3 Mart 2021 Çarşamba

BİR ÜLKEYİ BATIRMAK İÇİN ÖNCE TARIMINI BİTİRECEKSİN

TÜRKİYE’DE TARIM OLAYI

Topraklarının 23 milyon hektarı %3,3 bölümünde sebze, %13,2’lik bölümünde ise meyve üretimi yapılıyor. 2002 yılında 27 milyon 856 bin hektar idi, şimdi gelinen nokta, 23 milyon hektar tarımda kullanılıyor. Yani dünya da toprak kaybeden dünya rekoru bizdedir...

2003 yılında sebze tohum ithalatı 764 bin ton olurken, 2014 yılına gelindiğinde 3 milyon 185 bin tona çıkmıştır. Bu tohumların nerdeyse tamamını İsrail ve Hollanda’dan alıyoruz.

Cumhuriyet Döneminde Fındık
1925 yılında çıkarılan 407 sayılı yasa ile Rize’de fındık yetiştiren iller arasına alındı...

1927 yılında çıkarılan 6207 sayılı hükümet kararnamesiyle fındık fidanlarının ihracatı yasaklandı...

1930 yılında İş Limitet Şirketi kuruldu...
1931 yılında fındık ticaretine başlandı...
10 Ekim 1935’te “birinci Ulusal Fındık Kongresi toplandı. Toplantıda fındığın yetiştirilmesinden satışına kadar, özellikle kalite ve standardizasyon konuları işlendi ve çeşitli raporlar kongreye sunuldu ve Fındık Nizamnamesi İstasyonu kuruldu...

1936’da Giresun’da Fındık İstasyonu kuruldu...
1 Kasım 1937’de Atatürk TBMM açılış konuşmasında  “Önümüzdeki yıl içinde, fındık başta olmak üzere diğer belli başlı ürünlerimizi de ilgilendiren birlikler kurulmalıdır” emrini verdi...

28 Temmuz 1938’de Giresun’da Tarım satış Kooperatifleri Birliği (FİSKOBİRLİK)
6 Kasım 1940’da, merkezi Giresun da olmak üzere, Karadeniz Bölgesi Fındık İhracatçılar Birliği kuruldu...

7 Kasım 1957’de 2. Ulusal Fındık Kongresi toplandı. Bundan 47 yıl sonra 10-14 Ekim 2004’te yine Giresun’da 3. Milli Fındık Şurası toplandı

1965 yılında kurulan Fındık İstasyonu, Fındık Araştırma Enstitüsü adını aldı
1983 yılında  “Fındık üretiminin planlaması ve dikim alanlarının sınırlandırılması”  amacıyla 16/6/ 1983 yılında 2844 sayılı yasa çıkarıldı. Ondan sonra fındıktaki oyunlar sahnededir...    

Michele Ferrero (1925-2015)
Dünyada, fındıktan yapılan 1 milyon kilo Nutella satılmaktadır...
Nutellayı keşfeden Micele Ferrero, ilk kez Nutella, İtalya’nın Piyemonte bölgesindeki Alba kasabasında yaşayan annesi Piera ve babası Pietro Ferrero’nun İkinci Dünya Savaşından sonra bir pastaneden fabrikaya dönüştürdüğü markayı dünya devi haline getirmeyi başardı. Ferrero öldüğünde dünyanın en zenginleri arasında geride 24 milyar dolar servet bırakmıştır.  

Ferrero Eli Karadeniz Fındığında...
Dünya devi olan Michele Ferrero Şirketi, hep kendi geliştirdiği markaları satarken, ilk kez dışarıdan şirket satın aldı: Türk Oltan Gıda idi. Daha sonra Ferreo Fındık İthalat İhracat ve Ticaret AŞ” olarak değiştirdi. Neden yapmasın ki; dünya fındık üretiminin %85’ini Türkiye karşılıyordu. Dünya çikolata devleri fındığı bizden alıyordu...

Şimde gelinen nokta; İtalya ile Türkiye nerdeyse aynı yıllarda bu yarıştan karlı çıkarken Türkiye fındık ülkesi olmasına rağmen markalaşamadan bitti. Bizden fındık alıp işleyen Michele Ferrero’nun yıllık cirosu 11 milyar dolar olmaktadır.

Ferroro Fındık İthalat ve İhracat AŞ, Türkiye’ye yerleşti. Türkiye’de Düzce’de 2, Trabzon’da 2, Ordu’da 1 olmak üzere, 5 fındık kırma tesisi kurdu. İki fındık seçme tesisini de Trabzon ve Düzce’de kurdu. Ayrıca Trabzon’da fındık entegre tesisi var.
Türkiye’de 500 milyon dolar cirosu olan bu Ferrero Fındık İthalat İhracat ve Ticaret AŞ’nin en büyük tedarikçisi ise AKP kurucusu Cüneyt Zapsu olmaktadır...

AB’nin Türk Tarımı Üzerindeki Niyeti
Türkiye AB Gümrük Birliğine 1895’de girdi. Sanki AB’ye tam girmiş gibi milletçe çok sevindik. AB’ye tam üye olan Yunanistan 1981’de AB’ye girdi, gümrük Birliğine ise 1986’da girdi. Keza İspanya da öyle: AB’ye 1986’da girdi, Gümrük Birliğine ise 1995’te girdi. Sorulması gereken soru: Türkiye neden tersini yapıp önce Gümrük Birliğine girdi de hala AB’ye tam üye olamadı?

2007 Martında AB tarafından hazırlanan Türkiye İlerleme Raporunu 83 bin sayfadan 46 bin sayfasını AB’ye giriş için öngörülen tarımsal konulardır. AB, Dünya Tarım Örgütü (WHO) denilen örgüt, Türkiye de tarım nüfuzunu %34’ten %8’e düşürülmesini şart koştu...

Bu ağır tarım siyasetini kimlerin dayattığı belli, AB; kimlerin evet deyip boyun eğip kabul ettiği Türkiye’yi yönetenlerde belli.

AKP Yöneticisi Ethem Sancak’ı tanırsınız, eski solcu, Recep Erdoğan’ın yandaşıdır.21 Eylül 2007’de Radikal’de şöyle yazıyordu: “Darbeleri tarihe karıştırmak için Türkiye’de köylülüğü tasfiye edelim”  diyordu. Şimdi ne oldu? Türkiye’de “köy”  statüsü kalmadı, köy diye bir yerleşim yeri yok artık. Ne var, her köy bir mahalleye dönüştürüldü. 

2002’de buğday üretimi 19.5 milyon ton iken bu rakam 2014’de 19 milyon tona düştü.
2002’de Türkiye’de arpa üretimi 8.3 milyon ton iken 2014’te 6.3’e düştü.
2002’de Türkiye’de pamuk üretimi 2.5 milyon ton iken 2014’te 2.2 milyon tona düştü.
2002’de Türkiye’de şeker pancarı üretimi 16.5 milyon ton iken 2014’de 16.4 milyon tona düştü...

Yabancıların mısır şurubu için kullandığı mısır üretimi Türkiye’de 2002’de 2.1 milyon ton iken 2014’de 6 milyon tona çıktı. 

Sami Güçlü’den Mehdi Eker’e Tarım Siyaseti
AKP, her seferinde 2002 öncesini “eski Türkiye” diye dillerine dolarlar dururlar..
Sami Güçlü, AKP kurucularındandı. 3 Kasım 2002’deki seçimlerde Konya milletvekili olarak meclise girdi. İlk kabinede, “Tarım ve Köyişleri Bakanı yapıldı.

AKP’nin ilk Tarım ve Köyişleri Bakanı Sami Güçlü, yerli üreticiyi korumak için 2004’te “yerli ürün alana ithalat izni”  uygulamak istedi. ABD, “uluslararası ticaret yasasıyla uyuşmadığı”  gerekçesiyle Türkiye’yi, Dünya Ticaret Örgütü’ne şikayet etti ve ardından dava açıldı.

Sonuç ne mi oldu? Recep Erdoğan devreye girerek ABD’ye davayı kaldırttı, ardından da 2 Haziran 2005’te Tarım ve Köyişleri Bakanı Sami Güçlü koltuğundan indiriliverdi. Neden? Düşündürücü değil mi?

Nakşibendî tarikatının en yüksek seviyesinde bulunan, Diyarbakırlı bir ailenin, Diyarbakır Milletvekili Mehdi Eker’e devredildi. Mehdi Eker, 2005-2015 yılları arasında, 10 yıl sürecek olana Tarım ve Köyişleri Bakanı yapıldı.

Sami Güçlü’nün ayağının kaydırılmasında, Mehdi Eker’in rolü olduğunu WikiLeaks belgelerinde ortaya çıkmıştır.

Sami Güçlü bakanlık koltuğundan iç açıcı bir biçimde indirilmedi. TBMM Genel Kurul’unda Tarım Sigortası Yasası görüşmeleri sırasında “bakan” olarak hükümeti temsil ediyordu. O anlarda, başbakan Recep Erdoğan tarafından görevden alındığından bilgisi yoktu. Ancak görevden alındığını, TBMM Genel Kurulunda bulunan AKP’li milletvekillerinin cep telefonlarına gelen mesajla öğrendi. Sami Güçlü, genel kurulu ter etti ve de kurucusu olduğu AKP ile de yollarını ayırdı.

