3 Haziran 2017 Cumartesi

BEYŞEHİR LALELİ VE ASMAKAKLIK DAĞINA RÜZGAR ENERJİSİ SANTRALİ


BEYŞEHİR GÖLÜNE KUŞ UÇUMU 3 KM. MESAFEDE RÜZGÂRGÜLLERİ LALELİ DAĞIN 1600 MT. TEPELERİNE                                KURULUYOR.

Bademli, Ağılönü, Şamlar ve Karadiken köyleri ne kadar zarar görecektir!

Enerji gereksinimi sürekli dünya üzerinde artmaktadır. Pek çok ülkede kaynaklar kısıtlıdır, kiminde güneş yoktur, kiminde rüzgâr, kiminde su, kiminde de fosil yakıtlar (petrol) yoktur. Bizim ülkemizde fosil yakıt yoktur, akarsuyumuz kısıtlıdır ama güneş ve rüzgâr vardır. Dünyada yaşanabilir ortam yaratmakta, küresel ölçekte çevre kirlenmesine neden olan fosil yakıtlar hem pahalı, hem de dünyada tükenme ömrü 40 yıl ya var ya yoktur. O halde başka kaynaklara yönelmek gereklidir.

Enerji, çağdaş insanoğlunun yaşamını düzenleyen bir parçasından olmuştur. Sanayi, teknoloji, iletişim, ulaşım olmak üzere birçok alanda vazgeçilmez olmuştur. Yani enerji modern toplumun bilgisinin kaynağıdır. Gelecekte de insanoğlunun en önemli bilgilenme kaynağı enerji olacaktır.

Dünya da alternatif enerjiye yönelmede başta güneş, rüzgâr, deniz dalgası, jeotermal (yer altı sıcak sular) ve hidrojen enerjisi, yenilenebilir enerji kaynakları olarak nitelenen enerji kaynaklarına gereksinim duyulmaktadır. Lakin gelişi güzel, bölgenin ekolojik dengesi araştırılmadan, çevrenin konumu incelenmeden, kar yapalım derken uzun vadede büyük kayıplara neden olunmadan işe başlanmalıdır.

Elektrik enerjisi üretimi ülkelerin ana sorunudur.  Elektrik tüketimi her geçen gün artmaktadır. Bundan dolayı elektrik üretim kaynaklarını ve üretim yöntemlerinin önemi daha iyi anlaşılıyor. Ülkemizde enerji üretiminde en çok doğalgaz kullanılmaktadır. Dahi, ülkemizde güneş, rüzgâr, akarsu kullanılarak da elektrik üretilmektedir.

Bugün bütün dünyada enerji üretim kaynaklarını artırmak için yoğun çabalar harcamaktadır. Maliyet ve çevreci enerji kaynaklarına yönelik çabalar, fosil yakıtların aksine, doğaya zarar vermeyen, doğal hayat için herhangi bir risk teşkil etmeyen yöntemlere başvurmaktadırlar.

Rüzgâr enerjisi üretimi ve kullanımı bütün dünyada giderek yaygınlaşmaktadır. Ancak rüzgâr enerjisinin de üretiminde çevreye zararları vardır. Lakin rüzgâr enerjisinden daha zararlı olan fosil enerji kaynaklarının git gide tükenmesinden dolayı yeni yöntemlere başvurulmaktadır.

İstatistiklere göre Türkiye’nin 20 yıllık dönem için enerji gereksinimi %100 oranında artırması gerekmektedir.  

Buraya kadar her şey tamam, ancak bütün bunlar yapılırken amaç salt elektrik enerjisi üreteceğiz diyerek, insan sağlığına önem verilmeli, her şeyden üstün tutulmalı ve çevreye zarlı olabilecek şeylerden kaçınılmalıdır.

Hiçbir şey söyledikleri gibi doğa dostu değildir.
Rüzgâr enerjisi de tam manasıyla doğa dostu falan değildir. Yani öyle anlattıkları gibi ekolojik değildir. Rüzgâr enerji santralleri yerleşik alanlar dışındaki temiz doğaya kuruluyor.  Bu kurulan rüzgâr enerji santralleri, çevresindeki bütün canlıları etkilemekte, otların kurumasına, öteki canlıların bölgeden göçe zorlamaktadır. Böylece göç edilen alandaki çevre dengesi hızlıca bozulmaktadır.

Hiç kimse "ne var bunda, Allah’ın rüzgârı esecek, pervaneler dönecek, enerjiye enerjiye dönüşecek" diyemez. Başta dev rüzgâr enerji pervaneleri kuşlar için büyük tehlikedir. Her gün binlerce kuşun ölümüne, yaralanmasına neden olacaktır. BEYŞEHİR’İN karşısındaki bu Laleli Dağı’nın güneydoğu kayalık yerin adı “Akbaba Yuvası”dır. Daha kırk yıl öncesine kadar bu kayalıklarda cüsseli Akbabalar, dev kartallar ve doğan, gibi yırtıcı kuşlar vardı. Kurt, tilki, sansar, vaşak, dağ kedileri vardı. Kuşlar başta olmak üzere bütün canlılar Tarımda kullanılan ilaç ve kimyevi gübre yüzünden nesilleri tükendi; yok oldular. Yani bir iyi iş için ilerisi için bir felaket ekolojik denge bozulmuş oldu. İşte rüzgâr enerji santrali de böyle bir sorunla karşı karşıya kalmaya yol açabilecek ve yani son kalan doğal denge her gün daha fazla bozulacaktır. 

Ayrıca hava akımlarının doğal dolaşımı bozması nedeniyle iklim değişikliğine de neden olacaktır. Bir rüzgâr santrali, bir ünitelik Nükleer güç santraline göre 3000 misli daha az enerji üretir. Ancak rüzgâr santrallerinde çok sayıda kuleye ihtiyaç vardır. Birçok beton binalar yapılmaktadır. Bu durumda görüntü kirliliği de yapacaktır… 

Dahi ayrıca; türbinlerin çok gürültülü çalışmasından dolayı yakın çevrede yaşayan insanlar için rahatsız edicidir. Bu nedenle yerleşim merkezlerinden çok uzaklarda ve doğadaki yaban hayvanların yaşam alanlarından uzak yerlerde kurulmalıdır.

Laleli Dağı ile Asma Kaklık Dağlarına kurulamaya başlanılan rüzgâr enerjisi santralleri 3-5 km. mesafedeki Radyo ve TV antenlerinde parazitlenme yapacaktır. Bademli, Şamlar, Karadiken ve Ağılönü köyleri bundan en çok zarar görecek köyler olacaktır.

Birçok Avrupa ülkesinde büyük rüzgâr türbinleri yarattığı çevre sorunları nedeniyle milli park alanlarının sınırları içine ve çok yakınına kurulması yasaklanmıştır. Bizde ise nerdeyse milli parklar sınırları içinde, başta Beyşehir olmak üzere Konya’dan ve çevre il ve kasabalardan gelen insanların yorgunlukları attıkları dinleme yeri olan, orman içi Yakamanastır Piknik Yeri en çok zarar görecek yerlerdendir.

Şimdi sorarım, çevreye duyarlı, insan sağlığı için, sağlıklı bir insen olarak, güzel doğada mı yaşanmalı yoksa gelecek nesillere kirletilmiş bir doğa mı bırakmalı? Hatta bazı sesler duyar gibiyim, her yapılanın güzel yanı yanında verdiği zararların olmasına göz yumanlardan…

Elbette rüzgâr enerjisinin yaraları çoktur
Diğerlerine göre en temiz enerji üretir.
Bu enerji için hammadde gereksimi yoktur; maliyeti düşük bir sistemdir.
Sürekli, sürdürülebilir bir sistemdir.
Hava kirliliği gibi bir şey pek olmaz, atıkları olmaz.

Dünyada ve ülkemizde rüzgâr enerjisi ve rüzgâr gülleri her ne kadar desteklenen bir enerji kazanma yöntemi olsa da ve diğer enerji yöntemlerine göre daha uygun olmasının yanında rüzgar enerjisi için kullanılan rüzgar güllerinin de çevreye pek çok farklı zararlar verebilmektedir. Bundan dolayı, yer seçimi çok önemlidir, yerleşim yerlerinden uzak noktalar seçilmelidir…

Dezavantajları İse:
Çok gürültülü olup, çevrede yaşayan insanlara ve bütün canlıları göç ettirecek rahatsızlık vermesi. O dönen devasa pervanelerin kuşlara çarpmasıyla ölümlerine neden olması. Çok geniş alanlara inşa edilmesi, ekolojik dengeye çok zarar vermesi. TV-Radyo ve haberleşme dalgalarını olumsuz bir biçimde etkilemesi.

