3 Haziran 2018 Pazar

ŞEKER FABRİKALARI MİLLİYDİ, ARTIK DEĞİLLER



ŞEKER PANCARINDAN ŞEKER ÜRETEN ÜLKE İKEN!

Bize unutturmaya çalıştıkları şeker pancarı tarımıdır...

Neden derseniz; yasak; bizim tarımsal ekonomimize darbe vurmak için, sinsice haşhaş dikmeyeceksin dedi, tütün dikmeyeceksin dedi, uyduk, yasakladık. Ancak 1974 Ecevit hükümeti dinlemedi, Amerika’ya rağmen haşhaş dikimini tekrar başlattı.
Geçelim haşhaşı...

Şeker pancarı üretimini azaltın dediler. Sonra, şekerpancarı fiyatlarını serbest piyasaya belirlesin dediler. Ardından şeker fabrikalarını özelleştirin dediler. Alıştıra alıştıra dillerinin altındaki baklayı çıkarmaya başladılar. “Şekerpancarı maliyetli, sizin ihtiyacınızı nişasta tabanlı endüstriyel şeker ile gideriniz”  dediler.

Her şey planlı projeli, istenilen gibi işlemekte...
İşte işin aslına gelindi: ABD dedi ki, “sizin şekerpancarının maliyeti pahalı. Biz (daha ucuza gelen) nişasta bazlı şeker verelim”  dediler.

Türkiye 1998 yılında 500 bin 951 hektar şekerpancarı ekili alan varken, 2015 yılında 272 bin 990 hektar alana düşülmüştür.

1998 yılında Türkiye’de 22 milyon ton olan şekerpancarı üretimi, 2015 yılında bu sayı 15.8 milyon tona düşmüştür.

Şekerpancarı üreticisi çiftçi sayısı ise 450 binden, 120 bine düşmüştür...

Geldik mi emperyalist planların amacına git gide ulaşmasına, geldik!
2015 yılına geldik. Türkiye’nin şeker gereksinimi, üretim karşılayamaz oldu. Ülke 170 bin ton şeker ithal eder oldu. Dahi hesapta olmayan, ülkeye kaçak yollardan 3 milyon kiloya ulaşan kaçak şeker girmektedir.

2016 yılı geldi, yine ülkenin şeker gereksinmesi arttı, AKP hükümeti şeker ithal etti.
Sonra AKP ne yaptı biliyor musunuz? Kendi ülkesinde şekerpancarı üreticilerinden sakındığı teşviki vermedi. Var olan şekerpancarı üreticilerini de bezdirmek ve zarar ettirmek, üretimde zorlamak için, 8 Nisan 2016’da sıfır gümrük ile şeker ithaline kara verdi.

Şimdi buralara nasıl gelindi bir bakalım...
Türkiye’de biri kamuya ait Şeker Fabrikası AŞ, 7 pancar şekeri ve 5 nişasta bazlı şeker üreticisi olmak üzere 12 şirket faaliyet gösteriyor. Rekabet kıran kırana gidiyor. Birisi şekerpancarı üreticileri, “yerli ve milli” tarım köylüleriydi, ötekisi nişasta tabanlı şeker üreticileriydi, bunlar daha çok küresel güçlerdi. Ülkede, hükümetin üvey evlat gözüyle baktığı  “Yeki ve Milli” şekerpancarı üreticileri başta Cargill’e yedirilmekteydi.

Cargill ve Hıyanet Oyunları
Amerikalı tohum üreticisi Cargill Türkiye'nin bir tarım politikası olmadığını fırsat bilerek Türk şekeri ve şeker pancarı üzerine bir rapor hazırlıyor. Bu raporda “Şeker pancarı” tarımının kârlı olmadığı vurgulanıyor. Ve bunu sadece şeker konusunda yapmıyor. Birçok tarım ürününde benzer çalışmaları var ve sırayla devreye sokuyor.

Şeker pancarı tarımı durursa şeker fabrikalarının ithal nişasta bazlı hammaddelerle şeker üretmesi bekleniyor ki, bütün dünya nişasta bazlı şekerlerin sağlığa zararlı olduğunu tartışıyor. Hatta bazı kanser çeşitlerine sebep olduğu biliniyor.

Görünen o ki, “Yerli ve milli uçak” yapmaktan söz edenler, yerli ve milli araba yapmak hayaliyle uçanlar, hatta insansız tank yapmaktan söz edenler, yerli ve milli şeker fabrikalarını birilerine peşkeş çekerken nişasta bazlı şeker üreten Amerikalı Cargill'e teslim olmak üzereler.

Bu 14 fabrika özelleşince yaklaşık 250 bin pancar çiftçisiyle 5 bine yakın şeker fabrikası işçisinin işlerinden olacağı biliniyor. İddia o ki, satın alanlar bu fabrikaları ya hemen, ya da birkaç yıl çalışıp kapatacak. Bazı fabrikaların arazileri zaten hayli kıymetli ve getirisi çok yüksekti. O zaman ülke tamamen ithal nişasta bazlı şekere teslim edilecek demektir. Oysa Almanya ve Fransa gibi ülkeler nişasta bazlı şeker üretimini reddedip hâlâ şeker pancarından şeker üretmekteler. Bu ülkelerde nişasta bazlı şeker kotaları Fransa'da sıfır Almanya'da yüzde 1.5 iken Türkiye'de yüzde 15. Sonuç: “Fabrikaları satalım, üretim dursun, şekeri de ithal edelim!” Artık aç gözünü Türkiye… Bindik bir alâmete, gidiyoruz kıyamete...

Satışa çıkarılan 14 şeker fabrikasından 4'ü kâr ediyor, 10'u zarar yazıyor. 16 yıldır iktidarsınız. Şeker fabrikaları zarar etmesin diye hangi çareleri, çözümleri düşündünüz, uyguladığınızda olmadı?

TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı Ahmet Atalık, toplum aydınlasın diye bilgiler gönderdi. Sözleri şöyle: "33 şeker fabrikası var. 25'i devlete (Türk Şeker) ait..."

Şeker Kanunu 2001 yılında çıkarıldı...
AKP 2002'de ülkemizi yönetmeye başladı. Şeker Kanunu çerçevesinde kurulan Şeker Kurumu, şirketlere “kota tahsisi” verdi. Bu tahsiste dış kaynaklı nişasta bazlı şeker (NBŞ) kotası kayırıldı. Çünkü kanun dış kaynaklı nişasta bazlı şekeri kayırmaya yatkın çıkartılmıştı. Kota yurt içinde üretilen pancar şekerinin yüzde 10'u büyüklüğünde tutuldu. Oysa 28 üyeli Avrupa Birliği'nde bu kota yüzde 5 ile sınırlandırılmıştı. Ayrıca Şeker Kanunu'nda Bakanlar Kurulu'na şeker kotasını yüzde 50 oranında artırma ve yükseltme yetkisi de vermişti. Bakanlar Kurulu bu yetkisini, nişasta bazlı şeker (NBŞ) kotasını her yıl yüzde 35 artırarak kullandı. Böylece Türkiye, 28 Avrupa Birliği ülkesinin ürettiği nişasta bazlı şekerin yarısını tek başına üretmeye başladı. Darbeyi önce Türk pancar çiftçisi yedi. Şeker pancarı ekicisi: 2003'te 460 bin çiftçiydi. 2016'da 105 bine indi. Pancar tarlaları boşaldı. Köylüler kentlere aktı

İkinci darbeyi devletin işlettiği şeker üretiyordu. Yeterli pancar bulamayınca 4 fabrika kapandı, biride Ağrıda idi, şehrin tek sanayi kuruluşuydu. Bugün Ağrı yine Türkiye'nin en fakir ili olarak kaldı ve Türkiye şeker piyasası hızla nişasta bazlı şeker üretenlerin eline geçti...

2003 yılında. Türk Şekerin kârı: 265 milyon TL'ydi...
2004'te kâr etti. 2005'te kâr etti...
2006'da zarara döndü...
2009'dan sonra zarar süreklilik kazandı...
2016'da zarar: 76.5 milyon TL'ye ulaştırıldı...
Türk Şeker'in 76.5 milyon TL zararı içinde 25 devlet şeker fabrikasının payı 32 milyon TL oldu...

Üçüncü darbeyi işçiler yedi: 2002'de çalışan 19 bin kişiydi. 2016'da 8 bin kişiye indi. Şeker fabrikalarına, onların çalışanlarına, fabrikalara pancar yetiştiren çiftçiye, şeker pancarı fabrikalarda şekere dönüşürken ortaya çıkan yan ürün küspeyi hayvanlarına yem yapan köylüye dış kaynaklı tarım politikası uygulayanlar ihanet etmiş oldu. Şimdi bu fabrikalar satılığa çıkartıldı ama aslında Türkiye'nin şeker pazarı satışa sunuldu. Dünkü yazıda sormuştum, bugün yeniliyorum: 16 yıldır Ankara'da Saray yapmaya ve İstanbul'da padişah saraylarını yenileyip içinde oturmaya gösterdiğiniz özeni, zarar etmekte olan şeker fabrikalarına göstermiş olsaydınız, onlar da kâra geçecek bir yolu bulamazlar mıydı?