10 yıllık Tarım ve Köyişleri Bakanlığında yaptıklarını anlattığı, “Türkiye Tarımının Değişim ve Dönüşüm Süreci”  adlı kitabını yazmış. Orada başarılarını ballandırarak şöyle anlatır: “Eski Türkiye olarak tabir ettiğimiz 2002 yılı öncesi yıllarda her sektörde olduğu gibi özellikle tarım alanında da inanılması güç ama birçok ihmal ve eksiklik adeta alışkanlık ve ilkel haline geldi, tarım alanındaki gerileme ‘kader’ gibi algılandı...”  diyordu.

Hatta dahası:  “Bizden önce Türkiye’de maalesef tarımın değeri ve önemi bilinmemekteydi. Türkiye’de bizim iktidarımıza kadar, tarıma yeterince önem verilmediği için geçmiş hükümetler döneminde uygulanan tarım politikaları da çoğunlukla vasat ve günü kurtarma çabasıyla oluşturulmuş bir anlayıştan öteye geçememiştir.”

Bunları kitabında yazan Mehdi Eker, Türkiye’yi küresel çetelerin eline nasıl düşürdüğünden asla söz etmeyecektir. Hatta Sami Güçlü’yü etkisiz duruma sokan, küresel ağababaları onu o bakanlık koltuğuna oturttuğunu asla anlatmayacaktır.

2002-2014 yılları arasındaki tarımdaki çöküşten asla söz etmeyecektir...
AKP iktidarı döneminde ülke nüfuzu 10 milyonun üzerinde artarken, kişi başına tarım payı %35,4’ten %22,3’e kadar düştüğünden hiç söz etmeyecektir.215 yılı itibariyle ülkede ekilmeyen arazi büyüklüğü iki Trakya bölgesi kadarına ulaştı.

2002’de tarımda istihdam %34.9 iken 2015’de bu sayı 21.1’e düştü...

İşin düşündürücü tarafı ise, gıda ham maddeleri ithalatı 3 milyar 995 milyon dolar iken 18 milyar 60 milyona yükselmiştir. Yine 2015 yılında Türkiye 12 milyar 457 milyon dolarlık tarım ürünü ithal etti.

Haydi, bakalım tarımda nerelere geldik görelim...
AKP iktidarı, 2005 yılında “Toprak Koruma ve Arazi kullanımı Yasası”  çıkardı. Sonuç; Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye’de son 10 yılda ekilen ve dikilen tarım arazisinin yaklaşık %8.2’sini, toplam tarım alanının da %5.2’sini kaybetti. Yani AKP’nin çıkardığı bu yasadan sonra 10 yıl içinde Türkiye’nin toplam tarım alanı %5.22, yani, 2 milyon 113 bin hektar azaldı...

Fransız Tarım Bakanından ödül alan Türk Tarım bakanı Mehdi Eker...
2012 yılında AKP Hükümetinin Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker’e Fransa hükümeti tarafından  “Tarım alanında Şövalye Liyakat Nişanı” verildi. Bakan Eker, Şövalye Liyakat Nişanı’nı Paris’te düzenlenen bir törende, Fransa Tarım Bakanı Stephane Le Foll’ün elinden aldı.

Mehdi Eker, orada yaptığı konuşmada, 1883’den bu yana verilen şövalye liyakat nişanının ilk kez bir Türk bakana verildiğini söyleyerek:  “Şövalye Liyakat Nişanını, dostluğumuzun her gün geliştiği bir ülkenin bakanından almaktan onur duyuyorum”  diyordu.

Dış Ticaret Müsteşarlığı verilerine göre 2008 yılından beri Fransa’nın tarımda yaşadığı krizin atlatılmasında, Türkiye 2010-2012 yılları arasında Fransa’dan 250 milyon dolar tutarında canlı hayvan ve et ithal ederek bu ülkenin tarım alanındaki krizin atlatılmasına katkı sağlamıştır.
   
Mercimek

Anayurdu Anadolu olan mercimek AKP’nin tarımın her alanında olduğu gibi mercimek tarımını da yok etti.1990 yılında 846 bin ton mercimek üreten ve dünya mercimek ihtiyacının %47’sini karşılayan Türkiye, 2018’de mercimek ithal eder duruma getirilmiştir.

1990’lı yıllarda Türkiye’de 5.37 milyon dönüm alanda kırmızı mercimek tarımı yapılırken, 2014 yılına gelindiğinde %60 azalarak 2.3 milyon dekara düşmesine nerden olunmuştur. 

Bu arada Kanada ne yapıyor?
1870 yılında Türkiye’den götürdüğü kırmızı mercimek tohumlarını, soğuk iklime dayanıklı hale getirmek için genleriyle oynayarak, kendi ülkesinde üretmeye başladı. Böylece Kanada dünyanın en çok mercimek ihracatı yapan ülke durumuna geldi.

Mercimek ülkesi iken Türkiye, Kanada’ya 1970 yılında mercimek tohumlarını Türkiye’den götürmüşken, bugün bile bize yılda 300 bin ton mercimek satmaktadır.

Diğer bakliyat üretiminde de bataktayız...
1990 yılında 2 milyon 13 bin ton bakliyat üretimi yapan ülkeydik...
2015 yılına gelindiğinde bakliyat üretimi 1 milyon 79 bin tona gerilemiştir..

Nohut
1990 yılında 860 bin ton nohut üretimi ile dünya ihracatının %62’sini karşılarken Türkiye 2016’da Türkiye nohutta %19.3’e düşmüştür. Daha beteri, Türkiye gümrük vergisine rağmen yılda 30 bin 446 ton nohut ithal eder duruma düşürülmüştür.

Kuru Fasulye
1990 yılında Türkiye’de kuru fasulye dikilen arazi 171 bin hektar idi. Bu rakam bugün 70 bin hektara düştü ve düşmeye devam etmektedir. Artık Türkiye yılda 50 bin ton kuru fasulye ithal ediyor. Bir zamanlar Türkiye’de, fakirin sofrasını süsleyen kuru fasulyeyi bile ithal eder olduk.

Kısacası Türkiye 1980 yılında 7 bin 600 ton kuru fasulye, 88 bin 500 ton nohut, 102 bin ton mercimek ihraç ederken, bu üç üründen asla ithalatına gerek duyulmazken, 2017 yılına gelindiğinde ithal yapar duruma getirildik...

1980 yılında Türkiye’nin tarımsal ihracatı 2 milyar dolar iken, ithalatı sadece 50 milyon dolardı. Özal’dan Erdoğan’a kadar tarımda kıyım yapılarak bu günlere geldik.

AKP’nin tarım siyasetiyle gelinen nokta: Kuru fasulye, nohudu, bezelyeyi, buğdayı, mısırı, ayçiçeğini, pamuğu ve mercimeği Amerika’dan alıyoruz.

Yararlandığım kaynak: Soner Yalçın, "Saklı Seçilmişler"  yapıtı

2 Mart 2021 Salı

EVDE ALEVİ; OKULDA SÜNNİ OLMAK!


 

Evde Alevi, Okulda Sünni Olmak
Bir Alevi, evde ailesiyle Alevi, okulda, din derslerindeki Sünnilik eğitim ve öğretiminin kati surette eleştiri ve tartışma kabul etmeyen bir öğreti biçimi ile bu öğretide insanları manipüle edilerek, belirli seçimler yapmaya ve belirli ideolojik amaçları doğrultusunda eğitim ve öğrenime zorlanan çocuk, okulda Sünni’dir…

Açık biçimde bu şu demek oluyor, Alevi bir çocuk “evde Alevi, okulda Sünni” olmaya zorlanıyor. Bu zor yaşama çekiliyorlar. Bu zorlamayı yaşayan bilir, yaşamayana ise hikâye gibi gelir. Yüzyıllardır bu “Alevi-Sünni” ayrımına yönelik zorlama davranışın devlettin isteği doğrultusunda yapılmakta olup, Anadolu’da devletin var olma temelini atanların Kızılbaş hetrodoks Türkmenler olmasını görmezden gelmesidir. Çadırdan mermer saraylara çekilip ayaklarını yere sağlam bastıklarına sanan Osmanlı, kendisini kuran Türkmenleri zamanla kurdukları devletin yönetilmesinden uzaklaştırıldılar, yerlerini devşirmelerle doldurdular…

Dikkat edilirse, Anadolu’da Türkmen isyanlarının temelinde bu dışlanmışlık yatar ve isyanların patlak vermesinden dolayı, kurucusu oldukları Osmanlıdan, vergi, kayıt ve bürokratik hal alma siyaseti yüzünden derin zıtlaşmalar ile derin ayrışmalar başlar ve Osmanlı’dan Türkmenler soğur ve uzaklaşmaya başlarlar…

Bazılarına Göre Türk Olmak İçin Alevi Olmamak Gerekli!



Yani Türküm, Aleviyim demek, bu ülkede oldukça çok kişilerin zihninde, “ikisinin bir arada olması olanaksız” diye düşünürler. Akıllarınca Türk olmak için aranan, “Sünni Müslüman olmaktır” diye düşünürler. Hatta ülke, bayrak, sancak, vatan, ordu, devlet Sünnilik ideolojisi uğruna var olduğunu sanırlar. Bu zorlukları yaşayan bilir, hiç zorluk çekmeyen elbette bilemez ancak ahkâm keser. Hal bu ise, Atatürk bu konuda Laiklik ilkesini getirmiş, bütün vatandaşları eşitlemiş ama uygulamada düzen bir türlü, siyasileri getirisi için tutturulamamış, inceden kanayan bir yara olarak kalmıştır.

