu kişi unvanlar) gibi görevlere getirildi. Bunlar Yüan fethedildikten sonra, iyi cins atların seçimi ile ilgileneceklerdi...

Ta-yüan soyluları bir plan yaparak şöyle dediler: “Kralımız Wu-kua, en iyi atlarımızı sakladı ve Han elçilerini öldürdü. Şimdi Kralı öldürür en iyi cins atları verirsek, Han ordusu kuşatmayı kaldırır; eğer bu olmazsa, o zaman bütün gücümüzle savaşır ve ölürüz. Vakit henüz geç değildir” derler.

Yüan soylularının hepsi fikri kabul ederek birlikte kralı öldürdüler. Kentin dış duvarları yıkıldı ve bir Yüan soylusu olan General Chien-mi (atlardan sorumlu olan unvan) yakalandı. Yüan halkı büyük korku içinde kentin içlerine doğru kaçtı. Soylular birbirlerine danışarak: "Han’ın Ta-yüan’a saldırısının nedeni Kral Wu-kua’dır” deyip, kafasını elçiyle birlikte Erh-shih’e gönderdiler, anlaşma teklif ederek şöyle dediler: “Eğer Han bize saldırmazsa, iyi atlarımızın hepsini çıkartırız, sizde istediğiniz kadar seçebilirsiniz, ayrıca Han ordusuna yiyecekte veririz. Eğer bizim isteklerimizi kabul etmezseniz o zaman iyi cins atlarımızın hepsini öldürürüz. K’ang-chü’den yardım gelmek üzeredir, geldiğinde biz içeriden, K’ang-chu askerleri dışarıdan, Han ordusu ile savaşacağız. Bunu iyi düşünün, hangi yolu takip edeceksiniz?”

O sırada Erh-shih Generalinin izleyeceği iki yol vardı. Saldırıya geçip savaşmalı veyahut saldırmaktan vazgeçip, atlara sahip olmaktı...

Ta-yüan’ı kurtarmaya gelecek, o zaman Han ordusu muhakkak yenilecekti. Ordudaki subayların hepsinin de böyle düşünmesinden dolayı Ta-yüan’ın anlaşma teklifi kabul edildi.

Bunun üzerine Ta-yüan, atlarını meydan çıkararak, Han görevlilerinden istediklerini seçmelerini istedi ve Han ordusuna bol miktarda yiyecek verdi. Han ordusu, en iyi cins onlarca ile orta ve ortanın altında üç binden fazla kısrak ve aygır seçti. Ayrıca bir Yüan soylusu olan, daha önce Han elçilerine iyi davranmış Mei-tsai adlı kişiyi Ta-yüan kralı olarak başa geçirdi ve anlaşma yapılarak ordu çekildi. Sonunda Han’ın ordusu kentin içine girmeden geri döndü...    
Selman ZEBİL 2017

(1) Han Shu 96 A, s. 3895, Yine  Han Shu 22. s. 1060-1061 
(2) Ayşe Onat, “Çin Kaynaklarında Türkler, Han Hanedanı Tarihinde Batı Bölgeleri” TTK, 2012,s.40
(3) Ayşe Onat, “Çin Kaynaklarında Türkler, Han Hanedanı Tarihinde Batı Bölgeleri” TTK, 2012,s.85-86
(*) Yaklaşık 224-250 gr. Ağırlığında parçalardı Genelde ticari amaçlı değil, süs ve hediye eşyası olarak kullanılırdı.

18 Ekim 2017 Çarşamba

ÜNLÜ DOLANDIRICI SÜLÜN OSMAN'DAN GERÇEK ÖYKÜLERİ

Ünlü Dolandırıcı Osman Ziya Sülün, (1923-1984)
Sülün Osman
Dolandırıcılar kralı olarak Türk tarihine geçen bir kişidir. Adını duyurduğu ilk “işini” Sülün Osman 1948 yılında ilk dolandırıcılık işine, Fatih’te yeni tuttuğu evin sahibi ile başlar. 1950'li ve 1960’lı yıllarda dolandırıcılık işleri ile ün kazanır. Tramvay, Galata Kulesi, kent meydanlarındaki saat kulesi, şehir hatları vapurları gibi kamu mallarını saf vatandaşlara ‘satarak’ ya da ‘kiraya vererek’ efsane haline gelmiştir.

