27 Aralık 2022 Salı

MEHMET AKİF ERSOY (1873-1936)


MEHMET AKİF ERSOY (1873-1936)

Mehmet Akif Oğulları ile 
Mehmet Akif Ersoy, 1873 yılının aralık ayında İstanbul'da, Fatih ilçesinin Karagümrük semtinde Sarıgüzel mahallesinde dünyaya geldi. Miladi 6 Mart 1913'te yazdığı, "Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk" Mısra’sı ile başlayan ve kavmiyetçiliği eleştirdiği şiirinin sonunda “Bunu benden duyunuz, ben ki, evet, Arnavut’um... Başka bir şey diyemem... İşte perişan yurdum!" mısralarıyla bizzat şiirinde kendisini Arnavut olarak tanıtmıştır. 

Nüfusa kaydı, babasının, onun doğumundan sonra imamlık yaptığı ve Akif'in ilk çocukluk yıllarını geçirdiği Çanakkale’nin Bayramiç ilçesinde yapıldığı için nüfus kâğıdında doğum yeri Bayramiç olarak görünür. Annesi Türkistan Buhara’dan Anadolu'ya göç etmiş bir ailenin kızı olan Emine Şerif Hanım; babası ise Kosova'nın İpek kenti doğumlu, Fatih Camii medrese hocalarından İpekli Mehmet'tir. Mehmet Tahir Efendi, ona doğum tarihini belirten "Ragif" adını verdi. Babası vefatına kadar Ragif adını kullansa da bu isim yaygın olmadığı için arkadaşları ve annesi ona “Akif" ismiyle seslendi, zamanla bu ismi benimsedi. Çocukluğunun büyük bölümü annesinin Fatih, Sarıgüzeldeki evinde geçti. Kendisinden küçük, Nuriye adında bir de kız kardeşi vardır.

Mehmet Akif Ersoy...
Mehmet Akif Ersoy’da “Din ile milliyetin bir olduğunu savunanlar arasındaydı ama o, öyle bir eser bıraktı ki bu millete, adı “İstiklal Marşı” Muazzam, biz onu saygıyla anmamıza bir araştır: İstiklal Marşı. Mehmet Akif’inde din ile millet arasında bocaladığını lakin kötü niyeti olmadığını görürüz. Salt İslam’a aykırı bir şey yapar mıyım diye korkusuydu. Bu korkusunu aşağıdaki şu şiirinde açık bir biçimde söyler:

Hani milliyetin İslam idi... Kavmiyet ne
Sarılıp sımsıkı dursaydın a, milliyetine
Arnavutluk ne demek? Var mı şeriatta yeri?
Küfür olur başka değil... Kavmini sürmek ileri...”

Ayrıca Mehmet Akif:
En büyük düşmanıdır ruhu nebi tefrikanın
Adı batsın onu İslam’a sokan kaltabanın” diyerek Ziya Gökalp hedef alıyordu.

Türk’ün “Vallahi Türk değilim” demeye itildiği günleri şöyle tarif ediyor: “Bu milletin yakın zamana kadar kendisine mahsus bir adı yoktu. Tanzimatçılar ona, ’Sen yalnız Osmanlısın. Sakın başka milletlere bakarak sen de milli bir ad isteme! Milli bir ad istediğin dakikada Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına sebep olursun’ demişlerdi. Zavallı Türk, vatanımı kaybederim korkusu ile ’Vallahi Türk değilim. Osmanlılıktan başka hiçbir içtimai zümreye mensup değilim’ demeye mecbur edilmişti.”

Selçuklu ve Osmanlı Saraylarında el üstünde tutulur, gayri Türkler, Türk devletine yön tayin edecek mevkilere yükseltilir, Türklere küfrü, hakareti söyleme haklarını ellerinde tutarlardı.

Şair Mesihi şöyle der Türklere:
Mesihi gökten insen sana yer yok!
Yürü var gel ya Arap’tan ya Acemden!

Mehmet Âkif Ersoy’dan Bir Deyiş
O ihtişamı elinden niçin bıraktın da,
Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?
"Kadermiş!" Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru:
Belânı istedin, Allah da verdi... doğrusu bu.
Talep nasılsa, tabii, netice öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?
"Çalış!" dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesabına birçok hurafe uydurdun!
Sonunda bir de "tevekkül" sokuşturup araya,
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya!
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecir-i hasın iken!
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
Birer birer oku tekmil edince defterini;
Bütün o işleri rabbim görür; vazifesidir...
Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir!
Çoluk çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak...
Huda vekil-i umurun değil mi? Keyfine bak!
Onun hazine-i inamı kendi veznendir!
Havale et ne kadar masrafın olursa... Verir!
Silâhı kullanan Allah, hududu bekleyen O;
Levazımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!
Çekip kumandası altında ordu ordu melek,
Senin hesabına küffarı hâk-sar edecek!
Başın sıkıldı mı, kâfi senin o nazlı sesin:
"Yetiş!" de, kendisi gelsin, ya Hızır’ı göndersin!
Evinde hastalanan varsa, borcudur: bakacak;
Şifa hazinesi derhal oluk oluk akacak.
Demek ki: her şeyin Allah... Yanaşman, ırgadın o;
Çoluk çocuk O'na ait; lalan, bacın, dadın O;
Vekil-i harcın O; kâhyan, Müdür-i veznen O;
Alış seninse de mesul olan verişten O;
Denizde cenk olacakmış... Gemin O, kaptanın O;
Ya ordu lâzım imiş... Askerin, kumandanın O;
Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O,
Tabip-i aile, eczacı... Hepsi hâsılı o.
Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!
Biraz da saygı gerektir... Ne saygısızlık bu!
Huda’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Huda;
Utanmadan da tevekkül diyor bu cürete... Ha?