ÇEVRE ve ORMAN BAKANLIĞI AÇIKLAMASINDA: “Rüzgâr enerjisi kurulumu için çok büyük bir alana ihtiyaç vardır. Bu alanında yerleşim yerlerinden uzak bir yerde kurulması gerektiğinden, dağlık alanlara kurularak ormanlara zarar verebilmektedir.

Çevre ve Orman Bakanlığı:  “Rüzgâr Tribünlerinin Çevreye Verdiği Zararlar”

A- Genellikle ormanlık alanlara kurulduğundan ve yıldırım düşmelerinde parçalanıp yangın çıkarma risklerine sahiptir.

B- Kış aylarında kanatlarında oluşan buzlanmalar ve bu buz parçalarının fırlaması ile canlı hayatlarını riske atmaktadır.

C- Bulunduğu bölgede rüzgârı kestiğinden ve farklı alanlara dağıttığından, mekanik etkilere neden olur ve birkaç derecelik sıcaklık değişimleri yaratarak doğallığı bozmaktadır.

D- Yine rüzgâr alanlarında kurulmasından ve kuşların göç yollarının üzerine inşa edilmelerinden dolayı, göç eden kuş gruplarına zararlar vermektedir.

E- Özellikle çevrelerindeki uçan böceklere zarar vermektedir. Rüzgâr akımlarının önüne geçtiğinden ve dağıttığından özellikle arılara büyük zararlar vermektedir.

F- Rüzgâr ile gelen polenlerin gitmesi gereken alanların önüne geçerek tozlaşmayı zorlaştırmaktadır.

G- Bulunduğu bölgede 2 -3 km alanda radyo ve televizyon sinyallerini bozmaktadır.

H- Rüzgâr tribünlerinin bilim adamları tarafından açıklanan ve dikkat edilmesi gereken en büyük zararı insan sağlığına verdiği zararlar olarak görülmüştür. Bu zararlar 80 metreyi bulan kanatların insan duyma eşiğinin altında yaydığı seslerdir. Bu sesler insanlar üzerinde ileriki yıllarda doğuracağı hastalıklar büyük sorunların habercisi olarak görülmektedir. Bu zararlar, uyku bozukluğu, baş ağrıları, kulak çınlaması, sersemlik hissi, baş dönmeleri, yoğunlaşma ve hafıza bozuklukları gibi daha birçok yan etkilerinin olacağı söylenmektedir.

Umarız bu sonuçları görmeyiz. Ancak yetkililerin RES'leri (Rüzgâr Enerjisi Santralleri) daha uygun yerlere kurulması için daha iyi çalışmalı ve yan etkileri ve vereceği zararları minimize edecek çalışmalara da ağırlık vermeleri gerekmektedir.
Selman Zebil Haziran 2017








13 Nisan 2017 Perşembe

KONYA-DELİBAŞ MEHMET İSYANI ve NEDENLERİ


1918-1922 yılları Çetin Günlerdi

Resim: Eski Konya-İnceminare
Bir yandan emperyalist istilacılara karşı savaş veren yurtseverler, bir yandan yurtseverlere köstek olmaya çalışan Ali Galip komploları ve Vahdettin’in desteklediği Anzavur, Düzce, Bolu, Çapanoğlu isyanları, iş savaşın başladığının göstergesiydi. Bunlar gelişirken meclis dağıtıldı. Damat Ferit, şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi fetvayla iç savaşı resmileştirdiler, dahi, dinselleştirilmiş, din üzerinden fetvalar verildi.

Fetvalarda, “Milli Mücadele’ye katılanları öldürmek meşru ve farz; Padişah-Halife’nin bu yöndeki buyruklarına uymak vacip, millicilerle savaşımdan kaçmak büyük günah, onları öldürenler ‘gazi’, bu uğurda ölenler ‘şehit” deniyordu.

İç savaş için “Kuva’yi İnzibatiye” (Hilafet Ordusu) adında paralı bir ordu kurudular. Hareket Konya’da yayıldı. İç savaş için İstanbul para, silah, subay, kışkırtıcı ajanlar sağlıyor ve İngilizler de bu konuda yardımlarını esirgemiyordu. Sonunda iç savaş, 23 Nisan 1920’de kurulan Büyük Millet Meçlisinin hükümeti ve onun önderi Mustafa Kemal kazandı, ülkeye tebelleş olmuş şeyhlik, ağalık, ortaçağ düzeni önderliğini sürdüren Padişah ve Halife süpürülüyordu ülkeden.  

1918-1922 yılları büyük olaylar ve ölümü hiçe sayan sağlam iradeli mücadele günleriydi. Emperyalistler Anadolu’yu pay etmişler; Türk’e yaşama hakkını yok saymışlardı. Kimilerine göre Türkler artık yoktu. Kırpılmış bir bölge Türklere ayrılmış, 14 Maddenin yaratıcısı Wilson, alaycı bir biçimde “Türkiye olmayacak”  demişti. İşte Sevr Antlaşması’nın asıl ana düşüncesi buydu.

Osmanlı Padişahı Vahdettin, öbür Osmanlı hanedanları gibi meşrutiyet yanlısı değildi. Vahdettin’in bu kirli kilit rolünden anlaşıldığı kadarıyla, tahtını fazlaca sevmesi, büyük bir arzu ile İngilizlere yanaşması, onların kanatları altında korumaya sığınması dahi, İngilizlerle işbirliği yapması, salt tahta kalabilmek için başından boynunu eğerek, İngilizlere fazla güvenmesindendi.

İşte tam bu hıyanetlik içinde ülke parçalanmışken bir dahi Atatürk, olağanüstü bir komutan ve devlet adamı olarak ortaya çıkması, Türk milleti için büyük bir talihti.  Milli Mücadelede önder olması ayrıca daha büyük bir şanstı. Kuşkusuz hain olmadıkları ama tez canlı, aceleci, düşünmeden karar veren Harbiye Nazırı Enver Paşa’da kaçmıştı.

Yunan askerleri, Batılı Emperyalistlerin kışkışıyla 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkar. Yunanlıların amacı girip çıkmak değildi, süresiz yerleşmek amacıyla gelmişlerdi. Asıl tehlike buydu. Çünkü emperyalistler geldikleri gibi giderlerdi. Yunanlılar Afyona kadar ilerledikleri yerlerdeki Türkleri tedirgin ederek, etnik katliamlara uğratarak ilerlemişlerdi. İşte zaman gelmiş, Mustafa Kemal Samsun’a çıkar 19 Mayıs 1919. Oradan başlar Milli Mücadelenin başlamasına. 

Sevr Antlaşması, 11 Mayıs 1920’de itilaf barış tasarımı olarak Paris’te Tevfik’e sunuldu. Tevfik Sevr Antlaşmasına bakıp edindiği izlenimde Türklere: “bağımsızlık kalmadığı gibi, devlette kalmıyor” diye bildirdi. Bu Sevr’e göre: Doğu Trakya, İzmir, Manisa, Ayvalık bölgesi Yunanlılara; Tirebolu, Erzincan, Gümüşhane, Muş, Bitlis Ermenilere; Ermenistan dışında Güneydoğu Anadolu Kürtler;  Mardin, Urfa, Antep, Ceyhan Suriye’ye; İstanbul boğazları, Marmara kıyıları uluslar arası “devlet” olan Boğazlar Komisyonuna kalıyordu. Osmanlı “rahat durduğu sürece” İstanbul’u başkent olarak kullanabilecekti.

Orta vadede Yunanistan’a katılması düşünülmüş olan Antalya, Silifke, Aksaray, Niğde, Akşehir, Afyon, Balıkesir, Aydın, Muğla bölgeleri İtalyan nüfus bölgeleri oluyordu. Dahi, orta vadede ihtimal, Ermenistan’a katılacak olan Mersin, Adana, Maraş, Diyarbakır, Silvan, Elazığ, Sivas, Arapkir, Tokat Fransız nüfus alanları içinde.

Osmanlı şimdilik yabancı boyunduruğunda, yabacı subayların emrinde, elinden ağır silahları alınmış, hava savunması olmayan, salt 50 bin jandarma ve yardımcı güçleri dışında 700 saray muhafızlarından ibaret bir hafif güç olacaktı. Yani ordusu olmayacaktı. Maliyesi itilaf güçlerin oluşturduğu bir komisyonun denetiminde kalacaktı. Adına “devlet” denirse maliyesi de olmayan bir kukla devlet olacaktı.

Bu Sevr Antlaşması pek çok Türkleri şoka soktu, Milli Mücadelenin yükseliş meşalesini ateşledi. Kuva-yi Milliye’ye son verilerek düzenli orduya geçildi. Sarıkamış kurtarıldı, Konya Delibaş İsyanı bastırıldı. 1. İnönü Zaferi 10 Ocak 1921’de Mustafa Kemal’in önderliğinde kazanıldı. 16 Mart 1921’de Moskova ile Barış ve Dostluk Antlaşması yapılarak, Sovyetlerle yakın ilişkiler kuruldu, para ve silah yardımları alındı.