Türkiye'yi emanet ettiğimiz İktidarın 2017 yılı dış ticaret bilançosu, yaklaşık 157 milyar dolarlık mal satmışız, 234 milyar dolarlık mal almışız. Yaptığımız ticarette 77 milyar dolarlık açık yaratmışız. Deftere yazdırmıştır.

Geçen yıldan daha rezil bir tablo ile bu yılın Ocak ayında karşılaştık. Yine almışız, satmışız, Sadece bir ayda 9 milyar dolar açıkta kalmışız. Yuh! Ocak ayında ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 58'e gerilemiş. Milyar dolarlardan bahsediyorum! Sadece bir ayda diyorum. Açıkta geçen yılı ikiye katladığımızı söylüyorum. “İyi gidiyoruz” diyorlar. Kötü gitmemiz için daha ne kadar açılmamız gerçekleşiyor...

Kim bu şirket? Ne yapar?
Cargill, Iowa eyaletinin Conover kentinde hububat ticareti yapmak için 1865'te kuruldu. Şirket giderek büyüdü. 2004 yılına gelindiğinde 61 ülkede faaliyet gösteriyordu. Yıllık cirosu 60 milyar dolardı. 1960 yılından beri Türkiye ile iş yapıyor. 1986 yılında önce Pendik’te Kurulu nişasta fabrikasını satın aldı. 1997 yılında Bursa'nın Orhangazi ilçesinde mısır şurubu üretmek için 90 milyon dolarlık bir fabrika kurdu. Hendek'te fındık işleme tesisi var. İşlenmiş fındık ihraç ediyor. Türkiye'ye hububat, yem, ayçiçeği ve pamuk ithal ederek piyasaya sürüyor.

Başkan Bush 'Cargill' derken, Başbakan Erdoğan'da Irak'ta pasta olarak adlandırılan ihalelerden pay almak ve Türkiye'de oluşturulması planlanan Nitelikli Sanayi Bölgeleri konusunda' hiç bile zaman gerçekleşmeyen  istekler öne sürdü.

Cargill'in AKP ile hikâyesi böyle.

Bu kez Başkan Trump, Cargill’in isteği doğrultusunda AKP Hükümeti’nden  şeker fabrikalarının özelleştirilmesini istedi. Cargill'in iddiasına göre, özelleştirme halinde Türkiye daha hızlı büyüyecek, üretim, istihdam ve ihracat artacak, hükümet de daha fazla vergi toplayacakmış...

Cargill’in Yazdığı Şeker Raporuna
Sözcü Gazetesinin ulaştığı Cargill’in Ocak ayında hazırladığı şeker raporuna göre şeker fabrikalarının özelleştirilmesi tavsiyesinde bulunmuştur. Daha önce, şeker fabrikalarının satış sürecine dahil olmadıklarını söylemişlerdi... Sonra anlaşıldı ki, Cargill’in hükümete sunduğu pancar şekeri ile ilgili rapordan kısa bir süre sonra AKP iktidarı 14 “yerli-milli” şeker fabrikasını özelleştirme kararı almıştır...

14 şeker fabrikasını özelleştirme kararı alan AKP iktidarı, Şeker Kurulu’nu kapatıp, ABD'li nişasta bazlı şeker (NBŞ) üreticisi Cargill'in etkisi altına girdiğine dair iddialar ortaya sürülüyor. Cargil, bu işin arkasında kendilerinin olmadığını söylemişlerdi ancak bu açıklamanın hemen ardından Cargill'in Ocak 2018'de yayımladığı kritik rapor ortaya çıktı.

Ey Amerika denirken, tısss...
Arkasında güçlü siyasi lobileri bulunan elin Amerikalı dünya devi Cargill’in raporunda kotaların kaldırılmasını, şeker fabrikalarının özelleştirilmesinde ve kamunun yapacağı her türlü çalışmaya yardımcı olarak katılmak istemektedir. 

Cargill'e göre, (bu millet aptal ya!) şeker fabrikalarının özelleştirmesi halinde Türkiye daha hızlı büyüyecek, üretim, istihdam ve ihracat artacak, hükümet de daha fazla vergi toplayacak. Aynı raporda özelleştirme halinde, halen % 10'la sınırlanan NBŞ üretiminin yüzde 50'lere yaklaşacağı da itiraf edildi.

Cargill'in kendi ürettiği NBŞ'nin önünü açmak için “milli-yerli” pancar üreticisi bu millete, siyasi iktidara öğüt vererek pancardan şeker üretimini önemli ölçüde azaltacak şu önerileri sunuyor, ‘Tam serbestleşme ve özelleştirme' sayesinde pancar fabrikalarının satılması halinde Türkiye daha hızlı büyüyecekmiş, işsizlik daha da azalacakmış, böylece hükümetin de vergi gelirleri artacakmış. falan, filan, yalan dolan, kandırmaca.

İşte Cargill'in şeker fabrikalarının özelleştirilmesi durumunda 3 farklı modelden söz ediyor: Kota rejiminin bütünüyle kaldırılması ve kamu sermayeli Türkşeker'in elinde bulunan şeker fabrikalarının özelleştirilerek devletin bu alandan bütünüyle çıkması sonucunda ortaya çıkacak ekonomik gelişmeler ele almaktadır...

Cargill’e göre şeker fabrikalarının özelleştirilmesiyle ekonominin büyüme performansı üzerinde pozitif bir etki yapacak, 2023 yılına kadar 32.7 milyar liralık reel büyüme etkisi, yüzde 0.1 ila 0.04 puan arasında bir reel büyüme hızı artışı sağlayacaktır.

Özelleştirme sonrası verimlilik artışının da etkisiyle 2023 yılına kadar toplam 184 bin 513 kişilik ilave istihdam artışı olacaktır.

Bu dönüşümün ihracat katkısı 4 milyar dolar, kamuya vergi artışı sayesinde sağlayacağı ilave kaynak 1.8 milyar lira olacaktır.

 Kotaların kaldırılması ve özelleştirme halinde şekerin kilogram fiyatı 3.3 liradan 2023 yılında 2.1 liraya düşecektir.

Cargill'in raporuna göre, kotaların kaldırılıp şeker fabrikalarının özelleştirilmesi halinde, 980 bin ton kapasiteye sahip Türkiye'deki nişasta bazlı şeker (NBŞ) üretimi 700 bin ton daha artarak 2023 yılında 1 milyon 590 bine yükselecektir.

Sağlık Kurulu raporunda kısırlıktan kansere kadar birçok alanda insan sağlığına zararlı olduğu belirtilen NBŞ, kota engeli nedeniyle bugün 260 bin ton civarında üretiliyor. Bu da toplam şeker üretiminin yaklaşık yüzde 10'una karşılık geliyor. Cargill'in önerisinin gerçekleşmesi, yani kotaların serbest bırakılıp pancar şekeri fabrikalarının özelleştirmesi halinde ise pancar şekeri üretimi 2.82 milyon tondan 3.28 milyon tona çıkacak, ancak NBŞ'nin pancar şekerine oranı yüzde 15'ten yüzde 48.5'e yükselecek. Dolayısıyla NBŞ, Türkiye şeker pazarının yaklaşık yarısını ele geçirmiş olacak.

Geçelim Avrupa Birliği (AB) Yasaklamalarına
Avrupa Birliği ülkelerinin çoğunda nişasta bazlı şeker, çok ciddi bir biçimde kısıtlamalar getirilerek denetiliyor. Bizde ise nişasta bazlı şeker üretiminin önünü açan özelleştirmeler yapılmak isteniyor.

Cargill’in AKP hükümetine sunduğu rapordan parçalarda, Nişasta Bazlı Şekeri savunuyor ve “Halk Sağlığı” konusunda bu zararlarını bir tarafa bırakarak daha fazla kazanmak için direniyor; mevcut sistemden yakınıyor, ülkenin mevcut siyasi yöneticilerini aldatırcasına diyor ki:

“Türkiye’de uygulanan mevcut sistem, pancar bazlı şeker üretimini destekleyen ve nişasta bazlı şeker üretimini caydıran bir yapıya sahiptir. Söz konusu politika ile pancar çiftçisinin sosyal olarak desteklenmeye çalışıldığı açıktır. Ancak, pancar gerek kaynak kullanımı ve verim yapısı gerekse üretim süreci açısından ekonomik etkinlik kayıplarını beraberinde getirmektedir. Dolaylı bir destek mekanizmasına dönüşen bu sistem, üretken kaynakların verimli alanlara tahsisinin önünde engel teşkil etmektedir.” 

Diyerek şeker fabrikalarında çalışanları ve binlerce pancar üreticilerini hesaba katmadan, onların desteklenmelerine devlet katkısını haksızlık sayıyor nerdeyse...

Yılmaz Polat Amerika’dan Yazdı
ABD'li nişasta bazlı şeker (NBŞ) üreticisi Cargill, 14 şeker fabrikasının özelleştirilmesi haberiyle yeniden gündemde.

ABD'li yetkililerle 'baş başa' görüşme yapmayı tercih eden AKP Genel Başkanı Erdoğan'ın, Dışişleri Bakanı Rex Tillerson'la 'Külliye'de yaptığı 3 buçuk saatlik 'başbaşa' görüşmede, 'Cargill Şirketi'nin isteklerinin ele alındığı konuşuluyor.