Bilip bilmeden kimi Türkçü, kimi Osmanlıcı, kimi İslamcı olmaya çalışıyor, birbirleri ile tek birleştikleri nokta Atatürk ilkeleri ve devrimlerine düşmanlıkta benzer fikirde olmalarıdır. Bu durumu, yıllardır Türkiye’yi yöneten siyaset insanları yaralanmış, kimi İslam’ı kullanarak, kimi milliyetçiliği kullanarak, kimi de Osmanlıcılığı kullanarak siyasi arenada roller almışlar; birçokları da iktidarda bu yüzden kalmışlardı

1950’den beri çok partili sistemde siyaset arenasında iktidarı elinde tutanlar, ülkede yaşayan bütün insanları “Anadolulu uygarlığının parçaları” diye kucaklamamış, hep tek taraflı, saplantılı, düşük ideolojik anlayışlarına uygun kişileri kucaklamışlar, diğerlerine üvey evlat gözüyle bakılmıştır. Hiç kimsenin aklına “gelin, sorunları çözelim, bir bütün olalım” deyip siyaseti daha uygar biçimde yapmadılar; yapılmıyor.

Bir Sünni inanca sahip kişi, göğsünü gere gere, “ben Sünni Müslüman olmakla gurur duyuyorum” diyebiliyor sorunsuz. Ama aynı sözleri, bir Alevi, “ben Alevi-Müslümanım” demesi çok zordur. Çünkü toplum buna alışık değildir. Eğitim sistemi sürekli Sünnilik tezler üzerinden eğitim vermektedir. Birinde açıkça gurur duyulan; ötekinde gurur yerine ezikliğin verdiği nefret, bilinçaltına yerleşen oluyor. Bazen de boğuyor insanı.

Yaşama ortak başlamak çok mu zor?
Kâbus görmek, bir tarafı neşelendirmek, insanın doğduğundan itibaren ailesinden gördüğü itikat ile dışardaki yaşanan itikat arasında, yaşadıkça, gördükçe farklılıkları seçmeye başladıkça, aynı milletinden “gurur duyması” ama “gurur duyduğu” aynı milletinden inançta dışlanması ve içine kapanmasını başka bir millete bu durumu anlatamazsınız. Düşünün, bir insan çocukluğumdan beri Türk olduğu için gurur duyuyor ama ine yazık ki, insanlarda büyük bir hastalık hali, “sen neye benim gibi Sünni değilsin de Alevisin” kıvamına göre, “neden tavşan eti yemezsiniz”, “Aleviler mumsöndü yaparlarmış” doğrumu? Gibi birçok saçma sapan iftiralar “en candan” bildiğin Sünni bir arkadaşından bile daldığın sohbetin derinliğinde duyabiliyor, sıcak ortamda birdenbire buz kesiliyorsun...

Bu gibi ezici, aşağılayıcı sorular hoş olmaz ama bir ruh halin o anda devre dışı kalabiliyor. Çocukluk yaşamın (60’lı-70’lı yıllarda) aklına geliyor. Daha kapalı, “dışa sır vermeyen” bir toplum içindesin, “aman Alevi olduğunu ağzı karalardan gizle” diye nasihatler ile büyürsün, bir şey yapmasınlar diye. Evde Alevi, dışarda Sünni gibi yaşarsın…

Daha rahatlıklar olsa da, bu kez senin Alevi olduğunu bilen komşularından, “siz değil ama Aleviler şöyle böyle” diye başlayan sözlerle karşılaşır, üzülürsünüz. Komşunun yerici ama ona göre zevk verici sözleri şöyle sürer; “Siz o bildiğimiz Aleviler değilsiniz, bizim gibisiniz” gibi sözler rahatsız eder seni. En iyi bildiğin arkadaşın bile bir gün lafı dalaştırır, bir sohbet anında, “sen üzerine alınma ama” diye başlar Aleviler hakkında olumsuz sözlerine; döndürür, dolaştırır, eveler geveler, sözü en sonunda gediğine kor: “Yahu şu Alevilik nasıl bir şey” anlatsana; siz yapmazsınız ama Aleviler mumsöndü yaparlarmış, nasıl olur o işler” derler. Sıdkın sıyrılır, yıllarca candan arkadaş bildiğin, bir anda nefreti oluverir…

Madem dilimiz Türkçe, mademki bir ulustan gelmeyiz, mademki bu ülke ortak yurdumuz, neden İslam’ın ayrı yorumlarından olduğumuz için neden birbirimizin inancına saygılı değiliz de, neden birbirimize içten içe ince bir kabullenmeme var?

Ben, bir Sünni Türk ile neden yan yana huzur içinde yaşamayayım, sen de bir Sünni olarak neden benim ile yan yana yaşamak istemeyesin. Artık modern dünyadayız!

Kısacası; Anadolu Aleviliği Türkiye Cumhuriyetinin yararınadır…
Bugün Türkçe dil konuşuluyorsa, kırsalda yaşayan Türkçe dilli Yunus Emre, Seyit Nesimi, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Şah İsmail (Hatai) Kaygusuz Abdal, Kazak Abdal, Virani, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu gibi birçok Türkmen ozanların sazlarının tellerinden dökülen deyişlerdendir. O Türkçe dilli ozanların ve onlar ile iç içe yaşadıkları toplumların sayesindendir. Türkçeyi baltalayan, budayan, Türkçenin biçimini ve özünü bozan “Osmanlıca” diye yoz bir dil yaramaya çalışan Osmanlılara karşı koydukları için düşmanlaştırılanlar da onlardı…
Selman ZEBİL 2021










28 Şubat 2021 Pazar

TÜRKÇE'NİN KÖKENİ ve NİTELİK YAPISI


GÜNEŞ DİLİ KURAMI

En eski uygarlıklar nerelerde kurulmuştur, bunları kimler kurmuştur, en eski kök dil hangisidir? Bu arayış, konuya emek verip araştırma yapanların çoğunluğunu, ister istemez Orta Asya’ya yani Türklere ve Türkçeye götürüyordu. Türkçe’nin ortaya çıkışına verilen tarih, en az 8500 yıl olmak üzere 11 bin yıla dek gidiyordu.

Viyana’dan Gelen Dosya
Türkçe’nin yabancı sözcüklerden arındırılması ve gerçek değerinin ortaya çıkarılması çalışmalarının yoğun olarak sürdüğü günlerde, 1935 yılında, Atatürk’e Viyana’dan bir dosya gönderilir. Gönderen Doktor Phill H. Kvergiç’tir. “Türk Dillerinin Psikolojisi” başlıklı ve o güne dek yayınlanmamış bir çalışmayı içeren dosya, Atatürk’ün ilgisini çeker ve incelenmesi için Dil Kurulu’na gönderir. Dil bilimciler, çalışmanın bilimsel yeterlilikten yoksun olduğuna karar verir. Ancak, Atatürk’ün üstelemesiyle incelemeye alırlar. Naim Nazım, Hasan Reşit ve Abdülkadir İnan’ın yer aldığı bir kurul kurulur. İşte “Güneş Dil Kuramı” bu kurul tarafından oluşturulur.

Viyana Üniversitesi’nde yetişmiş olan Kıvergitsch, sosyoloji ve antropoloji yöntemi ile elde ettiği bilgileri, S. Freud’un psikanaliz görüşleri ile birleştirmiş, bu yöntemi dil akrabalıklarının araştırılmasında kullanmıştı. İleri sürdüğü kuramın özü, Türkçenin eskiliğine ve başka dillerle kaynaşıp onlara kaynaklık ettiğine dayanıyordu. Görüşünü kimi seslerin değişkenliğine ve bunların gelişimine bağlıyordu.(1)

Phill H. Kvergiç, çalışmasında Türk dilinin dünyanın en eski dillerden olduğunu ve Türkçenin başka bazı dillerle akrabalığı olabileceğini ileri sürüyordu. Ona göre; dünya dillerindeki birçok sözcük Türkçeden türemiş, Türkçe insanoğlunun konuşmaya başladığı dönemlerden beri bütün dillere sözcük vermişti. “Güneş Dil Kuramı” Atatürk’ün Atatürk’ün isteğiyle Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde incelenmeye alındı. İbrahim Necmi Dilmen, Hasan Reşit Tankut, Saim Ali Dilemre, Agop Dilaçar, İsmail Hami Danişment, Ragıp Hulusi Özdem gibi dilciler konu üzerinde çalışmaya başladılar. Türkler büyük göçlerle Asya, Avrupa ve hatta Amerika’ya kadar gitmiş, Türk dili ve kültürü taş ve maden devrinden beri, dünyanın hemen her yerine götürülmüştü. Yerel diler etki altına alınmış, Türkçe bir kültür dili haline gelmişti.