İç isyanlar bastırılmıştı. Bu iç isyanlardan ancak Konya isyanını aşağıda ele aldık!  

Konya isyanı ve İstiklal Mahkemeleri
Ülke genelinde İstiklal Mahkemelerinin nedeni, Milli Mücadeleye karşı koyan, padişah yanlısı gerici güçlerdi. Konya İstiklal Mahkeme, bölgede çıkan isyanların başını çeken gerici zihniyetli Konya’da çıkan Delibaş Ayaklanmasıydı. Konya’da meydana çıkan bu Delibaş Ayaklanmasının soruşturulması yürütmek, ayaklanmanın çıkış nedenlerini araştırmak, meclisi aydınlatmak ve bölgede otoriteyi sağlamak amacıyla İstiklal Mahkemesi kurulmuştu. 

Konya ayaklanmasının yarattığı tehlike üzerine, Konya’da kurulan İstiklal Mahkemesi, ayaklanma davalarının ayrı bir biçimde 20 Kasım tarihinde göreve başlar ve 18 Şubat 1921 yılına kadar sürdü.

Özellikle Mustafa Kemal’in isteğiyle Ferid, Fuat ve Şevki Beylerden oluşan bir kurul, araştırmalar yapmaları için görevlendirilirler. Daha sonra 41 imzalı önergeyle 7 kişilik bir kurulun bu ayaklanma hakkında rapor hazırlanması, ayaklanmayla ilgisi olup da hatır için bırakılmış olanlarla iftiraya uğrayanların mağduriyetine sebep olanların İstiklal Mahkemesine verilmeleri istendi.  Ayaklanmadan sonra Konya’da bir harp divanı bulunması kanuna aykırı olduğu gibi, bu organların çalışmalarında da hoşlanılmıyordu. Sonunda hükümetin isteği kabul edilerek üç kişilik bir kurul gönderildi. 

Konya’da başlayan Delibaş Ayaklanması, bütün Konya’ya mal edilmemesi için derin bir araştırma yapılır, olayla ilgili topluluklar, suçlara göre, 1- Zorla ayaklanmaya katılanlar ile 2- Cahil, kandırılmış ve fikir yönünden etkisi olmayanların, yumuşak, 
3- Kişisel ve mali yönden halka etki eden ve bu yolla ayaklanmaya katılanların, Şiddetli” cezalandırılmaları uygun görüldü.

Konya’da ivedi bir biçimde 10’u aşkın harp divanı çalışmalara başlar. Konya merkezden 800 ve civarında 1500’den fazla tutuklu bulunuyordu. Yüzlerce insan, “İsyana katılmıştır” diye tutuklanıyordu. Konya hapishanelerinde yer kalmamıştı. Konya İstiklal Mahkemesi kurulana kadar, kim suçlu, kim suçsuzdu ayırt edilmiyor, birbirine karıştırılıyordu. Ayaklanmaya katılan 2000’den fazla isyancının 700 tanesi idamla cezalandırılmış, geri kalanların cezaları kürek, hapis, kal’a-bend, nefy ve teb’id cezalara çarptırılmıştı. Halk bu suçlamaları bir tür intikam olarak görüyordu.

Mahkeme, Konya’ya varışının ertesi günü yayınladığı bir bildiriyle, çalışmalarına son verdiği harp divanını elinde bulunan davaları devraldı. Daha sonra İstiklal Mahkemelerinin amacını belirten ve asker kaçaklarına af tanıyan beyannamesini yayınladı. Tebellüğ listeleri gelmeye başladı Hakkında delil olmayanların yargılanması ertelendi. Delil olanların davalarına bakılmaya başlandı. Mahkeme şiddetli davranışı uygun görmeyip yumuşak ve anlayışlı bir uygulamada bulundu. Ayaklanmaya katıldıkları sabit olmayan ve diğer suçlarla ilişkisi bulunmayanların serbest bırakılmasına, şüpheli görülenlerin ise tutuklanmasına karar verildi.

2 Ekim 1920 yılında Konya’da çıkarılmış olan ayaklanmalar, askeri ve milis güçler tarafından bastırıldı. İstiklal Mahkemelerinin çalışmalarıyla Konya ve bölgesi, Milli mücadelenin en verimli bölgesi oldu.

Bozguncu ve gerici propagandayla kandırarak, Milli Mücadeleye karşı halkı kışkırtıyordu: “Kim bunlar (Milli Mücadeleye katılanlar) birlikte Yunanlılara karşı giderse şeran kâfirdir.” Diyerek halkı kışkırtarak Kuvayi Millicilere karşı ayaklanma çıkartan isyankâr başı Delibaş ve arkadaşlarının amacı, kendilerine göre bir geçici hükümet kurmak ve hareketlerini kazalara kadar yaydıktan sonra, Afyon’a kadar işkâl eden Yunanlılarla birleşip Ankara’ya saldırmak ve İstanbul yolunu açmaktı.

1 Ekim 1920 yılından 18 Şubat 1921’e kadar şu uygulamalarda bulundu:
"Mahkemeye gelen maznun miktarı 3600
Âdem-i mesuliyet ve beraat 575
İdam 2
Müeeccelen idam 
Gıyaben idam 1
Kalebent ve kürek 105
Muhtelif cezalarla mahkûmiyet 2917

Konya İstiklal Mahkemesi, çoğunluğu ayaklanmayla ilgili olmak üzere 805 kişiyi cezalandırdı. Ceza verilmesine neden suçlar şöyle:

“Alz-ü gasp 11, Mal satmak 1, Firara teşvik 3, firar 241, Casus 24, Menfi propaganda 2i Firariyi himaye 5, Firara sebebiyet, 3, Dai-i şüphe 1, Miri mal satmak 1, Fuhşa teşvik 1, Firar ve şekavet, Dövme 1, Muhalefet 3, Hakaret 5, Rüşvet 15, Düşmana hizmet 6, Vatana ihanet 43, Hırsızlık 23, Rüşvet ve firara1, Irza tecavüz 22, Vazifeden firar 1, Hıyaneti vataniye 8, Sahtekârlık 18, Kaçakçılık 2, Vazifeyi ihmal 1, Hükümet aleyhtarı 1, Serseri 1. Kadın kaçırma 2, Vazifeyi suiistimal 9, İhtilas 1, Silah saklamak 5, Kanuna muhalif 4, Vazifeyi terk 1, İsyan 157, Silah taşımak 4, Katil 10, Yağmacı 1, İsyana iştirak 6, Şekavet 94, Düşmana yataklık 2, Yalan beyan 1, İsyan ve katil 1, Şüpheli şahıs 20, Düşmana yardım 8, Yalan ihbar 1, İşkence 4 Tahkir 3, Emre itaatsizlik 1, Yaralama 1, Katil şekavet 4, Tezvirat 10, Mahkûm kaçırma 1, Yataklık 10, Eşyayı askeriyenin ziyanına sebebiyet 2, Vapura adam kaçırma 2, Mal kaçırma 2, Fiil-i şini 2”

Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na dâhil Zeynel Abidin ve Delibaş’ın başkalarına ibret olsun diye en ağır biçimde cezalandırıldı ve sert bir biçimde idama çarptırıldılar.

Delibaş Mehmet ve Aynı Kafalılar
Dincide sonu gelmeyen propaganda “din elden gidiyor” yalanı bu ülkenin belası.
Konya bölgesinde Delibaş Mehmet adlı bir yobaz türedi. O’da bütün yobazlar gibi “Din elden gidiyor” diyerek çevresine toparladığı birçok çapulcuyu silahlandırarak milli ordulara kaşı isyan etti. Kurtuluş mücadelesi telaşı içindeki milli askerleri sırtlarından vurmaya başladılar…

3 Ekim 1920’de çete başı Delibaş yandaşları, Konya’ya da Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyelerini öldürdüler. Bunun üzerine, Ankara’dan gönderilen milli birliklere karşı koyamayıp yenilince, kaçıp Fransızlara sığındı. Daha sonra Yunan ordusunda çavuş olmuş. Eski arkadaşlarına yeniden “din elden gidiyor” diyerek milli ordulara karşı yanında toplamak amacıyla yeniden Konya’ya geri döner ama kendi adamları tarafından “yeter ulan” diyerek öldürülür…

Hain bitmez, elinde din silahı oldukça, “din elden gidiyor” diye sağa sola sallayıp dururlar. Çapanoğlu, Anzavur, Sofu Ali. Bunlar Kurtuluş Savaşına köstek olmuşlar dahi, maddi ve manevi Cumhuriyete her zaman düşmanları olmuş günümüze kadar uzanan nesilleri bırakmışlardır. 