Akif’in Öğrenim Yılları
İlköğrenimine Fatih'te Emir Buhari Mahalle Mektebi’nde o zamanların âdeti gereği 4 yıl, 4 ay, 4 günlük iken başladı. 3 yıl sonra iptidai (ilkokul) bölümüne geçti ve babasından Arapça öğrenmeye başladı. Ortaöğrenimine 1892 yılında Fatih Merkez Rüştiyesine başladı. Bir yandan da Fatih Camii'nde Farsça derslerini takip etti. Dil dersleri büyük ilgi duyan Mehmet Akif, rüştiyedeki eğitimi boyunca Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızcada hep birinci oldu. Bu okulda onu en çok etkileyen kişi, dönemin "hürriyetperver" aydınlarından birisi olan Türkçe öğretmeni Hersekli Hoca Kadri Efendi oldu.

Rüştiyeyi bitirdikten sonra annesi medrese öğrenimi görmesini istiyordu ancak babasının desteği sonucu 1885'te dönemin gözde okullarından Mülkiye İdadisi ‘ne kaydoldu. 1888’de okulun yüksek kısmına devam etmekte iken babasını kaybetmesi ve ertesi yıl büyük Fatih yangınında evlerinin yanması aileyi yoksulluğa düşürdü. Babasının öğrencisi Mustafa Sıtkı aynı arsa üzerine küçük bir ev yaptı, aile bu eve yerleşti. Artık bir an önce meslek sahibi olmak ve yatılı okulda okumak isteyen Mehmet Akif, Mülkiye İdadisi’ni bıraktı. O yıllarda yeni açılan ve ilk sivil veteriner yüksekokulu olan Ziraat ve Baytar Mektebi'ne (Tarım-Veterinerlik Okulu) kaydoldu.

Dört yıllık bir okul olan Baytar Mektebi'nde bakteriyoloji öğretmeni Rıfat Hüsamettin Paşa pozitif bilim sevgisi kazanmasında etkili oldu. Okul yıllarında spora büyük ilgi gösterdi; mahalle arkadaşı Kıyıcı Osman Pehlivan'dan güreş öğrendi; başta güreş ve yüzücülük olmak üzere uzun yürüyüş, koşma ve gülle atma yarışlarına katıldı; şiire olan ilgisi okulun son iki yılında yoğunlaştı. Mektebin baytarlık bölümünü 1893 yılında birincilikle bitirdi.

Mezuniyetinden sonra Mehmet Akif, Fransızcasını geliştirdi. 6 ay içinde Kur’an'ı ezberleyerek hafız oldu. Hazine-i Fünun Dergisinde 1893 ve 1894’te birer gazeli, 1895’te ise Mektep Mecmuası’nda "Kur’an'a Hitap", adlı şiiri yayınlandı, memuriyet hayatına başladı.

Akif’in Memurluk Yaşamı
Mehmet Akif, memuriyet hayatını 1893-1913 yılları arasında sürdürdü. Bakanlıktaki ilk görevi veteriner müfettiş yardımcılığı idi. Görev merkezi İstanbul idi ancak memuriyetinin ilk dört yılında teftiş için Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan'da bulundu. Bu sayede halkla yakın temas halinde olma imkânı buldu. Bir seyahati sırasında babasının doğum yeri olan ipek Kasabası'na gidip amcalarıyla tanıştı. 1898 yılında Tophane-i Âmire veznedarı Mehmet Emin Beyin kızı İsmet Hanım’la evlendi; bu evlilikten Cemile, Feride Suadi, Emin, Tahir adlı çocukları dünyaya geldi. Mehmet Akif, edebiyata olan ilgisini şiir yazarak ve edebiyat öğretmenliği yaparak sürdürdü. Resimli Gazete de Servet-i Fünun Dergisi'nde şiirleri ve yazıları yayımlandı. İstanbul’da bulunduğu sırada bakanlıktaki görevinin yanı sıra önce Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi’nde (1906) kompozisyon (kitabet-i resmiye), sonra 1907yılında Çiftçilik Makinist Mektebi'nde Türkçe dersleri vermek üzere öğretmen olarak atandı.