Birçok Batılı dilbilimci, Türkçe’nin niteliği konusunda, 19. Yüzyıldan beri araştırmalar yapmıştı. Ünlü Alman Dilbilimcisi Friedrich Maks Müller, Türkçe için şunları söylermiş: “Türk dilini incelerken, insan zekâsının dilde başardığı büyük mucizeyi görürüz. Hiçbir dilin anlatamadığı ya da ancak birçok sözcükle anlatmaya çalıştığı anlam inceliklerini, Türk dili tek bir sözcükle anlatabilir”.(2) Fransız Dilbilimci Jean Deny’in yargısı farklı değildi, diyor ki: “Orta Asya’nın doğal ortamından böyle bir dil nasıl çıkabilir. Türk dilini, biz ünlü bilginlerden oluşmuş bir kurulun ortak çalışma ürünü olarak görmek gerekir. Ancak, böyle bir kurul bile, bu dili yaratan insan aklının yerini tutamaz” (3)

Türkçe, sözcük bakımından zengindi ancak gerçek zenginliğini tek bir sözcük kökünden çekim ekleri aracılığıyla sözcük türetme yeteneği ve ses çeşitliliğiydi. Türkçede her sözcük kökü, çok sayıda neredeyse sonsuz yeni sözcük üretme olanağına sahipti. (4) Türkçe bu yapısıyla; Çince, Japonca, Tibetçe gibi ses vurgusuna dayanan Tek Heceli Dillerden ve İngilizce, Fransızca, Arapça gibi sözcükleri değişik biçimler gösteren Çekimli Dillerden çok daha üretken ve yalın bir dildi. Ses zenginliği; İngilizce, Fransızca, Arapça ve Farsçadan iki kat daha fazlaydı. (5) “Güneş Dil Kuramı” na yönelme, dil ve tarih araştırmalarının yoğunlaştığı bir döneme denk gelmesi, ilgiyi arttırdı.1936 yılında Hattuşaş (Boğazköy) kazılarıyla Eti (Hitit) uygarlığına ulaşılması, ilgiyi heyecana dönüştürdü. Eti dilinde kimi sözcükler Türkçeydi ve Türkçe binlerce yıl geçmişe gidiyordu. Kazı bulgularıyla Avrupalılar da ilgilendi. Bu eski ve gelişkin dilin, ‘hangi Avrupa dilinden doğduğuna’ dair yazılar yazıldı, ilişkileri olmamasına karşın Eti uygarlığı sahiplenilmeye çalışıldı.

Dillerin Kaynağı
Dilin kaynağı konusunda değişik kuramlar vardır…
Dili yaratan, ortak çalışmaya dayanan iş ise, (örneğin büyük bir kayayı ya da ağaç gövdesini kaldırmaya yönelen ortak girişim) gücü bir noktada toplayacak bir ses uyumuna gereksinim vardır. Dilin başlangıcı bu gereksinimin olması gerekir. Konu iş yani üretim olduğunda, iş ve üretim yapan yani uygarlıklar kuran toplumların kıdemine bakmak gerekecektir. En eski uygarlıklar nerelerde kurulmuştur, bunları kimler kurmuştur, en eski kök dil hangisidir? Bu arayış, konuya emek verip araştırma yapanların çoğunluğunu, ister istemez Orta Asya’ya yani Türklere ve Türkçeye götürüyordu. Türkçe’nin ortaya çıkışına verilen tarih, en az 8500 yıl olmak üzere 11 bin yıla dek gidiyordu. (6) Binlerce yıl önceden başka dillere çok sayıda kural ve kök sözcük veren Türkçe’nin, ‘Güneş Dil Kuramı’ gibi bir araştırmaya konu olması bilimin gözden kaçıracağı bir olay değildi. Atatürk bunu görmüş ve bilim insanlarını bu konuda çalışmaya davet etmişti.

Bulguların KanıtladığıAmerikalı tarihçi ve arkeolog Pumpelly’nin, başlangıcını M.Ö.9 bine götürdüğü (7) Orta Asya kültürü; 8.binde hayvancılığa, 6.binde maden işçiliğine geçmiş, (8) son 5 bin 500 yılı kanıtlı olmak üzere tarıma başlamıştı. (9) Türkler; başka uygarlıklar henüz ‘ata binmeyi bilmezken’, ‘tahta, deri gibi dayanıksız madenler gibi dayanıklı malzemeleri işlemiş’, ‘Toprağı ekip biçmiş’10, yazıyı ve abeceyi (alfabeyi) bulmuş ve kentler kurmuştu. (11)

Türk Kurganları
Kurganlar (Tümülüs de denilen mezarlar), Orta Asya kültürünün en eski ve önemli ürünleridir. Ural Dağları’ndan Yenisey Nehri dolaylarına dek, tüm Güney Sibirya’da ve Kırgız steplerinde binlerce kurgan bulunmuştur. Açılan kurganlarda dönemin uygarlığını yansıtan; altın, gümüş, bakır ve demirden yapılmış alet ve süs eşyaları ortaya çıkarılmıştır. Tunç devri kurganlarında bulunan; kılıç, ok ucu, süngü, mızrak, üzengi, miğfer gibi savaş araçları; orak, kayçı (makas), biz, burgu, kazan, tava gibi tarım ve ev eşyaları; küpe, bilezik, düğme, ayna gibi süs aletleri dönemlerini aşan bir gelişkinliğe ve inceliğe sahiptiler. (12)

Orta Asya’da göçebe boylardan başka, gelişkin bir yerleşik yaşam vardı. Bunların bir bölümü, tarihçiler tarafından saptanan ancak yerleri bulunamayan, yok olmuş kentlerdir. Otrar, Sağnak, Yangı-Kent, Sürkent, Şelci, Atbaş, Talas, Almalık, Sus, Çağdal, Nuket, Barshan, Cent, Suyap böyle kentlerdir.(13)

Son dönemlerde yapılan kazılarla, yalnızca Çin Türkistan'ında kumlar altında elliden çok, daha önce bilinmeyen kent yıkıntısı bulunmuştur. (14)

Tarihçi V. A. Ranov yalnızca Gobi Çölü’yle Issıq Köl’e varan bir çizgi üzerinde, 100 kadar yerleşim yerinin yer aldığını ileri sürmüştür.(15)

Türkler, dünyanın değişik bölgelerine gittiklerinde, buralarda ya tek başlarına ya da yerel topluluklarla kaynaşarak ileri düzenler geliştirdiler. Dünyanın ilk uygarlıklarını kurdular, insanlığın yol göstericisi oldular. Çevrelerindeki insanları içlerine alarak, kendileriyle birlikte onları da ilerlettiler. Eski medeniyetleri kuranlar Türklerdi. Yaşattıkları gelenekleriyle dünyaya gösterdikleri bu gerçek, arkeolojik buluşlarla kanıtlandı.(16)

Türklerin büyük göçlerle yayılışı ve dünyaya yaptığı etki konusunda, son dönemde yapılan araştırmalar şaşırtıcı bulgulara ulaşıyor. Örneğin, Matlok adlı Amerikalı, “Ey İnsanlar Hepiniz Türk’sünüz” adını verdiği kitabında, Hindistan’daki dinleri inceliyor ve Budizm’i Türklerin kurduğunu söylüyor. Önsözünde, kitabını ‘ülkelerine ayak bile basmadığı Türklere saygısı nedeniyle’ yazdığını söylüyor. İnsanlığın beş kökensel ırktan türediğini ileri sürerken, Türkleri başköşeye oturtuyor ve “Yeryüzünde yaşayan herkes kendi neslinin izlerini doğrudan ya da dolaylı olarak Türklere dek sürebilir” diyor. (17)

İngiliz tarihçi Sir Canon George Rawlinson (1812-1902), Sümerlerin Asya’dan gelmiş Türk kavmi olduğunu ileri süren ilk akademisyenlerdendir. Tezlerine kanıt olarak, Sümer diliyle Türkçenin benzerliğini göstermiştir. Sümer dili de bitişimli dildi ve Sümercede Türkçeye benzeyen kelime sayısı hayli fazlaydı. Sümerlerin ataları Türk’tü. İsviçre Cenevre Üniversitesi Rektörü Prof. Eugene Pittard (1867-1962), Türk göç dalgalarının, Avrupa’ya yaptığı etkiyi inceledi ve uygarlığın kökünün Asya olduğu tezini ileri sürdü. Kvergic, Pekarski, Barenton, Vaux, Diniker, Quatrefages de Breaud, Topinard, Villenoisy gibi bilim insanlarının çalışmaları; “Güneş Dil Kuramı”nın düşünsel kaynağını oluşturacak bilgiler içeriyordu.(18)

Güneş Dil Kuramının Başına Gelen
Güneş Dil Kuramı, Atatürk öldükten sonra kimsenin öngöremeyeceği kadar geniş bir çevrenin saldırısına uğradı. Savunmak ya da araştırmak bir yana adından söz etmek bile, ilkel milliyetçiliğin, ırkçılığın ya da kafatasçılığın göstergesi sayıldı. Akla hayale gelmez saldırılara uğradı. Hitler’in bakış açısıyla eş tutuldu. Sağlığında Atatürk’ün çevresinde olanlar bile saldırıya katıldılar. “Güneş Dil Kuramı” ‘daha doğmadan öldürmek için her şey yaptılar. Bu kuramın geliştirilmesi için kurduğu Türk Dil Kurumu bile saldırganların içinde yer aldı.(19)

