Osmanlı Askeri Teşkilatı |
Aydın olma yeteneği kıt Osmanlı yöneticileri Osmanlı olmuş, Türküm diyememiş, Türk olama kavramının bilincinde olmamış, Müslüman olma kavramıyla Osmanlı kavramında kıvranıp kalmışlardı. Yani Türk kimliği kavramı bilinçlerinde yoktu. Ancak Müslüman olmak, Arap olmaya yakındı Arap kavminden olmaktı ve kendi ulusal kimliğini unutmaktı istenilen…
Milli değerlere yönelmek, Arap olmaktan kurtulmak, onlardan ne yaparsa yap hayır gelmeyeceğini anlat, anlamakta çok geç kalınmıştı ama cumhuriyeti kuranlar tarafından zor olan başarılmıştı. Osmanlıların son zamanlarda Araplardan yenen kazık, yeni bir ulusal kimliğe dönüşü hazırladı. Böylece Araplara yabancılaşma başladı. Çünkü Osmanlının kutsal millet yaptığı Arap dünyasında Türk ve Türklük geçerli olmayıp düşmanlaştırılmıştı. Daha açıkçası, Osmanlı Arap dünyanı ve topraklarını vatanlaştırama yerine, aksine Türkleri Araplaştırma çabası ağır basıyordu.
Falih Rıfkı Atay: Hükümetin savaş politikasını, ordunun ve milletin harbinden ayırmalıyız. Yanlış kara veren bir kumandanla, o kara uğruna can veren zabit nefer nasıl aynı çerçeve içinde görülebilir?" diyordu, "Zeytindağı-Ateş ve Güneş" kitabı, Pozitif yayınları 2020, s.319
Türkiye Cumhuriyeti 10. Yılında, Türk ulusunu inşa etme süreci Kemalizm ile kolaylaşmaya başlar; Türk ulusu kimliği 1. Dünya Savaşı Osmanlının tarihe gömülmesi süreciyle yeni bir Türkiye Cumhuriyeti doğuşu başlamış olur.
O günlerde Osmanlı "Devri Sabık" olmuş, bütünlüğü ile olumsuz bir geçmiş döneme sahip olmuştur. Modern Türkiye'nin doğuşu, Osmanlının son dönemlerindeki olumsuzlukları Türk milliyetçiliğinin Türklerin ruhunda yeşermesine neden olmuş ve ateşli bir Türk ulusundan yana olan Mustafa Kemal ve arkadaşları çabalarıyla gelişmiştir.
Osmanlı yok yere binlerce Türk askerlerini kızgın Arap çöllerinde, donmuş dağlarda kırdırmış salt İstanbul'da saraylar yapıp saltanatlarını sürmek için.
1932'lere gelindiğinde her şeye rağmen Türk ulusu kimliği kavranmış, kendi ulusal varlığını bütün dünyaya karşı meşrulaştırmıştır. Bugün, o günlere gelinmesini, çekilen çilesini, acı ve ıstırapların farkına varmayan veya farkına varmak istemeyenler tarihi çarpıtmaktadırlar. Osmanlı İmparatorluğu, Türk ulusundan olamamış, ulus kavramını Arap milliyetçiliğine kurban etmiş; Osmanlı geçmişini, geçmişteki kimliğini bu Türk halkına anımsatacak ne varsa yok etmiştir. Osmanlı, Arapça-Farsça ağırlıklı, içine bazı Türkçeden sözcükler serpiştirilmiş, hiçbir değeri olmayan Osmanlıca denen yoz bir dil üretmiş olması bile Türk ulusunun yok olması için tek başına yeterlidir.
Şiddet ve Celal tipik bir Şarklı anlayışıdır…
Osmanlı İmparatorluğu (Osmanlı Emperyalizmi) bu kavram karmaşık ve Batılı Emperyalist devletlerden farklıdır. Osmanlı İmparatorluğu girdiği yerlere maddi sömürge için giriyor, kültürel sömürge için girmiyordu. Tersine daha çok Arap topraklarına giren Osmanlı, kendi dilini, kültürünü Arap kültürü içinde eritiyordu.
Batılı emperyalistler (İngilizler, Fransızlar, İspanyollar vs.) sömürü için girdikleri ülkelere dilini, kültürünü dayatıyor, yerli halkların dilini, dinini ve kültürel yapılarını değiştirerek öz kimliklerinden kopartıyordu. Bunun tersini yapıyordu Osmanlı, kendi kimliğini ve dilini unutturarak Türk toplumunu Araplaştırmaya, Arap dinini ve örf, adet, geleneklerini dayatıyordu… Yani Arap diyarında Türk ve Türklük yerine Araplaşmak, Arap dili ve kültürünü almak zorunda kalınıyordu.