Erdoğan'ın 'Cargill'le tanışması yeni değil.

Başkan George Bush, Erdoğan'la Başbakan olarak Beyaz Saray'da yaptığı ilk resmi görüşmede (28 Ocak 2004) Cargill ile ilgili net istekleri oldu. Cargill'in sorunlarını çözüp, şirketi rahatlatmasını istedi. Cargill'in iki sorunu vardı. 
Orhangazi'deki fabrikasını birinci derecede tarım arazisine kurduğu için firma aleyhine dört dava açılmıştı. Bu davalar nedeniyle üretim yapamaz hale geldi.

Cargill, bulunduğu arazinin birinci derece tarım arazisi statüsünden çıkarılarak sanayi bölgesi ilan edilmesini ve böylece dört davanın düşürülmesini istiyordu. Erdoğan Hükümeti bir kararname ile Cargill’in faaliyetine devamını sağladı.

Orhangazi fabrikasında mısırdan fruktoz veya mısır şekeri diye adlandırılan şeker üretiliyordu.

Pancar üreticisinin korunması amacıyla mısır şekeri üretiminde yüzde 10'luk kota uygulanıyordu. Cargill bu kotanın kaldırılmasını ve tam kapasite ile çalışması için önünün açılmasını da istiyordu.

Başkan Bush'un 'Cargill şirketinin yeni yatırımlarını güçleştiren sorunların aşılması yönünde Ankara'dan beklediklerinin' büyük bölümü, Erdoğan Hükümeti tarafından sessizce yerine getirildi.

Ülkede İlk Kurulan Şeker Fabrikaları

Şevket Sürek, “Bir Dönemin Tanıkları” isimli kitabında, Atatürk'ün önderliğinde kurulan şeker sanayinin ilk günlerini anlatmış.

19 Nisan 1923'de şirketleşen ve ilk özel teşebbüs denilebilecek yatırım Uşak Şeker Fabrikası'dır. Uşaklı molla Nuri Ömeroğlu'nun gayretiyle kurulan bu fabrika aynı zamanda ilk şeker fabrikamızdır.

Molla Nuri Ömeroğlu şeker işiyle ilgilendiğinden olsa gerek, Atatürk'le tanıştırılırken heyecandan “Nuri Şeker” olarak takdim edilmiştir.

Fabrikanın temeli 6 Kasım 1925'de atılmış ve 17 Aralık 1926'da hizmete açılmıştır. Fabrikanın kurucusu Molla Nuri Ömeroğlu'nun (Nuri Şeker) oğlu Muhsin Şeker, babasının kurduğu fabrikanın kuruluş hikayesini şöyle anlatmaktadır:

“Babam fabrikayı kurmadan önce, şekeri evimizde imal etmeyi başarmıştı. Köyümüzde yetişen şeker pancarını şehirdeki evimizde kazanlara koyup kaynatıyor, kabuklarını soyup rendeliyor, ağaçtan yapılmış sıkma makinesiyle sıkıp elde edilen şerbeti bulandırmadan başka kazanlara aktarıyor ve bundan köpük helvası (şekerli bir karışım) yapıyordu. Ben de yapılan helvaları pazara götürüp satıyordum. Şehirlisi köylüsü kapış kapış alırdı.

Babam bununla yetinmedi. Sayısız deneylerden sonra pancar kokusu alınmış koyu şerbeti elde etti, bunu dükkân dükkân gezdirdi ve “İşte bu, şekerin koyu şerbetidir” dedi. “Şeker fabrikası yaptıralım tarlalarımızda bol bol şeker yesin” diyordu. O fabrikayı kurmak babam için ölümüne bir amaç olmuştu.(*)

Nuri Şeker'in bu çabaları sonuçsuz kalmayacak ve küçük işletmesi fabrikaya dönüşecekti. Hem de hayli ilginç bir hikâye ile… Nuri Şeker fabrika kurmak istemektedir ama devlet desteğine ihtiyacı vardır. Konuyu bir şekilde İsmet İnönü'ye aktarmayı başarır. İnönü asker kökenli olduğundan, sanayi ve ticaretle ilgili konularda atak olmadığından konuya pek ilgi duymaz. Bir şekilde zamanın İktisat Bakanı Celal Bayar'a ulaşır ve talebinin Meclis'e götürülmesini ister. Bayar konuyu kavrar ve hemen Atatürk ile paylaşır. Atatürk konuyla ilgilenir. Hatta heyecanlanır...

Bayar'a “Yarın Bakanlar Kurulu'nu toplayalım, ben başkanlık edeyim. Orada kendilerine destek veririz böylece İnönü'yü de kırmamış oluruz” der. Ertesi gün toplanırlar, Celal Bayar konuyu gündeme getirir. Atatürk “Bu tür girişimleri desteklemeliyiz” şeklinde bir konuşma yapar, Bakanlar Kurulu'na dönerek “Sizler de bu fabrikadan hisse almalısınız“ şeklinde tavsiyede bulunur ve “Açılış törenine beraber gidelim”  der.

Böylece Nuri Şeker ve arkadaşları ilk şeker fabrikasını kurmak için faaliyete geçer. 600.000 lira sermayeli bu fabrikanın temeli atılır. Fakat daha sonra benzer girişimle kurulacak olan Alpullu Şeker Fabrikası önlerine geçer. İlginçtir, şeker 1700'lü yıllardan beri bilinmekte, üretilmekte ve tüketilmektedir. Bu gerçek ortadayken Uşak'ta şekerci Molla Nuri Ömeroğlu bilinen teknolojiyi yok farz ederek şeker pancarından şeker üretmiş ve başarılı olmuştur. Atatürk dahil hiç kimse “Şeker ithal etmeye devam edelim” dememiş Nuri Şeker'in bu buluşuna itibar etmiştir.

Türkiye'de ilk özel sektör girişimine örnek gösterilecek bu yatırım CHP döneminde devletleştirilmiştir. Uşak Şeker Fabrikası'nın kurulması sırasında Nuri Şeker'in bu teşebbüsü bir başka girişimci gruba cesaret vermiştir. Nuri Şeker'in girişimi devam ederken İstanbul'da da benzer bir faaliyet vardır. Özel şahıslar ve milli bankaların katılımıyla

1925'de 500.000 lira sermaye ile İstanbul ve Trakya şeker fabrikaları T.A.Ş kurulacak ve Alpullu Şeker Fabrikası 26 Kasım 1926'da üretime geçecektir.

Ardından Anadolu Şeker Fabrikası T.A.Ş. kurulacak ve Eskişehir'deki fabrikalarını
5 Aralık 1933'de hizmete açacaktır.

19 Ekim 1934 de dördüncü şeker fabrikası olan Turhal Şeker Fabrikası kurulup üretime geçecektir. Böylece 1934 yılında hiç yoktan var ettiğimiz dört şeker fabrikamız olmuştur...

(*) Uşak Şeker Fabrik “Çükündür” (pancar) yetişsin, hem paralarımız Avrupa'ya gitmesin

Cumhuriyetle  “Yerli-Milli” Ekonomiye Geçiş

Sinan Meydan Falih Rıfkı Atay’dan aktarma: “Ağzımızın tadını kaçırdınız 26 Şubat 2018 Yazarlar “Meclis kürsüsünde bir de ‘üç beyaz' parolası revaçtaydı. Ekmeğimizi kendi unumuzdan yoğurmak, şekerimizi kendi pancarımızdan almak, bezimizi kendi pamuğumuzdan dokumak… Ah bir buna muvaffak olsaydık…” (Falih Rıfkı Ataya)

Sabah akşam  “yerli-milli” olmaktan söz eden AKP'nin, 2002'de iktidara geldikten sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin 80 yılda biriktirdiklerini nasıl haraç mezat sattığı hepimizin malumu… Geçtiğimiz hafta da Türkiye Şeker Fabrikası A.Ş.'ye ait 14 şeker fabrikasının satışa çıkarıldığını öğrendik. Oysaki Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, 85-90 yıl önce her bakımdan yerli-milli bir ekonomi kurmuştu. Bu yerli-milli ekonominin bel kemiği ise fabrikalardı.

Türk Sanayi Devrimi Çay ve Şeker
Falih Rıfkı Atay, “Çankaya”da şöyle yazıyor: “Meclis kürsüsünde bir de ‘üç beyaz' parolası revaçtaydı. Ekmeğimizi kendi unumuzdan yoğurmak, şekerimizi kendi pancarımızdan almak, bezimizi kendi pamuğumuzdan dokumak… Ah bir buna muvaffak olsaydık. 1923 kafası ve iradesi imkânsızlığa meydan okumuştur… Türk tarihi, 1923 iradesinin ve kafasının mucizesini unutmaz.” (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 523,524). Milli Mücadele kazanıldı. Anadolu işgalci düşmandan temizlendi. Ancak asıl düşman yokluk ve yoksulluktu. Atatürk şimdi, o asıl düşmanla mücadele etmeye hazırlanıyordu. “Siyasi ve askeri zaferleri, iktisat zaferleriyle taçlandırmaktan” söz ediyordu. “Yeni Türk devleti bir sanayi devleti olacaktır” deniyordu.

