7 Temmuz 2019 Pazar

İZLANDALILARIN 400 YILLIK TÜRK NEFRETİ ve TARİHİ NEDENLERİ

Hollanda kökenli Küçük Murat Paşa
1627 Tyrkjaránið (1627 Türk Baskını) ve İzlandalıların Türk Nefreti

İzlandalıların dediği “Türk Soygunu”, 1627 yazında gerçekleşen unutulmaz bir olayın adıdır...

Osmanlı denetimi altında olan Kuzey Afrika'dan gelen akıncılar Grindavík, Eastfjords ve Westman Adaları'ndaki sahil başlarını vurdular, yağmaladılar, 50 kişiyi kadar insan öldürdüler, 400 kişiyi de esir alıp köle pazarlarında satmak için geri evlerine Afrika’ya döndüler.

Doçent Þorsteinn Helgason bu konuda yazılarına göre, Türk soygunu, kısmen kayıpların meydana geldiği ülkeye şimdiye kadar başlatılan tek askeri saldırı olduğu için birçok bu nedenden dolayı akılda kalıcı iz bırakmıştır. Ancak hatırlanmasının temel nedeni, gerçekleştikten kısa bir süre sonra bu üzücü konu hakkında çok şey yazılması, olay hakkında çok şey bilinmesidir. Soygunla ilgili başlıca İzlanda yayınları şunlardır: İzlanda, Türklere duydukları tarihsel nefret yüzünden yıllarca Türkiye'yle diplomatik ilişki kurmadı. Dahası, Türk öldürmek 350 yıl boyunca suç değildi. Peki bu nefretin nedeni neydi?

1. Doğu Topraklarındaki usta çiftçi ve hukukçu Kláus Eyjólfsson'un yazıları...

Yazılarını, Westman Adaları'ndaki soygundan kurtulanların anlatımına ve oradaki olay yerinde gördüklerine dayandırılır. Claus, soygundan hemen sonra açıklamasını yazdı ve rapor edilenlerin terörü ile işaretlendi. Bununla birlikte, Adalar'daki sakinlerden iki rahipten biri olan Peder Jón Þorsteinsson'un öldürülmesini, bir şehit hakkında kutsal bir hikâye olarak nitelendirdi.

2. Soygundan sonraki kış Skálholt'ta bulunan Doğu İzlandalı öğrenciler tarafından yazılmış kısa bir hikâye.

3. Westman Adaları'nda yakalanan Rahip Ólafur Egilsson'un tanımı (ereksiyon kitabı), ailesiyle birlikte Cezayir'e (şimdi Cezayir'in başkenti) götürüldü, ancak kısa süre sonra serbest bırakıldı. Gördükleri, yaşadıkları hakkında yazmaya teşvik edildi ve Westman Adaları'ndaki soyguncuların eline geçmesinden, Cezayir'de serbest bırakılmasına ve Avrupa'dan Kopenhag'a ve sonunda İzlanda'ya yorucu bir yolculuğuna kadar süreleri sakince ayrıntılarıyla anlattı.

4. Cezayir'den birkaç mektup.

5. Hólar'da Piskopos Þorlákur Skúlason'un bir tür “mahkeme sekreteri” olan Skarðsá'dan Björn Jónsson'un özetle, Piskopos, o sırada mevcut olan yazılı kayıtlara göre soygunun bir hesabının yazmasını istedi. Bu anlatılan ayrıntıların bir kısmı daha sonra kayboldu. Bu yazıların çoğu yüzyıllar arasında el yazması amortismanına girdi ve araştırmaları eğişti. Orijinalleri yok, ancak yoğun kullanımın 20. yüzyılın başlarında, Ulusal Arşivci Jón Þorkelsson, Türk Baskını hakkında karşılaştığı bütün yazıları temizleyip bastırdı ve1627'de İzlanda'da Türk Soygunu adlı kitapta yayınladı.

Korsanlardan birinin çizimi
Bu; bu konuyu ayrıntılı olarak incelemek isteyenlerin İncil'idir...
Türk baskınına yol açan olaylar ve Cezayir ve Fas'ın günlerindeki bütün koşullar hakkındaki bilgiler, başta Danimarka’ca, Hollandaca, İngilizce ve Fransızca olmak üzere çok sayıda çıkarılmış Avrupa deneyimine, resmi mektup ve rapora dahil edilmelidir. İzlanda'da Türk Soygunu, folklorda, yer adlarında, kurgularda, günlük tartışmalarda ve referanslarda büyük bir miras bırakmıştır. Yurtdışında, bu olay neredeyse bilinmemektedir.

Türk baskını, 1627 yazında, kuzeybatı Afrika'dan gelen korsanların Grindavík, Westman Adaları ve Eastfjords'taki insanları kaçırıp Berberi Adaları'nda köle olarak satmasıyla gerçekleşti. Soyguncu gruplar, biri Cezayir'den (şimdiki Cezayir) ve diğeri Sale'den (şimdi Fas'ta) olmak üzere iki kişiydi. (1) Yaklaşık 50 kişi öldürüldü, yaklaşık 400 kişide kaçırıldı. (2) Bu kaçırılan İzlandalıların dokuz ila on sekiz yıl sonra, (3) çoğu İzlanda'ya dönmeyi başardı, 50 kişi için fidye ödendi (4-3) Ancak bu İzlandalı esirlerin bir bölümü özgür kalmalarına rağmen İzlanda'ya dönmeyerek, Osmanlı Devleti için çalıştı hatta yüksek mevkilere gelenler bile oldu.

Kaçırılanlar arasında, daha sonra Hallgrímur Pétursson, rahip Ólafur Egilsson ve daha sonra avukat olan Halldór Jónssonile evlenen Guðríður Símonardóttir (Türk-Gudda) vardı.

Bu kötü etkiler Türkiye'ye atıfta bulunmuyor, şu anda “Türkler” adı ile anılıyordu kötü geçen

geçen olaylar. Akdeniz bölgesindeki aslında Türk ırkından olmayan bu Müslüman korsanların yaşadıkları bu bölgeler çoğunlukla Osmanlı İmparatorluğu yönetimi altındaydı. (5)

Küçük Murat Paşa
Jan Janszoon van Haarlem adlı korsan, Hollanda'nın korsanlığı yasaklaması üzerine Cezayir'e sığındı. Orada Müslüman olarak adını Murat olarak değiştirdi ve Osmanlı Devleti’ne tabii olan diğer Berberi Korsanları arasına katıldı. Yani, Jan Janszoon van Haarlem, kökeni Hollandalı bir korsan olup, adını değiştirerek, “Amiral Murat Reis” adıyla Osmanlı İmparatorluğu'nun hizmetine girer ve genellikle Fas kıyısındaki Salè şehir devletinin ilk valisi ve “Büyük Amirali” olur. Jan Asbjarnarson yanında bir diğeri Jonsson Vestmann adlı kişide Cezayir akıncılarına katılıp “Osmanlı Reisi” oldu.

Zaten o dönemde Fas’ın Sale kenti liman çevresindeki kıyılar korsanların istila merkeziydi...

Jan Janszoon, 1627'de İzlanda'ya gelen mürettebatından Danimarkalı bir köleye, gemisini daha önce kimsenin korsanlık yapmayı düşünmediği bir yere yönlendirmesini emretti. Cezayir'den gelen bir başka gemi de İzlanda'ya doğru soygun gezisine çıktı, ancak oraya çok daha sonra geldi ve gemilerin İzlanda yolculuğunda herhangi bir ilk filosu veya istişaresi olup olmadığı belli değil.

1627 yılında 15 parçalık filosuyla en önemli seferini İzlanda'ya gerçekleştirdi. İzlanda'yı ele geçiren Küçük Murat Paşa, genç ve sağlıklı olduğunu düşündüğü 242 esir ve birçok ganimet ile birlikte Cezayir'e döndü.

İzlanda'nın 1627'deki görünümü
Esir alınan kölelerin sadece küçük bir kısmı, yıllar sonra Danimarka Kralının fidye ödemesi karşılığında ülkelerine dönebildi. Esir alınanlardan biri de daha sonraları “Tyrkja Gudda” lakabı takılan, Guðríður Símonardóttir qdlı köylü bir kadındı. 1636 yılında fidye ödemesi üzerine ülkesine döndüğünde eşi yaşamını çoktan yitirmişti. Yani, 1944 yılına kadar Danimarka egemenliği altında kalan İzlanda halkının o dönemdeki Danimarka Kralı'nın, Cezayir'e götürülen, orada köle olarak çalıştırılan birçok İzlandalı Danimarka Kralının fidye fidye ödenmesi sonunda serbest bırakılmış ve 1636’da ülkelerine geri dönmeleri sağlanmıştır.

Bütün bu olanların derinden etkilediği İzlandalılar 1627’de çıkardıkları “Türk öldürmek suç değil” yasası, 350 yıl sürer ta ki, 1970'de kaldırılana kadar. Bu yasa kaldırılmış olmasına rağmen hala İzlandalılar geçmişteki bu acı olanları unutmuş değil, İzlandacada “Tyrkjaranid” (insan kaçıran Türk) diye söz sürmektedir. Ancak 350 yıl yürürlükte kalan bu yasaya rağmen yasa gereği hiçbir Türk öldürülmemiştir...

İzlandalıların, Türklerden son derece nefret etmesine neden olan, 1627’de İzlanda’ya korsan baskınlarını yapanların hiçbirinin Türk olmamasına rağmen bütün bu nefretin nedeni bir ironidir.

Ancak bu İzlanda yağmalanmasına ve 50 İzlandalıya yakın insanın öldürülüp, 400’ünü de tutsak edip Cezayir’e getirilmesi, Cezayir’in o dönemde Osmanlı'nın yönetimi altında olmasından kaynaklanmasıydı.

İzlanda yağmasına katılan Hollanda kökenli korsan Jan Janszoon van Haarlem adlı kişidir...

Bu geçmişteki yaşanan olayları unutmayan İzlanda, Türk vatandaşlarına vize başvurunda çok fazla zorluk çıkaran hatta Türkiye'de yalnızca fahri konsolosluğu bulunan Avrupa ülkesidir. 1627 yılında Osmanlı egemenliği altında yaşayan Cezayirli korsanlar, Atlas Okyanusu üzerinde gerçekleştirdiği denizaşırı eylemlerinin başında birde korsanlıkta deneyimli Hollanda kökenli olan Jan Janszoon van Haarlem adlı korsan, Müslüman olarak adlını sonradan “Küçük Murat Reis” değiştiren kişinin saldırıyı komuta eden Hollanda kökenli korsandır.

Jan Janszoon van Haarlem (*) (Küçük Murat Reis) 12 tanesi Kadırga olmak üzere 15 parçadan oluşan donanması ile ilk önce Manş Denizi'nini aşarak önce Kuzey Deniz'i boyunca Danimarka ve Norveç kıyılarını top atışlarına tutarak ilerlemiştir. 20 Haziran 1627’de İzlanda kıyılarına ulaşmıştır. İzlanda’ya ulaştıklarında ülkenin doğusuna çok yakın bir konumda bulunan Vestmannaeyjar adası ve ülkenin doğusu Osmanlı tabiyesi Cezayirli korsanlar tarafından 26 gün boyunca yağmalamayı sürdürmüşlerdir. Bu yağmalama sonucu, sağlıklı ve genç kişiler köle olmak üzere tutsak olarak aldılar ve geriye yanlarında 400 tutsak ile korsanlar Cezayir’e 27 günde döndüler.

İlginçtir, sonradan Müslüman olmuşların kötü davrandıklarını anlatır Olaf Eigilsson!..