Birinde Galata Köprüsü’nü satmak üzereyken tesadüfen yakalandı…

Ölümüyle ilgili kesin bilgi olmamakla birlikte, polisin tahminlerine göre 1984’te Beyoğlu’nda sürekli kaldığı otelde kalp krizinden öldü ve kimlik taşımadığı için kimsesizler mezarlığına gömüldü.

Galata Kulesinin kiraya vermiş ve uzun süre kimsenin haberi olmamış.
Rivayet o ki, Sülün Osman Bir gün Beyoğlu’nda yere çömelmiş gelip geçeni seyretmektedir. O sırada saf görünüşlü bir vatandaş Sülün Osman’ a burada neye baktığını sorar. Adamı şöyle bir süzen Osman, bununla iyi bir iş yapılır diye düşünüp; Şu gecen tramvaylar benim, müşteriler çok mu, vatmanlar düzgün çalışıyor mu, onları kontrol ediyorum der ve bu sayede hoşbeşe başlarlar.

Sülün Osman; “Bey amca, sen yabancısın galiba, ne iş yaparsın” diye sorar. Adam ise; “Çitçiyim, traktör almak için geldim ama hem çok pahalı, hem de bu parayı versem bile bunu nasıl kullanacağım, bayağı zor bir iş bu diye dertlenir. O sırada tramvaylar vızır vızır önlerinden geçip gitmektedir. Birden rahmetli Sülün Osman’ın kafasında bir ışık parlar ve adama dönüp,Yahu bey amca, bu yaştan sonra senin traktörle falan ne işin olur. Onu alsan bile masrafı çok, Mazotu köyde problem olur, yedek parçası, hele hele o arkadaki büyük tekerlekler var ya, onlar tarlada çok çabuk aşınır. Her yıl sana büyük masraf açar, kazandığın ürünün parasını yatırsan bir lastiğini bile zor alırsın” Diyerek zavallı kurbanına tramvaylar için şöyle bir teklifte bulunur:

“Bunların hepsi benimdir. O kadar çok ki, bende onları kontrol etmekten bıktım, müşteri çıktıkça tek tek satıyorum. Üstelik bu araçların tekerleği demirdendir, hiç aşınmaz, patlamaz beş kuruş masrafı yoktur. Benzin mazot gerekmez, Akşam elektriğe bağlarsın sabahtan akşama kadar o elektrikle çalışır. Köyle kasaba arasında işletirsin. Hem seni bayağı sevdim bey amca, gel sana birini vereyim, 
hem de kelepir vereceğim” der

Adam şöyle bir bakar tramvaylara, gerçekten köyle kasaba arasında bunlardan bir tane olsa hem iyi kazanır, hem de sükseli olur diye düşünür, “Kaç paraya vereceksin” diye sorar.

Sülün Osman: “Senin traktör parası bunları almaya yetmez ama bir tane eksilse benim için bir şey fark etmez. Baksana 484 numaralı aracım geçiyor. Bunun gibi 600 tane var. Canın sağ olsun bir tanesini senin gül hatırın için vereceğim bey amca, sevildiğinin kıymetini bil. Hemen al yoksa satmaktan vazgeçerim bilmiş ol. Diye konuşur.