İş bu böyle olunca Osmanlı buralara girip uzun süre kalsa da sömürge durumuna getiremedi ama asıl kültürel olarak Araplar Türkleri sömürdüler. Yani kısacası Osmanlı girdiği yerleri vatanlaştıramadı, sonu acı bir biçimde bitti, kaybetti, birçok cana mal oldu. Bugün Osmanlıcılar, Osmanlının bu kaybedilen topraklardaki geçmişteki acı veren olayları görmezler, gururla anlatırlar.
Falih Rıfkı Atay: "Osmanlı İmparatorluğu, Trakya'dan Erzurum'a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini müstemleke milliyetlerinin ağzına teslim etmiş, artık sütü, kanı ile karışık emilen bir sağmal idi" diye o günlerin acısını böyle anlatır "Ataş ve Güneş, Zeytindağı" kitabı, Pozitif yayınları 2020, sayfa 218'de.
Osmanlı olmakla gururlanırlar: "Şam evimiz kadar bizim, Lübnan bahçemiz kadar bizim. Bu tasarruf ve hüküm hissini bize damarlarımızdaki kandan geldiğine kuşku yoktur" yazar. Aynı yapıt sayfa "Ataş ve Güneş, Zeytindağı" kitabı, Pozitif yayınları 2020, sayfa 218
Hayallerle yaşayan Osmanlı bir yana, gerçekleriyle kurulan cumhuriyet dinç, dimdik ayaktadır. Falih Rıfkı Atay: "Bizim Osmanlı emperyalizmi şu ana fikir üstüne kurulmuş bir hayal idi: Türk milleti kendi başına yapamaz" der. "Ataş ve Güneş, Zeytindağı" kitabı, Pozitif yayınları 2020, sayfa 216
Yani Osmanlıcılar, Osmanlıcılıkla övünürler böbürlenerek ama bir tek iz bugün yoktur. Osmanlı hayal uğruna canları ile ödeyen Anadolu insanları, Osmanlının hayali uğruna dünyanın birçok yerlerinde heba edildiler. 20-25 yaş arası, daha birçokları yârin yanağından bile nasıl öpülür bilmediler. Yarısı ise evli, geride dullar bırakacağının bile farkına varmadan Anadolu yiğitlerinin kanı Arap çöllerinde akıtıldı, Arapların kursağına Anadolu yiğitlerinin rızkı akıtıldı. O çöllerde kanı akıtılanların tamamı Anadolu Türkü idi. Onların komuta kademesi ise Araplardan oluşuyor, çarpışarak ölenler ise Türklerdi.
O bölgede sorun Araplar için Arap sorunu değildi; Türk sorunu, Türk düşmanlığı hissi idi. Arap çöllerinde Anadolu insanının canı veriliyordu. Birçokları sahipsizlikten unutuldu, birçokları kayıplardı, bulunamadılar, birçokları emperyalist devletlerin toplama kamplarında sürgünlerde öldü gitti. Birçokları kolsuz, kimi bacaksız kaldı, kimi yurda gazi olarak döndü ama kendilerini feda edecek kadar hepsinin sevdaları birdi, vatan uğruna canlarını feda ettiler…
Bütün bunlar, yanlış karar veren ve yıkılıp giden Osmanlının yanlış kararlar sonucu canlarını veren, seferden sefere koşan Anadolu insanlarıydılar. Bunlar aynı anda dört cephede çarpışan Anadolu insanları, kimi karlı dağların soğuğu dondururken, kar ve tipi cabası, kimisi çöl sıcağında tepesinde güneş kavuruyor adeta, yine güneşin çöle yansıyan yakıcı sıcaklığı ise ayaklarını yakıyor yürüyemez duruma getiriyordu. Çölün yürünemez yakıcı sıcaklığı bir yana, çölde çekilen susuzluk, bir damla suya hasret kalmak yazgılarıydı adeta.
Bu savaşlarda Arap çöllerinde yitip giden 3 milyon Anadolu yiğidi, Suriye, Filistin ve Yemen cephelerinde kaybedildiler Osmanlının yanlış tutumundan dolayı. Bu Anadolu insanlarının cesetleri yurdundan çok uzaklarda kaldı; yurdundan çok uzaklarda bilinmeyen mezarları ne de adları kaldı. O bölgelerde, onların ölümleri üzerinde kurulmuş ama hala gözyaşları dinmeden birbirlerini kıran devletçikler kurulmuştur.
Doğrusu bu çöl insanının savaşıydı, Anadolu insanının savaşı değildi, kendisinin savaşı olmadığı yerlerde şehit düştüler. Ancak kendi Anadolu savaşında kazandılar, kendi devletlerini kurdular.