Önce 1923'te İzmir İktisat Kongresi'nde sanayileşmek için yapılacaklar kararlaştırıldı. Sonra Lozan Antlaşması'nda kapitülasyonlar kaldırıldı. Böylece Osmanlı'dan kalan tüm bağımlılıklar gibi ekonomik bağımlılıklara da son verildi.

1927'de Teşviki Sanayi Kanunu çıkarıldı. Buna göre hükümet, fabrika kurmak isteyenlere belli şartlarla parasız toprak verecek, fabrikalar için gereken bütün araç, gereç ve donanım gümrükten muaf olacak, bunlar demiryollarıyla ucuza taşınacak, fabrikalara özel ayrıcalıklar tanınacak, hükümet, pahalı da olsa yerli fabrika ürünlerini tercih edecek…

Sermaye hareketini yönetmek, piyasayı canlandırmak, kredi vermek ve fabrikalar kurmak için 1924'te İş Bankası, 1925'te de Sanayi ve Maden Bankası kuruldu...

1923-1930 arasında devlet, elinden geldiğince özel teşebbüsü destekledi. Ancak devlet destekli bu liberal kalkınmadan istenilen sonuç alınamadı. 1929'daki dünya ekonomik buhranından sonra 1930'dan itibaren Devletçiliğe ağırlık verildi. Devletçiliğin ilk uygulaması “millileştirme” oldu. Cumhuriyet, Osmanlı'nın yabancılara teslim ettiği su, elektrik, telefon, maden, liman, demiryolu vb. tüm işletmeleri, parasını verip satın alarak kamulaştırdı.

1932'de Devlet Sanayi Ofisi ve Türkiye Sanayi ve Kredi Bankası kuruldu. 1933'te ise bu iki kuruluşun yerini Sümerbank aldı. Sümerbank'ın, Sanayi ve Maden Bankası'nın yönetimindeki kuruluşları işletmek, yeni fabrikalar kurup işletmek gibi görevleri vardı.

1933'te Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlandı. Buna göre ülkenin değişik yerlerinde 20 fabrika kurulmasına karar verildi. Plana göre Kimya Sanayi, Toprak Sanayi, Demir Sanayi, Kağıt ve Selüloz Sanayi, Kükürt Sanayi, Süngercilik, Pamuklu Dokuma Sanayi, Kamgran (Merinos) Sanayi, Kendir Sanayi alanında yatırım yapılacaktı. Plan uygulandı ve 16 fabrika kuruldu. Bu plan, az gelişmiş ülkelerin ilk sanayi planıydı. Dünyaya örnekti. Bu arada madenleri işletmek ve elektrik enerjisi sağlamak amacıyla da 1935'te Etibank kuruldu. Buna ek olarak petrol ve maden araştırmaları yapmak, haritalar ve raporlar hazırlamak amacıyla 1935'te MTA kuruldu. 1936 başlarında bir Sanayi Kongresi düzenlendi.

1937'de ülkenin değişik yerlerinde 100'den fazla fabrika kurmak amacıyla İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlandı. Ancak 2. Dünya Savaşı nedeniyle uygulanamadı...

Bağımlı Osmanlı Ekonomisinden Bağımsız Cumhuriyet Ekonomisine
15.yüzyılda coğrafi keşiflerle ticaret yolları yön değiştirdi. 16. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı toprak sistemi bozuldu. Bitmeyen savaşların yıpratıcı etkisi, halkın dirlik düzenlik kavgası, isyanlar, vergi gelirlerinin azalması, paranın değersizleşmesi, üretimin düşmesi Osmanlı ekonomisini sarstı. 1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması gibi antlaşmalarla sanayileşmiş Batılı emperyalist ülkelere büyük ekonomik kolaylıklar sağlandı. Bu kolaylıklar, yerli üreticiyi bitirdi. 19. yüzyılda Osmanlı önce Galata bankerlerinden sonra İngiltere, Fransa gibi ülkelerden çok yüksek faizle borç aldı. 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı öncesinde Osmanlı aldığı borçları ödeyemeyip iflas etti. Bunun üzerinde alacaklı Batılı emperyalist ülkeler, alacaklarını tahsil etmek için 1881'de Duyunu Umumiye'i kurdu. Osmanlı'nın tüm gelir kaynaklarına el koydular: Madenler, limanlar, demiryolları, fabrikalar, bankalar, hatta tütün bile yabancıların kontrolüne bırakıldı. Osmanlı, 19. yüzyılda bir taraftan kapitülasyonlar, diğer taraftan Duyunu Umumiye ile sömürülüyordu...

Osmanlı’da Sanayileşme
Aslında Osmanlı, Sanayi Devrimi'ni ıskalamak istemiyordu. Ancak ne yeterli teknolojisi, ne yetişmiş elemanı ne de yeterli sermayesi vardı...

Osmanlı'da 1866'da Islah-ı Sanayi Encümeni kuruldu. Bu encümen, sanayinin gelişmesi için bazı çalışmalar yaptı.

1873'te fabrika kurmak isteyenlere gümrük ve vergi muafiyeti getirildi. 1888'de bu yönde yeni düzenlemeler yapıldı. 1897'de vergi muafiyeti uzatıldı. 1913'te de Geçici Sanayi Kanunu (Teşvik-i Sanayi Kanunu) yapıldı. Bu kanunla fabrika kuracaklara yeni kolaylıklar sağlandı. 1915'te belli kentlerde bir sanayi sayımı yapıldı. 1916'da fabrika kuracakları koruyucu bir gümrük kanunu çıkarıldı...

İttihat Terakki'nin milli ekonomi yaratma çabaları savaş koşullarında ister istemez yarım kaldı...

686/ 3/10 1915 sanayi sayımına göre Osmanlı'da 10'dan fazla işçi çalıştıran toplam 282 sanayi kuruluşu vardı. Bunların yüzde 9'u devletindi. Bu kuruluşlardaki sermaye ve emeğin sadece yüzde 15'i Türklerindi. (1)

 “1918 Ağustos'unda ekonomi, bütün iç ve dış ticaret… Banka ve imtiyazlı şirketler hepsi Hıristiyan, Yahudi veya ecnebi idi. Su, ışık, gaz, her türlü ulaştırma, telefon, rıhtımlar ve limanlar, fenerler hepsi yabancıların elinde ve Türk halk yığınları medrese eğitimi altında, vicdan ve kafa karanlığı içindeydi. Uyanmalarına ihtimal yoktu…” (2)

Osmanlı'dan Cumhuriyete kalan fabrikalar şunlardı: Bakırköy Dokuma Fabrikası, Feshane Yün İplik Fabrikası, Hereke İpek Dokuma Fabrikası, Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası ve Tophane Silah Fabrikası. (3)

Ayrıca Osmanlı'dan kalan az sayıdaki fabrika da savaşlar nedeniyle işlemez hale gelmişti.

Ekonomi Zaferi 
Sanayi istatistiklerine göre, 1923'e kadar ülke genelindeki irili ufaklı tüm sanayi kuruluşlarının sayısı 386'ydı. 1923-1933 arasında bu sayı 1087'ye ulaştı. 1927'de 17 milyon değerinde olan milli sanayi imalatı, 1933’te 137 milyona çıktı. (4)

Sonuçta Atatürk Cumhuriyeti, yokluk ve yoksulluk içinde başarılı ve özgün ekonomi politikalarıyla Türkiye'yi üç beyaz; bez, şeker ve unda dışa bağımlılıktan kurtardı...

Atatürk Türkiye'si borç almadan, (Osmanlı borçlarını ödeyerek) kendi kaynaklarını kullanarak kalkınmayı başardı. Denk bütçeye dayalı ve enflasyonsuz kalkınma sonunda milli gelir artışı en üst seviyelere çıktı. Şevket Pamuk, şöyle diyor: “Kişi başı gelirler açısından 1939 yılı Türkiye için 20. Yüzyıl'ın ilk yarısındaki tepe noktasını temsil ediyor.” (5)

1929-1939 arasında dünya sanayi üretimi yüzde 19 artarken Türkiye'deki sanayi üretimi yüzde 96 arttı. Atatürk Türkiye'si, Rusya ve Japonya'dan sonra dünyada en hızlı kalkınan üçüncü ülke oldu. (6)

İşte Falih Rıfkı Atay'ın “1923 kafasının iradesi ve mucizesi” dediği

Şeker Çay, Şeker Fabrikalarımızın Tarihi
1919 yılı Kasım ayı… 
Atatürk ve arkadaşları Sivas'ta… Yokluk çekiyorlar. Olmayan şeylerden biri de şeker… Bir gece Atatürk, Emireri Ali'yi çağırıp birer şekerli kahve istiyor. Emireri Ali, “Paşam şeker yok, sade yapayım” deyince Atatürk gülerek “Mazhar Müfit, niçin şeker aldırmıyorsun?” diyor. Sonra da “Farkındayım, yine züğürtledik!” diye ekliyor. Mahzar Müfit, “Evet Paşam! Hem züğürtledik, hem de paramız şeker almaya yetmez. Şeker çok pahalı” diye cevap veriyor.