Bu nesillere bakın Tanrı aşkına bir kere insan gözüyle! Yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet, çeteleşmek, kendileri gibi düşünmeyenlere d-saldırmak ve canlarına kastetmek bunlarda. Savunmasız oğlan çocuklara, korumasız kız çocuklarına tecavüz etmek bunlarda, her kötülüklerine bir kılıf bulmak, entrikalar üretmek bunlarda. Bunlar bu pisliklerini sorunsuz yürütebilmek için cumhuriyet ve demokratik sistemden rahatsızlar…

Bunlar Milli bayramları kutlamamak için akıl almaz yollara başvuruyorlar, entrikalar yaparak, bir bahane mutlak bularak milli bayramların özünü buduyorlar, yeri ve zamanı gelince de tamamını kaldırmak için zemin kolluyorlar.

Bayramları tamamen ortadan kaldıramadıkları için önce anlamını ve halkın gözündeki değerini, değersizleştirmek istiyorlar. Neymiş gerekçe: “son günlerde gelen şehit haberleri” imiş, o nedenler “23 Nisan resepsiyon” bölümlerini iptal ediyorlar.

Hep aynı oyun, bu milletin milli değerleri üzerinde oynatılıyor: 30 Ağustos’u, 29 Ekim’i, 19 Mayıs’ı kaç yıldır bu bahane ile yok saydılar, yok saymaya devam ediyorlar. Gerekçeler hep benzer biçimde: “Her gün şehit haberlerinin geldiği bir ortamda kutlamalar yapmanın doğru olmadığı” anlamsız gerekçeler altında yatan hain niyettir.

Bu kutlama bir devletin yeniden inşası için sembolik bir kutlamasıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi ulusal egemenliği temsilen bir araya gelmesidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde verilen resepsiyon bir anı kutlamadır ama bu öyle davullu zurnalı, halaylı göbek atmalı bir kutlama gibi düğün kutlaması değildir.

Ama bakın, her gün reklamları için zilli, davullu, zurnalı açılışlar, aynı anda göğsünden vurulup şehit düşenler varken yapılıyordu. Devletin bütün tepesi oldukça gürültülü bir havada stat açmadılar mı? Top çevirip sahada keyfilerine göre gol atmadılar mı? Dahi, şehit cenazelere her gün gelirken Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanlar sazlı, sözlü düğünlere katıldılar hatta şahitleri bile oldular!

Ancak Cumhuriyet ve değerlerine aykırı bir zihniyet, tamamen kaldıramadığı milli bayramları işte böyle bahanelerle ve parça parça, öyle hile ve desise ile 23 Nisan Cumhuriyet’in temelini atan ve Kurtuluş Savaşı’nın verilmesini sağlayan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluş yıldönümü gününü işlevsiz geleneksiz hale getirme kötü niyette değilse nedir acaba? Daha ileride güçlendikçe, bitleriniz kaynadıkça, zor kullanılarak fiili durum getirebilirsiniz korkusu yaygınlaşıyor zihinlerde…

Çopur Musa
Uşak civarında bölükten kaçtı. “Din elden gidiyor” diyerek çevresine bir sürü yobaz toplayarak “Kurtuluş Savaşı” verenlere köstek olduğu gibi arkadan vurdu ve düşmanla işbirliği yaptı. Ve Denizli’nin Çivril bölgesini bastığında Kuvai Milliye birlikleri ile karşılaştı, yakalanacağını anlayınca işbirliği yaptığı Yunan birliklerine sığındı. Onu Yunanistan’a götürdüler. Bir süre sonra Yunan çeteleri ile geri dönerek Ege kıyılarını basmaya başladı…

Bir gün Çopur Musa haini, Çeşme kıyılarında baktılar; sırtında iki Yunan askerinin ölüsüyle, geliyor ve onları öldürdüm diyerek affedilmesini istiyor. Hain haindir; yine de yargılanıp hapse atılıyor. Cezası bitip hapisten çıkınca hırsızlık yapmaya başlıyor. Yine bir gün hırsızlık yaparken vuruluyordu…

Hüsnü, Manisa Valisi
Halkı, “Din elden gidiyor” diye kurtuluş ordusuna karşı kışkırttı. Sonra Manisa Valisi Hüsnü dinden çıktı;  20 Haziran 1920 gecesi Yunanistan’a kaçtı… Adını değiştirdi: “Hüsnüyadis” oldu… Selman ZEBİL

Kaynaklar:
TBMMZC, c 4, s. 284-285, 395-397
Tahrir Kurucu Raporu TİTE, Arş. 17/2986, s. 1, TBMM arş. 4-14, d kayıt defter
TBMM, Arş. Konya İ.M., Karar Defteri, 4-10, b-1


30 Ocak 2017 Pazartesi

YALAN-DOLAN-KAZAN

AKP’Lİ KADIN MİLLETVEKİLİ; 

Zehra Taşkesenlioğlu:  “Yüzyıllık prangadan kurtulacağız.” Diyordu.

AKP Eski Balıkesir Milletvekili, kadın Tülay Babuşçu ise: 

“600 yıllık imparatorluğun 90 yıllık reklam arası sona erdi.” Diyordu.

Atatürk diyor ki:  “İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan mürekkeptir. Kabil midir ki, bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de, kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki, bir cismin yarısı toprağa zincirlerle bağlı kaldıkça, öteki kısım göklere yükselebilsin?”

AKP'nin Erzurum milletvekili olan kadın  “bu topraklara pranga vuruldu” diyor ama bu toprakları özgürleştirmek için canını ortaya koyan Türkiye'nin ilk kadın subayı Kara Fatma, Erzurumluydu.

Başta bu ülkenin özgürleşmesinin kadınlardan başlatan Atatürk ve arkadaşlarıdır…
Bu ülkede kadının özgürleşmesinde, kadınlarından payı vardır. Bun tahammül edemeyen dinci kafalı, kadın düşmanlığı yapan siyasilere en çok ta köleliğe, köle olmaya, hatta dinci, sarıklı, şalvarlı, sakallı erkeklere üçüncü eş bile olmaya razı olan kadınlardır.  

Bu ülkenin başına gençlerden Başbakan Davutoğlu dedi:  “Parantezi kapatacağız.” Diyordu. Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş:  “Parantezi kapatacağız.”  Diyordu. Bunlar haydi erkektiler, bunların kadınlar üzerin niyetleri belliydi.

KAOS BESLEMELERİ
Devleti teröre açık kapı yaptılar. Güneydoğu kentlerini PKK’ye teslim ettiler. “Açılım” oyunu oynadılar oy uğruna. Ne oldu sonra? Ülkede git gide kargaşa ortamına gidiyor.

Yüzsüzlük bu ya;  “Başkanlık gelmezse terör bitmez”  diyebilen siyasiler sahnede. Israrla;  “Ya kaos ya başkanlık”  diye manşetten yazı döktüren gazetecilik rezaleti, referandumla anayasayı yıkma hedeflerine ulaşmak istemekteler.

Huzursuzluktan Yaralananlar, hep huzur getireceğiz diyerek halktan oy toplarlar ama kazançları olan huzursuzluğu asla huzura dönüştürmezler. “Kaos”  her seçimlerde dile getirdikleri olmuştur. Kaos tedirginliği halka korku, panik, kaygı, kargaşa, zam, işsizlik, gerginlik ile halkı esir edenler  “Kaos” beslemeleri, önce yangın çıkartırlar, sonra en önden söndürmeye koşarlar ama bilirler ki artık yangın söndürme işi, yangınının yakıp kül ettiğinden sonra biter lakin yangını yakanlar en önden koştuklarını gören halk gözünde kahraman olarak görülürler.

UMUDUNU KESMİŞ PKK VARDI!
Umudunu kesmiş; neredeyse tükenmek üzereyken, Oslo görüşmeleriyle başlayan ihanet ayyuka çıkan işbirlikçilik ile PKK kentleri işgal etmesiyle yeniden umuda kapıldı, üç yıl boyunca hazırlık yaptı PKK. Diyarbakır, Şırnak, Mardin ve Hakkâri gibi kentlerin merkezinde alenen silahlı olarak gövde gösterisi yaptı, hendekler kazdı, mevziler hazırladı…

Bütün bunlar olurken AKP iktidarı valilere talimatlar verdi, güvenlik güçlerine,  “operasyon yaptırmayın”  dendiler. PKK Güneydoğu kentlerinin sokaklarında omuzlarında silahlarıyla ellerini kollarını sallayarak devriye gezdiler, onlara sesini çıkartma cesareti bulunan bir tek güvenlik gücü bile yoktu ortalıkta…

Eğer açılım adı altında Kandil-İmralı, Ankara-Oslo hattında halktan saklı olarak plansız projesiz, doğaçlama siyasetle yürütülen teslimiyet planı, koskoca hatırı sayılır bir ülkenin terörle mücadelesinde gaflet ve ihanete varacak kadar yanlış siyasi uygulanmalar, ülkede asıl terör kaosu halka yaşatan, son seçimden sonra 18 ay geçti bine yakın güvenlik görevlisi şehit oldu ve yüzlerce vatandaşımız bombalı saldırılarda öldürüldü.   