İzlanda’ya çıkan Osmanlı tabiiyetinde bulunan Cezayirli yağmacı korsan seferlerin edebiyata yansıması, 1628’de yazılmış olan kitap, Danimarka'nın Kraliyet Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. Bu kitapta köle olarak esir düşen Olaf Eigilsson tarafından anlatılar yer almaktadır. Anlatılanlara göre yolculuğunda esirlere Müslümanlar tarafından iyi davranıldığını, kendileri ne yemişse esirlere de aynısını verdiklerini yazmakta. İzlandalılara asıl kötü davrananların sonradan Müslüman olmuş İngiliz ve Danimarkalılar olduğunu yazmıştır.

İzlanda baskının Danimarka müzesinde çizimleri
1500’lü yıllardan itibaren Kuzey Afrikalı denizci kabilelerden oluşan korsan donanmaları Akdeniz’e kıyısı olan ülkeleri sürekli yağmalayarak servetlerine el koyuyordu. O dönemde Akdeniz’e hakim durumda olan Osmanlı vardır. Bu Afrikalı korsanlar, kendilerine bir tür güvence sağlamak amacıyla gemilerine Osmanlı sancağı çekerek yağma talan işleri yaptıkları kaynaklara göre, Osmanlı Devleti de karşılığında bu korsanlardan yüklü miktarda vergiler alıyordu. Ayrıca başta Cezayirli korsanlar, o dönemde Osmanlı Devleti egemenliği altında olduğu için, Avrupalılar yağmacı korsanların yaptığı bütün kötülüklerinin sorumluklarını Türk halkına verilmiş ve bu nedenden Türklere karşı önyargıları başta İzlanda halkının nefreti hala Türkler üzerinedir.

Bir süre sonra Akdeniz’in Türk gölü haline gelmesiyle Kuzey Afrikalı korsanlar için yağmalanacak yer kalmamaya başlar. Hal böyle olunca Cebelitarık’ı geçip Atlantik Okyanus’una kıyısı olan Avrupa ülkelerine göz diker.

Hollanda sahillerine saldırdıkları sırada Jan Janszoon adlı ünlü bir Hollandalı denizci korsan Türk donanmasından çok etkilenir ve onlara katılmak istediğini söyler. Bu kişi önce, Hollanda ile İspanya savaşında bulunmuş, savaşta harikalar yaratsa da Hollanda savaşı İspanyollara karşı kaybedince denizleri terk edip karada yaşamaya karar vermişti. Jan Janszoon devşirilerek Müslüman olur ve adını “Genç Murat Reis” olarak değiştirerek Osmanlı donanmasına katılır. Sonunda kendinini, ait hissettiği güçlü bir donanması olmuştur. Ancak ilk yıllarda İskandinav ülkelerini yağmalamaya çalışsa da güçlü bir direnişle karşılaşır. Böylece “Genç Murat Reis” ve tayfası, Norveç, Danimarka gibi ülkelerden istediğini alamayınca yönünü savaşçı kimliği olmayan bir başka küçük İskandinavya ada ülkesi olan, geçimini balıkçılıkla sağlayan, o güne kadar kimseyle alıp vereceği olmamış, kendi savunmaya savaşma deneyimi olmayan İzlanda’da çevirir...

Böylece, Murat Reis’in yanında neredeyse tamamı Araplar ve Afrikalılardan oluşan tayfalarıyla birlikte, Osmanlı sancağı çekilmiş gemiyle 1627’de İzlanda’ya çıkartma yaparak İzlanda’yı istila ederek yağmalayarak servetlerine el koyar. Aynı zamanda 50 İzlandalıyı öldürüp 400 tane genç erkek ve kadınlardan oluşan esiri alarak geri dönerler.

O dönemlerde İzlanda nüfusu 60 bin dolaylarında olan ülkenin genç ve üretken nüfusunun büyük çoğunluğu İzlanda’dan ele geçirilen sarışın mavi gözlü uzun boylu kadınlara, güçlü kuvvetli erkeklere köle pazarında oldukça yüksek değer biçilir tabii.

Kısa süre sonra İzlanda'yı ikinci kez sefer düzenleyen kişi Ali Biçin Reis olur. Bu ikinci seferin sonucunda ise 800 esir ile geri dönülmüştür. Bu kez halkın neredeyse bütün değerli eşyalarına da el koyarlar.

İzlanda’da Tyrkjaránið olarak bilinen bu olayın ardından İzlandalılar silah kullanmayı ve savaşmayı öğrenmek için kendilerini eğitmeye başlar. Bugün bile o vahim hatıranın yası tutulan İzlanda’da bununla ilgili bestelenen bir halk şarkısı bile var.

Not: Kimi kaynaklara göre Türk korsanları sefere katılmamıştır ve seferin düzenlenmesi içinde Osmanlı Padişahın özel bir fermanı da yoktur.

Kaynaklar:
1627 Tyrkjaránið (1627 Türk Baskını)
Kaynak kişi: KHİ’de (Tarih Öğretim Topluluğu) Doçent Þorsteinn Helgason, “İzlanda'daki Türk Soygunu.” 1906-1909. Reykjavík, Tarih Derneği.
Þorsteinn Helgason (el yazması ve yönetimi), Hjálmtýr Heiðdal (denetim), Guðmundur
Steinunn Johannesdottir. 2001.Gu ðríður Símonardóttir'in ereksiyon kitabı. Kaynaklara dayalı bir roman. Reykjavík, Mál og menning.
Kaynak kişi: KHİ’de (Tarih Öğretim Topluluğu) Doçent Þorsteinn Helgason(1) Þorsteinn Helgason. “Hverjir stóðu
Burkay Çağıltı
Referanslar:
(1) Þorsteinn Helgason. „Hverjir stóðu raunverulega að Tyrkjaráninu?” (Türk baskınına gerçekten kim karşı çıktı?)
(2) Þorsteinn Helgason, “Hvaða heimildir eru til um Tyrkjaránið?” (Türk akınları için hangi kaynaklar var?
(3) Þorsteinn Helgason, “Hvað gerðist í Tyrkjaráninu?” (Türk baskınında ne oldu?)
(4) Þorsteinn Helgason, “Hvaða heimildir eru til um Tyrkjaránið?” (Türk akınları için hangi kaynaklar var?)
(5) Þorsteinn Helgason, “Hverjir stóðu raunverulega að Tyrkjaráninu?“ (Türk baskınına gerçekten kim karşı çıktı?)

Sagnakvöld IV -Tyrkjaránið Grindavík. Story Night IV -Türk Baskını Grindavík.
Tyrkjaránið. Geymt (Türk soygunu) í Wayback Machine Á www.djupivogur.is
Þorsteinn Helgason, “Hvað gerðist í Tyrkjaráninu?” (Türk baskınında ne oldu?)
Þorsteinn Helgason, “Hvað gerðist í Tyrkjaráninu?” (Türk baskınında ne oldu?)
Þorsteinn Helgason. “Hvaða heimildir eru til um Tyrkjaránið?” (Türk akınları için hangi kaynaklar var?)

(*) Jan Janszoon van Haarlem (Küçük Murat Reis) kimdir?

1627 yılında gerçekte adı Jan Janszoon van Haerlem, Küçük Murat Reis adlı denizci aslında Hollandalı ve Hollanda’nın Haarlem’de doğmuş rezil serserinin birisidir. 30’lu yaşlarda korsanlığını yarı resmi Hollanda krallığı adına yarı kendi adına yapmış biridir. Hollanda krallığına yarı resmi, yarı kendi hesabına Hollanda’ya, yarı zamanlı da kendine çalışmış haydut biridir. Saldırdığı gemilerin ait olduğu ülkelere göre kendi gemisine kimi zaman Hollanda bayrağı çekmiş, kimi zaman Osmanlı bayrağı.

İzlanda Bayrağı
Türk Öldürmek Serbest Ülke İzlanda
Ancak İzlanda’nın Grindavik, Austfiroir ve Vestmannaeyjar adlı bu üç kentte hala Türkler zaman zaman “Tyrkjaranid” (nsan çalan Türk) olarak anılıyor.

Avrupa’da bir söz vardır: “De ergste Turk was nota bene een Hollander!” (En zalim Türk kesinlikle bir Hollandalıydı…)

Gerçek adı Jan Janszoon Van Haarlem olan, Hollanda kökenli kişi, Müslüman olarak Küçük Murat Reis adını alarak, Atlantik Denizinde kısa süreliğine Hollandalı Türk Korsan denizci olarak tarihe geçmiştir.

İngiltere ve Hollanda Kraliyetlerinin her türlü korsanlık faaliyetlerini yasaklama kararının ardından Müslüman olup Fas Sultanının korumasında, Fas’ın Atlantik kıyısındaki Sale limanını İspanyollardan alarak orada, “kurtarılmış bir korsan cumhuriyeti” kurmuştur. Daha sonraki yıllarda ise Fas’ın Osmanlı’ya bağlanması ile birlikte Osmanlı’ya tabi olmuş ve Cezayir Beylerbeyi’nin emrine giren Küçük Murat Reis’in Osmanlı’nın “Atlantik Korsan Kuvvetleri” komutanı olmuştur.

Korsanları Atlantikteki yağma yolları 
Küçük Murat Reis’in en önemli seferi, 1627’de Cezayir limanından 15 parça gemi ile denizlere yelken açıp, Cebelitarık’tan geçerek kuzeye Avrupa kıyılarına yağmacılık yapmak amacıyla uğrayarak denizlere açılmıştır. Manş denizini geçerek, Kuzey Denizi boyunca Danimarka ve Norveç kıyılarına yağma için saldırıya geçmişlerse de pek başarılı olamamışlar

20 Haziran 1627 tarihinde İzlanda’ya çıkmışlar. Burada 16 Temmuz tarihine kadar 26 gün kalmışlar. 26 günden sonra 400 esir ve büyük bir ganimetle Cezayir’e geriye dönmüşler. Bu dönüş yolu yaklaşık olarak 2800 deniz mili olup 27 günde yolu tamamlamışlar...

Küçük Murat Reis ve emrindekiler, İngiltere’deki prenslikler ve kontlukları ve dahi, İzlanda, Norveç, İsveç ve Danimarka limanlarına arka arkaya yaptıkları saldırılarda önemli düzeyde ganimet ve esir ele geçirmişlerdir.

Sonradan Müslüman olmuş İngiliz ve Danimarkalıların kötü davrandıklarını anlatır...

1628 yılında yazılmış, Danimarka’daki kraliyet kütüphanesinde bulunan “Türklerin Atlantik Serüvenleri adlı belgesel kitapta piskopos Olaf Eigilsson, “Türk denizcilerinin 1627 yılında İzlanda’ya geldiklerini, kendisi de dâhil, 300 kişiyi esir alarak Cezayir’e götürdüklerini, daha sonra serbest kalarak İzlanda’ya geri döndüğünü” anlatmaktadır. Olaf Eigilsson, yolculuğunda esirlere Müslümanlar tarafından iyi davranıldığını, kendileri ne yemişse esirlere de aynısını yedirdiklerini, İzlandalılara asıl kötü davrananların, sonradan Müslüman olmuş İngiliz ve Danimarkalılar olduğunu bizzat o kitabında anlatır. (1)

Danimarka-Kopenhag da “Kgl Bibliotek Chistians Brygge no: 8” adresinde yer alan kütüphanede bulunan diğer bir kitap, pek bilinmeyen iki Türk denizcisini bizlerle tanıştırmaktadır. (2)

İzlanda da Osmanlı bayraklı gemiler 
İzlanda’nın başkenti Reykjavik‘de 1852 yılında basılan ve H. Haengsson ile H. Hrolfsson tarafından birlikte yazdıkları, “litil Saga Umm Herhla-up Tyrkjans a İslandi 1627” adlı yapıtta Genç Murat Reis‘in filosundan Arif ve Bejram (herhalde Bayram) adlı iki komutanın gemileri ile Beruşyord limanı‘na girdikleri anlatılmaktadır. (3)

Aynı kütüphanedeki diğer bir kitapta, “Murat Reis, amiral olarak tanıtılmakta”, başka bir kitapta ise, “1631 senesinde Türk donanmasının 15 parça gemi ile İngiltere’ye geldiği ve daha sonra 12 parça gemi ile İzlanda’ya sefer düzenlediği” belirtilmektedir.