Adam tava gelince cebinden bir kağıt çıkartır ve iş sağlam olsun diye köy senedi hazırlar Osman. Karşılıklı aldım, sattım diye imzalar atılır, parmaklar basılır ve hayrını görmesi için adamla tokalaşır. Duraktan bir tanesine hayırlı uğurlu olsun diye adamı bindirir. Biletçiyi uyandırmaması için sen şu parayı bilet kesene ver, gideceği yere varınca bu senedi gösterir tramvayını alır köye götürürsün diyerek uğurlar. Son durağa gelince vatman inmesini ister. Adam inmek istemez ve cebinden köy senedini çıkarıp onların inmesini tramvayı köye götüreceğini söyler. Biraz patırtıdan sonra polisler çağrılır, birde imzaya bakarlar ki, imza Sülün Osman’a ait. Durum anlaşılır, iş basına kadar akseder ve zavallı adam beş parasız köyüne döner.

Galata Kulesi'ni de satan Sülün Osman'a, "Oğlum, Galata Kulesi'ni satmaya utanmadın mı?'' diye soran bir komiser ise; “Komiserim, bu memlekette Galata Kulesi'ni satın alacak eşek olduğu sürece ben bu kuleyi satarım, hiç kusura bakmayın” der. 1962 yılında hapse girdikten sonra, hapishanede “Alın teri ile Yaşamak” konulu bir konferans vermiştir. 

Dünyada gelmiş geçmiş en komik ve efsane dolandırıcılardan olan Sülün Osman'ın hikâyeleri anlatmakla bitmez. Onun dolandırdığı o kadar saf görünümlü ama kendini kurnaz sanıp, dolandırılanlarda asla Türkiye’deki kadar bulunmaz.

Sülün Osman, Taksim Meydanı'nın girişine paspas koyup, gelen geçenden para toplamayı bile yapar. Saat kulesi satışı hikayesi ise şöyle; Adamlarıyla Dolmabahçe Sarayı yanındaki saatin kulesi önüne giden Sülün Osman, gözüne saf ve cebinde para olan bir kerizi kestirmeye koyulur. Kerizi anlından tanıyan Sülün Osman, kerizin göreceği bir yerde durur. Kendi adamları planlanmış olarak gelirler ve Dolmabahçe Saatine bakarak saatlerini ayarlarlar. Sonra da Sülün Osman'a yönelip, saat ayarlama parası ödeyip giderler. Cebinde parası olan, kendisini uyanık sanan keriz, bakar ki adama, saatini ayar yapan her kişi para veriyor. kısa yoldan zengin olmanın hayalini kuran vatandaşı sezen Sülün Osman, kısa bir konuşmadan sonra hemen, Dolmabahçe Meydanı'ndaki saati bu vatandaşa satmış. 

Taktik adamı olan Sülün Osman, sadece gayrimenkul alanında değil, menkul satışında da başarılı olmuştur. Zamanında Dolmabahçe önünde demirlemiş olan Amerikan 6. Filosu'na ait bir uçak gemisini de sattığı söylenmektedir.

TRT’de 1970’lerde yayınlanan Telespor adlı bir programa konuk olmuş
Program sunucusu Güneş Tecelli ve Cenk Koray röportaj yapıyorlardı Osman Bey ile. Bugün gibi hatırlıyorum o ilginç söyleşiyi. İstanbul Üniversitesi bahçesinin satışını, Galata kulesinin satışını, hacıya cennette arsa satışını, İzmir saat kulesi satışını ve birçok şeyi anlattı.

Cenk Koray “hiç tövbekar oldunuz mu?” dediğinde, “emin olun ki hep tövbe ettim ama bazılarının yüzüne bakınca dayanamayıp tövbemi bozuyordum” dedi. Bu sefer Güneş Tecelli “suratlarında ne var Osman Bey” diye sordu. Sülün Osman, “Alınlarındaki yazıyı görüyorum, adeta gel beni kazıkla yazıyor, bende dayanamayıp tövbemi bozuyordum” dedi. Cenk Koray ise “alınlarında ne yazıyor” deyince Sülün Osman, “enayi yazıyor” dedi. Güneş Tecelli “biz neden göremiyoruz” deyince rahmetli Sülün Osman “Okumasını bilecen kardeşim, ayan beyan yazıyor”  dedi. İşte o zaman koptuk adeta. İşte böyle renkli bir simaydı.