Atatürk’ün önem verip araştırılmasını istediği Güneş Dil Kuramı, o öldükten sonra bütün devrimlerinde olduğu gibi bir kenara bırakıldı. Kendisini Atatürkçü olarak tanıtanlar bile, bu araştırmayı ‘Kemalist aşırılık’ olarak gördü, birçok kesim alay konusu yaptı. Örneğin, İbrahim Necmi Dilmen, Ankara Üniversitesindeki ‘Güneş Dil Kuramı’ ile ilgili derslerine son verdi. Öğrencileri bunun sebebini sorduklarında; “Güneş öldükten sonra onun teorisi nasıl hayatta kalabilirdi” diye bir yanıt vermişti. (20) Oysa Atatürk; ‘Türkçe dünyadaki en eski dillerden biridir, hatta en eski dildir ve dünyadaki diğer dillerin pek çoğu Türkçeden doğmuştur’ demiş, kendinden sonra gelenlerden, ‘Güneş Dil Kuramı’ araştırmalarını genişletilerek sürdürülmesini istemişti. (21) Selman ZEBİL 2021


Kaynaklar:
(1) https://www.cokbilgi.com/yazi/gunes-dil-teorisi-zeynep-korkmaz/
(2) S. Kemal Karaalioğlu, “Sözlü/Yazılı Kompozisyon, Konuşmak ve Yazmak Sanatı” İnkilap Yay. 28.Basım, sf.7
(3) Prof. İlhan Arsel, “Arap Milliyetçiliği ve Türkler” Kaynak Yay. 6.Bas., İst.-1998, sf.384
(4) Orhan Hançerlioğlu, “Türk Dili Sözlüğü” Remzi Kit, İst.-1992, sf.159
(5) Nurettin Sevin; ak. Seyit Kemal Karaalioğlu, “Sözlü /Yazılı Kompozisyon Konuşmak ve Yaşamak Sanatı” İnkilap Yay., 28.Bas., sf.13
(6) https://odatv.com/gunes-dil-teorisini-bir-de-sosyalistlerden-okuyun-3107171200.html
(7) Jean Paul Roux, “Orta Asya” Kabalcı Yay, 2001, sf.36
(8) Hulki Cevizoğlu, “Tarih Türklerle Başlar” Ceviz Kabuğu Yay, 2002, sf.102 ve 75
(9) Türk Tarihinin Ana Hatları” Kaynak Yay, 2.Basım 1996, sf.326-327
(10) Ord. Prof. Zeki. Velidi Togan, “On Yedi Kumaltı Şehri ve Sadri Maksudi Bey”, İstanbul Burhabeddin Matbaası, 1934, sf.41-44
(11) a. g. e. sf.330
(12) Haluk Tarcan, “Ön Türk Tarihi”, Kaynak Yay., 1998, sf.68
(13) Ord. Prof.Zeki Velidi Togan “On Yedi Kumaltı Şehri ve Sadri Maksudi Bey”, İstanbul Burhabeddin Matbaası, 1934, sf.41-44
(14) a.g.e. sf.330
(15) Haluk Tarcan, “Ön Türk Tarihi” Kaynak Yay. 1998, sf.68
(16) Leon Cahun “Fransa’da Arî Dilleri Takaddüm Etmiş Olan Lehçenin Turani Menşei” https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/214376) Gökhan Yavuz DEMİR
(17) https://odatv.com/gunes-dil-teorisini-bir-de-sosyalistlerden-okuyun-3107171200.html
(18) ‘Soner Yalçın’http://www.hurriyet.com.tr/gunes-dil-teorisi-gercek-mi-safsata-mi-16619603
(19) agy.
(20) https://gizliilimler.tr.gg/Atat.ue.rk-ve-G.ue.nes-Dil-Teorisi.htm
(21) https://odatv.com/gunes-dil-teorisini-bir-de-sosyalistlerden-okuyun-3107171200.html

26 Şubat 2021 Cuma

RUS ELÇİSİ ROSTONSKİ'NİN "PİS TÜRK" DEDİĞİ ve 2. ABDÜLHAMİT


Abdülhamit ve Milli Kimlikle Hesaplaşması

Hesaplaşması Kendi öz askerine ve Türk olma kimliğine hakaret eden Rus elçisi Rostovski öldürülmesi üzerinde ezik, mahcup hal alan Abdülhamit’i savunurlarken, Atatürk’e küfrü hak saydılar, İslam tasavvurları kendi ellerinde sandılar hep. Dahi; etnik milliyetçiliğe karşı çıkıyoruz dediler, Müslüman kardeşliği adına bu milleti bu siyasi İslamcılar pek çok densiz sözlerle milli kimlikten uzak tuttular. Yani, Türk gençliğinin bir kısmını kendi tarihine düşman yaptılar…

Lakin Tarihe bir bakın, bunca İslam dünyasındaki birçok İslam devletlerini Küfredip durduğu Batılı sömürgeci güçler tarafından kurdurulduğu bir gerçek olduğunu görmezden gelemezler. Ama bakın tarihe, Türkler tarihte kurdukları devletlerin tamamını kendileri bileklerinin gücüyle kurmuş olduklarını göreceklerdir.

Aleksandır Arakadiyeviç Rostovski (1860-1903)

1895 yılında Manastır’a Rus diplomat olarak atanmıştır. Bu Rus diplomat, diplomatik kurallara aykırı davranmasıyla tanınır. Ukala tavrıyla zalimane tutumuyla Osmanlı tebaasını hep küçük düşürücü anlayışıyla halkın sürekli tepkisini çekmiş, her daim olay çıkartan, Müslüman halk tarafından sevilmeyen biriydi.

Bu Rus Konsolos, bir gün aracının arkasına asılan bir çocuğu bizzat kendisi çok kötü biçimde döverken, konsolosun elinden bir Osmanlı neferi kurtarmıştır. Yine bir başka, kendisini tanımayıp selam vermeyen Osmanlı neferini azarlar ve tokatlar. Bütün bu olaylar, Manastır’da bulunan İngiliz Konsolosu Mc Gregor tarafından İngiltere Dışişleri Bakanlığına sunduğu raporda anlatmıştır. O tarihte Manastır’da 13 ülkenin Konsoloslukları vardır.

8 Ağustos 1903’de Manastırda Rus Elçisi Aleksandır Arkadiyeviç Rostovski, Rus Konsolos Rostovski aracıyla Nüzhetiye Karakol önüne geldiği zaman, orada görevli bulunan Halim adında Osmanlı askeri, muhtemelen kendisini tanımayıp selam vermemiştir. O anda konsolos üzerinde resmi elbise de yoktur. Halim Askerin kendisine selam vermeyişine hiddetli biçimde kızarak, Rostkovski, Osmanlı askerine  “Pis Türk”  diyerek ağır biçimde küfürler ederek aracından inerek askeri kamçılamaya başlar; askerde tabancasını çekerek konsolosu öldürür.

Görgü tanıklarına göre tabancasına davranmış olan konsolosa iki el ateş etmiştir.

Olaydan sonra bu tabanca Konsolosluğa götürülüp teslim edilmiştir. Manastır Valisi Âlim Rıza Paşa, konsolos için bir doktor gönderir. Ancak bu Ruslarca kabul edilmez.  Olayın yakınında bir yerde bulunan ve silah sesini duyan, “Erkan-ı Harp (Kurmay) Yüzbaşı (Enver Paşa) Enver, derhal müdahaleye gelir ve Halim adlı askerin elindeki silahı alır. Asker soğukkanlı bir biçimde  “Ben vurdum”  der ve silahını Enver’e teslim eder.

Ruslar bu olay üzerine Osmanlıya, diplomatik tahammüllere uymayan sert biçimde  “Nota” verirler. Paniğe kapılan o zamanın padişahı Sultan Abdülhamit’tir. Derhal faillerin araştırılması ve en kısa sürede cezalandırılması emrini verir. Ruslar olayın iyice araştırılıp bütün suçluların cezalandırılmasını isterler, gerekli tedbirleri almadığı gerekçesiyle Vali Ali Rıza Paşa'yı sorumlu tutarlar. Bunun üzerine de Osmanlı yönetimi Vali Ali Rıza Paşayı İstanbul'a uğratmadan doğrudan Trablusgarp'a tayin ederler. .

Konsolos Rostkovski'nin Cenazesi Manastır'da 19 Ağustos 1903 günü abartılı bir törenle kaldırılırken, Osmanlı iki Taburluk bir kuvveti güvenlik için görevlendirmiştir.

Cenaze 19 Ağustosta Manastır'dan alınarak Selanik'e getirilmiş, oradan da deniz yoluyla bir Gambot ile İstanbul Boğazından geçerek, 26 Ağustos 1903’de Odesa'ya ulaşmış ve orada toprağa verilmiştir. Bu arada Abdülhamit’in oğlu Şehzade Ahmet Rus konsolosluğuna taziye gönderir.

Bu cenaze töreninde Yüzbaşı Enver Birliğiyle törene katılmak istememiştir. Ancak Cenazenin geçişi sırasında beş adet top atışını görevi gereği yaptırmıştır. Sonra Yüzbaşı Enver Bey (Paşa) bu olay için çok utandığını ifade etmiştir. Dahi, bu olaydan sonra Yüzbaşı Enver, Sultan Abdülhamit ile olan gönül bağını tamamen koparmıştır 

31 Mart 1903 günü bir Arnavut Neferi Topraklarında bulunan  Batılı Sefirler Sultan Abdülhamit'e, Rumeli’de faaliyet gösteren Çetelere şiddet uygulanmaması konusunda  baskı yapmaktadırlar. Ağır hakarete uğrayan ve kendisine silahını çekmeye çalışan Rus konsolosunu öldürdü diye derhal idam edilen Asker Halim idam edilir. İki Osmanlı subayı bu idam olayına, “konsolosta şöyleydi, böyleydi”  gibi laflar ettiler gerekçesiyle o iki yüzbaşıda idam edilir. O iki yüzbaşının ve Halim askerin bulunduğu kışla ya çok şiddetli cezalar verilir. Sonuçta bütün bu tavizleri çaresiz kalan Osmanlı Sultanı Abdülhamit, Rumeli’ni kaybetmemek için vermişti ama Rumeli’yi kısa bir süre içinde kaybetti.