Kopenhag’ın 60 km. uzağında bir liman şehri olan Helsingör‘de, müze olarak kullanılan Hamlet’in Şatosu’nun duvar pano ve tablolarında İskandinav limanlarındaki Türk denizcileri ve gemileri tasvir edilmektedir.

Stanley Lein Paul, “Devonshire Kontluğu Tarihi” adlı kitabında “Türk denizcilerinin, 1625 yılının ağustos ayında Plymouth ve Hardland Point limanları açıklarında 27 parça ticaret gemisine el koyduklarını, Suseks, Hatas, Devon, Cornwell ve batı kıyılarındaki kontluklara ait kalelere akınlar düzenlediklerini” anlatmaktadır. (4)

Küçük Murat reis komutasındaki Osmanlı korsanları İngiltere’nin güneybatısındaki Lundy adası 1625-1630 yılları arasında ele geçirilerek, özellikle kuzeye yapılan harekâtları daha iyi destekleyebilmek amacıyla üs olarak kullanırlar. Murat Reis’in emrindeki Türk korsan filosu “Land End”den yaklaşık 100 mil kadar içerde Hhard Lend burnundan 11 mil açıktaki bu adayı üs yaparak batılı devletlere dehşet saçmaktaydılar. İngiltere, uzun yıllar Türkleri Lundy ve Scillya adalarından atamadı. Bütün çabalara rağmen İngiltere kıyılarına 10 km mesafedeki bu küçük ada Türk korsanlardan yaklaşık 5 yıl boyunca geri alınamayınca İngiltere kralı İ. James ve oğlu İ. Charles’in birçok İngiliz amirali kral tarafından görevden alındı.

1631’de de Türkler İngiliz limanlarını yıllık vergiye bağladılar.
İngiltere’nin Bristol, Plymouth, Southampton ve İrlanda’nın Cork ve Baltimore gibi birçok limanları Türk korsanları tarafından birçok kez vuruldu ve Atlantik ortasında yüzlerce İngiliz, İspanyol ve Hollanda gemisi ele geçirildi.

1627 yılında 10 gün içinde 27 İngiliz gemisi Türkler tarafından ele geçirildi. 19 Haziran 1631 gecesi İrlanda’nın Baltimore limanı da Türk Korsanları tarafından ele geçirilmiş ve bu olay sonunda ünlü şair Thomas Usborne Daways 56 mısralık uzun bir şiir yazmıştır.

İzlandalı Köleler...
İzlanda'dan Cezyir'e getirilen köle kadınların satılışı

Küçük Murat Reis komutasındaki Cezayir-Türk korsanları tarafından, 1627 yılında Atlas Okyanusu'ndaki İzlanda adasına yapılan denizaşırı harekâttır.

12'si kadırga 15 parçadan oluşan donanması ile Küçük Murat Reis, İzlanda'ya giderken ilk önce Manş Denizi'nden geçti, sonra kuzey denizi boyunca Danimarka ve Norveç kıyılarını topa tutarak, 20 Haziran 1627 tarihinde İzlanda sahillerine ulaştı. Ülkenin Austurland denilen doğu bölgesi ile İzlanda kıyılarına çok yakın konumda bulunan Vestmannaeyjar adası Cezayir-Türk korsanlar tarafından yağmalandı. Cezayirli korsanlar, 16 Temmuz tarihine kadar 26 gün boyunca İzlanda'yı işgal altında tuttular. Bu sürede genç ve sağlıklı kişileri köle olmak üzere esir edildi. Sefer sonunda, 400 köle ve birçok ganimet ile birlikte 27 günlük bir yolculuktan sonra 12 Ağustos'ta Cezayir'e geri döndüler.

İzlanda'da korsanlar ile İzlandalıların mücadelesi
Sonuç Neydi?
Osmanlı donanması oradaki karıları gemiye alıp batıya yelken açmışlar, sonra batıya yelken açmışlar ama ondan sonrası bilinmiyor. Amerika'ya gittiler diyen var Afrika'ya gittiler diyen var ama bence okyanusta kaybolup boğulmuşta olabilirler.

Kaynaklar:
(1) Piskopos Olaf Eigilsson,1628 yılında yazılmış, Danimarka’daki kraliyet kütüphanesinde bulunan “Türklerin Atlantik Serüvenleri adlı belgesel kitaptan
(2) Danimarka-Kopenhag’da, “Kgl Bibliotek Chistians Brygge no: 8” de yer alan kütüphanede bulunan kitaptan.
(3) İzlanda’nın başkenti Reykjavik’te 1852 yılında basılan ve H. Haengsson ile H. Hrolfsson tarafından birlikte yazdıkları, “litil Saga Umm Herhla-up Tyrkjans a İslandi 1627” adlı yapıtta
(4) Stanley Lein Paul, “Devonshire Kontluğu Tarihi” adlı kitabından
http://korsan.uskudar.biz/kuzey_denizi.htm
https://eksisozluk.com/1627-izlanda-seferi--1576486

Kaynaklar:
Vikinglerin Günlükleri: RI Sayfası'nın kayıtları, anıtları ve masalları (British Museum Press, 1995)
James Graham-Campbell, Colleen Batey, Helen Clarke, RI Page ve Neil S Price tarafından Viking Dünyasının Kültür Atlası (Andromeda, 1994)
Anna Ritchie'nin Viking İskoçya (Batsford, 1993)
Viking Yaş İngiltere Julian D Richards tarafından (Batsford, 1991)
The Viking Dig: Richard Hall'un York'taki Kazıları (Bodley Head, 1984)
Scar: Sanday'da Bir Viking Tekne Mezarı, Olwyn Owen ve Magnar Dalland'ın Orkney (Tuckwell Press / East Linton, 1999)
Donald Bullough'un Charlemagne Çağı (Paul Elek, 1965)
Orkneyinga Saga Hermann Palsson ve Paul Edwards tarafından çevrildi (Hogarth Press, 1978)
NF Blake'in İngiliz Dili Tarihi (Macmillan, 1996). İngilizce büyümesinin erişilebilir ve modern bir tartışması.

E Eckwall tarafından İngilizce Yer-İsimler Oxford Sözlüğü (Oxford University Press, 1960). Yer isimleri hakkında halen en yararlı kitap.

Thomas Pyles ve John Algeo'nun İngiliz Dilinin Kökeni ve Gelişimi (Harcourt Brace Jovanich, 1993). Bölümlerin içine iyi düzenlenmiş, İngilizce evrimine ilişkin kapsamlı bir rehber.

Anglo-Saxon İngiltere'deki Blackwell Ansiklopedisi Michael Lapidge, John Blair, Simon Keynes ve DG Scragg (Blackwell, 1999) tarafından düzenlenmiştir. Vikings, Eski İskandinav, yer isimleri ve çok sayıda kişi, metin ve yer girişi dahil olmak üzere önde gelen akademisyenler tarafından Anglo-Sakson kültürünün her yönüne kapsamlı bir rehber.

Oxford Illustrated History of the Viking, P Sawyer tarafından düzenlenmiştir (Oxford University Press, 1997). Vikinglerin faaliyetleri hakkında renkli, tam bir tartışma.

Viking Gemi Müzesi . Oseberg, Gökşat ve Tune'daki büyük gemi mezarlarının resimlerini ve açıklamalarını ve aynı zamanda Norveç'teki Borre'deki baş rafı mezarından bulgular.

İsveç bölgesinde'ki Vikingler ise doğuya yönelirler ve Doğu Avrupa'nın istilası için buraların nehir sistemlerini kullanarak Novgorod ve Kiev'e geçerler, akabinde Karadeniz'e ve hatta Konstantinopolis'e (bugünün İstanbul'una) ulaşırlar.

Kitaplar
PG Foote ve DM Wilson'ın Viking Başarısı (Sidgwick & Jackson, 1980)
Viking Hersir, 793-1066 AD, M Harrison (Osprey, 1993)
Savaş sanatı Viking Sanatı tarafından P Griffith (Greenhill Books, 1995)
Viking Silahları ve Savaş JK Siddom tarafından (Tempus, 2000)

29 Mayıs 2019 Çarşamba

DÜZEN BOZAN TROL KADIN Elif Şafak Keleş




KISACASI TROL DÜZEN BOZAN DEMEKTİR. 
Yandaki Resmi Bulunan Kadının Görevi de Düzen Bozmaktır
Norveç ve İzlanda’da 11. Yüzyılda yazılmış “Edda” masallarında geçen dev büyücü cadı canavarların adıdır Troll. Onların Tanrılara ve insanlara düşmanlık yapan Genellikle iri ve güçlü, kısır ve tehlikeli olarak tarifi yapılan varlıklar olarak anılırlar.

Eski İskandinav ve Norveç efsane kültüründe bulunan doğaüstü varlık olan trol, dev yaramaz, kötü ve çirkin mitolojik bir tür anti sosyal canavar ama bunlar bazen cüce yaratıklarda olabiliyorlar. Günümüzde popüler trol hatıra eşyalar ve resimler olarak, özellikle Norveç’te hediyelik eşya olarak bu heykelcikler satılmaktadır.

Troll Norveç halk masalları 1842-1844 yılından sonra kontrol altına alınır ve çeşitli maceralı önemli roller verilerek çağdaşlaştırılır, hatta hatıra eşyalar durumuna getirilen bir kültür varlığı olarak, popüler macera, masal ve çizgi romanları haline getirilir.

Norveç folklarında troller ya devdir ya da cücedir. Norveç dağlarında, ormanlardaki mağaralarda, kütük evlerde yaşayan efsanevi masal, kahramanı, çirkin suratlı, sıra dışı bir yaratık olarak tarif edilen bu efsanevi yaratıklardan olan Troller, Norveç’in ünlü öykü yazarlarından olan Henrik İbsen, Knut Hamsun, Trygve Gulbranssen ve dahi, diğer şairler, yazarlar Troll öykülerinden esinlenerek öyküler yazmışlardır.

Türkiye’de AKP Trolleri İşbaşında, Türkçede anladığımız troller, Norveç efsanesindeki trollerden farklılık gösterir.

Türkiye’de Trollük projesi, güçlü destek görerek iyi işliyor olduğuna son trol kadının yaptığı hatlarından anlaşılmıştır.
Yukarıda resimde görülen Elif Şahin Keleş adlı kadın, İmamoğlu'nun konuşmalarını çarpıtarak, cımbızlayıp saptırarak trolluk görevini aşağıda yapmıştır... 



Türkiye’de. İstenmeyen, rakip kişiler hakkında çeşitli suçlama kampanyalarını taraflı bir biçimde, hukuk dışı kişiyi kötüleme ve eleştiri sınırlarının çok ötesinde tam manasıyla kötü niyetle yapılmakta olup mutlak bir yol bularak kafaya taktıkları kişileri tuzağa düşürmektir görevleri.

Görevleri, kişiler üzerine “zarf atmak, yem atmak, doğruyla eğriyi birbirine karıştırmak, iftira atmak, haysiyet kırmak vs.” gibi anlamada kullanılır ve görevleri de tam budur. Birilerine yaralanmak, onların beğenisini kazanmak uğruna can yakmaktan hiç çekinmeyen, salt bulundukları ortamlarda tepki çekecek tuzaklar kurmak, can sıkacak, kızdıracak, ortamın güzelliğini bozacak, küçük düşürücü her türlü mesajları atarak tepki toplamak. Genellikle bu trollerin görevleri, hizmetinde bulundukları ağalarının işini kolaylaştıracak, yaşamlarını güçlü ve başarılı gösterecek her türlü kötülükleri mubah sayan zavallı insanlardır bunlar. Bu zavallı insanlar, yerme ile övme arasındaki farkı bile ayırt edemeyecek kadar alçaklarda yaşayanlardır.     