Osmanlı İmparatorluğu, ümmetçilik fikri sebebiyle üç kıtada egemen olmuş, bu coğrafyanın büyük bir kısmını Arapların yaşadıkları ülkeler kapsamaktaydı. Kudüs, Şam, Filistin, Hicaz gibi. Osmanlı sadece coğrafyada büyüyebilmişti. Çünkü, bu kazanılan toprakların hiçbirinin kültürlerine, dillerine, ticaretlerine ve mal mülk, para ile ilgili şeylere egemen olunamamıştı. Ne hazindir ki Osmanlı, Arapları Türkleştireceğine oradaki Türkler Araplaşmıştır.
Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık. Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Eğer, medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu içlerine kadar gireceğine şüphe yoktu. Osmanlı Emperyalizmi şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi: "Türk milleti kendi başına devlet yapamaz!" diyerek uyutuyordu Anadolu Türk toplumunu…
Osmanlı, Arap topraklarına girerek oraları bir bakıma imar ediyordu. Çünkü, Arap şeyhleri arasındaki kanlı savaşlar sonucunda Arap halkı mağdur oluyor ve maddi olarak da çöküntüye uğruyordu. Osmanlı geldiğinde ise bu şeyhleri uzlaştırıp sükuneti sağlıyor ve onlara belirli imtiyazlar veriyordu. Bir bakıma Osmanlı onlar için bir kurtuluş gibiydi. Buna rağmen Osmanlının güçsüz duruma düşmesini fırsat bilip Araplar hemen İngilizlerle, Fransızlarla anlaşmışlar ve Osmanlı’yı arkadan vurmuşlardır. Osmanlı’ya karşı görünüşte bağımlı olan Araplar her zaman kendi halifeliklerini istiyordu. Müslüman Araplar arasında Arap Halifeliği hükûmeti peşinde olanlar vardı ve 1. Dünya Savaşı çıktığında bu düşüncelerini gerçekleştirmek için ve İngilizlerin vereceklerini söz verdikleri ayrıcalıklardan dolayı Osmanlı’ya ihanet etmişlerdi.
Osmanlı İmparatorluğu'nun Araplara vermiş olduğu haklar, onların küçük bir anlaşmazlıkta bile isyan etmelerini sağlıyordu. Cemal Paşa zamanında çıkmış olan bir kanun ile komutanlara eğer vatan müdafaası için zaruri görülürse idam hükümlerini yerine getirmesi yetkisi verilmişti. Yani isyanlar artık kanla bastırılıyordu. Cemal Paşa'nın bir amacı da Suriye’yi Osmanlılaştırmaktı. Bu düşüncesini gerçekleştirmek için Suriye'de Halide Hanım'la birlikte modern okullar açtırmıştır. Bunun yanında bir de göç ettirilen Ermenileri, Lübnan ve Suriye içlerine dağıtarak güçlenen Arap Milliyetçiliğine karşı bir güvence olarak kullanıyordu. Hatta Ermenileri güçlendirmek için ev ve toprak bile verilmiştir.
Yani kısacası Halep’i Şam’ı, Beyrut’u, Kudüs’ü kendinin sanan Osmanlı bu Arap coğrafyasını ne sömürgeleştirmiş ne de vatan yapabilmiş, ancak bölgede jandarmalık görevini yapmıştır. Bağ bahçe bekçiliği yapmış, sonunda 3 milyon saf ve temiz Anadolu gençlerinin şehit düşmelerine neden olmuştur. Aslında Osmanlı için o kentler bir süreliğine birer turistik gezi alanlarıydı, Osmanlı bunun bile bilincinde değildi…
Hala birçok aklı evveller vardır ki, o toprakları “bizim” sanırlar, Osmanlıcılık oynarlar ancak turist vizesi alarak o kentlerin cadde ve sokaklarında bir süreliğine bir yabancı gibi gezer gelirsin, sonrada bu topraklarda kutsallık diye kendi kendini kandırırsın. Aslında geçmişte de o kentlerin anahtarı Osmanlıda falan değildi; çiftlikler, üretim merkezleri, ticaret, kültürel yapı, endüstri, saraylar, evler, şatolar gibi her şeyler Osmanlının değildi, Araplarındı ya da başka milletlerindi. Ecdat denilen Osmanlı buralarda 400 yıl ancak jandarmalığını yaptı; kiliseler Hıristiyanlarındı, Havralar Yahudilerindi, Camiler Arap Müslümanlarındı. Ancak oralarda Türkler Araplaşmış, veya yarı Arap olarak ezgin durumda yaşardı. Bu ezgin yaşamaktan kurtulmak için birçok Türkler Araplaşırlarken bir tek Türkleşmiş Arap yoktu…