Kaynaklar:  Kazım Karabekir, “Hayatım” da yazdığı anıları. 
Enver Paşa “El yazıları” ve Araştırmacı yazar Cengiz Özakıncı

10 Ocak 2021 Pazar

HİTLERİN TEK ADAM İDEOLOJİSİ TÜRKİYE'DE UYARLANMASI MI?


ALMANYA'DA NAZİLERİN TALİMATI İLE ÇALIŞANLAR 

Hitleri selamla merasimi...

Milyonlarca insanın katili Adolf Hitler'in propaganda afiş ve pankartları; Nazi Almanya’sının diktatörü Adolf Hitler ve onun propaganda teknikleri günümüzde hala konuşuluyor ve Türkiye’de birçok benzerlikler hafif bir değişiklikle, Türkiye’ye göre ayarlanarak söylemler oluşturuluyor. Yazıyı sonuna kadar okunduğunda benzerlikler görülecektir.

Karar alıcıları, Güvenlik, istihbaratının kendine tamamen bağlanması. Yargıçları, savcıları kendi hükmü altına alması; Bakanlara talimatlar vermesi gibi bütün Almanya’yı kendi tahakkümü altına alması ve daha sonra Almanya’nın felakete giden yolda Tek Lider Hitlerin her isteğine “evet efendim” diyen memurlar gün gelip işler tersine dönünce, sorguya çekildiler, “Ekmek parası için emirleri uyguladık" dediler. Hepsine, “keşke şerefinizle aç kalsaydınız” denildi!

Recep Erdoğan, Hitler Benzeri, Kendisi İçin Tasarlanmış Rejimi Kurdu

Almanya’da Hitler, kendisine göre tek adam diktatörlüğünü kurdu. Türkiye’de Recep Erdoğan’ın ne yapmak ondan farksızdır. Recep Erdoğan’ın bu benzerliklerine bakıp Alman liberal Hür Demokratlar Partisi (FDP) lider; “Biz daha önce bu oyunu gördük” diyerek, şöyle sürdürüyordu düşüncelerini:  “Erdoğan ile Hitler arasında benzerlikler görüyorum” diye açıklama yapıyor. Nazi Almanya’sında Hitler’in 1930’lu yıllarda “Görevden alma Nazi Almayasına benzemelerine dikkat çekiyordu.

Bild am Sonntag'a konuşan Christian Lindner, “Reichstag (parlamento) yangını ardından 1933 yılında gördüğümüz gibi tepeden yapılan bir darbe ile karşı karşıyayız. Erdoğan sadece kendisi için tasarlanmış otoriter bir rejim kuruyor. Bireysel hak ve özgürlükleri artık bir rol oynayamadığı için Avrupa için bir ortak olamaz” diyordu.

1933'te Alman parlamentosu (Reichstag) yangını konusunda, yangını çıkartanların komünistlerin sorumlu olduğunu hatırlatan FDP lideri Christian Lindner, Parlamento yangınını gerekçe göstererek ülkede kişisel hak ve özgürlükleri sınırlayan Adolf Hitler ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında benzerlikleri açıklamaktadır.

Örneğin, Fetö darbesini bahane göstererek KHK’ler ile ülkede istediği gibi davranma hakkını eline geçiren Recep Erdoğan ile Hitlerin Alman Parlamentosu yangınından sonra aldığı tavırlar arasındaki benzerlikler bulunmaktadır…

Hitlerin Propaganda Bakanı Goobbels

1930’lar ve 1940’lar yarısına kadar Almanya’da felaket oluşumlar, 2021 günümüz Türkiye’sinde tek adam gelişmeleri o kadar çok benzerlikler vardır ki, Alman propaganda Bakanı Goobbels’in sözleri şöyle: “Size karşı yapılan suçlamaları görmeyecek ve duymayacaksınız. O yalancılar için gerekenler bağımsız Alman yargısı tarafından yapılacak ve cezalarını bulacaklardır. Gerektiğinde sadece bir tek rakibimize odaklanır ve kötü giden her şeyi onun veya onların üzerine yıkmaya çalışın…

Önemli olan halkın aydın kesimini kandırmak değildir. Onları fazla önemsemeyin. Onları kandırmak zordur ve zamanı boşa harcamış olursunuz. Sizin asıl hedefiniz, cahil ve okumamış kitlelerdir. Onları kandırmak çok daha kolaydır…

Eğer belli bir konuda hedefinizde dindar kesimler varsa, onlara Tanrı’dan ve Peygamberden söz edip inançları doğrultusunda kolayca kandırabilirsiniz. Bu amaçla kilise cemaatini kullanmakta yara vardır…”

Yollar yaptık propagandası...

Recep Erdoğan, Kültür Sanat Büyük Ödülleri Töreni'nde yaptığı konuşmada nasıl bir sanatçı beklentisi içinde olduğunu öyle bir tarif etti ki, Erdoğan’a göre: “Sanatçı slogan atmayacak, milleti hor görüp şikayet etmeyecek. Bugün gönlüne yansıyan ilhamları bizlerle cömertçe paylaşan sanatçılarımız için bir aradayız.

…İşte bu çağda ülkemiz geleceğin sanat mevhumlarının payandalarını da temellendirecektir.  Biz o sanatçıyı bekliyoruz. Beklediğimiz o sanatçı önce kendisi olacaktır. Davasını sanatıyla ifade edecektir. Vaktini ve enerjisini dünyanın iyiliği adına ürettiği eserlerle gösterecektir. Beklediğimiz o sanatçı slogan atarak kendini göstermeye çalışmayacak, başarılarıyla dünyanın en muhteşem salonlarında ayakta alkışlanacaktır.

…Beklediğimiz o sanatçı ait olduğu milleti hor görüp sürekli şikayet etmek yerine kendi sanatını sürdürecektir. Beklediğimiz o sanatçı muhalefetini sosyal medya hesabından savurduğu siyasi polemiklerle değil kanatlanıp uçurduğu sanatıyla gösterecektir. Bu sanatçıyı benim kadar aziz milletimin de beklediğine inanıyorum. Gelin Türkiye'nin gücüne birlikte güç katalım.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, ödüle layık gördüğü kişiler; kendisine bağlı kişilerdir. Türkiye de uluslararası alanda birçok ödüller almış sanatçı değildir gözünde. Dünyada hiçbir sanatçı iktidarın yanında, iktidar liderinin sözleriyle hareket ettiği var mıdır bilmem ama işte 2021 Türkiye’sinde iktidar yandaşı sanatçı vardır… 

Herman Joseph Adenauer (1876-1967)

Herman, Almanya’da CDU (Hıristiyan Demokratlar Birliği) partisinde şöyle der: “Bir daha İsa bile gelse bütün yetkiyi bir kişiye ve yanındakilere verecek kadar aptal olmayacaktır Alman halkı.” der.

Almanya 86 yıl önce tarihinde en felaketi olan Adolf Hitler dönemini yaşadı. Denenmiş, halkını felaketten felakete sürüklemiş olan Hitler yaşanmışlığı kopya alarak, Türk halkına uyarlamaya çalışan Recep Erdoğan gerçeği var ortada. Bütün bunları salt kendisi için Almanya’nın denediği, 86 yıl önce geçirdiği travmalı felaketi bu ülkenin kaderi yapmak istiyor. Yani, Türkiye Cumhuriyeti devletinin içini boşaltarak, bir parti devleti, başında tek adam olarak kendi “şahsım” devletine dönüştürüldü.

Alman Herman Joseph Adenauer’in: “Bir daha İsa bile gelse bütün yetkiyi bir kişiye ve yanındakilere verecek kadar aptal olmayacaktır Alman halkı.” Dediği gibi isteriz ki Türk halkı yarın benzer pişmanlığı yaşamadan işler çözüme kavuşturulur...

Hitler arasında kilise, "Allah bizimle" diyor, AKP flaması , caminin şerefesinde, camiler bizim der gibi.

Yükseliş ve Birdenbire Çöküş

Demem şu ki; tek adama dayalı “Başkanlık” sisteminin en korkunç örneğini; Demokrasiden Hitler’in “tek adam diktatörlüğü olan iktidarı, 20. Yüzyılın insanlık tarihinin en zalim, en kanlı dönemlerinden biri olan 2. Dünya Savaşını çıkmasına neden olan baş aktörü Adolf Hitler'in Faşist düşünceleriydi. Recep Erdoğan bu düşünceye benzer yoldan ilerlemektedir. Yani Necip Fazıl’ın Hitler düşüncesinden kopyaladığı “Baş Yücelik” ideolojisinden yola çıkarak gidilen yolun sonu felakettir.

Hitlerin Propaganda Afişleri

Bugünkü AKP lideri Recep Erdoğan'ının "tek devlet, tek millet" propagandasının benzeri...