Bu zavallı troller, bilgisiz, karşıt görüşlü, sert tarzlı, kendi başlarına değil de, birilerine bağlı, yalan ve yanlışla yönlendirilen ama yalandan doğruyu ayıt edemeyen, kendini kaptırmış salt kötülükler yapmakta hünerlerinin üstüne bulunulmayan kişilerdir. Ki; internet ortamında insanları tahrik eden, kızdıran, asla nezaket kurallarına uymayan, davranışlarıyla kişiler arasında ayrımcılık yapan, ortalığı karıştıran, sürekli hukuk ihlalleri yapan kişilerden oluşurlar ve güçlerini, hizmet ettikleri gücün gölgesinde korkak sinek gibi yaşayarak alırlar.

Yani ülkemizdeki bu troller, birinin amacına hizmet eden, idealist olmayan, mantık taşımayan, salt tarif edileni yapan  “evet efendimci”  mantıksız ama çok kurnaz, mantık ve aklını kurnazlıkla çıkar amaçlı kullanan birileridir.

Türkiye de teknolojiyi iyi kullanan bu Trollerin görevi, teknolojiyi iyi kullanmak ve insanların zihinlerine girerek, birisine hizmet ettirmeyi özendirmek. Yani insanların kafasını karıştırmak, şaşırtmak, düşünme yeteneğini kaybettirmektir. Eğer bunları yapamıyorsa, sosyal medyadan başlıyorlar saldırıya, kafaya taktıkları kişiye çirkin iftiralar atarak, aşağılayarak işe girişiyorlar ve sonuç belli, o kişi ya savcıların kollarına düşüyor ya da işinden gücünden ediliyorlar.


10 Şubat 2019 Pazar

BEYŞEHİR'İN OSMANLILAR DÖNEMİ


Osmanlılar Elinde Beyşehir
Foto: Selman Zebil, Esentepeden Beyşehir ve Anamas dağı
Osmanlıların eline geçen Beyşehir’i Osmanlılar ne zaman tam olarak ortaya çıktığı bilinmeyen, Eşrefoğlu merkezi, üç tarafını kale ile bir tarafı gölle çevirdiği “ İçerişehir” adı verilen yer ile Beyşehir Çayı adıyla anılan bugünkü Çarşamba Kanalı öteki kıyısında uzanan yere de  “Dışarışehir”  denilmekteydi. Yani, günümüzde olduğu gibi kent iki taraflı ayrışmış oluşmaktaydı. Konya Vilayeti Salnamesi, 1883: 100 

Dışarı şehir olarak adlandırılan yerin (İçerişehir’in karşı tarafı, ne zaman kurulduğu pek bilinmese de, hayli dışarıdan gelen göçlerle nüfuz artışından kentin kurulmuş olabileceği düşünülmektedir. Ancak, “Dışarışehir”  denilen yerde kendi adıyla anılan bir mahalle ve camii bulunan Hacı Armağan Şah’tan (*) dolayı, “İçerişehir” dışındaki iskân hadisesinin çok daha eskilere dayandığı söylenebilir.

(*) Antalya, Isparta, Konya ve Beyşehir’de pek çok vakıf eseri olan Mübarizüddin Hacı Armağan Şah, Sultan Keyhüsrev’in oğlu İzzeddin Keykavus’un Atabeğidir. 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’in cülusunda Üstadüd-dârlık yapan Armağanşah 1248’de Babai İsyanında öldürülmüştür. (Bkz. M. A. Erdoğru 1992:84).

Osmanlı hâkimiyeti sürecine geçmesiyle de devam etmiş gibi söylense de, işin gerçek tarafı, Eşrefolu Beyliği dönemindeki itibarlı canlılığını koruyamadı. Ancak Osmanlı’nın bir sancak kenti olur ve 1842 yılı itibariyle sancak olma özelliğini kaybeder ve Beyşehir kent nüfuzu armasını kaybederek, kentin gelişmesi de durağanlaşır. Başta buna neden, kent nüfuzunun gelişmesine engel sosyal, kültürel ve iktisadi idi.

19. yüzyıla gelindiğinde Beyşehir ve çevresinden büyük kentlere önemli göçler başlar. Eşerefoğlu zamanında cazibe merkezi olan kente ivme kazanan göçler, özellikle 19 ve 20. Yüzyılda tersine, kenti terk eden göçler ivme kazanmıştır.

Beyliğin kurucu Seyfeddin Süleyman’ın Beyşehir’de hala görkemiyle ayakta duran bir sanat eseri olan, bir benzeri olmayan ağaç işi Eşrefoğlu Camii, Anadolu Selçuklu Dönemi sanatının en nadide örneklerindendir. Aynı zamanda, caminin yanında çifte hamam, bedesten, konaklama yeri (han), aş evi(imaret) ve türbe yaptırmıştır. (1)

Eşrefoğlu Süleyman Bey’den sonra da önem verilerek Mübarizüddin Mehmet Bey zamanında bayındırlık çalışmaları sürmüştür. Beyşehir’de Subaşı (vali) sıfatıyla görevde bulunan Şerafeddin Ahmet Bey Selçuklu geleneğine uygun görülen tarzda imar faaliyetlerinde bulunmuş ve 1314 yılında  “Demirli Mescit” olarak bilinen, mescidi inşa ettirmiştir. (2) 

Foto: Selman Zebil yıl 1986
Mevlevilik tarikatının etkin bir üyesi olan Mehmet Bey, Ulu Arif Çelebi’yi Beyşehir’e davet etmiş, onunla yakın ilişki kurmuştur. Mehmet Bey ile Ulu Arif Çelebi arasındaki ilişki Menakibü’l-Arifin (Ariflerin Menkıbeleri) adlı yapıtında Ahmet Eflaki konuyu detaylı bir biçimde anlatılmaktadır. (3)

Mehmet Bey’in aynı zamanda 13. yüzyılın son çeyreğinde Anadolu’yu yurt edinen Seyyid Harun Veli ile de görüştüğü rivayet edilir. Eşrefoğlu Mehmet Bey’in 1303-1320 yılları arasında Beyliğin başında bulunduğu dönemde gerçekleşen bu buluşma sonrasında Mehmet Bey’in Seyit Harun Veli’yi ziyaret ederek, onun külliyesine gayr-i menkuller bağışlamasını ister. (4)

16. yüzyıl başlarında Beyşehir kenti 12 mahalle iken günümüzde 15 mahalleye çıkmıştır.

Eşrefoğlu, Subaşı Mescidi, Emenler (Halife Hacı İvaz), Asılbeyi, (İhtiyar Fakih, Aykut, Mancınık), Kuyumcu (Zergeran), İbrahim Ağa, Hacı Armağan, (Meydan), Kadı Muhyiddin, Yeltan, Seydi Ali bin Ali Bey, Debbağlar ve Kapu Mescidi adlı mahalleler kentin en eski mahalleleridir. 16. yüzyıl sonunda bu mahallelere Dalyan, Hoca Sinan ve Musalla mahalleleri de dâhil olmuştur. (5) 

18. ve 19. yüzyılına ait hurufat defterlerine göre bu mahallelerle eklenen Beyşehir merkezinde kale dâhilinde Çiftçiler (Hoca Bali), Şeyh Hamza, kale dışında ise Evsat adılı mahallelerin adları eklenir. (6)

Bu durum 16. yüzyıldan sonra da yeni mahallelerin oluştuğunu düşündürmektedir. 1844 tarihli Beyşehir Kazası nüfus defterine Beyşehir kaza merkezinde Cami, Hacı Armağan, Orta ve Dalyan Mahallesi olmak üzere dört mahalle kaydedilmiştir Bunlardan Cami İçerişehir’deki bütün mahalleleri bünyesinde toplamış bulunmaktadır.

20. yüzyıl başlarına kadar Beyşehir kent merkezi, “İçerişehir” ile “Dışarışehir”deki Hacı Armağan (Meydan), Dalyan ve Evsât adlı mahallelerden oluşmaktaydı.(7)

1902 yılında Beyşehir’e iskân edilen Çeçen muhacirlerin yerleştirilmesiyle birlikte meydana gelen yeni mahalleye, padişah 2. Sultan Hamit’in adına izafeten Hamidiye adı verilmiştir.

20. yüzyılın başında kent merkezinde yeni bir mahalle daha oluşturulmuştur Başbakanlık Osmanlı Arşivi Kaynakları (BOA), İrade-Dâhiliye, 5: 1321, lef 1, 3 Mayıs 1903. Bu tarihten itibaren günümüze kadar yeni mahalleler oluşmasını sürdürmüştür.

Mimari bilim dalında insanlığa bilgi sunan yapılardan Beyşehir, Eşrefoğulları Beyliği’ zamanından bize sanatsal değeri olan, koruması bizlere düşen dünyada benzeri pek az bulunan mimari eserler bırakmıştır…

Osmanlı Döneminde Sürgün Yeri Beyşehir
Foto: Selman Zebil İçerişehrin görünümü yıl 1985
Sürgün; insanların bulundukları yerden istekleri dışında başka yerlere göç ettirilerek ikamete zorunlu tabi tutulmalarına sürgün denilmektedir. Osmanlı Devletinin tarihi sürecinde sürgün siyasetini, kendisine tehlikeli gördüğü, farklı düşüncelerinden bazı topluluklara uyguladığı cezalandırma yöntemiydi sürgün.


Dilimizde, insanların bulundukları yerden başka yere zorunlu olarak göç ettirilerek ikamete zorunlu tabi tutulmalarına sürgün denilmektedir. Osmanlı Devletinin tarihi sürecinde, çeşitli nedenlerden dolayı, farklı düşüncelerinden bazı toplulukları sürgün siyaseti uygulanarak cezalandırma yoluna gitmiştir.

Osmanlı devleti, kuruluşundan kısa süre sonra sürgün siyasetine başlamış, toplumu bir yerden başka bir yere, yani en çokta sürgün, yeni fethedilen yerlere Türkmenler, sürümüştür. Bu sürgünlerden en çok pay sahibi Karaman Beyliği’nin Osmanlılar tarafından dağıtılmasıyla olmuştur.

Osmanlı Vilayete bağlı Beyşehir Kazası idarî, coğrafî ve fizikî özelliklerinden dolayı olsa gerek, bir tür sürgün alanı olarak seçilen bölgeler içinde yer alır. Bu nedenle özellikle  “20. yüzyıl başlarında ve savaş dönemlerinde çok sayıda gayrimüslim Beyşehir Kazasına sürgüne gönderilmiştir. Bu çalışmada, başta muhasım devlet tebaasından olanlar olmak üzere Beyşehir Kazasına sürgün edilen gayrimüslimlerin nicelik ve nitelikleri ile sosyal ve ekonomik özellikleri ele alınacaktır.” (*)

Buna gerekçe olarak, kısmi siyasi-idari olsa da, aşağılanan, horlanan, hesaba katılmayan, nerdeyse yok sayılan Türkmenlerin Osmanlı otoritesine arada bir başkaldırmalar yapmalarından dolayı ayaklanıyorlar, padişahların huzurunu kaçırıyorlardır. Türkmenleri sürgün ederek, birlik ve bütünlüklerini bozup dağıtarak, Osmanlı yeni fethedilen, daha çok Balkanların sınır bölgelerine sürüyorlardı.