Her alanda kendilerinin çıkar çarkları dönsün diye çıkardıkları kaos ortamı, “ya kaos ya başkanlık”  korkusu salan yandaş, çanak yalayıcı Ak-it gazetesi utanmadan başkanlık dayatmasına halkın önüne  “kaos” gerekçesini öne sürmektedir.

Suriye-Türkiye sınırlarını delik deşik ettiler, güvenlik sorununu oldukça büyüttüler, içinden çıkılmaz duruma getirdiler. Önceleri IŞID’çiler için “Öfkeli gençler”  dendi her yaptıklarına göz yumuldu, sonuç, ülkede kentlere dağıldılar, binlerce taraftarlar oluşturdular, her kente yüzlerce hücre evler oluşturdular. Önceleri verilen tavizler sonucunda ülkede intihar eylemleri yaptılar, onlarca günahsız insanlarımızın canına kıydılar. Şimdi çıkıp eveleme geveleme yapmaya başladılar, halk inandı! 

HALKI YANILTICI  “EVETÇİ”  PROPAGANDALAR
Numan Kurtulmuş'un “terörün nasıl biteceğini” açıklamasındaki sözleri.  Hükümeti temsil eden Numan Kurtulmuş “Halkımız evet oyu verdikten sonra bu terör de bitecektir” diyor. Tweet atıyor: "Suikastlar, canlı bombalar devam edebilir. Referandumdan ‘evet’ çıktıktan sonra terörün sesi kısılır” diyor.  Bu sözleri söyleyenler milletin aklıyla alay etmektir. 

Numan Kurtulmuş, bir zamanlarda AKP için:  “Harun gibi geldiler, Karun oldular”  demişti ya, kendisi Karun oldu, iktidarı yererken, öven durumuna geldi, Karun korkusu ile halkı, amacına hizmet eden çirkin çıkışlarla şaşırtmakta, panik içinde yolunu yöntemini bulamaz duruma sokmakta ustalığını göstermektedir.

Daha önceki seçimler de Recep Erdoğan:  “400’ü verin bu iş huzurla bitsin”  demişti.

Ahmet Davutoğlu ise: Beyaz Toroslar çıkar”  tehdidinde bulunmuştu.

Ak-it (Akit)  denen, düşük seviyeli satışta, iktidar beslemeli bir gazete görünümlü paçavra var. Manşetinde büyük puntolarla:  “Ya başkanlık, ya kaos”  atmış

Şimdi yeniden Numan Kurtulmuşa dönersek, sözünün yorumu:  “Terör örgütlerinin ipi elimizde, onları oynatanlar biziz”  demeye gelen mesajlı sözleri suçtur.

İktidarın ölüm kalım sorunu durumuna geldi referandum. Elinde bulunan yasal, yasal olmayan bütün malzemeleri ve söylemleri kullanacaklar. Şu anda hiçte emin değiller “evet”  oyların çıkacağından, panikteler. Her türlü oyunlar oynanabilir, ülke daha beter batağa gider.

Can Ataklı köşesindeki yazısında, daha vahimi, bir vatandaşın  “hayır” demesini bile “Cumhurbaşkanına hakaret ediliyor”  diye güvenlik güçlerine şikâyet ediyor, güvenlik güçleri de anında müdahale ediyor”  diye yazıyordu. 

Yazı şöyle sürüyor: “Beşiktaş Kadıköy vapurunda gördük. Bir grup genç vapur yolculuğu sırasında içinde bol  “hayır” geçen bir şarkıyı seslendirdiler. Vapurdaki bir “sorumlu” vatandaş ve bir özel güvenlik elemanı durumu karadaki polislere bildirdi. Polis vapur yanaşırken çıkışı abluka altına aldı ve gençleri gözaltına almaya çalıştı. Neyse ki vapur yolcuları hep birden tepki göstererek gençleri polisin elinden kurtarmayı başardı. Bu gidiş kötü gidiştir. “Hayır” kampanyasının “Cumhurbaşkanına hakaret” olarak nitelenmesi çok can yakacaktır”  diyordu.


15 Kasım 2016 Salı

ÇOBAN ve SÜRÜ


Halka Çoban Olmak, Halkı Sürü Yerine Koymaktır

Gerçek çoban sürüsü koyunlar ile
Beşeri İdeoloji böyle bir şeydir. Dünyanın imrendiği bir lider Mustafa Kemal, bu ülkeyi yoktan var etti. Bir ulus devlet yarattı. Kılık kıyafet düzenlemesi ile çağdaş bir millet yolunda adımlar attı. Şimdi bunları hiçe sayıp görmezden gelinemez. Hem “Laik Devletin koruyucusuyuz” diyeceksin, hem sonra, Laik Devletin kazanımlarını tepikleyip gizli gündeminizi ayyuka çıkartıp laikliğe aykırı model arayacaksın. Olacak iş mi?

Türk siyasilerde adet haline geldi halkın dini kimliğiyle siyaset yapmaları... 

Her hangi bir suç işlediklerinde, suç olmadığını kanıtlamak için hemen dinden referans göstermeye veya gidişata göre laik devlet hukuk anlayışına sığınmaya çalışıyorlar. Yani; bazen laik devlet onları bile onlardan koruyor. Her ne olursa olsun hukuk devletinden söz etseler de, kaçamakları ve çıkarları çifte standartlı ve çifte hukukluluk arz ettikleri sırıtıyor.

İçlerine sindiremedikleri şu beşeri ideoloji dedikleri laik demokrasi onlardan çok tüksek ahlak düzeyindeler. Bu laik sistem, sahtekar dincilerden, sapık İslamcılardan, inanan insanları korur ve özgürleştirir. Referansı dincilik olanlar, laiklikten anlamazlıktan gelirler. Halkın laiklikten ve faydalarından anlamalarını da istemezler. Laiklik, dindarın rahat dinini yerine getirdiğidir. O yüzden dinci, fırsat bulduğunda ilk işi laik dindarın ümüğünü sıkmaktır...

17. yüzyılda Batı’da ilk defa İngiltere de sanayileşmenin gelişmesiyle güçlenen burjuvazi sermaye, insan kol gücüne muazzam ihtiyaç duymaya başlar. İşçileşen kitleler ezilmenin karşılığı olan çeşitli haklarını bu dönemde almaya başlarlar. Bu böyle olunca yurttaşlık bilinci ilk İngiltere’de gelişim gösterir, Fransa ve Amerika’da yaygınlaşır.

1789’da Fransız Burjuva Devrimiyle daha hukuksal anlamda, İnsan Hakları ve Yurttaşlık Bildirgesinde 1. Maddede “İnsanlar özgür doğarlar ve eşit haklara sahip olarak yaşarlar” diye maddeleştirilir. Türklere yurttaşlık bilinci 1923’den sonra anlam taşır duruma gelir.

Türklere yurttaşlık bilinci 1923’den sonra anlam taşır duruma gelir. Osmanlı sistemi döneminde Türkiye de gerçek yurttaşlık bilincinin önünde din başta olmak kaydıyla, “Tanrı izniyle” kulluk görevlerini mutlakçı yöneticilere karşı yapmak alışkanlığından kaynaklandığından, hala gerçek anlamda bilinçlenmeyen Türk toplumlarda yurttaşlık kavramının kabullenilmesi pek kolay olmuyor.

Cumhuriyetin Türk insanına bahşettiklerine nankörlük etmeden bir bakarsak, “ümmet” yerine “millet”, “mümin” yerine “vatandaş” olma onurunu vermiştir. Devleti yöneten monarşi kadrolar meşruluğunu dinden alırken, halk “kul taifesi” olurken; cumhuriyetle birlikte egemenlik milletin kendisinin olur, kulluktan vatandaşlığa terfi eder.

Doçent Dr. Ercan Eyuboğlu çarpık bir tespitte bulunur: “Batı’da burjuvazinin, kapitalizmin yetiştirdiği yurttaş cumhuriyeti yaratıyor; Türkiye‘de ise yurttaş cumhuriyeti değil, cumhuriyet yurttaşı yarattı” diyerek doğru bir açıklamada bulunur.