20. yüzyılın ortalarına doğru, dünyayı kana boğan canilerin başı olan Adolf Hitler, Alman halkını etkin propagandalar ile etki altına alarak kendisine inandırmıştı ve tek başına iktidar olmuştu. Alman halkını, etkin propaganda ile 2. Dünya savaşına sokan Hitler, propaganda afişleri ile ülke kentlerinin caddelerini donatarak Alman halkını daha çok kandırarak, dünyayı bir felakete sürüklemiştir.

Yollar, köprüler yaptım afişleri...

Türkiye’de 19 yıla yakın zamandır, AKP ve lideri Recep Erdoğan, benzer biçimde, ülkenin kentlerindeki billboardlara, duvarlara, üst geçitlere, köprülere, hatta camilere, minarelere varıncaya kadar afişler ile donattı.

Hitlerin afişlerde: “Tek halk”, “Tek devlet”, “Tek lider”, “Büyük Almanya”, “Yeni Almanya’ya sesleniyoruz”, “Tanrı bizimle”, “Sen Almayasın”. “Liderimiz Adolf Hitler sigara ve içki içmez” gibi afişler. 

Hitlerin "tek lider" propaganda afişleri 

Yazar Aldous Huxley, “Tarihten alınabilecek en büyük ders insanlığın tarihten ders almamasıdır.” Demekteydi.

Türkiye’de Recep Erdoğan buna benzer: “Tek devlet”, ”Tek Millet”, “Tek Bayrak”, “Tek ülke” diyerek meydanlarda parmaklarıyla defalarca halka bu propagandayı yapmadı mı?   

Adalf Hitler demokratik yollardan geldi, başa geçti; güçlendikçe geldiği demokratik yolları bir bir tıkayarak, meclis yetkilerini tek eline aldırttı “tek adam” diktatörlüğüne giden yolunu açtı. Güçlendikçe, Almaya sınırlarını aştı, dünya lideri olmaya doğru adım attı. Sonuç, tarihin en vahşi diktatörlerinden biri olarak dünyanın başına kan döken bela oldu...

Bugün Türkiye’de “Başkanlık” sitemi ile “tek adam” Recep Erdoğan aynısını yapmadı mı, yaptı. Meclisi etkisizleştirdi, Türkiye sınırlarını aştı, Suriye’de, Libya’da savaşa gönderilen askerlerimiz var. Hani, “Yurtta barış, dünyada barış” felsefesine ne oldu?

Hitlerin propaganda afişlerinde çocuklar bile kullanılır...  

 Adolf Hitlerin Diktatörlüğe Uzanan Nedenlerin Başında Ekonomik Kriz Vardı

1929’da Almanya’da başlayan çok ağır ekonomik kriz geçiriyordu halkı çok yüksek enflasyonlar altında eziliyordu. Tam bu sırada Hitler 10 yıla yakın zaman içinde bir siyasi adım atamazken, ekonomik kriz Alman halkı tercihini Hitlerden yana yönettir.  

Fetö darbesi ile sistemi kendi lehine göre değiştiren Erdoğan’a ikinci bir fırsat olarak, şimdi şu günlerimizde korona ve ardından ekonomik kriz arttıkça Türk halkını baskı altına alarak ikinci yeni bir son hamle ile tamamen Recep Erdoğan otokritik diktatör hevesleri kabararak “tam tek adam “diktatörlüğünü ilan edebilir…

1920’de Adolf Hitler’in siyasi parti yaşamına Alman İşçi Partisine katılımı ile başlar. Partinin propagandasını ele aldıktan sonra parti adını “Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi” (NSDAP) olarak değiştirir. Komünistler ve sosyal demokratlar bu partinin destekçilerine onları küçümseme maksadıyla kısaca “Nazi” diyorlardı.

Hitlerin, yoksullara kömür dağıtma ve yoksullara yiyecek dağıtma propaganda afişleri...

1921’de Hitler, Partide hızla yükselmeye başlar ve kısa sürede parti lideri olmayı başarır. Ancak, 1929 yılına kadar başarısız olsa da dünyada yaşanan ekonomik kriz sonrası oylarını artırır ve 1930 yılında yapılan seçimlerde meclisin ikinci büyük partisi olur.

1932’de Adolf Hitler, Almanya’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine NSDAP’ın adayı olarak katıldı. Karşısında güçlü rakibi Hindenburg vardı. İlk turda kazanan olmadı, ikinci turda ise rakibi kazanırken, Hitler kaybeder...

Almanya’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçileri sonrası yapılan genel seçimde ise Hitler’in partisi mecliste en çok sandalye sayısına sahip olarak girdi. Böyle olduğu halde hükümeti kurmaya yeterli değildi, koalisyon kurmak gerekiyordu. Hitlerin hükümeti kurması için, Cumhurbaşkanı Hindenburg, Hitler’e görev verdi. Ancak Hitler koalisyon kurulmayınca da Alman Ulusal Partisi’nin desteği ile ülkeyi yeniden genel seçimlere sürüklendi...

Almanya’da alınan bu yeniden seçime gidiş kararı, dünyanın da bir felakete sürükleneceği bilinmiyordu. Çünkü alınan seçim kararı ile Hitler’in diktatörlüğe giden önemli yol dönemeçlerden biri oldu. Bu arada Alman parlamentosunun toplandığı anda Reichstag’ta (meclis) çıkan yangının, Hitler’in partisi tarafından çıkartıldığı iddia edilse de soruşturma Nazi Partisi’nin (NSDAP) git gide en güçlü siyasi bir parti olmasından dolayı fazla bir soruşturma açılmaz.

 

İşte Recep Erdoğan'ının tek sesliliği, bir gazete al, 10 gazete okumuş ol; bir yazarı oku 10 yazarı okumuş ol ama hizmet Recep Erdoğan lehine olsun...

Yaralanılan Kaynaklar: Cumhurbaşkanlığı © REUTERS / THİLO SCHMUELGEN

Medyafaresi,Türkiye'nin Özgür Sesi

Yararlanılan Kaynak Sputnik Türkiye sitesi




HİTLER ALMANYASI ve BUGÜNÜN TÜRKİYESİ İLE KIYASLAMA

 

HİTLER İLE ALMANYA’DA SEÇİM HİLELERİ ve BASKILARIN ARMASI

BUGÜNÜN TÜRKİYESİNDEKİ DURUM İLE KIYASLAMA

Resimde görüldüğü gibi Alman meclisinde tek parti işareti kamalı haç asılıdır

Bu arada Adolf Hitler, Cumhurbaşkanı Hindenburg’a imzalattığı bir kararname ile vatandaşların çeşitli kişisel ve siyasi haklarını kısıtladı. Bunu takiben Hitler’in partisi NSDAP ve Alman Ulusal Parti dışında bütün partilerin yayınları ve seçim çalışmaları durduruldu. Bu yasaklı dönemde gidilen seçimlerin sonucunda Hitler iktidar oldu. Yani olağanüstü yapılan seçim şartları, Hitler’in partisi, seçimde Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) %44 oy alarak, tek başına iktidar oldu. Ancak salt çoğunluğu yine elde edemediği için, daha çok yetkiler istedi. Böylece Hitler, sürekli diktatörlüğe giden yolu açıyordu…

Recep Erdoğan Muhalefet için: “Her şey gibi muhalefeti de yerli ve milli inşallah ülkemize kazandırmak bize nasip olacaktır.” Dedi. Benzer yanlardan değil mi?

Hitler’in diktatörlüğe gitmekte her yol mubahtı…

1933 yılında Meclisten “geçici” adı altında geniş yetkiler verilmesini istedi. Adolf Hitler’e ve hükümeti bu “geçici” yetkiyi meclisin salt çoğunluğunun onayına gerek duymadan kanun yapma yetkisiydi. Bu yetkinin yasalaşması içinse de meclisin üçte birinin oyu gerekiyordu. Oylamanın yapılacağı gün parlamento, hükümetin polisi (SA) tarafından kuşatıldı ve bazı sosyal demokrat parlamenterler Meclis’e sokulmadı. Dahi ayrıca 81 komünist vekil de meclis seçimden önce gözaltına alınıyorlar…

Fetö Darbesinden sonra benzer biçimde Recep Erdoğan’a geçici yetkiler verildi; meclisin çoğunluğu anlamsızlaştırıldı, ülkede önemli karalar tek adamın isteği doğrultusunda, salt çoğunluk karaları ile değil tek adam talimatlar ile yapılır oldu.

Almanya’da Referandum İle Başbakanlığın Kaldırılması

Başbakanlığın cumhurbaşkanlığı ile birleştirilerek, başbakanlığın ortadan kaldırılması hakkında yapılacak Referandumda, yoğun bir propaganda yapan Hitlerin Nazi partisi, referandum oylamasında oldukça anti demokratik eylemlerde kullanıldı. STK’ları, kulüpleri Nazi askerleri eşliğinde oy kullanma merkezlerine götürmek ve açık oy vermeye zorlamak da vardı. Bazı yerlerde oy verme kabinleri kaldırılarak bazı yerlerde de kabinler olsa da, kişiler oylarını gizli, istenmeyen oy vermesin diye, oy verilen kabinlerin üzerine, “Buraya giren vatan hainidir.” yazan afişler bulunuyordu. 