Örneğin, Osmanlı’ya uzak kalan Anadolu’nun ortasında sayılabilen Konya bölgesinden, özellikle Karaman Beyliğini ortadan kaldırarak Balkanlara sürülmeleri tarihimizde bir tür yüzkarası olarak kalmaktadır.

(*) Hüseyin Muşmal, Hasret Gümüş, “Exiles To Beysehir Town During The Late Ottoman Empire Periods” (Osmanlı devletinin Son Dönemlerde Beyşahir Kazası’na Yapılan Sürgünler)

Nüfus Hareketleri
Bilindiği gibi, nüfus hareketleri, bir toplumun siyasal yapısını olduğu kadar sosyal yapısını da etkilemekte, aynı şekilde toplumun siyasal ve sosyal yapısı da nüfus hareketlerine bazı tesirlerde bulunmaktadır. Bu çerçevede daha önceki yüzyıllarda nitelikleri farklı olmakla birlikte, Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyıldaki siyasal zafiyetleri ve bunun sonuçlarının çeşitli yönlerde büyük nüfus hareketleri şeklinde ortaya çıktığı söylenebilir (*)

19. yüzyıl Osmanlı arşiv belgelerinde, Beyşehir ve çevresinden büyükşehirlere önemli oranlarda içgöç yaşandığı, 19. Yüzyılda yoğunlukla Beyşehir’den büyükşehirlere göç edenler olmuştur. Beyşehir Sancağına ait  “temettuat” ve “nüfus defterlerinden” bilgi edinilebilir. Defterlerdeki kayıtlarda, hane reisinin veya kişinin isim, eşkâl ve meslek bilgileri belirtildikten sonra, bu bilgilerin hemen üstüne küçük notlar düşülerek, kişilerin kent dışında olmaları halinde nerede ve ne ile meşgul oldukları veya gitmiş oldukları bölgelerde kaç yıldır bulundukları hakkında bazı bilgiler verilmektedir.

19. yüzyılın ortalarından itibaren Beyşehir ve çevresinden büyükşehirlere yapılan göçlerin nicelik ve nitelikleri ile ilgili bazı tespitler yapabilmek mümkün olmaktadır.
Temettuat defterlerine göre 19. yüzyılın ortalarında Beyşehir ve çevresinde bulunan kazalara bağlı 89 yerleşim biriminden 40’ı büyükşehirlere göç vermiştir.  Yani bölgedeki yerleşimlerin %45’inden büyükşehirlere göç yapılmıştır.

(*) Nuri Akbayar, “Tanzimat’tan Sonra Osmanlı Devleti’nde Nüfus”, 1985,TCTA,VI, İst. s.1238-1246

Beyşehir’den Büyük Kentlere Göçler
Göç araştırmacılara göre, genellikle Beyşehir bölgesinden dışarıya giden işçilerden mesleği hamal, ırgat, ya da hizmetkâr olarak gitmişlerdir. 1844 yılına ait verilerinden hareketle yapılan tespitlere göre en çok göç edilen İzmir’i vasıfsız işçiler tercih ederlerken, İstanbul’u ise vasıflı işçiler tercih etmiştir.

1844 yılında yaklaşık 5.000 hanenin yaşadığı Beyşehir bölgesinden büyükşehirlere çalışmaya giden hane reisinin 250 civarında olduğu anlaşılıyor. 1844 yılında düzenlenmiş olan nüfus defterlerinde düşülen notlara göre, Beyşehir Kazasında kaydedilmiş 6.480 erkekten 622’si İzmir, 63’ü İstanbul, 46’sı da diğer şehirler olmak üzere toplam 731 erkek kişi, yani nüfuzun %11,36 çalışmak amacıyla Beyşehir Kazasından büyük şehirlere göç etmişlerdir. (8)

20. yüzyılın başlarında yayımlanmış bir çalışmada Beyşehir kent ve kırsalında özellikle Balkanda ve civarındaki köylerin ahalisinin İstanbul’da manavlık, Davgana, Miligöz, Üskerles, Manastır, Yaylasun, Hüseyinler ve Fasıllar köyleri ahalisinin de İzmir’de hamallık ve buna benzer işlerle iştigal ettikleri ifade edilmektedir. Dr. Nazmi 1922: s.150

Şüphesiz yeterli olsaydı, insanlar Beyşehir ve çevresinden büyük şehirlere göç etmeye kalkışmazlardı. Sürekli geçim sıkıntısı çektiği ve bu sebeple bunların işçi olarak büyük şehirlere göç ettiği gerçeği de eklenebilir (Yılmaz 1998:135) 9

Özellikle 19. Yüzyılda başlayan kentlere işçi göçleri, Beyşehir Nüfus defterleri ise, bu gerekçeyi küçük notlarla açık bir şekilde “kısmet tariki” olarak yazılmıştır. Beyşehir ve çevresinde rızıklarını temin edecek ve yaşamlarını sürdürecek işten yoksun olan kişiler “kısmet tarikiyle” veya “maişetlerini temin etmek” arzusuyla yörelerinden zorunlu olarak ayrılarak büyük kentlere, “ne iş olursa yaparım” anlayışıyla her işi yapmak için gitmişlerdir.

1892 yılında Beyşehir’e gelen Alman gezgin Frederik Sarre “Küçük Asya Seyahati 1895” yapıtında, Beyşehir Gölü suyunun gri ve bulanık olduğu için içilemeyecek derecede olduğunu, özellikle yazın güneşin etkisiyle suyun sıcaklığı çok yükseldiğinden insanın ateşini çıkardığını belirtmektedir

Beyşehir’e Yöresine Yerleşen Kürtler
Hasan Öztürk, “Kurucuova Tarihi” adlı araştırmasında bölgedeki yerleşim yerlerinden söz eder. 1466 yılında bölgede; Orta Anadolu’da Kürtlerin ilk yerleştiği yerlerin Isparta’nın Şarkîkaraağaç’a bağlı Kürtler Köyü olduğunu yazar. Osmanlı belgelerinde 1584 nüfuz ve yerleşim yerleri belirtilmiş, Kürtler köyü 1920 tarihine kadar Konya’nın Beyşehir ilçesine bağlı bir yerleşim yeri olarak kalmıştır.

Beyşehir Sancağına ait 1466 tarihli Müsellim Defterinde Yenişehir Nahiyesi’nin kimi köylerinin Yörük olduğu yazılmıştır Bu belgede kimi köylerin Yörük olduğunu dile getirirken Yenişehir (Şarköy) Kürtler ve Muma köylerinden gayri köyleri kastetmektedir. Bu köyler; Bademli, Kurucuova, Yenice, İsrailliler, Küre ve Hoyran köyleridir.

Beyşehir ve çevresinde Etiler; Etiler, Lidyalılar, Frigyalılar, İyonlar, Makedonyalılar, Persler, Selefkoslar, Romalılar, Araplar, Selçuklular, Eşrefoğulları, Hamitoğulları, Germiyanoğluları, Karamanoğulları ve sonunda Osmanlılar hâkim olmuşlardır.

(1) Salim Koca, “Anadolu Türk Beylikleri”, 2002, s.716
(2) Ahmet Çaycı, “Eşrefoğlu Beyliğinin Mimarî Eserleri”  Yüksek Lisans tezi, Konya
(3) Ahmet Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri 1973:282
(4) Ahmet Çaycı 1993 s.13
(5) M. Akif Erdoğru  “Osmanlı Yönetimi’nde Beyşehir Sancağı”, İzmir.1998, s.106
(6) VGMA, Hurufât 1075:7a; 537: 74; 537:75a; 1097: 19a; 1097: 21; 1097:20a; 1141:75b;1140:81a; 542:37a; 1141:74a; 1133:80b; 1133:80b; 1141:75b
(7) BOA, Temettuat Defterleri, (ML. VRD. TMT), Nr. 9820, 9821
(8) Müjgan Şahinkaya, “1844 Tarihli Nüfus Defterlerine Göre Beyşehir Kazası”, S.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya 2014.

5 Şubat 2019 Salı

BEYŞEHİR'İN GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE NÜFUZ (Demografi) YAPISI


Beyşehir’in Demografik Yapı

Foto Selman Zebil, Beyşehir gölü ve Anamas Dağı
Beyşehir’in nüfusu hakkında ilk önemli tahminler, kentin Osmanlı hâkimiyetinde bulunduğu 16. yüzyıl ve sonraki dönemlere aittir. Osmanlı öncesi nüfus yapısı için düzenli bir kaynak bulunmamaktadır. Döneme ait az kaynaklardan ve ya bazı tahmin yürütülerek elde edilen bilgilerden yola çıkarak bazı ipuçları yakalanıyor. 

İbn Fazlullah, Katibiyyi Dımeşki diye şöhret bulmuş. Gerçek ve adı Kirmanlı Şihabüddin ibn Yahya ibn Muhammed’dir. 13. yüzyıl sonuna doğru yazdığı “Mesalikü’l-Ebsar ve fi Memalikü’l-Emsar” adlı yapıtında, Eşrefoğulları için şöyle bilgiler verir: “Eşrefoğlu’nun memleketi ve mevkiine gelince; Rum ülkesinin kuzeyinde bulunan bu beyliğin, batısında Dündaroğullarının, güneyinde Karamanoğlu’nun, doğusunda ve kuzeyinde Cengiz Han hanedanının (Moğollar) toprakları vardır. Beyliğin başşehri Beyşehri’dir. Askeri 70.000 atlıdır. Bu beylik sınırları içinde 65 şehir 155 köy vardır. Şimdiye kadar da müstakildi. Timurtaş bu ülkenin sahibini tuttu. Gözünü oymak ve kulağını kesmek gibi türlü işkence yaparak öldürdü” (1)

Eşrefoğlu Beyliği’nin asker sayısının 70.000 olarak belirtilmesi hayli çarpıcıdır. Diğer taraftan Karamanoğulları dönemine büyük oranda ışık tutan Şikari’nin yapıtında ise İsmail Ağa’nın Beyşehir yöresinde hüküm sürdüğü 14. yüzyılda emrindeki 6000 Tatarla Karamanoğulları Beyliği’nin hizmetine girdiğini ifade edilmektedir. (2)

Bu belgelere göre Eşrefoğlu zamanında Beyşehir’in nüfuzu oldukça kabarık olduğuna işarettir ama kesin olarak Beyşehir o dönemki halkının nüfuzu bilinmemektedir.  

Bazı araştırmacılar Ortaçağ şehirlerinin, ekonomik verileri, kapladığı coğrafi alan (3) ile cami ve mescitlerin ortalama mekânsal büyüklükleri (4) ve dönemin tarihi kayıtlarından hareketle bir takım nüfus tahminlerinde bulunmuşlardır. (5)  

Yalınız bir gerçek var ki, Eşrefoğlu Beyliği’nin sona ermesiyle birlikte Beyşehir ve çevresinde yaşanan hâkimiyet mücadeleleri sürecinde Beyşehir Kenti’nin önemli oranda nüfus kaybettiği bir gerçektir…

Kentin beylik merkezi olma özelliğini, Karamanoğlu-Osmanlı mücadelelerinin yaşandığı dönemde kentin nüfuz azalmasına oldukça etkili olmuştur. Kentin Osmanlı hâkimiyetine geçişi sürecinde, kentten göler ivme kazanmıştır. Osmanlı döneminin nüfus tahminlerinde esas alınan vergi kayıtları, Selçuklu ve Beylikler devirleriyle kıyaslanamayacak kadar sistematiktir (Yörük 2008:172).