Gelinen nokta ortada...
Parmak basarak birilerine bağımlı oy kullanmaları, demokratik bilinci yerinde olanlara her defasında tokat attırmaktadır. Bunlar daha çok siyasete din iman adıyla yön veren tarikat ve cemaat şeyhlerinin, toprak ağalarının çarpıtılmış emir ve görüşleri doğrultusunda kullanılan güdümlü oylarla altmış yıllık Türk demokrasisinin iyi gidişatının işareti olamamıştır dahi Türkiye'nin kaderini olumsuz yönde etkilemiştir. 

Demem şu ki; Türkiye’de siyasi ahlak düzeyi tam manasıyla bir gelişme gösterememiştir. Dolayısıyla Türklerde yurttaşlık bilinci de yeterince gelişim önünde siyasilerin entrikaları köstek olmayı sürdürmüş, kendini güdecek çobanlar üretmeyi sürdürmüştür.

Aşiretlerden oluşan monarşilerden ağalar, şeyhler, şıhlar, dervişler, tarikatlar ülkelerinde toplumsal yapıya yön veren topluluklardır. Bu yapı genelde İslam ülkelerine özgüdür. halde Türkiye’de bir İslam ülkesi olduğuna göre, “Kul, Reaya, Tebaa, Uyruk, Ahali, Bi-idrak” sözlerin başta alt halk tabakası için kullanıldığı rahatsız etmemektedir.

Bu tür aşağılayıcı sözler, modern ülkelerde asla kullanılmaz, onur kırıcı, yerici olduğu için. Modern toplumlarda yurttaş, vatandaş olarak üstün mertebede değerlendirilirken, İslam ülkelerinde ille de “reaya” (davar sürüsü) olarak yaşamaktan mutlu olanlar oldukça çokturlar. Ulus devlet insanı, modern anlamda “yurttaş” kavramı, Fransız Devriminden sonra ortaya çıkar. Daha önceki antik çağda Yunan ve Roma uygarlıklarında bir ölçüde “yurttaş” kavramı tanımı var idi.

Reayadan Vatandaş Olma Onuruna Erdiren Cumhuriyet
Reaya:  Arapçada “otlatılan hayvan sürüsü” anlamına gelen “ra’iyyet” ten üretilen “reaya” sözü, Osmanlı Padişahlarının altında yaşayan bütün halkı simgeleyen bir aşağılayıcı terim olarak kullanılmıştır. Osmanlı yönetici askerler içinse, reayadan bir üst sınıf anlamına “beraya” denirdi. 

Sürü kimlere denir bir bakalım: Osmanlıda 1850 de yazılan sözlüklerde vatandaş, yurttaş geçmez ve bilinmezdi. Hatta 1900’lü yılların ilk başlarında dahi Türk halkına “vatandaş” anlamına “reaya” ve “tebaa” denmiştir.

Şemsettin Sami’nin 1901 yılında yazmış olduğu sözlüğü olan “Kamus-u Türkî” de dahi “vatandaş ve yurttaş” yerine “tebaa ve tabiiyet” salt “uyruk” olarak kullanılmıştır. Orada “vatandaşlık” sözcüğü ise “hemşerilik, memleketlilik” gibi aynı bölgenin fertleri anlamında kullanılır.

Şemsettin Sami’nin “Kamus-u Türkî” sözlüğünde “ra’iyye: sürü, otlatılan hayvan sürüsü. Bir çobanın güttüğü hayvanat sürüsü, devlete ait bulunan tebaa diye geçer.

Daha açıkçası, Osmanlı’da, bir hükümdarın hükmü idaeresine tabi olup,  “tekalif-i emriyye” veren halk, Zır-destan beraya denilen “Ebab-ı Şeytan” olmayıp muhafazaları devlete ait bulunan tebaa.        

Vatan ve yurt kavramları, imparatorluğun son dönemlerinde kullanılsa da “vatandaş, yurttaş” anlayışı henüz doğmamış olduğunu görürüz. Daha açık bir ifade ile söylersek “yurt” vardır “yurttaş” yoktur.

Zamanın Başbakanı Recep Erdoğan: “Ben Sizin Çobanınızım” Demişti...
Bu sözleri söyleyen ona göre halkın tarifi, Reaya (Davar Sürüsü) olmayı elleri çatlarcasına alkışlayarak kabul ediyorsan, elbette sürünün birde çobanı olacaktır? Çoban bulundu! "Çoban benim" diyor açıkça...

Artık bundan böyle şunda bir anlaşalım bence; Halk "zavallı", halk "uyuşturulmuş", Halk "kendisinden gizlenen gerçeklerle kör, sağır olmuş" Halk “dinini bunlar yüzünden yanlış yaşamış”, halk “ahlaklı”, halk “dürüst”, halk “namuslu”  kavramlarını bir kıyıya bırakalım, halkın yapısını tartışalım artık. Öyle halk gerçekleri görmeye tamamen kör olmuş falan değildir. “Bir gerçekleri görebilse!” demekten vazgeçilmeli. Dahi, kandırılmışlar dense de, halk ne kör ne de uykusunda, salt kısa aklını kurnazca kullanmasının peşinde yığınlardan oluşmaktadır...

Daha açıkçası o halk kim biliyor musunuz?
İçimizden birileri; kimi taksici, kimi fabrikada işçi, kimi sokaklarda işi gücü olmayan takım. O halk cuma namazından sonra çıkıp sokaklarda torunu yaşında kızın kıçına, bacaklarına bakıp iç çeken ağarmış sakallı tonton amcadır. 

O halk, öğrenci kızlara “eve erkek alıyor, orospular doldu apartmana” diye dedikodu yapan hacı teyze, o halk tecavüze uğramamak için camdan atlayan kızın haberinin altına “zaten açık kapıymış, ne kaybederdi ki?” yazan türbanlı bacı... 

O halk, daha geçen gün elimden zorla aldıkları, “çaldıysa çaldı, Ecevit, Sezer çalmadı mı? Bu hiç olmazsa Müslüman, diğerleri Siyonist köpeklerdi” diyen güvenlik görevlisi, o halk ambulansın peşine takılıp üç araç geçmeyi kar sayan trafikteki şoför, o halk ağzından “cahiliye devri” düşmeyen ama “kitap okuyunca başıma ağrılar giriyor” diyen adam...

O halk “erkekler birbirini sikiyordu, Allah’ da Lut kavminin üzerine bela yolladı” diye derste anlatıp, akşam erkek öğrencilerinin üzerine çullanan dernek öğretmeni... 

O halk anaları, babaları öldüğünde üzülmeden önce “sana bir daire fazla düştü” diye saç saça, baş başa giren insanlar...

O halk kendi yaşam alanında insan gibi yaşamak için sosyalist partilere oy verip; senin ülkende “nede olsa Müslüman canım” diyerek o partiye oy veren Almancı gurbetçiler...

O halk, her ramazan ekranda ki bir sahtekâr “odun Allah diyorduuu” dediğinde ağlayanlar... 

O halk, Tecavüzde, kadın cinayetlerinde en önde yerini kimseye kaptırmayan; el değmediği kadın bırakmaya, kendisine karı olarak el değmemişi isteyen o halk.

O halk illet; tek bir kitap okumayıp, her konuda olduğu gibi dini konularda da ahkâm kesen onlar; kendisi bibi düşünmeyen başkalarının yaşamasını istemeyenlerdir. Cehalet almış başını gidiyor o halkta; cehalet haddini bilmezlik, saçma sapan dedikodular dinlemekten, gıybet etmekten haz duyup mutlu olan halk.

Bence işte bu halk "ne kandırılmış zavallı" falan değil küçük kurnazlıklar peşinde pay kapmaya koşandır. Çünkü aynı ötekileştirdiği kişiyle aynı hayat standartlarında yaşıyorsa öyle sanıldığı gibi masum, kandırılmış gariban biri değildir. Yani kısacası ortada bir savaş var, bu savaşın karşı tarafındırlar. Daha açıkçası, bu savaş
karanlıkta yaşamak isteyenlerle, aydınlık geleceğe umut edenlerin savaşıdır…

Selman Zebil 

10 Kasım 2016 Perşembe

NORVEÇ KÜLTÜRÜNDE TROLLER ve TÜRKİYEDEKİ TROLLERİN GÖREVLERİ

İskandinav Kültüründe Troller

Troll
Edda masallarında 11. yüzyıldan beri dev büyücü cadı canavarların adları troll olarak geçer. Genellikle iri ve güçlü, kısır ve tehlikeli olarak tarifi yapılır. Büyük burunları ve iri gözleri, çirkin çoklu kafaları veya tek gözlü olabilir. Onların Tanrılar ve insanlara düşmanlık yapmış ve tepkiler almıştır. Troller, dağlarda uzak soğuk topraklarda yaşarlar. Ayrıca denizlerde ve ormanlarda yaşayan trollerde vardır. Mitolojik İskandinavya kültüründe trollerle ilgili devler dönemi  “Jutul Hogget” devasa trol “Jotul”  olmaktadır. 