Evet, o yıllarda tüm tüketim maddeleri gibi şeker de çok pahalıydı. Çünkü çok zor bulunuyordu. 1923'te ülkenin 50 bin ton olan şeker ihtiyacının tamamı dışarıdan karşılanıyordu. (7)

Osmanlı'da 1840'ta Arnavutköylü Dimitri, bir şeker fabrikası kurmak için Ticaret Nezareti'ne başvuruyor. Osmanlı, belli şartlarla kendisine izin veriyor. (8)

Bu fabrikanın açılıp açılmadığını bilmiyoruz, ancak 1915 sanayi sayımından Osmanlı'da -sadece biri Türklere, diğerleri gayrimüslimlere, yabancılara aitçok küçük ölçekli birkaç şeker fabrikası olduğunu öğreniyoruz. Bunlar, Ali Faik Osmanlı Şeker Fabrikası, Antonopulos Şeker Fabrikası, Antonyadis Antonyos Şeker Fabrikası, Antonyadis Yanko ve Şükerası Şeker Fabrikası, Jarboni ve Hacı Yanki Şeker Fabrikası, Keseneki Yorgi Şeker Fabrikası'dır. (9)

1.Dünya Savaşı yıllarında İstanbul'da bile şeker yoktur. Şeker yerine kuru üzüm, pekmez kullanılır. Onlar da bulunabilirse… Gazetelerde bir haber çıkar: Avusturya'dan “iki vagon şeker geliyormuş” diye. Günlerce o vagonlar beklenir. Şu işe bakın ki o şekerler gelmeden savaş biter. (10) 

Yıl 1923… 
Atatürk'ü ziyaret etmek için bekleyenler var. Bunlardan biri yaşlı bir köylü Nuri Efendi'dir. Atatürk “Buyur Nuri Efendi” diyor. Nuri Efendi, Uşak'ın Kalfa Köyü'nden geldiğini, babasından bir helva ve haşhaş yağı imalathanesi kaldığını, kendisi İstanbul'da askerliğini yaparken şeker üretimini öğrendiğini, sonra Avrupa'dan mektup zarfı içinde pancar tohumu getirtip ekip şeker elde ettiğini anlatıyor. “Mehmet Hacim Bey'in önderliğinde 51 kişi birleştik Terakki Ziraat Türk A.Ş.'yi kurduk. 600 bin lira sermayemiz var. Paşam! Bize el ver. Şeker fabrikamızı kuralım” diyor.

Cumhurbaşkanı Atatürk yerinden fırlıyor. Nuri Efendi'yi sevgiyle saygıyla kucaklıyor. “Hepiniz var olun! Türkiye'yi bu azim, bu istek, bu şevk kurtaracak…” diyor. Gerekli talimatları veriyor. Türkiye'nin ilk şeker fabrikasını işte bu köylü Nuri (Şeker) Efendi kuracaktı.

Sonuçta 1926'da Türkiye Sanayi ve Maden Bankası'nın da ciddi desteğiyle Uşak Şeker Fabrikası açıldı.

1925 yılında 1 milyon 200 bin sermayeyle İstanbul ve Trakya Şeker Fabrikaları A.Ş. kuruldu. Bu şirketin kurduğu Alpullu Şeker Fabrikası da 1926'da açıldı.

İş Bankası, 1932'de Eskişehir Anadolu Şeker Fabrikaları Türk A.Ş.'yi, 1933'te de Turhal Şeker Fabrikası Türk A.Ş.'yi kurdu. Çok geçmeden Eskişehir Şeker Fabrikası ve Turhal Şeker Fabrikası açıldı ve şeker üretimine başladı. 3 Temmuz 1935'te, değişik şirketlerin elindeki şeker fabrikaları bir tek şirkette birleştirildi. Sümerbank, Ziraat Bankası ve İş Bankası'nın eşit hisselerle katıldıkları 22 milyon lira sermayeli Türkiye Şeker Fabrikaları Anonim Ortaklığı kuruldu...

1923'te yılda 50 bin ton olan şeker ithalatımız, şeker fabrikalarımızın kurulmasından sonra giderek azaldı. 1934-1935'te 2-3 bin tona indi. Türkiye'de Devlet Sanayii ve Maadin İşletmeleri, s. 238, 239. Dolayısıyla Türkiye, şeker ihtiyacının neredeyse yüzde yüzünü bu yerli-milli şeker fabrikalarıyla karşıladı. 1.Dünya Savaşı yıllarında, her konuda olduğu gibi şeker konusunda da darlık başladı. Savaş koşullarında Alpullu'daki fabrika durdurulunca üç fabrikaya kaldık. Şeker karaborsaya düştü. Savaş ekonomisi yeni vergilere yol açtı. Hükümet, şekerin kilosuna 10 kuruşluk İstihlak Vergisi yükledi. Türkiye'yi II. Dünya Savaşı cehennemine sokmayan İsmet İnönü'yü, “Bizi şekersiz bıraktın” diye suçlayanlara İnönü, “Ama babasız bırakmadım” demişti. (Kayra, age, s. 210-212)

Savaş sonrasında dört şeker fabrikası yeninden tam kapasite çalışmaya başladı. Üretim 1947'de 100 bin tona yaklaştı. Zamanla bu rakamlar da aşıldı. Örneğin 1951 üretimi 186 bin tondu. Türkiye'de Devlet Sanayi ve Mardin İşletmeleri s. 239

20-25 yıl önce şeker ithal eden Türkiye, şimdi şeker ihraç ediyordu. 1951-1956 arasında toplam 11 yeni şeker fabrikası kuruldu. Böylece fabrika sayısı 15 oldu.

15 oldu. 1962'de Ankara Şeker Fabrikası ve 1963'te Kastamonu Şeker Fabrikası kuruldu...

1977'de Afyon, 1982'de Muş ve Ilgın, 1983'te Bor, 1984'te Ağrı, 1985'te Elbistan, 1989'da Erciş, Ereğli ve Çarşamba, 1991'de Çorum, 1993'te Kars, 1998'de Yozgat ve 2001'de Kırşehir Şeker Fabrikaları işletmeye açıldı.

Cumhuriyet ilan edilirken Türkiye'de sadece şeker değil, çay da çok zor bulunuyordu. Rize Çay Fabrikası 1947'de kuruldu. 20 Mayıs 1947'de Rize Çay Fabrikası ürünlerinden 20 tonluk ilk ihracat yapıldı. Demem o ki, iki şekerli demli çayını yudumlayıp CeHaPe'ye; Atatürk'e, İnönü'ye saldıran kardeşim, o demli çayı, o çaya attığın şekeri bile onlara borçlusun...

Allah aşkına! Türkiye'nin yerli-milli varlıklarını satmaktan vazgeçin. Şeker fabrikalarımıza dokunmayın. Ağzımızın tadını kaçırmayın. “Ağzımızda tat mı bıraktılar!” dediğinizi duyar gibiyim...

Bu Ülkenin İlk Alpullu Şeker Fabrikasının Kuruluşu
Cumhuriyetten önce Türkiye’de, bir memurun 1 aylık maşıyla ancak bir kilo şeker alınıyordu. Kendi şekerini kendisi üreten ülke olmaya, savaştan yeni çıkmış, yokluklarla mücadele eden yeni cumhuriyet, her alanda olduğu gibi, yerli ve milli”  şeker üretecek ilk şeker fabrikasını 22 Aralık 1925'de Alpullu'da temelini atarak, 26 Kasım 1926’da ilk Türk şekeri üretilmeye başlanmış oldu...

Osmanlı’da çay bulabilip, demlediği çaya atacak şeker olmadığından tatlandırıcı olarak pekmez katıldığı dönemlerdi. Anacak Anadolu köylüsü ise çay içmeyi 1940 yıllardan sonra öğrenmeye başladı. İşte AKP zihniyeti, “Taş üstüne taş koymayanlar” deyip halkın gözünde sıfırlamaya çalıştıkları cumhuriyetin daha ikinci yılında yaptırdığı şeker fabrikalarından Alpullu Şeker fabrikası da AKP’nin satacakları arasındadır.

Alpullu Şeker Fabrikasından sonra, Uşak Şeker Fabrikası, özel girişim ortaklığı Türkiye İş Bankası, T.C.Ziraat Bankası, Trakya illeri özel idareleri, özel şahısların katılımı ile kuruldu.

Gerçek bir “Yerli ve Milli” ses, yapılan hazırı satmakla değil, yapmakla övünür...
Dönemin önemli yazarlarından milletvekili, Azerbaycan doğumlu Ahmet Ağaoğlu, fabrikanın açılışıyla ilgili 28 Kasım 1926 tarihli Ulus Gazetesi'nde şöyle yazıyordu: “Köylerden ve şehirlerden gelenler, medeniyetin, ilim ve fennin şaheseri bulunan bu şeker fabrikasının etrafını zevk ve heyecanla dolaştılar. Yalnız bir sene evvel bu abide hayal ve hülya gibi görünüyordu. İşte 30 bin dönümlük geniş bir ovada muazzam bir anıt. Bacalarını semaya kadar yükseltmiş bölgeye can vermiştir. Kayışlar sürünüyor, çarklar dolaşıyor, makineler inliyor, yüzlerce küp hareket ediyor sonunda bembeyaz şeker tozu olarak aşağıya doğru dökülüyor. İşte Türk şekeri; işte Türk topağından, işçisinin elinden meydana gelmiş olan Türk şekeri. İstiklal Mücadelemizde, şeker fabrikaları bir hülya idi. Bütün bu hülyalar hakikat olmuştur. Gazinin dehası ve yüksek iradesi bize rehberken başarılamayacak bir iş kalmayacaktır” diyerek onurla bu yazıyı yazmıştı.