Osmanlı dönemi Beyşehir kent merkezi nüfusu ile ilgili tahminler yapılmıştır. Osmanlı dönemine ilişkin ilk nüfus tahminlerine göre, Beyşehir’in kent merkezi nüfusu, 1507 yılında 269 hane, yani yaklaşık 1.350 kişiden ibarettir. Şehir nüfusu, 1518-1524 yılları arasında 1.700’den 1.900’e yükselmiş, 1584’te 603 hane ile 3.000 nüfuzu aşmıştır. İş tersine kısa sürede dönmeye başlar. Osmanlı eline geçen kent, 16. yüzyıl başlarında artmaya başladığını görülse de 16. yüzyılın sonlarına doğru çeşitli nedenlerden dolayı kentin nüfusu önemli ölçüde düşüşe geçemeye başlar. 1641 yılında kentin düşen nüfuzundan dolayı 222 hane ve yaklaşık 1110 kişi kalmıştır. M. Akif Erdoğdu, “Beyşehir” 1992, TDVİA, VI, İstanbul, s. 84-85

1830-1831 yılında yapılan Osmanlı Devleti’nin ilk nüfus sayımına göre Beyşehir de 239 hane, 831 erkek nüfus bulunuyordu.

Erkek nüfus kadar kadın nüfusu olduğu düşünülerek yapılacak bir hesaplamada, 1831 yılında Beyşehir kent merkezi nüfusunun en azından 1.662 olduğu söylenebilir. 1840 yılı temettuat defterlerinde yer alan verilere göre şehrin nüfusu, 353 haneye, yani yaklaşık 1.765 kişiye ulaşmış olmalıdır. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Kaynakları ML. VRD. TMT 9821:1256/1840

1844 tarihli nüfus defterindeki kayıtlara göre ise kent merkezinde 395 hanede 911 erkek yaşamaktadır. Bunların kadınları da hesaba katılırsa, 1.822 kişi ortaya çıkar. Bu tarihte kentin en kalabalık mahallesi İçerişehir’deki Cami mahallesidir. 167 hanenin bulunduğu mahallede 423 erkek nüfus bulunmaktadır. Onu 123 hane ve 265 erkek nüfus ile Hacı Armağan, 61 hane ve 135 erkek nüfus ile Orta (Evsat), 43 hane ve 88 erkek nüfus ile Dalyan Mahallesi takip etmektedir.  Başbakanlık Osmanlı Arşivi Kaynakları NFS. D 3315)

1565 yılında Karaman Vilâyeti’nin büyük bir kısmında veba salgını görülmekteydi.
Bu durum bu tarihlere ait bir Mühimme defterinde  “Vilâyet-i Karaman’ın bir tarafın tâ’ûn tutup nice evler kapatıp sahipleri tâ’ûndan helâk olup”  biçiminde anlatılır. (6)

Konya Vilâyeti Salnamesi 1873:147, Beyşehir Kent nüfusu 1873 yılına gelindiğinde ise 403 haneye, yaklaşık 2.000 kişiye ulaşmıştır.

Şemseddin Sami, M.S.1888-1889 yılında yayımladığı ilk Türkçe Ansiklopedi olan “Kamusu’l Alam” adlı eserinin 2. Cildinde Beyşehir bahsinde “Cümlesi Müslim olmak üzere 2.000 kadar ahalisi vardır” demektedir. Şemseddin Sami 1306:1334

Ali Cevad da, 1895-1896 yılında yayımladığı, “Memalik-i Osmaniye’nin Tarih ve Coğrafya Lügatı” adlı yapıtında Beyşehir ve çevresi hakkında oldukça uzun bilgiler vermiş ve “Derun-ı kasabada iki bin kadar nüfus vardır” demiştir.

Konya Vilayeti Salnamesi; Şehir nüfusu, 1883 yılında 394 hane, 1899 yılında 409 hane

Konya Vilâyeti Sâlnâmesi 1906: 296, Kent merkezine yerleştirilen Çeçenlerin de sayıma dâhil edildiğini düşündüğümüz 1906 yılında ise 600 hane çıkar ve kabaca 3.000 kişiye ulaşır

1922 yılında yayımlanan Türkiye’nin Sıhhî ve İçtimaî Coğrafyası Konya Vilayeti isimli eserde Beyşehir merkezde yer alan mahallelerde hane sayısı, kadın ve erkek nüfusu ayrı ayrı verilmiştir. Buna göre İçerişehir Mahallesi’nde 180 hane, 357 kadın, 338 erkek bulunurken, Hacı Armağan Mahallesi’nde 117 hane 259 kadın, 249 erkek bulunur. Evsat Mahallesi’nde 86 hane 201 kadın, 190 erkek; Dalyan Mahallesi’nde 45 hane, 103 kadın, 91 erkek; Hamidiye Mahallesi’nde 75 hane, 173 kadın, 149 erkek, toplamda 503 hanede 1093 kadın, 1017 erkek toplam 2.110 nüfus yaşamaktadır. Dr. Nazmi 1922:148

Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan uzun bir süre sonra dahi kent merkezi nüfusu yeterli düzeyde gelişememiştir. Kent merkezi nüfusu 1927 yılında 2.578’dir. M. Akif Erdoğru 1992, s. 85, Bilal Alperen, “Beyşehir ve Tarihi", Büyük Sistem Dershanesi Matbaası, Konya.2001, s.117; 

1933 yılında Beyşehir kent merkezinde 872 hanede, 1604 kadın, 1574 erkek olmak üzere toplam 3.178 nüfus bulunmaktadır.(7)  

İçerişehir Mahallesi’nde 247 hane, 564 kadın ve 552 erkek, 1116 kişi yaşamaktadır. Hacı Armağan Mahallesi’nde 223 hane, 398 kadın ve 372 erkek, 770 kişi; Evsat Mahallesi’nde 205 hane, 341 kadın 285 erkek, 626 kişi; Dalyan Mahallesi’nde 69 hane 103 kadın ve 169 erkek, 272 kişi; Hamidiye Mahallesi’nde 128 hane 198 kadın ve 196 erkek 394 kişi yaşamaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık İstatistik Umum Müdürlüğü 1940 Genel Nüfus sayımına göre 1496 erkek, 1451 kadın olmak üzere 2.947 nüfus bulunmaktadır.

1945 yılında 2.894, 1950’de 3.173, 1960’da 5.833, 1970’de 8.980, 1975’de 14.116. 1980’de 15.359 1985’de 21.241’e çıkar.1990 yılında 30.412’e ulaşmıştır. (8)

Eşrefoğulları döneminde Beyşehir Kenti’nde gayrimüslim nüfus bulunduğuna dair herhangi bir kayda tesadüf edilmemiştir. Osmanlı arşiv belgeleri de Beyşehir ve çevresinde Rum veya Ermenilerin ciddi bir nüfusa sahip olmadığını göstermektedir.

Bölgede yaşayan gayrimüslimlerin niceliği konusunda ilk önemli tahminler yine 16. yüzyıla aittir. 16. Yüzyılın ilk yarısında, şehir merkezinde gayrimüslim bulunmamasına rağmen Beyşehir Kazası içerisinde; Kıstıfan, Davgana, Mada, Kesi, Girapa (Akburun) ve Mili köylerinde Müslümanların yanında Hıristiyanlar da mevcuttur. Daha sonraki yıllarda bunların büyük bir kısmının Müslüman olduğu ve
1584 yılında Kıstıfan ve Akburun’da tespit edilen çok az sayıdaki gayrimüslim nüfusun kendi köylerinde ziraatla uğraştığı bilinmektedir.

1831 nüfus sayımında Beyşehir Sancağında 27 hane gayrimüslim bulunduğu, bu hanelere 36 yetişkin ile 16 küçük erkek kaydedildiği. Yine Karaman Eyaleti sancaklarına ait

1832 tarihli Karaman Eyaleti Sancaklarına ait cizye defterine göre, Beyşehir Sancağında sadece Bozkır Kazasında 22 Evsât ve 8 edna kaydıyla oldukça az sayıda gayrimüslim bulunmaktadır. Bu kayıtlara göre Beyşehir Kazası merkezinde Süleyman Şevket eserinde 1870 yılında şehirde 1000 nüfus bulunduğunu söylemektedir. (9)

Konya Vilayeti 1883: 214 Salnamelerinde ise, Beyşehir Kazası dâhilinde köylerde 1883 yılında sadece 29 Rum ve 6 Ermeni bulunduğu görülmüş bölgede yaşayan Rum ve Ermeni erkeklerin sayısının 1906 yılında 50’yi bile bulmadığı anlaşılmıştır. Aynı tarihte Hıristiyan kadınların sayısı ise 52’dir.

1) Yaşar Yücel, Beylikler, XIII. XV. Yüzyıllar Kuzey Batı Anadolu Tarihi, Çobanoğulları, Candaroğulları Beylikleri, 1980 s. 188 Ankara ve Ahmet Çaycı. 1993, s.16
(2) İsmail Çiftçioğlu, “Beyşehir’de Moğol Emiri İsmail Ağa’nın Eserleri ve Vakıfları” 2002, s.3 vE Şikari 1946, s. 31
(3) Zeki Velidi Togan, “Moğollar Devrinde Anadolu’nun İktisadî Vaziyeti”  1942, s.24. Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası C.I, İstanbul, s.1-42.
(4) Tuncer Baykara, “Türkiye Selçukluları Devrinde Konya”, Konya Valiliği İl Kültür Müdürlüğü 1998
(5) Koray Özcan, “Anadolu’da Selçuklu Dönemi Yerleşme Sistemi ve Kent Modelleri”, 2005, s. 176-179
(6) Türkiye Cumhuriyeti Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, 5 Numaralı Mühimme Defteri, (973/1565-1566), Ank. 1994, s.156/369
(7) Memduh Yavuz,  “Eşrefoğulları Tarihi Beyşehir Kılavuzu,” 1934, Konya, s. 8
(8) Bilal Alperen 2001:117; M. Akif Erdoğru 1992: s.85, Adrese dayalı nüfus sayımına göre Beyşehir kent nüfusu 2007 yılında 32.799’dur…
(9) Süleyman Şevket, “Hülasa-i Coğrafya”, H. 1287: 63 İstanbul.

Diğer kaynaklar
Hüseyin Muşmal, “XIX. Yüzyıl Ortalarında Beyşehir Bölgesinden İzmir ve İstanbul’a göçler konusunda.
2013, Tarih Okulu Dergisi (TOD) Journal of History School (JOHS)

20 Ocak 2019 Pazar

EŞREFOĞLU 2. SÜLEYMAN'IN ÖLDÜRÜLÜŞÜ ve EŞREFOĞLU BEYLİĞİ'NİN SONU


Eşref Oğlu 1. Süleyman Bey Dönemi

Foto: Selman Zebil, Beyşehir gölünde
şimdi bulunmayan kayıklar yıl 1985
Selçuklu Sultanı 3. Keyhüsrev’in annesi, Eşrefoğlu Süleyman Bey’i saltanat naipliği, Karamanoğlu Güneri Bey’i ise beylerbeyi görevi ile Konya’ya çağırdı. İsmail Hakkı Konyalı, “Akşehir Tarihi” adlı yapıtı s.54 Kendilerine bağlı Türkmenler ile birlikte şehre gelen Süleyman ve Güneri Beyler, iki şehzadeyi 15 Mayıs 1285’te tarihi törenle Konya Selçuklu tahtına oturttu. Ancak, bir süre sonra Vezir Sahip Ata Fahrettin Ali’ye mensup olan Has Balaban, ordusu ile Konya üzerine yürüyünce Karamanoğlu Güneri Bey Karaman topraklarına dönerken, Eşrefoğlu Süleyman Bey de Beylik merkezi Gorgorum’a (Gökçimen) çekildi. (1)

1288’de Selçuklu-Moğol ortak ordusu Tarsus dolaylarını işgal ettiler. Karaman’a karşı harekete geçtiler. Larende bölgesini tahrip etmeye başlayınca, Karamanoğlu Güneri Bey’in, müttefiki olan Eşrefoğlu Süleyman Bey’de Ilgın’a akın yaparak, başta Balaban Oğlu olmak üzere öldürdükleri askerlerin başlarını Konya’ya gönderdi. Yine de her iki müttefik Süleyman Bey, Güneri bey gelen tehlikeyi sezdiler, hemen Konya’ya haber göndererek Selçuklu Sultan 2. Mesut’tan özür dilemek istediklerini bir açıklama ile barış istediler. Bu istekleri yerine getirmeleri için Sultan 2. Mesut, tahtında Eşrefoğlu Süleyman’a ve Karamanoğlu Güneri Bey’e eli öptürüp itaatlerini aldıktan sonra yerlerine geriye dönmelerine izin verdi. (2)

Bu tatlıya bağlanan barış görüşmelerinden sonra Eşrefoğlu Süleyman Bey, döndüğü ülkesi Gorgorum’dan taşındığı Beyşehir’de, İçerişehir adı verilen yerde imar işlerine başlar. Bu şehir çevresi surlarla çevrili, kale kapısından kente giriliyordu. Hala ayakta olan sadece o kale kapısı kitabesinde 1290 tarih ile dört satırlık bir yazı yer alıyor. Yazıda: Buranın Eşrefoğlu Seyfettin Süleyman Bey tarafından inşa ettirildiği. Sultan 2. Mesut’un adının da bulunduğu kitabenin ilk satırındaki söz, şehrin bu sıralarda Süleyman Bey’in adına nispetle "Süleymanşehir” diye anıldığını göstermektedir. Süleyman Bey’in kitabede “Emirü’l-Kebirir’lmu’azzam” olarak anılması da dikkate değer.