2. Meşrutiyet'in Etkisi...
Sırat-ı Müstakim dergisinin ilk sayısının ön kapağı 2. Meşrutiyet ilan edildiğinde Mehmet Akif, Umur-ı Baytar-iye Dairesi Müdür Muavini idi. 2. Abdülhamit'in istibdat rejiminin şiddetli bir muhalifiydi, hatta 2. Abdülhamit'in yüzünü gördüğünde bile midesinin bulandığını hatıralarında anlatır. Bunun etkisiyle, Meşrutiyetin 10. günü sonra arkadaşı rasathane müdürü Fatin Hoca'nın yönlendirmesiyle, on bir arkadaşı ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye oldu. Ancak Mehmet Akif, üyeliğe girerken edilen yeminde yer alan "Cemiyetin bütün emirlerine, “bilâkayd ü şart” (kayıtsız şartsız) itaat edeceğim" cümlesinde geçen "kayıtsız şartsız" ifadesine karşı çıkmış. O; "sadece iyi ve doğru olanlarına” olarak değiştirerek yemin etti.

Mehmet Akif, cemiyetin Şehzadebaşı İlmiye Mahfelinde Arap Edebiyatı dersleri verir.
1907’de, Umur-i Baytariye Müdür Muavinliği görevini sürdürürken Darülfünun’da Edebiyat-i Osmaniye dersleri vermeye başladı.

2. Meşrutiyet’in ilanı Akif'in hayatında en büyük etkisi, yayın dünyasına adım atması oldu. Daha öce de bazı şiirlerini yayımlamıştı. Meşrutiyetten sonra Eşref Edip, Ebül’ula Mardin‘in çıkardığı ve ilk sayısı 27 Ağustos 1908'de yayımlanan Sırat-ı Müstakim dergisinin başyazarı oldu.

İlk sayıda Fatih Camii şiiri yayımlandı. Ebül'ula Mardin ayrıldıktan sonra dergi, 8 Mart 1912'den itibaren Sebil'ür-Reşad adıyla çıkmaya devam etti. Akif'in hemen hemen bütün şiir ve yazıları bu iki dergide yayımlandı. Gerek dergilerdeki yazılarında, gerekse İstanbul camilerinde verdiği vaazlarda Mısırlı bilgin Muhammed Abduh'un etkisiyle benimsediği İslam Birliği görüşünü yaymaya çalıştı.

1910 yılında gerçekleşen Arnavutluk İsyanı onu çok üzmüş ve arkasından gelecek kötü olayları sezmişti. Balkanlar'da artan düşmanlık duygularını ve doğabilecek isyanları önlemek için bir şeyler yapma arzusu duydu ancak Balkan Savaşı ile hüsrana uğradı. 1914’ün başında iki aylık bir seyahate çıkarak Mısır ve Medine'de bulundu. Mısır seyahati hatıralarını "El Uksur'da" adlı şiirinde anlattı.

1913’te kurulan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti'nin halkı edebiyat yoluyla aydınlatma amacı güden neşriyat şubesinde Recaizade Ekrem, Abdülhak Hamid, Süleyman Nazif, Cenap Şahabettin ile beraber çalıştı. 2 Şubat 1913 günü Beyazıt Camisi kürsüsünde, 7 Şubat 1913 günü Fatih Camisi kürsüsünde konuşarak halkı vatanı savunmaya çağırdı.

Teşkilât-ı Mahsusa’ya Girmesi
Balkan Savaşı'ndan sonra, ilk olarak Umur-i Baytariye görevinden (1913), sonra yayınlarının hükümetle uygun düşmemesi nedeniyle aldığı ikaz üzerine Darülfünun müderrisliği görevinden (1914) ayrıldı. Yalnızca Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi'ndeki görevine devam etti. Harbiye Nezareti’ne bağlı Teşkilat-ı Mahsusa'dan gelen teklif üzerine İslam birliği kurma gayesi güden Almanya’ya (Berlin’e) Tunuslu Şeyh Salih Şerif ile birlikte gitti. (1914). İngilizlerle birlikte Osmanlı'ya karşı savaşırken Almanlara esir düşmüş Müslümanların kamplarında incelemelerde bulundu ve farkında olmadan Osmanlı’ya karşı savaşan bu Müslüman esirleri aydınlatmaya çalıştı. Fransız ordusundaki Müslümanlara yönelik yazdığı Arapça beyannameler cephelere uçaklardan atıldı. Almanya’da iken yazdığı Berlin Hatıraları adlı şiirini dönünce Sebilürreşad’da yayınladı.

İstanbul'a döndükten sonra 1916 başlarında Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Arabistan'a gönderildi. Görevi, bu topraklardaki Arapları Osmanlı'ya karşı kışkırtan İngiliz propagandası ile mücadele etmek için "karşı propaganda" yapmaktı. Mehmet Âkif, Berlin'deyken heyecanla Çanakkale Savaşı ile ilgili haberleri takip etmişti. On dört ay süren savaşın zaferle sonuçlandığı haberini Arabistan'da iken aldı. Bu haber karşısında büyük coşku duydu ve Çanakkale Destanı'nı kaleme aldı. Arabistan dönüşünde iki ay Lübnan'da kalan Mehmet Akif, "Necid Çöllerinden Medine'ye" şiirinde bu seyahatini anlattı.