Bir ayrıntı daha vereyim, O programda Üniversite bahçesinde satış yapmaya çalışırken, torunu ile gelen bir yaşlı adama son anda satış yapmaktan vazgeçtiğini de söyledi. Neden diye sorulduğunda ise, dedesiyle gelen astım hastası torununun kalacak yerleri olmadığı ve tedavi için geldiklerini, tüm paralarını da hastane masrafları için harcayacaklarını söyleyince vicdanının sızlayarak satıştan vazgeçtiğini anlattı.

Anadolu’dan İstanbul’ un taşının toprağının altın olduğunu duyan, Anadolu’dan trenle kopup gelen vatandaşlar, ilk Haydarpaşa garında inince, ilk gözlerine çarpan garın büyük saatine bakmak olur. Sonra da kendi kolundaki saate bakarak ayarlamaya çalışırken yanına biri yaklaşır, “hoş geldin, nerden geldin” sohbetinden sonra ona, saatin sahibi olduğunu saate bakmanın ve saati ayarlamanın parasını ister. Anadolu’nun saf insanı inanır cebinden üç beş kuruş verir. Böylece “taşı toprağı altın olan İstanbul’un, saatine de bedava bakılmazdı elbette…

Dolandırıcılık tarihinde Sülün Osman adıyla nam salan Osman Ziya Sülün, namı diğer “Sülün Osman” İstanbulluları ve İstanbul’a Anadolu’dan gelen saf insanları yıllarca kandırmış; kimine Galata Kulesi’ni, kimine Galata Köprüsünü, kimine kent meydanındaki saat kulesindeki ‘saate bakma parası’ almış ve saat kulesin, kimisine de tramvayı satmıştır…

Son söz olarak, meşhur dolandırıcı Sülün Osman konuyla ilgili ne diyor lütfen okuyalım: "Benim dolandırdığım insanlar dolandırıcıydı aslında. Yani bana yaklaşma sebepleri beni dolandırmaktı. On tane bilezikle geçiyorum adamın önüne akşam vakti. Kuyumcunun kapısındayız ve dükkân kapalı. Karımın olmayan hastalığını anlatıyorum, acilen bilezikleri bozdurmam gerektiğini, o an nöbetçi eczaneye gidip hastaneden istedikleri ilaçları almamın şart olduğunu söylüyorum falan.

Hakiki olsalar bileziklerin fiyatı bin lira. Diyorum ki “Üç yüz liraya ihtiyacım var. Paranın gerisi umurumda değil, yeter ki karım ameliyat masasında kalmasın.” Adam sabah kuyumcuya gidip bilezikleri bin liraya bozdurabileceğini ve birkaç saat içinde havadan yedi yüz lira kazanacağını düşünüyor. O arada benim ayakçım da ortaya çıkıyor ve bileziklere alıcı oluyor. Telaşlanıyor adam kazanç imkânı kaybolacak diye. Üç yüz lirayı verip alıyor bilezikleri, ben de kayboluyorum ortalıktan. Adam ertesi sabah kuyumcuya gidip de bileziklerin sahte olduğunu öğrenince, "Eyvah! dolandırıldım" diye karakola gidiyor. Demiyorlar ki ona, "Be adam bin liralık bileziği üç yüz liraya almayı düşünürken aklında ne vardı?" Gayet açık ki, bu sahtekâr beni dolandırmayı planlamıştı. Ben hayatım boyunca beni dolandırmaya kalkışmamış tek bir kişiyi dolandırmadım." der.
Selman ZEBİL

Alıntı kaynakları:
2 – Ertuğrul Akkayanın yazısı: http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?p=651889


TURANCI-TÜRKÇÜ-SOSYALİST ETHEM NEJAT (1881-1921)

ETHEM NEJAT (1887-1921) Annesinin adı Cavide, babasının adı Hasan'dır. Anne tarafından dedesi Ahmet Cavit Paşa, Çerkes İttihat ve Teavün...