Eşrefoğlu Süleyman Bey, şehrin imarı ile meşguldü. İçerişehir denilen yerde, hala kalıntıları görkemli bir biçimde ayakta duran, camisi, kadınlar ve erkeklere has şırıl şırıl suları akan hamamı, hanı, Eşrefoğlu Camisi karşısında bulunan otuz bir dükkân ve birde bedesteni bulunmaktadır. Bular 1975 yılında, özgünlüğüne uygun tamir edilerek yenileme edilmişlerdir.

Birinci kitabede Caminin yapılışı 1297 yazken, büyük kapıdan içeri girilen kemer üzerindeki ikinci kitabede ise caminin 1299’da yapımı bitiş tarihi yer almaktadır.

Eşrefoğlu Camisi bitişiğinde bir de kubbeli bir türbe vardır. Bu türbenin içinde Eşrefoğlu Süleyman Bey, karısı ve küçük oğlu Eşref yatmaktadır diye bilinir.

Yeniden dönersek, başlangıca:  Moğolların Sülemiş isyanı ile uğraşmaları sonucu, Sultan 3. Alaettin Keykubat’ın ise isyan sırasında yalınız Konya’da değil, Anadolu dışına kaçarak Tebriz’e sığındı. Bu arada uçlarda bulunan Türkmen Beylikleri ve Eşrefoğlu Süleyman Bey’in geleceklerini (istiklallerini) ilen etmelerine yol açan ortamı hazırlamıştır. Gazan Han, bütün Selçuklu ülkesinin hâkimiyetini 3. Keykubat’a verip, Tebriz’den Anadolu’ya geri dönse de, Selçuklu merkezi Konya’ya kadar girememiş, ancak saltanatını Sivas’ta sürdürmeye çabalamıştır. Yani, durum böyle olunca, ülkedeki otoritenin bir daha kurulması mümkün olmamıştır.

Sonrası mı? Anadolu’da Moğol genel valisi olan Abışga Noyan birçok şikâyetler karşında Moğolların Anadolu Genel valisi Abışga Noyan’da Sultan 3. Alaettin Keykubat, Tebriz’e gönderdi. Karısı sayesinde öldürülmekten kurtulmuşsa da sürgünden kurtulamadı, Selçuklu tahtından azledilerek İlhanlı hükümdarı Gazan Mahmut’un emriyle 1301’de İsfahan’da yaşamaya mecbur edilmiştir. Mevlevi kaynakları, Abişga Noyan’ın överler ve âdeti ile tanındığını ve bu zulüm devrinde “Köse Peygamber”  lakabı aldığı, hatta Mevlevi olduğunu rivayet ederler. (*), (3)

Beyşehir gölündeki adalardan birkaçı Yıl 1987
Ya oldu biliyor muşunuz? Onun yerine Hamedan’da yaşamaya mahkûm edilen Sultan 2. Gıyasettin Mesut, Musul yoluyla Anadolu’ya gelerek tekrar Konya’da Selçuklu tahtına oturtulmuştur. Zaten 2. Mesut bir tür kukla idi, ha varlığı ha yokluğu fark etmezdi. Yani çok silik bir kişiliğe sahipti. Anadolu Selçuklu Sultanı Gıyasettin 2. Mesut, Moğolların sonu gelmeyen kötülük ve istekleri ile İrincin Noyan’ın zulmü dolaysı ile kahrından hastalanmış 1308’de ölmüştür.

Eşrefoğlu Süleyman Bey, 1299 veya 1300’de İstiklalini ilan etmiş Beyşehir’de Selçuklu Sultanı Gıyasettin 2. Mesut adına Süleyman şehrinde gümüş dirhem sikkeler kestirmişti. Daha önce de Sultan 3. Alaettin adına gümüş sikkeler kestirmişti.


Eşrefoğlu Süleyman Bey, Ağustos 1302’de ölmüştür. Ondan sonra beyliğin yönetimi oğlu Mehmet Bey’e geçmiştir. Eşrefoğlu Camisi bitişiğinde bir de kubbeli bir türbe vardır. Bu türbenin içinde Eşrefoğlu Süleyman Bey, karısı ve Eşref adlarında çocuğu yatmaktadır.

(1) Sait Kafaoğlu, “Selçuklu Sonrası Güneybatı Anadolu’da Bir Uç beyliği Eşrefoğulları” makalesi. (Eşrefoğulları Beyliği) TTK, 2018, s. 24-25
(2) Sahibi bilinmeyen,“Selçukname”, İ. Hakkı Uzunçarşılı, “Beylikler” Osman Turan, “Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi”, ve Sait Kafaoğlu aynı yapıttan aktarma.   
(3) Osman Turan, “Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi” 1984, nakkaşlar Yayınları, s.633.
(*) Mevlevilerin Moğol yanlısı oldukları bir kanıtı daha ortadadır. Bu karanlık dönemde her yerde elleri vardır

Eşrefoğlu Mehmet Bey Moğollara İtaat Etti
Daha önce de 2. Süleyman'ın babası Mehmet Bey, beylikten devlet kurmak için kendi Mevlevi şeyhinden "kut" talep eder ama Mevleviler bu isteğe destek vermemişlerdir. Sözü geçen Menakıpta Aydın Oğlu Gazi Umur Bey’in Mevlana ve Ulu Arif Çelebi’nin manevi himayesinde olduğunu yazar. Mevlevilerin Eşrefoğlu Mehmet Bey'den esirgediği Aydınoğulları Beyliğinin "kut" talebine fetih ve bölge hakimiyetinin kendisi ve evladının elinde olacak diye vermiştir. Eşrefoğlu Beyliğinin küçük bir iç beylik ve Konya’ya yakın olması dolaysıyla geleceğine dair yetki vermemişlerdir.

Dahi, Mevlevilerden yetki alamayan Eşrefoğlu Mehmet Bey 1314 yılında İlhanlı Valisi Çoban Bey güçlü bir ordu ile Anadolu'ya geldiğinde diğer beyliklerin beyleri gibi onu karşılamaya gitti ve itaatini bildirdi. Böylece itaat ettiği sürece yaşadılar.

Yazıcızade Ali’nin Saltukname’de belirttiğine göre, Eşrefoğlu Mehmet Bey, beyliğinin devletleşmesi yolunda, gönülden başlı olduğu Mevlevi Şeyhi, Ulu Arif Çelebi’den "Kut" yani manevi meşrutiyet talep eder. Fakat arzuladığı sonucu elde edemedi. Demek ki, Mevlevilerin Moğollara destek vermelerinden başka bir düşünce nedir ki?

İşte Eşrefoğlu 2. Süleyman Bey, cüretkar davranıp bağımsız bir devlet kurmak istemesi şimşekleri üzerine çeker ve beyliğin sona erme4sine istemeden neden olur. 

Lakin Eşrefoğullarının yeteri kadar büyümelerine engel doğrusu Mevlevilerdir. Beylik kurulurken, küçükte olsa, o günkü siyasi, iktisadi bakımdan ve Selçukluların 1280’li yıllara gelindiğinde git gide dağınıklığı, her geçen gün güçten düşmeleri ve Selçuklu mirasına Moğolların Anadolu işgalini çok sert bir biçimde zor kullanarak oturduğu bir dönemdi.

Eşrefoğlu Beyliği 40 yıllık dönemini geçirdiği sürede de Moğollar Anadolu’da çok güç sahibi oldular. Eşrefoğlu 1. Süleyman Bey ilk merkezini Gorgorum (Gökçimen) denen yerde kurdu. Bir süre sonra buradan beyliğin merkezini Beyşehir’e taşındı, adını da şehre vererek Süleymanşehir diye anılır oldu. Güçlendi, Bozkır, Seydişehir, kuzeyde Doğanhisar ve Şarkikaraağaç bu küçük beyliğe dâhil etti. Eşrefoğlu Mehmet Bey, Moğol valisi İrenci’nin zaafından yaralanarak Akşehir ve Ilgın’ı topraklarına katarak beyliği biraz daha büyüttü.

1316 yılına gelindiğinde ise Moğol İlhanlıların taht değişikliğinden ortaya çıkan kargaşadan yaralanarak fırsata çeviren Mehmet Bey, Sultandağı’nı, Bolvadin’i, Çay’ı ve İshaklı adlı yerleri beyliğini kuzeye doğru büyüttü. (1) 

Bu arada Mevleviler Moğollara Anadolu'da çok büyük destek verdiler. İşte bu Mevlevi desteği, daha önce, Selçukluların güçlü zamanında, Selçuklu saray gölgesinde, Selçukluların himayesinde yaşarlarken, zayıflayan Selçukluları satışa getirerek Moğollarla işbirliği yapmışlardır. Bu arada Mevlevilik Moğol işbirliği sayesinde Konya sınırları dışına taşarak, Batı Anadolu’daki diğer Türkmen Beyliklerini manevi olarak kendine bağlamış oldu…

Yalınız bir gerçek var ki, Batıdan Haçlılar, doğudan Moğollar sıkıştırıyordu. Her iki yönden gelen ağır baskılarına rağmen, Türkmen Beylikleri birlik olamıyorlar, birbirlerinin önünü kesmek için, kendi aralarında da barışık olamıyorlardı. Buda en çok Moğollara yarıyordu. Bu yüzden de Türkmen Beyliklerinin büyük bir devlet olma şansları yoktu. Bu işte de Mevlevilerin rolü vardır, Türkmen Beyliklerin, birbirleri ile didişerek dağınık yaşamaları ve kendilerine boyun eğmeleri isteniyordu.

Selçukluların ortadan kalkması ile de paramparça oldular. Bu bağlamda her beylik için hem büyüme, hem de saygınlık olarak  “gaza” tek geçerli yol plana çıktı. (2) Eşrefoğlu Süleyman Bey ise bir uç beyi olmamasına rağmen Ege Bölgesi Türkmenler tarafından hızla fethedilince, yer aldıkları fiziki coğrafya yani Beyşehir gölünün doğusu içte kaldı. Bu da onların kuruldukları ta baştan bir şanssızlıktı. Diğer Beylikler, kıyılarda ve daha da ileri giderek Balkanlarda “gaza” yaptılar, yeni yurtlar edindiler, Mevlevilik oralara kadar uzanamadı, uzanmaya çalışsa da taraftar bulamadı uzun süre.