20 Aralık 1930'da Alpullu Şeker Fabrikası'nı ziyaret eden Büyük Önder Atatürk, şeref defterine; “Alpullu Şeker Fabrikası'nı gezdim. Gördüğüm durumdan çok memnun kaldım. Fabrikanın büyütülmesini ve şimdikinden daha başarılı olmasını dilerim. Ülkemizin her uygun yerinde şeker fabrikaları çoğalması ve ülkenin şeker ihtiyacının karşılanması önemli hedeflerimiz arasındadır” diye yazdı.

Osman Bölükbaşı, Şeker Fabrikalarının Kuruluşu Hakkında anlatıyor:
“Seneler evvel Yunanistan'da bir şeker fabrikası yapılmış fakat haşerelerin önüne geçilemediğinden pancar elde edilememiş ve fabrika kapanmıştı. Aynı tehlike Trakya'da da vardı. Onun için fabrika ilk önce modern bir tarım örgütü kurdu. Bugünkü tarım örgütünün çekirdeği bu fabrikada kuruldu. Bu örgüte Avrupa'da okumuş, pancarı bilen ziraat mühendisleri alındı ve haşerelerle mücadele başarıldı.”

“Bütün bu olanaklara rağmen kendimize tam olarak güvenemiyorduk. Pancar tarımını köylülere öğretmek, hastalıklarla, haşerelerle savaşmak için Almanya'dan ve komşumuz Bulgaristan'dan sözde uzmanlar getiriliyordu. Hele getirilmiş olan iki Bulgar uzmanın bizi ne derece baltaladıklarını o zamanın genç ziraatçılarından Fethi Tan anlamıştı. Çünkü sulu taban arazide üretim yerine çiftçileri daima ters yöne çeviriyordu. Yöneticileri bilgilendirmesinden sonuç alamayınca Fethi Bey, Bulgar'ı öldürmekle tehdit etti ve Türkiye'den ayrılmasını sağladı. Fabrika içindeki teknik personel genellikle yabancılardan oluşuyordu. Bunların yanında çalışan Türk mühendisleri, hiçbir şekilde kilit noktalara getirildi.

Fabrikanın ilk işçilerinden 1913 doğumlu Emrullah Beydeli, “Atatürk ‘memleket kalkınacak' demiş. Fabrika geldi, okul geldi. Aa be elektrik gördük biz Alpullu'nun Şeker Fabrikası'nda. Hafta sonu köye gidip babama ‘Görmüşüm cenneti koca ova kesmiştir ışığa' dedim. Bir gün de anamı götürdüm. Gördü anam elektriği şaşırdı zavallı...” diye anlatıyordu.

Son "Yerli-Milli" Şeker Fabrikaları Satışa Çıkarıldı
Özelleştirme “geçmişi satma” demektir...
Geçmişi satmakla da, çocuklarımızın geleceğini satıldı..
Şimdiye kadar devletin elindeki birçok değerli fabrikaları yerliye sattılar. O yerlilerde bir iki yıl içinde yabancı küresel şirketlere çok karlı bir biçimde sattılar. Örneğin, Tekirdağ rakı fabrikası bir yerliye satılmıştı. O yerli bir yıl bile geçmeden yabancıya sattı...

Sonunda ne oldu derseniz, AKP en sonunda onu da satıldı...
Şeker fabrikalarının satışa sunulması mantıksızlığına karşı, “Milli değerleri para ile ölçüp satanlar, “milliyiz ve yerliyiz” deme hakları yoktur. AKP iktidarı, 14 Şeker Fabrikasını satışa çıkarttı, toplumun büyük kesiminden “olur” görmediği halde sattı. AKP’ye yakınlığıyla bilinen Memur-Sen (Memur Sendikası) bağlı “Enerji Bir Sen bile bu satışa çok sert tepki gösterdi ve şöyle bir açıklama yaptı: “Türk Şeker milli meseledir, özelleştirmeye kurban edilmez.”  çağrısında bulundu ve: “Milli değerler para ile ölçülemeyeceğinin”  uyarısında bulunduğu halde satıldılar...

AKP iktidarının ülkedeki 14 şeker fabrikasının satışa çıkarılmasına bir diğer tepki; Şeker İş Genel Başkanı İsa Gök; Türkiye’deki pancar şekerinin pahalı şeker kamışı ithalatından daha ucuz olduğunu söyleyenlerin kökü dışarıda bir ‘şeker lobisi’ ile bağlantılı olduğunu savunuyordu. Gök, şöyle diyordu: “Karşımızdaki lobinin güç ve etkinliğinin farkındayız. ABD ve ABD’de faaliyet gösteren şirketlerin önemli bir bölümü çiftçi kooperatiflerinin içinde yer aldığı yönetim modellerinin mülkiyetindedir”  Diyordu.

(1) Tevfik Çavdar, Milli Mücadele Başlarken Sayılarla Vaziyet ve Manzara-i Umumiye s. 66.
(2) Falih Rıfkı Atay, Atatürk Ne İdi, s. 132,133
(3) Nejdet Serin, Türkiye'nin Sanayileşmesi, s. 97)
(4) Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri, Tarih, IV, s. 297,298).
(5) Şevket Pamuk, Türkiye'nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, s. 194).
(6) Firdevs Gümüşoğlu, Ülkü Dergisi ve Kemalist Toplum, s. 248,249
(7) Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, C.1, s.353
(8) Türk Ziraat Tarihine Bir Bakış, s. 80
(9) Çavdar, age, s. 67-69
(10) Cahit Kayra, 1923- 1950 Devletçilik, Altın Yıllar, s. 210



23 Mayıs 2018 Çarşamba

HOCALI-DAĞLIK KARABAĞ KATLİAMINA TANIK OLAN GAZETECİLER


Karabağ-Hocalı Olaylarının Görgü Tanıkları Gazeteciler
Anatol Lieven, Londra’daki Kings College’ın Savaş Çalışmaları Bölümünde öğretim görevlisi, 1990’larda “London Times” adına Kafkasya’da muhabirlik yapıyordu. Hocalı katliamının ardından Ağdam’a gelen Thomas Goltz onunla 2011 Ekim günü röportaj yaptı. Dağlık Karabağ’daki savaşında gördüğü gerçekleri anlattı. Şöyle:

“Duygusal açıdan Ermenilere sempati duyuluyordu... Karabağ meselesi her zaman bir Ermeni ulusal hareket olrak ve sıklıkla da bir  “kurtuluş”  hareketi havasında aktarılıyordu. Böylece kısmen Batılıların daha genel geçer önyargıları yüzünden, kısmen de Ermeni lobisi sayesinde bazı tam anlamıyla alakasız ve dış öğeler eklendi.

Yani, hiç unutmam, 1992 başlarında Bakü’deydim ve o dönemin ABD’nin Dışişleri Bakanı James Baker peşine her zamanki gibi Washington merkezli dışişleri muhabirlerinden oluşan bir uzun kuyruk takıp ziyarete geldi. Bende Azerbaycanlı meslektaşların ile birlikte düzenledikleri basın toplantısına katıldım. Washington muhabirlerinden  “Azerbaycan’da yükselmekte olan İslam-i köktencilik”  hakkında sorular geliyordu ve orada olan bizler de,  “Ne!...”  diyorduk. Elbette bunun nedeni Washington’da kendilerine söylenenden ve kebdi kişisel önyargılarından sonuç çıkarıyor olmalıydı”

Olay yerinde gördüklerini şöyle anlatır Anatol Lieven:
“The Times için çalışan bir muhabir olarak Hocalı’nın akıbetini haber yaptım. Hattın Azerbaycan tarafındaki Ağdam’da hep birlikteydik ve ardından tepelere saçılmış cesetleri görmek için helikopterle gezmiştik ve o zaman benim için Ermenilerin Dağlık Karabağ’da ve aynı zamanda Ermenistan’ın içinde de, etnik temizlik yaptıkları gayet açıktı. Dağlık Karabağ veya her hangi bir başka yerde gerçekleşecek bir Ermeni işgalinin Azerbaycanlı nüfuzun zorunlu sürgünüyle sonuçlanacağından ve Hocalı’da da gayet net bir biçimde bunun gerçekleştiğinden emindim. Bu süreçte onca insanın nasıl öldürüldüğü bugün bile benim için hala tam olarak net değil...

Yani bu ne ölçüde sistemli bir katliamdı ve ne ölçüde, diyelim ki; bir tür uzun süredir davam eden kavga bağlamında son derece istekli bir biçimde şiddet uygulanmasından ibaretti? Tam anlamıyla net olmasa da bu süreçte çok sayıda kadının çocuğun öldürüldüğü ve benim gördüğüm cesetlerden hatırı sayılır bir kısmının yakın mesafeden vurulmuş olduğuydu.”  Diyordu.