Dâr-ül Hikmet-il İslamiye Cemiyeti'ne Girmesi
Lübnan’da yaşayan Mekke Emiri Şerif Ali Haydar Paşa’nın daveti ile 1918’de bu ülkeye giden Akif, Lübnan’da iken Şeyhülislamlığa bağlı Dâr-ül Hikmet-il İslami’ye Cemiyeti başkâtipliğine atandı. Ahmet Cevdet, Mustafa Sabri, Said Nursi gibi isimlerin kurduğu ve Osmanlı Devleti ile diğer İslam ülkelerinde çıkacak dini meseleleri halletmek, İslam aleyhindeki gelişmelere yanıt vermek amacıyla kurulan bu örgütte çalışırken bir yandan da Sait Halim Paşa'nın “İslamlaşmak” adlı eserini Fransızcadan Türkçeye çevirdi.

İstiklal Savaşı'na Katılışı...
Mehmet Akif Ersoy Müze Evi, Mehmet Akif 24 Nisan 1920 günü Ankara'ya vardı. Millî mücadeleye şair, hatip, seyyah, gazeteci, siyasetçi olarak katıldı. Ankara'ya varışından bir süre sonra ailesini de yanına aldırdı.

Ankara’ya geldiği günlerde, Mustafa Kemal Paşa Konya vali vekiline telgraf göndererek Akif’in Burdur milletvekili seçilmesini sağlamasını istemişti. Haziran ayında Burdur’dan, temmuz ayında ise Biga’dan mebus seçildiği haberi meclise ulaştı. Akif, Burdur mebusluğunu tercih etti. Böylece 1920-1923 yılları arasında vekil olarak 1. TBMM’de yer aldı. Meclis kayıtlarında adı "Burdur milletvekili ve İslam şairi" olarak geçmektedir.

Ankara'ya varır varmaz ona verilen ilk görev, Konya Ayaklanmasını önlemek için halka öğütler vermek üzere Konya’ya gitmekti, büyük gayretine rağmen Konya’da kesin bir sonuca ulaşamadı ve Kastamonu’ya geçti. Halkı düşmana direnişe teşvik için 1920 yılının Kasım ayında Kastamonu’daki Nasrullah Camisi'nde verdiği ateşli vaaz, Diyarbakır’da basıldı ve tüm vilayetlere ve cephelere dağıtıldı.

Akif, Anadolu'ya geçerken Eşref Edip'e de arkasından gelmesini söylemişti. Eşref Edip, Sebil'ür Reşad Dergisi'nin klişesini de alıp İstanbul'dan ayrıldı Son olarak 6 Mayıs 1921 günü derginin 463. sayısını yayımlamışlardı. Akif derginin 464-466. sayılarını Eşref Edip ile beraber Kastamonu'da yayımladı, 464. sayı o kadar ilgi gördü ki birkaç kere basılıp Anadolu'ya ve askere dağıtıldı. 467. sayıdan itibaren yayıma Ankara'da devam ettiler. Derginin etkisi o kadar büyüktü ki, yaydığı yoğun duyguların hâkimiyetindeki Türk halkları etkilenmesinden korkan Rusya, gazetenin ülkeye girişini yasakladı.

1921'de Ankara'da Taceddin Dergâhına yerleşen Mehmet Akif, Burdur milletvekili olarak meclisteki görevine devam etmekteydi. O dönemde Yunanların Ankara'ya ilerleyişi karşısında meclisi Kayseri'ye taşımak için hazırlık vardı. Bunun bir dağılmaya yol açacağını düşünen Mehmet Akif, Ankara'da kalınmasını, Sakarya'da yeni bir savunma hattı kurulmasını önerdi; teklifi tartışılıp kabul edildi. Taceddin Dergâhında kaldığı ev Mehmet Akif Ersoy Müzesi olarak ziyarete açıktır.

İstiklâl Marşı'nı yazması...
Savaştan sonra “Allah bu millete bir daha istiklal Marşı yazdırmasın” demiştir...
Kastamonu Nasrullah Camii’nde Mehmet Akif Ersoy'un vaaz verdiği kürsü Osmanlı alfabesiyle yazılmış İstiklal Marşı Aynı dönemde Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey'in ricası üzerine arkadaşı Hasan Basri Bey kendisini ulusal marş yarışmasına katılmaya ikna etti. Konulan 500 liralık ödül nedeniyle başlangıçta katılmayı reddettiği bu yarışmaya, o güne kadar gönderilen şiirlerin hiçbiri yeterli bulunmamıştı ve en güzel şiiri Mehmet Akif'in yazacağı kanısı mecliste hâkimdi. Mehmet Akif'in yarışmaya katılmayı kabul etmesi üzerine kimi şairler şiirlerini yarışmadan çektiler. Şairin orduya ithaf ettiği İstiklâl Marşı, 17 Şubat günü Sırat-ı Müstakim ve Hâkimiyet-i Milliye de yayımlandı. Hamdullah Suphi Bey tarafından mecliste okunup ayakta dinlendikten sonra 12 Mart 1921Cumartesi günü saat 17.45'te ulusal marş olarak kabul edildi. Akif, ödül olarak verilen 500 lirayı Hilal-i Ahmer bünyesinde, kadın ve çocuklara iş öğreten ve cepheye elbise diken Dar’ül Mesai vakfına bağışladı.

On gün aralıksız çalışıp yazdığı İstiklal Marşı için kendisine verilen para ödülünü almamış, geri çevirmiştir.