Troll Norveç halk masalları 1842-1844 yılından sonra kontrol altına alınır ve çeşitli maceralı önemli rol oynar ve çağdaşlaştırılır, hatta hatıra eşyalar durumuna getirilen bir kültür varlığı olarak, popüler macera, masal çizgi romanları haline getirilir.  

Norveç’in ünlü öykü yazarlarından olan Henrik İbsen, Knut Hamsun, Trygve Gulbranssen ve dahi, diğer şairler, yazarlar Troll öykülerinden esinlenerek öyküler yazdıkları anlatılır.

Gerçek Troll, İskandinav folklorunda Troll ya devdir ya da cücedir. Norveç dağlarında, ormanlardaki mağaralarda, kütük evlerde yaşayan efsanevi masal, kahramanı, çirkin suratlı, sıra dışı bir yaratıktır. Bu tuhaf efsanevi yaratıklar hantal, kaba canavarlar soyundan yaratıklar olarak adlandırılırlar.

Aslında Norveç’te turistler için hediyelik eşya mağazalarında birçok trol minyantür heykelcikleri satılır. O çirkin ve sıra dışı insan görüntüsünden çok farklı bir insan türü olarak görüntülerde çok sevimlidirler. Bu trol figürleri, genellikle Norveç’in dağ köylerinde, tamamen doğal tebeşir parçası lâteksten el yapımı olarak üretilmektedir.

Norveç’in dağ köylerinde üretilen bu troller, genelde birbirine benzerler ama her trolün yapıcının kafasına göre yaptığı trollerdir ama genel anlamını bozmuyor. Bu trollerde en önemli ve dikkat edilmesi gereken yerlerinden ise çok uzun burunlarıdır.

Eski İskandinav ve Norveç efsane kültüründe bulunan doğaüstü varlık olan trol, dev yaramaz, kötü ve çirkin mitolojik bir tür anti sosyal canavar ama bunlar bazen cüce yaratıklarda olabiliyorlar. Günümüzde popüler trol hatıra eşyalar ve resimler olarak, özellikle Norveç’te hediyelik eşya olarak bu heykelcikler satılmaktadır.            

Türkiye'deki Trollere Gelince
Troll
Türkçede anladığımız troller, Norveç efsanesindeki trollerden farklılık gösterir… 

Görevi kişiler üzerine “zarf atmak, yem atmak” gibi anlamada kullanılır. Bulundukları ortamlarda tepki çekecek, can sıkacak, kızdıracak, ortamın güzelliğini bozacak, küçük düşürücü her türlü mesajları atarak tepki toplamak. Genellikle troller, yaşamları güçlü ve başarılı gördükleri insanlarla yaşamlarını özdeşleştirmeye çalışan zavallı insanlardırlar. Bunlar yerme ile övme arasındaki farkı bile ayırt edemeyecek kadar zavallıdırlar.    

İnternet Trolleri; insanları tahrik eden, kızdıran, nezaket kurallarına uymayan, kişiler arasında ayrımcılık yapan, ortalığı karıştıran, sürekli iç hukukun ihlalleri yapan kişilerden oluşur.

Bu troller, bilgisiz, karşıt görüşlü, sert tarzlı, kendi başlarına değil de, birilerine bağlı, yalan ve yanlışla yönlendirilen ama yalandan doğruyu ayıt edemeyen, kendini kaptırmış salt kötülükler yapmakta hünerlerinin üstüne bulunulmayan kişilerdir.

Troller, birinin amacına hizmet eden, idealist olmayan, mantık taşımayan, salt tarif edileni yapan  “evet efendimci”  mantıksız ama çok kurnaz, mantık ve aklını kurnazlıkla çıkar amaçlı kullanan birileridir.

Troll
Türkiye de Trollerin görevi, teknolojiyi iyi kullanmak ve insanların zihinlerine girerek, birisine hizmet ettirmeyi özendirmek. Yani insanların kafasını karıştırmak, şaşırtmak, düşünme yeteneğini kaybettirmektir. Eğer bunları yapamıyorsa, sosyal medyadan başlıyorlar saldırıya, kafaya taktıkları kişiye çirkin iftiralar atarak, aşağılayarak işe girişiyorlar ve sonuç belli, o kişi ya savcıların kollarına düşüyor ya da işinden gücünden ediliyorlar.

Trollük projesi, güçlü destek görerek işliyor Türkiye’de. İstenmeyen, rakip kişiler hakkında çeşitli suçlama kampanyalarını taraflı bir biçimde, hukuk dışı kişiyi kötüleme ve eleştiri sınırlarının çok ötesinde tam manasıyla kötü niyetle yapılmakta olup mutlak bir yol bularak kafaya taktıkları kişileri tuzağa düşürmektir görevleri.

NOT: Dede Korkut destanındaki  "Tepe Göz" öyküdeki anlatılan tek, tepeden gözlü deve çok benzemektedir.  

2 Kasım 2016 Çarşamba

DARBE ve İDAM




Bak!

Şunu bil ki, 15 Temmuz Fetö darbesi, sokaklara dökülen, halk değil, TSK içindeki Kemalist subaylardır engelleyenler. İşte bir türlü bunu içine sindiremiyorsun. Öyle ikide bir eline alıp mikrofonu  “milletim engel oldu Fetö darbesine”  deyip durma! Darbenin tam teşekküllü, Fetöcülerin düzenlemesine, TSK bir bütün olarak uysaydı nah engellenirdi o sokaklara dökülen halkla.

Başta sokaklara dökülen halk, darbenin gelgitlerini, faso fisolu çelişkili, ne yapacaklarını bilemeyip bocaladıklarını anlayan halk cesaret aldı ve sokaklara öyle döküldü. Tabi birde telefonla katkında oldu diyelim.

Yani kısacası  “millet iradesi”  deyip durma. Millet iradesinin katkıları, TSK içindeki yurtsever subayların sayesindedir. Demem şu ki, TSK bilinçli, planlı, tam teşekküllü biçimde sokağa çıkmış olsaydı, darbenin önünde o  “irade”  asla olamazdı, evlerine kapanır, hatta alkışlarla “idam isteriz” sözleri tersine işlerdi, bilesin.  

Gelirsek idam konusuna…

İdam konusu gibi evrensel davalarda;  “Avrupalılar kendi işine baksın”  diyemezsiniz. Adama sorarlar  “imzan var orada! İmzanı inkâr edemezsin”  Haydi diyelim ki, idam cezası yeniden yasalaştı, ne olacak? Hani  “milletim istiyor”  diyerek idamı geri getirmek, halkın istediği  Apo’nun asılması, Fetö’nün asılması. Ama idam geri gelmesiyle bunların ikisi de asılamıyor. yani yeni çıkan kanunlar geriye doğru işlemez, ileriye doğru işler.

O halde…

Bugün hamaset yapıp “idam cezası önüme gelsin hemen onaylarım”  diyorsun ya, ne Apo’yu asabilirsin ne de Fetö’yü ama bir gün gelir o onayladığın idam yasası seni asabilir!



Tarih asla unutmaz…

2002 yılından önce AKP kuruma aşamasında idam cezasının kalkması tartışmalarında arkadaşlarına “idam cezası kaldırılsın, bir gün gelir bizi asarlar” gibi sözler söylediğini de o yanında olan arkadaşın anlatmıştır bilesin…


14 Eylül 2016 Çarşamba

NORVEÇLİ HEYKELTIRAJ GUSTAV VİGELAND (1869-1943)


GUSTAV VİGELAND ve Açık hava müzesi 
OSLO-Frogner Park’ın Yaratıcısı  

Norveçli bir değerli heykeltıraştır. 11 Nisan 1869’da, çiftçilik yapan fanatik dinci bir babanın çocuğu olarak Güney Norveç-Mandal’da doğar. Ocak 1943 yılında kalp krizi geçirir ve 12 Martta Oslo’da gözlerini dünyaya kapar. Ama her daim yaptığı eserleri adına yaptığı parkta onu ölümsüzleştirmektedir.