Referandum seçiminde "evet" ve "hayır" işareti, evet daha büyük daire hayır çok küçük daire 

Bunda amaçla, Alman halkının açık oy vermesine zorlamaktı. Dahi hatta, buna ek olarak, birçok oy pusulaları üzerinde “evet” damgaları vurulmuş haldeydi. Hatta geçersiz oy pusulaları sıklıkla çıkmasını da “evet” oyları olarak sayıldı. Birçok “hayır” oyu referandum sorusunun lehine kaydedilmiştir. Referandum sonucunda %88 evet oyu çıkmış ve Hitler “Führer” olarak istediği, Almanya’da mutlak tek adam olmayı iyice sağlama almış oldu.

Almanya’da cumhurbaşkanlık sistemi ile başbakanlık birleştirilmesi ile ülkenin tek adam eline geçmesiyle artık önü alınmaz dünyaya tehdit olan; dünyanın gördüğü en kanlı savaşlardan 2. Dünya Savaşı başlatan “tek kişi” olur.

Binlerce insan, kurulan toplama kamplarına milyonlarca Yahudi toplanılarak soykırıma uğratıldı. Siyahiler; çingeneler, zihinsel engelliler, fiziksel arazlar katledildi.  

Bir taraftan, Nazi doktorları bu insanlar üzerinde korkunç deneyler yaptılar. Ayrıca savaş tutsaklarına işkenceler yaptılar, kimyasal silahlar kullandılar ve birçok savaş suçları işlediler.

Hitler’in başlattığı dünya savaşında 7 milyondan fazla Alman vatandaşı yaşamını yitirdi. Savaş sonucu olarak Almanya toprak bütünlüğünü kaybetti ve ülke “Doğu Almaya, Batı Almanya olarak ikiye bölündü. Batı Almanya Amerika, İngiltere ve Fransa’nın kontrolüne geçti. Doğu Almanya ise Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) kontrolünde kaldı. Almanya, Fransa, Birleşik Krallık ve Rusya’ya savaş tazminatı ödedi. Alman yaşam standardı 1932’deki ekonomik günlerine döndü.

Alman toplumu, Nazi dönemindeki işlenen insanlar suçları nedeniyle uluslararası alanda ve sosyo-kültürel temsillerde soy kırımın ve savaş suçlarının lekesini hâlâ taşımaya devam ediyor.

Savaşta hayatta kalan Alman halkı büyük açlık ve sefalet yaşadı. Savaş sonrası ABD ve Birleşik Krallık entelektüel savaş tazminatı olarak Almanya’daki tüm patentleri, Almanya’nın tüm teknolojik. Bilimsel bilgi ve birikimini topladı. Bu patent ve bilgi birikiminin değeri günümüz parasıyla 123 milyar dolara tekabül ediyor.

Çok Parti Sisteminden Yetkinin Tek Adam ve Tek Partinin eline Geçişi

Artık Almanya’da bütün yetkileri eline geçiren Hitler, bütün yetkilerini kullanarak, “tek adam” olur; çok partili sistemden tek partili sisteme geçişi kolaylaştırır. 1933’de ise çıkarttığı yasalarla “Nazi partisi” dışında bütün partileri ülkede yasadışı ilan etti. Bütün bu gücü, halka hitabet yeteneği ve oldukça etkili biçimde kullanarak Alman halkını yanına çekmeyi başardı ve kendi Nazi partisinde birleştirdi…

Recep Erdoğan benzer bir hitabet yeteneği ile Türk halkını uzun süredir yanında, partisinde tutmayı başardı.

Hitler’in en etkili propagandası, “Ein Volk, Ein Reich, Ein Fuhrer.” yani ‘Tek halk, Tek İmparatorluk ve Tek Lider” sloganı ile Nazi hareketi, Alman toplumunda çok önemli izler bırakıyordu.

Nerdeyse tamamen benzer propaganda ile Recep Erdoğan, “Tek devlet”, “Tek Millet”, “Tek Bayrak”, “Tek Ülke” demiyor muydu?

Ayrıca Hitlerin propaganda söylemleri ve taktikleri, pankartlar, posterler, parti yayın ve söylemleri, radyolardan nerdeyse kendi lehine yayın yapan %95 televizyonlardan her gün birkaç kez canlı yayın yayında diline gelen ne varsa muhalefete kusan Recep Erdoğan. Meydanlardaki mitinglerde sürekli aynı sloganları tekrar ederek Nazi partisinin (NSDAP) söylemlerini aratmayacak biçimde dillendirmektedir.

Alman Nazi partisinin propaganda bakanı Goebbels gazeteler, dergiler, kitaplar, mitingler; sanat, müzik, film ve radyonun kontrolünü eline alıp Nazi karşıtı bütün görüşleri sansürleyip yasakladı; kimse muhalif ses çıkaramaz duruma getirilmişti. Türkiye’de AKP ile benzer durumu yaşamaktayız. Gazeteciler, siyaset insanları, siyaset yorumcuları Recep Erdoğan’ı eleştirmeleri bile suçlanarak tutuklanıyorlar.  

Bize Hiç Yabancı Gelmeyen Hitlerin Yaptıkları…

Cumhurbaşkanlığı yarışında rakibi olan Alman Cumhurbaşkanı Hindenburg’un yetkilerine pek dokunulmamıştı. Zaten pek bir yetki de elinde kalmamıştı. Onun yetkilerini sürekli çiğnemekteydi. Bundan dolayı hiçbiri mahkeme yargılayacak gücü kalmamıştır, her konuda tek kara verici kendisiydi. Yani her yetki Hitler’in tekelinde; tek adam olduğu açık biçimde zaten hissediliyordu. Ancak 2 Ağustos 1934’te Alman cumhurbaşkanı Hindenburg’un ölmesi üzerine, Hitler harekete geçerek, ilk iş olarak Formalite bir referandum ile Cumhurbaşkanlığı ile Başkanlığı birleştirerek 1934’te tek adam olmakta önündeki bir engel daha kalkmıştı…

Sonuç, Hitler, Bütün Yetkileri Tekelinde Toplamayı Başarır

Hitler oldukça kısa olan yasa tasarısı ile oldukça güçlü yetkiler elde etmeyi başardı. Salt tasarıda bulunan 5 madde ile meclisin geri kalanını tamamen etkisizleştirdi ve bütün gücü kendi üstünde toplayarak anayasaya aykırı yasalar çıkarma yetkisini tekeline geçirdi.

 5 maddeden 3’ü oldukça çok kritikti…

1. Madde şöyleydi: “Hükümet, Anayasa’da belirtilen kanun çıkartma sürecinden ayrı olarak da kanun çıkartabilir.”,

2. Madde: “Hükümetin çıkarttığı kanunlar, meclis kurumlarını etkilemediği sürece anayasadan sapabilir; devlet başkanının yetkileri bundan etkilenmez.”;

3. Madde ise: “Devletin yabancı milletlerle yapacağı anlaşmalar ve bu anlaşmaların gerektireceği kanunlar için meclis onayı gerekmez. Hükümet bu anlaşmalar için gerekli gördüğü kanunları çıkartır. Bu maddeler hükümetin meclise danışmadan, kanun çıkartmasına, bütçe onaylamasına ve uluslararası anlaşmalar yapmalarına olanak sağlar” diyordu.

Tekrar okuyun, birde Türkiye’de, “tek adam” cumhurbaşkanlığı sitemi dedikleri ile bağlar oluşturun hele; bir değişiklik görmediğinizi anlayacaksınız!

Hitler artık tekeline bütün yetkileri tamamen yetkileri alır ve yasama ve yürütme meclisten Hitler’e geçer. Hatta daha önce cumhurbaşkanlığı yarışında yenik düştüğü Cumhurbaşkanı Hindenburg’u da etkisiz duruma getirilir, bir etki olmaz artık.

Şimdi bu durun Recep Erdoğan’ın “Tek Adam”, “Şahsım” düşüncesiyle, meclisi tamamen etkisizleştiren Hitler düşüncesi ile örtüşmüyor mu?

Türkiye’deki Cumhurbaşkanlığı Sistemi Buradan mı Etkilendi Acaba?

Benzerlikler: Hitler elinde İncil sallıyor, Recep Erdoğan ise elinde Kur'an gösteriyor

Tek Adam olmak için Hitler; Cumhurbaşkanı Hindenburg’un ölümünden sadece 7 gün sonra referanduma götürdü ülkeyi. Referandum ile Cumhurbaşkanlığını Başbakanlık ile birleştirilmesi amaçlanıyordu. Bize hiçte yabancı olmayan; başbakanlığın cumhurbaşkanlığı ile birleştirilerek başbakanlığı ortadan kaldırılması gibi…

Referandumda Alman halkına şu soru soruldu: “Cumhurbaşkanlığı makamı, Başbakanlık makamı ile birleştirilmiştir. Cumhurbaşkanı’nın tüm yetkileri ile Başbakanlığın yetkileri Führer ve Şansölye Adolf Hitler’de toplanmıştır. Vekilini kendisi atayacaktır. Alman erkeği ve Alman kadını, bu yasa ile öngörülen bu düzenlemeyi onaylıyor mu?”  deniyordu…

Yaralandığım kaynak: Medya Faresi, Türkiye'nin Özgün Sesi

 

TURANCI-TÜRKÇÜ-SOSYALİST ETHEM NEJAT (1881-1921)

ETHEM NEJAT (1887-1921) Annesinin adı Cavide, babasının adı Hasan'dır. Anne tarafından dedesi Ahmet Cavit Paşa, Çerkes İttihat ve Teavün...