Edebi hayatı...
Mehmet Akif, şiir yazmaya Baytar Mektebi'nde öğrenci olduğu yıllarda başladı. Yayımlanan ilk şiiri Kur’an'a Hitap başlığını taşır. 1908'den itibaren aruz ölçüsü kullanarak manzum hikâyeler yazdı. Hikâyelerinde halkın dert ve sıkıntılarını anlattı. Balkan Savaşı yıllarından itibaren destansı şiirler yazmaya başladı. İlk büyük destanı, “Çanakkale Şehitleri’ne “başlıklı şiiridir. İkinci büyük destanı ise Bursa'nın işgali üzerine yazdığı “Bülbül” adlı şiiridir. Üçüncü olarak da İstiklâl Marşı'nı yazarak İstiklâl Savaşı'nı anlatmıştır. "Sanat, sanat içindir" görüşüne karşı çıkan Mehmet Akif, dinî yönü ağırlıkta bir edebiyat tarzı benimsemişti. Edebiyat dili olarak Millî Edebiyat akımına karşı çıktı ve edebiyatta batılılaşma konusunda Tevfik Fikret ile çatışmıştır.

Mehmet Akif Yapıtları
Şairin Safahat adı altında toplanan şiirleri 8 kitaptan oluşmuştur. Şair, İstiklal Marşı’nın Safahat'a koymamıştır. Nedenini ise şöyle açıklar: "Çünkü ben onu milletimin kalbine gömdüm". Kitap: “Safahat” (1911) 44 manzume içerir. Siyasal olaylar, mistik duygular, dünyevi görevlerden bahsedilir.

Kitap: “Süleymaniye Kürsüsünde” (1912) - Süleymaniye Camisi'ne giden iki kişinin söyleşileri ile başlar, kürsüde Seyyah Abdürreşit İbrahim'in konuşturulduğu uzun bir bölümle devam eder.

Kitap: “Hakkın Sesleri” (1913) Topluma İslami mesajı yaymaya çalışan on manzumedir.

Kitap: “Fatih Kürsüsünde” (1914) Fatih Camisi'ne giden iki kişinin söyleşileri ile başlar, vaizin uzun konuşması ile devam eder.

Kitap: “Hatıralar” (1917) Akif'in gezdiği yerdeki izlenimleri ve toplumsal felaketler karşısında Allah'a yakarışını içerir.

Kitap: “Asım” (1924) Hocazade ile Köse İmam arasındaki konuşmalar şeklinde tasarlanmış tek parça eserdir.

Kitap: “Gölgeler” (1933) 1918-1933 arasında yazılmış 41 adet manzumeyi içerir. Her biri, yazıldıkları dönemin izlerini taşır.

Kitap: “Safahat” (Toplu Basım) (ilki 1943) 6 Safahatını bir araya getirir.


Mehmet Akif Ersoy’un ölümünün 75. ve İstiklal Marşı’nın Kabulünün 90. Yılı olması nedeniyle 2011 yılı T.C. Başbakanlığı tarafından "Mehmet Akif Ersoy Yılı" olarak ilan edilmiştir. Yıl boyunca yapılacak çalışmaların sorumluluğu Kültür ve Turizm Bakanlığı'na verilmiştir.

Cumhuriyet gazetesi yazarı Mustafa Ekmekçi, 23 Ekim 1985 tarihli yazısında, M. Akif vefat ettiği sırada hem Cumhurbaşkanı hem de CHP Genel Başkanı olan Atatürk’ün tavrını şu şekilde nakleder:

“… cumartesi günkü ‘Arnavut Elçiliğinde… Başlıklı Ankara Notlarında Mehmet Akif’e de değinmiş, Atatürk’ün onun cenazesiyle ilgilenmemesine karşılık, ondan bir süre sonra ölen Abdülhak Hamit için yaveriyle birlikte çiçek gönderdiğini yazmıştır. Bu konuyu kurcalamayı sürdürdüm, ilginç şeyler çıktı. Abdülkadir Karahan’ın bana anlattığına göre, Orhan Veli, cenazenin kaldırılacağı gün, Abdülkadir Karahan’a:

‘Akif’in cenazesini dört hamal getirmiş. Emin Efendi lokantasının önüne bırakmışlar. Bu nasıl olur?’ diye haber verir. Abdülkadir Karahan kolları sıvar. Gidip Akif’in cenazesini Türk bayrağına sararlar. Bir yandan da öğrencileri toplamağa girişirler. 300-400 öğrenci toplaşır. Tıp Fakültesi’nde öğrenci olan Fethi Tevetoğlu’nun da tıp öğrencileri topladığını öğrenmiştim. Mezarı başında konuşan öğrencilerden biri de Fethi Tevetoğlu muydu?

Öğrencilerin, ‘İstiklal Marşı’ ozanı Akif’in cenaze törenini böyle görkemli bir biçimde kaldırmaları bir açıdan kimine göre doğal karşılanabilir. Ancak yıllar, özellikle 1950’den sonra, Akif’in adı gericilerin, sağcıların bayrak olarak kullanmak isteyecekleri bir ad olacak! Her fırsatta Mehmet Akif adı, bu açıdan yinelenecektir.