Frederique Lengaigne Foto Muhabiri
Bir belgesel yapımcısı olarak 1992’de Sovyetler Birliğinin çöküşü ve ardından yaşananlar sırasında Moskova’da Reuters’in baş fotoğrafçısı olarak bulunuyordu. Dağlık Karabağ’da çatışmaların başlamasıyla Azerbaycan’a gitti. Şubat ayında Ağdam’a ulaştı. Ağdam’da, Hocalı’dan yığınla gelen öldürülmüş cesetleri ve yaralı yarasız perişan mültecileri gördü ve onların resimlerini çekti.

2012 yılında, yanı katliamdan 20 yıl sonra o çektiği 65 fotoğrafların Bakü’de sergisini açtı ve konuşmasında olayları 1992’de Ermenilerin nasıl katliam yaptıklarını anlattı:

“Hepimiz katliamdan bir kaç gün sonra oraya varmıştık, neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, sadece bölgedeki çatışmaların şiddetlendiğini düşünmüştür. (Ağdan’da) Oradaki ruh hali, panik doğru kelime olmayacak, bir tür isteri biçimiydi. İnsanlar aşırı yüksek sesle konuşuyorlardı, aşırı hızlı yürüyorlardı; aşırı hareketliydiler. Doğruca, sanıyorum hükümet konağıydı, oraya gittik; kayıt yaptırmamız gerekiyordu...

Orada, çektiği fotoğraflar hakkında soru sorana:
“Öncelikle orada fotoğraf çekip çekmeyeceğimi bilmiyordum, biraz şüphedeydim... Ama insanlar fotoğraf çekmemi istediler ve bu bana şaşırtıcı geldi... Bir caminin içinde olmak... Erkeklerin fotoğrafını çekmek... Hem de bir kadın olarak. Ancak belli ki insanların akıllarında başka meseleler var. Fotoğraflara baktığım zaman çok ağlamış olmalarını gerektiğini görüyorum, özellikle de kadınların ama ne kadar düşünürsem düşüneyim, sesleri anımsayamıyorum, aklımda çok sessiz kalmış. Kadınlar ağlayıp feryat etmiş olmalı ama ben oldukça sessiz olduğunu düşünmüştüm.

Günün sonunda insanlar (cesetleri) görmeye geliyorlardı ve gözlerine inanamıyorlardı. Haberi sokakta duymuş olmalıydılar. Bakıyorlardı, öyle bakıyorlardı... İnsanları çoğunun orada bir akrabası yoktu ama yinede ama çok sessizdiler...

Bir tür sahra hastanesine çevrilmiş bir tren vagonunda çekmiş fotoğrafları hakkında:

“Bu hastane tereni ne zaman düzenlenişti bilmiyorum ama bir süredir oradaymış gibi bir hali vardı. Orada bazı resimler çektim ama bu benim için... yani ölülerin fotoğraflarını çekmek başka bir şey ama yaralı, acı içindeki insanların fotoğrafını çekmek, bu nerdeyse katlanılmaz bir şeydi. İnsan kendisini yanlış bir şey yapıyormuş gibi hissediyordu. İnsanlar, doktorlar, hemşireler ve ışık, hepsi birlikte sanki bir filim seti gibiydi. Amacım kalabalık etmek değil ama ışık yüzünden öyle görünüyordu. Çok organizeydiler; karmaşa ya da panik hali yoktu...”

Reza Deghati, Uluslararası Foto Muhabiri
Reza Deghati, 1992 Şubat ayında farklı insani yardım örgütlerinden bir grup Fransız doktora eşlik ederek, kuzeyden güneydeki Karabağ savaşının Azerbaycan sınırına geçer ve bölgedeki son Azerbaycan kasabası olan Şuşa’ya ulaşır. Kendi deyimiyle, Ağdam’a vardığında çoğu kadınlar ve yaşlılardan oluşan insanlarla karşılaşır. Şöyle der: “Bunlar 26 Şubat gecesiydi, Hocalı’dan kaçmışlardı ve Ermeni güçlerinin Azerbaycanlı sivilleri nasıl toplu kıyma uğrattığına dair dehşet verici öyküler anlatıyorlardı. Dolaysıyla bilgi toplamaya başladık ve günümüzde Hocalı Katliamı olarak biline trajedinin önemini kavradık”  diyor ve gördüklerini sürdürüyor:

“Times, Newsweek, Paris Match ve benzeri birçok medya kuruluşu adına çalıştığım kariyerim boyunca, pek çok savaşa, çatışmaya ve devrime tanıklık ettim, savaşın vahşetini gördüm ve o vahşeti haber yaptım, çünkü gördüklerimi dünyaya anlatmanın bir gazeteci benim görevim ve sorumluluğum olduğuna inanıyorum...

Hocalı olayında bir katliamına tanıklık ediyordum...
Ağdam meydanı çevresinde bir morgun yakınında dolanıp duruyor, Ermeni askerler, Hocalı ile Ağdam arasındaki tarafsız bölgede cesetleri toplaması için Kızıl Haç’ın izin verdiğinden, cenazelerin gelmesini bekliyorlardı.

Bekleyenlerin çoğu kadındı. Ya katliamdan kurtulmuşlardı ya da katliamdan akrabalarıydılar, bir cesetten diğerine koşup, aile fertlerinin, herhangi bir akrabalarının ya da komşularının cesedini teşhis etmeye çalışıyorlardı.

Hepsi günlerdir oradaydı. Kızıl Haç ne zaman yeni bir grup ceset getirse, bekleşen kadınlardan bazılarının ölülerden bazılarına sahip çıkacaklarını o zaman, feryat eden kadınlar hala kana bulanmış sevdiklerinin donmuş bedenlerini öperken bütün meydanın katlanılmaz bir acının sahnesine dönüşeceğini biliyordunuz...

Özellikle dikkatimi çeken bir kadın vardı. Üç gündür orada oğlunu ve kocasını arıyordu ama nafileydi. Yine de ne zaman diğer kadınlardan biri bir sevdiğini bulup, acı ve ıstırap içinde yere çökse, onları teselli etmek için ilk o yanlarına koşuyordu.

Sonra; Ağdam’daki üçüncü günümüzde, bana doğru, direk kamerama doğru konuştuğunu gördüm: 

“Gel, gel’”  diye bağırdı.  “Oğlumu gördüm, erimi buldum, gözleri yok!” Gözleri yok, düşünebiliyor musunuz?  İşte bu feryat eden kadının resmini çeken Foto Muhabiri Reza, sergisinin baş resmi yapar.

2010 yılında Paris’deki Luxembourg Metro İstasyonunda. Bu sergide, 30 yıllık çalışmalarına dair, Ruanda’dan, Afganistan’dan, Azerbaycan’dan fotoğraflar vardı. Hocalı katliamında ölen oğlunun ve kocasının gözleri olmayan cesetlerini daha o an bulmuş, “Feryat Eden Kadın’ın”  fotoğrafını kullanmaya karar verir. Dahi, fotoğrafın altına küçük bir not düşer...

Şöyle anlatıyor Reza:  “Serginin açılışından bir kaç gün sonra Ermenistan Büyükelçisi aradı ve benimle konuşmak istediğini söyleyerek, öğle yemeğine davet etti. Bu kendi başına alışılmadık bir şey değildi. Oldukça iyi tanınan bir muhabir ve gazeteci olarak, çalışmalarımla ilgilenen diplomatlar da dâhil, çok çeşitli insanlarla tanışmaya alışkınım. Daha da önemlisi, beni davetinin Luzembourg Metro İstasyonu’ndaki sergiyle bir ilgisi olmadığına inandırmak için aşırı çaba harcadı ve ben bu yüzden kabul ettim.

Ancak öğle yemeği sırasında büyükelçi konuyu yavaş yavaş Hocalı’ya ve benim Feryat Eden Kadın portreme getirdi. Önce bana Hocalı katliamının Ermenistan tarafından yapılmadığı konusunda bilgilendirdi.; katliamı gerçekleştirenler ya Azerbaycanlı ya da Afganlar; konuştuğum, gördüğüm herkes Hocalı öyküsünü canlandırmak için Ağdam’a gönderilmiş oyunculardı...

Söylediklerine itiraz edince, büyükelçi ses tonunu değiştirdi...

“Burada, Fransa’da Azerbaycan hakkında konuşan yanınızca bir kişisin, dedi, pek de örtülü olmayan bir tehditle, bizse (Ermeniler) 500 bin kişiyiz”  der.

Reza:  “Sayın Büyükelçi, sanırım hayat hikâyemi okumuşsunuzdur ve çalışmalarımı biliyorsunuzdur”  diye yanıtladım. İran’da Şah zamanı düşüncelerim ve gerçekleri söylediğim için hapsedildim; gerçekleri söylediğim için beş ay boyunca işkenceye uğradım. Bakın sayın büyükelçi, 500 bin değil 500 milyon kişi de olsa, gerçekleri anlatmama engel olamaz...

Ne yaptılar biliyor musun?
Önce, eğer Feryat Eden Kadın’ın fotğrafı kaldırılmazsa Fransız Metro’su yetkilerine ve ban karşı karalama davası açmakla tehdit ettiler. Metro yetkilileri fotoğrafı kaldırmayı reddetti; herhangi bir dava açılmadı...

Aradan ‘kimliği belirsiz’ kişiler Luxembourg Metro İstasyon’undaki sergiyi ziyaret ederek, Hocalılı kadının portresindeki açıklamanın üstüne grafiti karalayıp, bana yönelik çirkin şeyler yazdılar...