Vigeland’ın çocukluğu ve gençliği, babasının din baskısı altında savrularak geçer. Vigelan’ın babası öylesine dinci ve dine körü körüne bağlanmış ki, fanatik biri olarak, doğadaki her hareketin dinden geldiği paniğine kapılır, cennetin paramparça olduğunu sanır halde dine bağlı, her fırsatta dini törenlere katılırmış. Bu babanın aşırı olumsuz fanatik dinciliği Frogner Park’taki Vigeland’ın heykellerine yansır.  Yetiştiği ortamdan dolayı  “ilahi bir korku”  ile “cehennem korkusu”  Vigelan’ın hep Çocukluğu içinde var olmuştur: “Çok fazla şeytan, az İsa, çok fazla karanlık, çok az ışık”  ünlü sözüdür.

1889 dondurucu kış soğuklarında Oslo da yarı aç, yarı tok, kalacak yer sorunuyla umutsuzluk içinde kıvranırken, heykeltıraş Brynjulf Bergslien’in kapısını çalar. Ona çizimlerini gösterir. Bu çizimleri gören heykeltıraş, Bergslien Gustav’a ilgi gösterir. Devreye soktuğu Oslolu zenginlerden kaynak aktararak Gustav’a kaynak sağlar ve dahi, model-alçı kalıp dökümü ve mermer yontma ile ilgili dersler verir.

20 yaşında bir genç, terk edilmiş bir anne ile çocuğunu anlatan “Hagar ve İshmal” adlı heykeli yapar. Bu yapıtı, yıllık ulusal sergide kabul edilerek sergilenir. Dahası; babası ile duygusal kopukluğu yansıtan yapıtında etkisini gösterir. Bir ara Kraliyet Resim Okulunda öğretmenlik yapan Mathias Skeibrok’un okulunda çalışır.


1891 yılında Kopenhag’da, normal insanlar boyunda “Lanet” adlı veriden bir topluluk heykel üzerinde çalışır. O heykelde yaşlı adam, genç kadın, çocuklar ve bir köpekten oluşan heykeli yaptığında 22 yaşında başarıya ulaşır. Bu heykel çok anlamlı duygusal ilk heykeli sayılır. Heykelde anlatmaya çalıştığı tema, korkudan bir şeyden kaçtıkları, bilinçaltına yerleşmiş ailevi sorunları, beyin üstünü uyararak harekete geçirmesi sonucu olsa gerek. Bu sanat yapıtlarında her zaman çocukluğunun anlatamadığı aile yaşamının heykellerde okunuşuydu gerçek olan. Şöyle de diyebiliriz. Caz müziği ile zenci kölelerin duygularını, çektikleri cefaları söyleyemeyip, müzikle alana döktükleri gibi bir şey olsa gerek.

Gustav Vigeland 1893’de beş ay Paris’te kalır. Orada ünlü Fransız heykeltıraş Aguste Rodin’in atölyesine sıkça uğrayarak, orada ondan, heykelde insanların tutku ve duygularının nasıl yansıtıldığına dair bilgiler edinir. Dahi; Kabartma sanatında kendi “cehennemi” yapıtında hatalar bulur. Yeniden “Cehennem”i yaptı. Bu yapıtında, babasının dünyasıyla, anlattıklarıyla ilgili  “Şeytan”  varlığı, sağdan doğru cehenneme itilen, anlamsız korkunç yakarışlar bilmezlik içinde kaybolur gider.  

Anlaşılan, yaşamını bir cehennem olgusuna vurgulamak istemesi, aile düzeninin “Yargı Günü, Selamet-Cennet, Yeniden Doğuş”  tasarım düzeyinde kalırken, zamanla fanatik dinsel temalardan uzaklaşıp alkole alışan babası gibi Gustav Vigeland dinselliğini yenerek dinden uzaklaşır. Bu arada fanatik dincilikten uzaklaşan babası hala aile düzensizliği içinde 1922 yılında 19 yaşında İngerid Vilberg adlı genç bir kızla evlenir.   

Vikeland, kendine özgü yapıtlarında duygular, kadın-erkek ilişkileri, çekicilik, etkilenme, dikkat çekme gibi kadın, kadın temaları, kadın üzerine kurgular. Melankolik ve kederli duygular ve kucağındaki kadın, anne ve çocuk, yaşlılar dünyası, yeni doğan çocuk “Orfeus” ve “Eurydica” adlı heykel belirgin bir biçimde ortaya çıkar. Yeni doğmuş ve kısa süren ilk evliliğinden iki çocuğundan biri annesi ile birlikte yansıtılmıştır.    

Bir ara, o dönemde tutucu olan Norveç halkı Gustav’ın yaptıkları erotik heykellere karşı sempati duymuyorlardı. Norveçli burjuvazi Gustav’ın heykellerine para ödemiyorlardı. O nedenle geliri de yoktu. Gelir getiren o dönemde ancak dekoratif vazo, kandil, tabak gibi nesnelerdi. Bu hale isyan eden Gustav:  “Artık dayanamıyorum, insanlığıma dönmek istiyorum”  diyerek, kiliselerdeki gotik heykellerin tamirinden para kazanmaya başlıyor. Ama yüreğinde bildiği özgün sanatta atar. Beyninde geçen erotik, mitolojik, kurgular geçer. Anıt tasarımları çizer, çeşmeler tasarlar ileride hayata geçirmek için.

Gustav Vigelan’ın beyninde akıp giden bu tasarlar 20. Yüzyılda yaratıcılığın tohumlarını ürün vermesi yolunda adımlar atar. 1902’de kiliselerde yaptığı tamir işlerine son vererek, kent meydanlarının ünlü anıtlarını yapmaya başlar ve Norveç’in en ünlü heykeltıraş sanatçısı olarak ün kazanır. Daha sonra hayalindeki açık hava  heykel müzesi fikrini hayata geçirmek ister. 1915’den sonra, çağlar öncesi buzullardan oluşmuş Norveç granitini kullanmaya başlar yontularında.

Norveç’in güneyi-Mandal yaşadığı zamanlar, Mandal ve çevresinden etkilendiği 420 oyma eser yapmıştır. Gelecek için idesindeki düşlediği hayallerini gerçekleştirmek için büyük bir park düşünür. İşin ilginç tarafı, dünya da bir benzeri olmayan, düşlediği parkın bütün mimari tasarımı ve kendi eserleriyle donatmaktı. Günü gelince bu fikrini Oslo Belediye Meçlisine sunar. Hiçbir masraf almayacağını, bütün masrafların kedince karşılanacağını söyler. Böylece çok şiddetli tartışmalar sonucu, Vigelan’ın bu önerisi kabul görür ve Oslo Meclisinde kabul edilir.

Böyle bir parkın yeri için çok yerler önerilir. Bu yerlerden birisi de parlamento önündeki alan olur ama bu alanın küçük geleceğinden dolayı vazgeçilir. 1924’de yer olarak en sonunda içinden bir çay akıntısı geçen, 850 metre uzunluğunda 40 hektar alan olan Frogner Park için karar kılınır. Oslo’ya uğrayıp ta bu açık hava müzesini ziyaret etmeden dönen biri için boş yere Norveç-Oslo’ya gitmiş olur.

Bu çok zengin salt Vigeland’ın eserleri olan açık hava müzesinde 600’ü aşkın figürlerden, Norveç-granit taşı, bronz, dövme demir ve 192 heykelden oluşan bir parktır burası. Her yapıtında şaşırtıcı ayrı bir incelik önümüze çıkar. Hala sanatın içine tüküren siyaset adamları varken, bu yapıtlara imrenmek elde değildir.

Ben bu heykelleri ilk kez 1983 yılı bir kış gününde izlediğimde, görsel yaratıcılığın büyüsü içinde, hangi heykele bakarak şaşırmış halimi hatırlıyor. Büyüledi beni, defalarca bu heykelleri izlemeye gittim, her seferinde bir mana, çevremde yaşayan nesnelerdi sanki oradaki bulduğum...

Vigeland Parktaki heykeller evrenselliğe ulamış yapıtlardır. İşte bu heykelleri seyreden her tür insan mutlak birinde kendini bulur. Bu değerli parkın meydana gelmesinde tek başına caba harcayan Vigeland, ekmek parasını ve geçimini ise ona buna yaptığı ekstra heykellerle sağlamıştır…

Bu parkın adı “Frogner Park” olsa da, Gustav Vigeland’ın soyadı olan “Vigeland Park” olarak ta anılmaktadır. Vigeland rahat çalışsın diye Frogner Parkın bir kıyısında Oslo Belediyesince kendine büyük bir yer tahsis etmiştir. Belki dünyanın en büyük yontucu için çalışma alanıydı. Vigeland öldükten sonra bu yer  “Vigeland Müzesi” yapılır ve Vigeland’ın yakılmış külleri bu müzede bir kulede korunmaktadır

BÜYÜK İSRAİL PLANI ve KÜRESEL GÜÇ OYUNLARI KIYAMETİN HAYALİ BİR REÇETESİ Bu makale Internationalist 360 tarafından yayımlandı. Espen B. Øyul...