Cenazenin böyle kaldırılışına Mustafa Kemal çok üzülecek. Törenden sonra İstanbul’a geldiği bir gün Pera Palas’ta, Yüksek Ticaret Okulu’nun yıllık balosunda, kendisine gösteri yapan, ‘Yaşa Gazi’ diye bağıran gençlere: “Ben size devrimleri emanet ettim. Siz ise, benim devrimlerime karşı olan Mehmet Akif’in cenazesini büyük törenle kaldırdınız” diye sitemde bulunur. Ağır konuşur!

Atatürk’ün yanında bulunan İsmail Müştak (Mayakon), Abdülkadir’in (Karahan) mezarı başında konuşma yaptığını söyleyince, Atatürk ‘Getirin onu buraya’ der.

Abdülkadir Karahan, bir arkadaşının haber vermesi üzerine kaçar. Savcı yardımcılarından Karaşıhlı Ahmet Bey’in evinde saklanır. Sonra, emniyette Karahan’a, ‘Senin nene lazım Akif’in mezarında konuşmak?’ diye çıkışırlar”

Burhan Bozgeyik, Mustafa Ekmekçi’nin bu yazısını okuduktan sonra, Fakülteden hocası olan Abdülkadir Karahan’la görüşmüş ve olup bitenleri bir kere de birinci ağızdan dinlemiş: “Karahan, Ekmekçi’nin yazdıklarını tasdik etti. ‘Aynen vaki’ olduğunu söyledi.”

Akif’in Mısır yılları...
İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilen Mehmet Akif, 1922 yılında sağlık gerekçesi ile milletvekilliğinden istifa etti. 1923 yılının mart ayının son günlerinde ortadan kaybolan yakın arkadaşı Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in Mustafa Kemal’in Muhafız Alayı Kumandanı Topal Osman tarafından öldürüldüğünün anlaşılması üzerine kendine yeni bir yurt bulması gerektiğini hissetti. Bir süredir kendisini Mısır’a davet eden Mısır Hıdivi Abbas Halim Paşa'nın davetine uydu ve böylece kışlarını Mısır’da geçirmeye başladı. Onun ülkeden ayrılışını 1924’te Halifeliğin kaldırılması veya 1925 yılında çıkarılan Şapka Kanunu ile açıklayanlar vardır.

Akif, gitmeden önce Kur’an'ın mealini hazırlamak için Diyanet İşleri Başkanlığı ile anlaşma imzaladı. Kuran çevirisini yapabilecek tek adam olarak görüldüğünden Kur’an-ı Kerim'i Türkçeye tercüme işine girişmesi için 1908'den itibaren yoğun bir ısrar vardı. Tercüme işine kesinlikle yanaşmayacağı anlaşılınca, bir Kur’an-ı Kerim meali yazmak hususunda güçlükle razı edilmiştir.

Yurda dönüşü ve ölümü…
Siroz hastalığına tutulunca hava değişikliği iyi gelir düşüncesiyle önce Lübnan’a, sonra Antakya’ya gitti fakat Mısır’a hasta olarak döndü. 17 Haziran 1936’da tedavi için İstanbul’a döndü. Yurda döndüğünde, Mustafa Kemal Atatürk için şu sözleri söylemişti:

"Mısır'da 11 yıl kaldım. Fakat 11 saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. Sana hâlisane bir fikrimi söyleyeyim mi: İnsanlık da Türkiye'de, Müslümanlık da Türkiye'de, hürriyetçilik de Türkiye'de. Eğer varsa, Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemal'e versin!"

27 Aralık 1936 tarihinde İstanbul’da, Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda hayatını kaybetti. Edirnekapı Mezarlığı’na gömüldü. Cenazesine resmi bir katılım olmadı ancak büyük bir üniversiteli genç topluluk katıldı. Mezarı iki yıl sonra, üniversiteli gençler tarafından yaptırıldı; 1960’ta yol inşaatı nedeniyle kabri Edirnekapı Şehitliği’ne nakledildi. Mezarlıkta Süleyman Nazif ve arkadaşı Ahmet Naim Bey'in arasında yatmaktadır.

Mehmet Akif Ersoy`a neden devlet tarafından sahip çıkılmadığının sebebini anlamak için, ölümünden çok daha gerilere gitmek gereklidir. Gönüllü olarak Mısıra bir, “sürgün” olarak gittiğinde aramak lazım bu sorunun cevabını...

Birinci mecliste mebus olan M. Akif Ersoy, ikinci meclis seçimlerinde aday dahi gösterilmemiştir. Hatta kendisine bir maaş dahi bağlanmayan M. Akif Ersoy, ülkedeki her değişimi de desteklemek istemiyordu. Kendisinin şeriat bağımlılığı, kişiliği ve güçlü kalemi; o günkü şartlar altında resmi ideoloji ile bütünleşemiyordu. Büyük vatan sevgisinin yanında, geçmişi de silmek istemiyordu M. Akif Ersoy. Bunu en güzel olarak Akif’in kişiliğini ortaya koyan şu şiirinden anlamak mümkündür.

Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem,
gelenin keyfi için geçmişe asla sövemem.
Biri ecdadıma saldırdı mı hatta boğarım,
boğamazsam hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam
hele hak namına ölsem haksızlığa tapamam.
Yumuşak başlı isem kim demiş uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim
onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim,
adam aldırma da git, diyemem aldırırım.