Her saldırının ardından grafitiler temizlendi. Metro yetkililerine göre tam 27 kez, ardından, bir gün Paris Metrosu’nun müdüründen bir telefon aldım. ‘Çok üzgünüz’  dedi ‘ama holiganlar gelip, fotoğrafın açıklamasını yırtmışlar’ dedi. Kulaklarıma inanamıyordum. Paris’te, özgürlüklerin ve insan haklarının başkentinde mi yapmışlardı bunu?

Bu yüzden onları kendi gözlerimle görmek için oraya gittim ve gördüklerim ruhumda, bugün hala orada olan, koca bir delik açtı. İşte o zaman fark ettim ki, eğer bu insanlar Paris’in merkezindeki bir sergideki iki satır metne tahammül edemiyor ve onu koparıp atmak gereği hissediyorsa, o zaman Azerbaycan halkına, kendi karşı bir satır yazmaya cüret edecek gazeteciler, şairlere ve yazarlara neler yapabilirlerdi. Peki ya Karabağ halkına?  Anlamıyor musunuz?

NOT: Fotolar ve görgü tanıkları, Anatol Lieven, Frederique Lengaigne, Kalaus Reisinger, Viktorya İvleva, Reza Daghati Feyta eden kadınla  


13 Mayıs 2018 Pazar

BU NE KİN, BU NE NEFRET BU NE HİDDET, BU NE CELAL


Recep Erdoğan, Ne Diyor Ana Muhalefet Patisine?
Sokaktaki, kültürsüz, görgüsüz, maganda bir insanın bile ağzına yakıştıramayacağı edepsizce sözleri Ana Muhalefet partisi için ahlak sınırların aşan şu sözleri söylemiş ve söylemeyi sürdürüyor: “CHP demek  ‘tezek’ demektir. Aradan bir kaç gün geçiyor, yine ağzını açıyor: “CHP ‘pisliktir”  diyor. Daha önceleri ise: CHP’nin cibilliyet sorunu var”, CHP kanalizasyondur”, “CHP çapsızdır”, CHP’nin geçmişi lekelidir”, CHP’nin sicili bozuktur”, CHP sabıkalıdır”, diyor. Bu sözler bile saygının bittiği, vatandaşın saygısızlık yaptı diye kusursuzluk değildir. Bu hal ile nerede nasıl buluşup ülkenin bütününe hizmet eden bir cumhurbaşkanı olarak bakacaksınız sorarım?

Atatürk’e ve İsmet Paşa’ya “iki ayyaş” dedi. Camileri ahır yaptı dedi Ecdada ihanet yaptı, Ezanı yobazlık olarak gördü, Ankara’yı ezansız bıraktı” dedi.

Recep Erdoğan: “1919'dan başlatılan tarih anlayışını reddediyorum, birileri bize Lozan'ı zafer diye yutturmaya çalıştılar, milletin ekmeğini karneye bağladılar, milletin inancıyla uğraştılar, bakın raflarda kafatasları var. Reisicumhur Mustafa Kemal, İsmet Paşa'nın imzası var, insani midir, vicdani midir” dedi.

Onuncu Yıl Marşı'nda geçer demir ağlarla ördük falan, neyi ördün be, hiçbir şey örmüş değilsin”  dedi.  

Recep Erdoğan’ın gidişatını Hitlere benzetenlere ise: “CHP'liler Hitler'e benzetecek siyasi figür arıyorlarsa eski genel başkanlarının fotoğraflarına baksınlar, adını anmak istemiyorum, Cumhuriyet Bayramı'nda vals yaparak insanımızı taciz ettiler” diyordu.

CHP kanalizasyon çukurunda debeleniyor, CHP çuvalının içi cüruf oldu" dedi. 16 yıllık iktidar gücünün verdiği kibirle: "CHP cücedir, bizim sıkletimize uygun değildir. dedi. 

Muharrem İnce içinse: “CHP'nin aday yaptığı gariban, kukla, eşeğe altın palan vursan eşek yine eşektir” diyerek hakaret ediyor.

Son söz: CHP İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde 40 yıl önce bir çöplük patlaması kazasını hiddetli bir biçimde abartarak meydanlarda anlatan Recep Erdoğan, 16 yıllık iktidarında tren kazası oldu 41 can öldü, Soma'da maden ocağı patladı 301 canımız öldü, Aladağ'da kaçak yurt yandı yavrularımız öldü, Karaman'da tecavüz olayları oldu, "Bir kereden bir şey olmaz" denildi unutulduysa hatırlatayım demiştim...

1 Mayıs 2018 Salı

DİKTATÖR, MİLLİ İRADE ve VESAYET


Kendisine “Diktatör” Denmesini Asla İstemeyiz!
Yolları ayıran ile yolları ayrılan
Tarihte hiçbir diktatör kendi diktatörlüğünü asla kabul etmemiştir. Hele siyasi İslamcı ne kadar diktatörler varsa, bahaneleri, her şey “Allah adına, İslam adına” diye bütün diktatörlüklerine dini kılıf olarak kullanmışlardır.

Recep Erdoğan: “Bana diktatör diyor ya, esas diktatör Bay Kemal’dir. Bakın 15 milletvekilini bir emirle başka partiye gönderdi. Bunu ancak diktatörler yapar. Bu milletvekillerini halk seçmedi mi? Ne oldu halkın oyları” diye sordu?

İzan ve irfanla bir an düşünün! Daha kısa bir süre önce: Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’i koltuğundan kim kaldırdı...

İlk kez bir Başbakan olarak seçimlere katılıp %49.5 oyla partisini tek başına iktidar yapan Ahmet Davutoğlu’nu görevden kim alıp alaşağı etti? 

Kadir Topbaş’ı İstanbul Belediye Başkanlığından kim alaşağı etti?
Bursa Belediye Başkanı’nı Ağlayarak istifaya zorlanan Balıkesir Belediye Başkanını kim alaşağı etti? Ve dahi, “hadi naş” diyerek onlarca belediye başkanlarını görevden alan kimdi?

Haydi, soralım; bunları halkın iradesi seçmedi mi; seçti. O halde halkın iradesi bir kişiye bağlı olunca, istediğini yapma yetkisini kendinde bulup, “halkın iradesi” diye konuşmayacak tek kişidir.

Hele 12 milyon seçmene “tezek” diyecek kadar kendisini kaybetmiş birisi, halkın iradesiyle alay etmekten başka nedir ki? Demek ki, “diktatör” olmasa da, “demokrat” değildir.

Çünkü Recep Erdoğan, geldiği iklimden dolayı, şartsız “biat” ve “itaat” isteyen bir yapıya sahiptir. Sözünün üstüne asla partisinde söz söyleyen bulunmaz, bulunanlarda dışlanır ve cezası ağır olur. Aslında bir bakıma Recep Erdoğan, kendi partisinde bile kimseye güvendiği falan yok. Bırakın il kongrelerini, en küçük kasaba kongrelerine bile kendisi katılıyor, kendisi müdahale ediyor, kimin il başkanı, kimin ilçe başkanı, kimin ocak başkanı olacağına tek elden o karar veriyor. Hatta maçlara bile müdahale ediyor, kendi takımı oynuyorsa, taraftarlarına “statları doldurmaya var mısınız” diyor “evet” nidaları yükseliyor ve “ansızın gelip göreceğim ha” diye de uyarıyor. 

En son olarak ta, “Askeri Vesayet”i ortadan kaldırdık diye propaganda yaptılar yıllarca. Ne oldu? Meğerse kendilerinin vesayeti için askeri kullanır olmuşlar. Hani “milli irade” nerede kaldı? Bu Millet uyumaya devam ederken, Askeri Vesayetten nefret eden AKP önderliği, Türk Ordusunun Genelkurmay Başkanını, 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı seçimi için “posta modern” darbe ile Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar Paşa’yı, Devletinin helikopteri ile Abdullah Gül’ün başına bir balyoz gibi indiriyor ve “cumhurbaşkanı adayı olma” diye talimat veriyorlar.

Vesayetse Vesayet Budur...
Bu ülkede “askeri vesayeti kaldırdık” diyen iktidar, kendi askeri vesayetini kurmuş, karşısında siyasi rakip istemeyen Cumhurbaşkanı, Genel Kurmay başkanı ile birlikte Cumhurbaşkanı sözcüsü İbrahim Kalın’ı Abdullah Gül’e göndermesi, gözdağı sopası niteliğinde, ülke için vahim bir olaydır. Buna demokrasi dilinde “post modern darbe”  denir.

Milli İrade Ha...
15 vekil için “Milli İrade”ye saygınlık yapıldı demekte Recep Erdoğan. O halde seçime girip %49.5 oyla başbakan olan Ahmet Davutoğlu’nu bir darbe ile alaşağı edenken milli iradeye darbe değil miydi? Dahi birçok belediye başkanlarını “milli irade” seçtiği halde, ağlayarak başkanlıklarından alaşağı eden sanki kendisi değildi...


BÜYÜK İSRAİL PLANI ve KÜRESEL GÜÇ OYUNLARI KIYAMETİN HAYALİ BİR REÇETESİ Bu makale Internationalist 360 tarafından yayımlandı. Espen B. Øyul...