İşte böyle bir zorlu coğrafyada tutunmaya çalışmak ve dahi birde Konya’ya en yakın yerde bulunmak, 1308’de Selçukluların ortadan kalkması, Beyşehir’in hemen doğusunda bulunan Selçuklu merkezi Konya, Moğolların elinde, Orta Anadolu’yu merkezden atadıkları Baltu, Sülemiş, İrancin, Çoban, Timurtaş gibi valilerdi. Ve onlar ile gönderdikleri önemli sayıda bir ordu ile elde tutmakta idi. Bu beylerin sürekli olarak merkeze karşı isyan etmeleri, İlhanlıların Anadolu’daki hâkimiyetini azami derecede de azalttı.

(1) Halil İnalcık, “Devlet-i Aliyye” 2009, s. 9
(2) Faruk Sümer, “Anadolu’da Moğollar” Ank. 1970, s.1-47

Türk Kültüründe “Kut” Geleneği
Eski Türk köklü geleneklerinden birisi olan "Kut" Türk geleneğine göre başa geçen birisi için kullanılıyordu. Türklerde "Kut'un anlamı, uğurlu, bahtlı, saadetli birisi olması gerekiyordu. Devlet hukuki bakımdan, emretme hak ve yetkisine sahip ve emri icra kudreti de olan bir yüksek nizam kuraldır. Tanrı; Türk halkının üzerine siyasi iktidarı elinde tutacak (1) olan, Kut bağışı" ile Türklere hükümdarlık gücü ve yetkisi verildiğine inanılan o kişinin siyasi iktidarına bağlı kalınır.

Yani, eski Türklerde siyasi iktidar gücü Tanrı tarafından verilmesi inancı, Türkler Müslümanlaştıklarında dahi sürmüştür. Müslümanlaşan Türkler  “Kut” bağışı, Tanrı tarafından değişik yollardan manevi bir biçimde verildiğine inanılır olmuş. Bir kere bu İslam’a göre “vahi” yoluyla olur, o da peygamberlere göreydi ama buna da bir yol bulmuşlar. Çeşitli kerametli rumuzlar geliştirmişler, rüya yoluyla, keramet yoluyla, salih yoluyla, gelecek için gaipten ilahi haberler veren birçok, İslam’a göre bidat niteliği taşıyan inançlar.

Hatta Osmanlılar yıllarca, siyasette başarı olduklarına inandıkları çeşitli rüya ve keşifler ile manevi meşrutiyet kazanmışlardır. (2)

Konuya dönersek; Eşrefoğlu Mehmet Bey, Beyliğinin manevi meşrutiyetini, kendisinin de gönülden bağlı olduğu Mevlana’nın kurduğu ve torunu Ulu Arif Çelebi eliyle yeni kurumsalmış olan Mevlevilerden almak istedi. Mehmet Bey, Beyşehir’de misafiri olan Ulu Arif Çelebi’den manevi meşrutiyet talep etti, ondan kendi oğlunun gelecekte baht ve talihini, Çelebi’ye manevi bir şahsiyet olarak bağlı olduğundan dolayıdır ki oğlu 2. Süleyman Bey’in geleceğini sordu. İşte bunu Ahmet Eflaki  “Ariflerin Menkıbeleri kitabında şöyle yazar: 

 “Bu candan kul nakleder ki: Beylerbeyi (Melikü’l Ümera) Eşrefoğlu Mübarizeddin Çelebi Mehmet Bey, Çelebi hazretlerini Beyşehir’de misafirliğe davet etmişti. Çelebi’ye karşı hadden aşırı istek ve inanç göstererek türlü hizmetlerde bulundu ve oğlu Süleyman Şah’ı saraydan çağırıp tam bir inançla Çelebi’nin hizmetine verdi, ona mürit yaptı. Süleyman Şah’ın beline bulunmaz bir kemer bağlayıp bırakıverdiler.

Çelebi Mehmet Bey baş koyup ‘Bu çocuğun sonu ne olacak?’ diye sordu. Çelebi: ‘sizden sonra bu il, bu çocuğun elinde harap olacak ve bu topluluk onun ayakları altında dağılıp gidecek ve sonunda onu bu göle atıp yok edecekler’, buyurdu. Zavallı baba ağlamaya başladı ve etrafında bulunanlarda ağladılar. Çelebi: ‘Yazık bu budala çocuğun hiç talihi yok ve başkanlığa ve başbuğluğa da hiç layık değildir’ dedi.”

Şöyle bir şiir yazar:
Ne kadar ulu kişiler oğulları var ki, kötülüklerden ve
Kendilerini çirkin işlerden ötürü babalarının yüzkarası olmuşlar.

“Ve gerçekten o çocuk Çelebi’nin buyurduğu gibi oldu. Timurtaş, kendi devleti döneminde Beyşehir’i ele geçirdi. Ülkesini yağma ettiler ve birkaç gün sonra Süleyman Şah’ı oradaki göle attılar, ülke tamamıyla harap oldu.” Yazar (3)

Eşrefoğlu Mehmet Bey zamanı Eşrefoğlularının manevi yapısı, Eşrefoğlu Mehmet Bey'in Mevleviliğe sadık ve gönülden bağlı bir Mevlevi olmuştu. Yani Eşrefoğlu Mehmet, ona ciddi bir biçimde inanıyordu. Bunu Ahmet Eflaki şöyle anlatır:

“Çelebi hazretleri (Ulu Arif Çelebi) o dervişi Akşehir’de eşyalarının yanında bırakıp Beyşehir’e gitti. Birkaç gün orada kaldı. Burada rahmetli Eşref’in oğlu Çelebi hazretlerine hadden aşırı hizmette bulundu” Ve dahi: “Çelebi’nin bu gayret ve kudreti karşında şaşa kaldılar. Eşrefoğlu da bundan dolayı birçok hizmetlerde bulunup Çelebi’den özürler diledi. Çelebi’de cevabında: “Siz bu işe Allah’ın elinde bir aletsiniz. Allah’ın iradesi böyle idi ki, böyle oldu” (4)     

Ahmet Eflaki bu eserini önce 1358’de, yazmaya başlar ve 1358’de tamamlar. Bu yukarıda söz ettiği olayların gelişmesi doğruluğuna gölge düşürmektedir. Yani, Ahmet Eflaki, Timurtaş tarafından Beyşehir Gölünde boğarak öldürmesi olayını sonucunu, baştan “Çelebi biliyordu” gibi kehanetini göstermek amaçlı yazmış olmasıdır. Yani bizce olay bitmiş, sonucu olduğu gibi, önceden haber veren bir kehanet sonucuna bağlanmasıdır.

Gelelim 2. Süleyman Bey olayına:
Mevlana’nın torunu Ulu Arif Çelebi, Babası Mehmet Bey öldükten sonra yerine geçen oğlu 2. Süleyman’ı izlemeye alır. Süleyman’ın babası gibi davranmadığını seziyordu. Çünkü 2. Süleyman bağımsız, aktif ve gerçekçi bir siyaset izlemekteydi. Bu dönemde de git gide Moğollar güçlü etkisini yitirmekteydiler.

1314 yılında büyük bir ordu ile Çoban Bey’i ülkeye İlhanlıların göndermesi üzerine, Anadolu beylikleri, bu Moğol Beyi’ni ziyaret ettiler, itaatlerini bildirdiler. Eşrefoğlu 2. Süleyman Bey ise gidip biat etmedi 

Anadolu’da Moğolların ordu komutanı Çoban Bey’in oğlu Timurtaş’ın İran’dan bağımsız eylemlerini, kendi gelecekleri için tehlike görerek onu İlhanlı hükümdarı Ebu Sait’e şikâyet etme gafletinde bulundular. Dahi, beyliğin gücünün yetersizliğini dikkate almayan 2. Süleyman Bey, bağımsız bir devlet olma adımını atma yoluna girdi. 

Bağımsız olma niyetini herkese göstermek istedi. Diğer Türkmen Beyliklerinden farklı yola girer. Şöyle ki: Hutbeden sonra saltanat alameti olarak en önemli konuma sahip sikkelere, bütün Anadolu Beylikleri ve beyleri gibi dedesi 1. Süleyman Bey, İlhanlı Gazan Han oğlu Mehmet Bey’in hem bahsi geçen han ve sonraki İlhanlı hükümdarı Olcayto’nun adının tabilik alameti olarak yazdırmıştı. Buna rağmen, 2. Süleyman bastırdığı sikkelerde (metal paralar) İlhanlı Han'ı Ebu Sait'in adını yazdırmadı. Bu Bey adına Beyşehir’de darp edilen bir sikkede sadece: "El Mülkü Lillah Süleyman bin Mehmet Hulledallahu Mülkehu" biçiminde salt kendi adını yazdırmıştı. Kuşkusuz bu davranış Türk-İslam devlet geleneğine göre beylikten bağımsız bir devlete geçme niyetinin çok ciddi bir adımıydı. Mevleviler ve istilacı Moğollar bundan hoşlanmadılar...

2. Süleyman Bey’in bağımsızlık adına bu uygulama sonunu getirdi. İlhanlı Sultanı tarafından affedilen Timurtaş, Eşrefoğlu Beyi 2. Süleyman’ı gölde boğarak öldürdü ve 40 yıllık Beylik ortadan kaldırıldı. Acı son, Kendi ülkesinde, Moğollara biat etmeden, ayrı, bağımsız devlet olmak isteyen 2. Süleyman Bey: "Eski Türk geleneklere göre 'kut' toplayıp, "kutlu bir devlet" kurmak istiyordu. Şansızlığı daha güçsüz oluşundandı. Hiç kimsenin yazmak istemediği işte bu, Mevlevilerin büyük rolü olduğudur. Ahmet Eflaki’nin kitabı, "Ariflerin Menkıbelerinde" anlatılan, Babası Mehmet Bey ile Ulu Arif Çelebi arasında geçen, Süleyman Bey’in geleceği, bu işin asıl önceden değil de, sonradan hikâye edilmesi, sonradan, olay bittikten sonra, öldürülüş biçimine göre yazılmasından anlaşılmaktadır Mevleviler ellerinin olduğu…  

Bu işin içinde Ulu Arif Çelebi’nin elinin olmaması söylenemez. Çünkü göbekten bağlı oldukları Moğollardan ayrı, bağımsız kara alıp, kendi devletini kurmak isteyen birini istemiyorlardı  

Kaynakçalar: 
Hasan Basri Karadeniz, “Eşrefoğlularının Anadolu Beylikleri Arasındaki Yeri ve Önemi (1284-1326), “Eşrefoğlu Beyliği, s.13 makalesinde, “Faruk Sümer, Anadolu’da Moğollar, s. 62-86, 

(1) İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü” İst. 2004, Ötüken Yayınları s. 248-249
(2) Hasan Basri Karadeniz, “Osmanlı ile Beylikler Arasında Anadolu’da Meşrutiyet mücadeleleri” İst. 2008, s. 35-100
(3) Ahmet Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri” (Mevlana ve Etrafındakiler) 1987, Çev. Tahsin Yazıcı, RK, 2. cilt, s.215-216 (4) Ahmet Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri” (Mevlana ve Etrafındakiler) 1987, Çev. Tahsin Yazıcı, RK, 2. cilt, s. 225.


TÜRK KÜLTÜRÜNDE AĞAÇLAR 1. BÖLÜM

  Türklerde Ağaç Kültü Semavi dinlerde olduğu gibi Türkler topraktan değil de ağaçtan yaratıldığına inanılır. Türklerde, “Orman-Ağaç” kültün...