Bir başkası:
İhtiyar amcanı dinler misin oğlum Nevruz
Ne büyük söyle ne çok söyle, yiğit işte gerek
Lafı bol, karnı geniş sözleri taklit etme
Sözü sağlam, özü sağlam adam ol, ırkına çek
İşte burada söz edilen “ırk” Türk milleti ırkıdır kuşkusuz.
Türk eriyiz, silsilemiz kahraman
Müslüman’ız hakka tapan, Müslüman

M. Akif Ersoy; Muhittin Nalbantoğlu “Türkiye Cumhuriyeti Çökerken” adlı yapıtı sayfa 236. Yeniçağ Gazetesi 2003 yılındaki yayınındaki alıntıda, M. Akif’ Atatürk hakkındaki yalan yanlış düşüncelerini bizlere kasıtlı olarak aktarmışlar. İşin gerçeği M. Akif Atatürk hakkında öyle söylenildiği gibi değil de daha olumlu, dahi kendi ömründen bile ömür verebilecek kadar temennide bulunur.

Mehmet Akif: “Mısır’da 11 yıl kaldım. 11 Saat daha kalsaydım çıldırırdım. Sana halisane fikrimi söyleyeyim mi?

İnsanlıkta Türkiye de, milliyetçilikte Türkiye de, Müslümanlıkta Türkiye de, Hürriyetçilikte Türkiye de. Eğer varsa, Allah benim ömrümden alıp, Mustafa Kemale versin” der.

Dahi ayrıca Mehmet Akif Mustafa Kemal için, arkadaşı ve dostu Hakkı Tarık Us’a ölüm döşeğinde şöyle demiştir: “Ben hayatımda hiç yemin etmedim. Son nefesimi alıp verdiğim şu ahir ömrümde yemin ederek söylüyorum ki; eğer Atatürk olmasaydı o İstiklal Savaşını kazanamazdık” der.

Mehmet Akif; İslamcı Aydınlar safındaydı. Kendisine bunun için İslamcı Şair denilmiştir. Ama Mehmet Akif için Türk ve Türklük daima başta kalmak şartıyla. Bir gün Mehmet Akif, Türk Milletinin ateşle imtihan edilip, ölüm kalım savaşı vermiş olduğu İstiklal Savaşı yıllarında, bir grup kendi dünya görüşünü paylaşan arkadaşlarıyla yakın dostu içinde olur.

Dava arkadaşı Hasan Basri Çantay’ı ziyaret için Balıkesir’e gelmişler ve arkadaşlarından birisini teşkilat kurmak amacıyla Gönen İlçesine göndermişler ve oturup sohbet ederken gönderilen o şahıs gelmiş ve Gönen’de yerli Rumların oradaki Türklere baskı uygulayıp zulmettiklerini söylemiştir. Bunun üzerine Mehmet Akif, orada Türk Ocakları olup olmadığını sormuş: 'Yok' denilince. Orada derhal bir Türk Ocakları Şubesi açarak karşı faaliyette bulunmalarını söylemiştir.” Akif'i iyi tanımayanlara duyurulur.

Onun; o günlerdeki duygularına anlamak gerekir. Akif’in kişiliğine ve geçmişine bakmak gerekir. O karmaşalı günlerin karşısında uygu ve düşüncelerinin ne ona bakmak gerek.

Mehmet Akif’in şöyle dediğine dair ispat edilmemiş, mektuplarında rastlanmamış: “Arkamda hafiye gezdiriyorlar. Ben, vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum. İşte, bundan dolayı gidiyorum” dediği bir yalan olarak Akif adına uydurulmuştur.

Selamlar! Sn. Barbaros, Mehmet Akif Hükümet tarafından sürgün edilmemiştir. Ancak Mısır’a gidişini “gönüllü sürgün” olarak tanımlayabiliriz. Eğer resmi bir sürgün söz konusu olsaydı, kendisine Mustafa Kemal tarafından Kur’an’ın tercümesi verilmezdi. Kur’an’ın tercümesi için bizzat Mustafa Kemal tarafından ise ölçülen Akif; Mustafa Kemal’in Mehmet Akif ile bir problemi olmadığının kanıtıdır.

Mehmet Akif Ersoy’un ölümü ve cenaze töreni hakkında Mustafa Kemal’in ne kadar bilgisi olduğunu bilmek mümkün değildir. Bilinen gerçek şudur ki: Zamanın başbakanı Şükrü kaya İstanbul valisine verdiği talimatla, Akif’in cenaze namazı törenine destek verilmemesini istemesidir.

Mehmet Akif’in Gönüllü sürgün portresi, Millî Mücadele’den ve Cumhuriyetin ilanından sonra Mehmet Akif iki türlü hayal kırıklığına uğrar. Biri yanlış anlaşılmanın yol açtığı hayal kırıklığı, diğeri şahsının hedef haline getirilmesi.

Saldırılar “Bir çöl bedevisinin peşinden giden adam”, “Sen git de kumda oyna” gibi sözler. Şukufe Nihal, Agâh Sırrı Levent ve Hasan Ali Yücel gibi isimlerin “ülkenin Akif’e ihtiyacı yoktur” türünden iddiaları ve bu iddiaların oluşturduğu güvensizlik. Üstelik kendisinin içinde yer aldığı Birinci Meclis’teki birinci grup ani bir seçimle tasfiye edilmiş, can dostu Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey Meclis’te Topal Osman tarafından öldürülmüş, Sebilürreşad gazetesi kapatılmış. Eşref Edip İstiklal Mahkemelerinde yargılanmıştır. Böyle bir ortamda kendisini güvende hissedemeyen Akif, Mısır’a gitmiştir.

Çanakkale Zaferi’nin yıldönümünde dönemin ünlü şairlerinden biri: “Çanakkale ile ilgili en güzel şiiri Türk olmayan biri yazmıştır, çaresiz onu okuyacağım” diyerek Akif’in Çanakkale Şehitlerine şiirini okur. Bunu duyan Akif, çocuklar gibi hıçkırarak ağlar. (Akif’in Arnavut olduğu söylense de Türk olduğunun kanıtları daha fazladır) Vatanı için canını vermekte biran bile tereddüt etmeyen bir ruh, birden kendisini ülkesine problem plan bir insan gibi hissetmeye başlar. Ankara’dan İstanbul’a gider. Sosyal ve siyasal olaylar kendi ve değerleri aleyhinde estiği düşüncesine kapılır. Bir şiirinde “Hanümansız bir serseriyim öz diyarımda” diye ifade ettiği bir bedbinlik içinde bulur kendini.

Büyük ısrarlarla kendisine verilen Kur’an tercümesi için ve Abbas Halim Paşa’nın çağrısı üzerine Mısır’a gider. Bu gidiş yanlış anlaşıldığına inanan bir adamın gönüllü sürgünü gibidir. Mısır, Akif için kırgınlık, hüzün, yakıcı ve derin bir hasret ve yalnızlık demektir. Ve Akif için Mısır, “Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda Etmesin beni tek vatanımda dünyada cüda” diyen bir vatanseverin Türkiye hasreti. Sırf dostlarına yakın olmak için birkaç kez evini değiştiren bir gönül adamının dostluk hasreti, bütün hizmetlerine ve fedakârlığına rağmen dışlanan ve yanlış anlaşıldığına inanan bir yüreğin burukluğu ve Türkçe sevdalısı bir şairin güzel dilinden uzak kalma hasreti demekti.

Akif, tam on bir yıl bu hasretle ve hüzünle yaşadı. Mısır’da hep yalnız ve yaralıydı…
Ne oradaki dostları ne davet edildiği konaklar ne Nil’ in egzotik güzelliği, ne Mısır piramitlerinin esrarlı ihtişamı. O kırık, yaralı ve hasretin yakıp kavurduğu yüreğiyle baş başadır.

Hilvan’da yoksul ve münzevi bir hayat yaşamaktadır. Eşref Edib’ e gönderdiği mektupta bunu belirtir; “Ben refikamın senelerden beri devam eden hastalığı, memleketin de pahalılığı dolayısıyla fevkalade müzayaka çekiyorum. Çok zamanlar Hilvan’dan Mısır’a inmek için yol parası bulmak müşkülatına uğruyorum.” Mısır’da kendi kendisiyle, çevirisine uğraştığı Kur’an’ la, özlemin bütün renk ve çeşitlerinden beslenen bir mahrumiyetle baş başadır.

Bu hasretle Kahire’ye indiğinde hep Hacı Bekir Acentesine uğruyor, birkaç kelime konuştuktan sonra bir köşede dakikalarca oturuyor, çünkü “Burası O’nun gözünde on sekiz milyon Türk’le görüştüğü yerdir. Bu Hacı Bekir Kutuları, bu güzel Türkçe, bu dükkân Vatandır.” Akif in Mısır’da kalmasını şapka giymemek gibi bir nedene bağlayanlar iddiaları kadar basittir. Akif ne şapka ne fes derdindeydi. O, yaşanmış, halen yaşayan, yaşanacak olan bir uygarlığın adamı ve şairiydi. Yurda dönüşü ve ölümü:

Siroz hastalığına tutulunca hava değişikliği iyi gelir düşüncesiyle önce Lübnan’a, sonra Antakya’ya gitti fakat Mısır’a hasta olarak döndü. 17 Haziran 1936’da tedavi için İstanbul’a döndü.

Yurda döndüğünde, Mustafa Kemal Atatürk için bir arkadaşına şu sözleri söyler: “Mısır’da 11 yıl kaldım. Fakat 11 saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. Sana halisane bir fikrimi söyleyeyim mi: İnsanlık da Türkiye’de, Müslümanlık da Türkiye’de, hürriyetçilik de Türkiye’de. Eğer varsa, Allah benim.

Ömrümden alıp Mustafa Kemal’e versin” 27 Aralık 1936 tarihinde İstanbul’da, Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda hayatını kaybetti. Edirnekapı Mezarlığı’na gömüldü. Cenazesine resmi bir katılım olmadı ancak büyük bir üniversiteli genç topluluk katıldı. Mezarı iki yıl sonra, üniversiteli gençler tarafından yaptırıldı; 1960’ta yol inşaatı nedeniyle kabri Edirnekapı Şehitliği’ne nakledildi. Mezarlıkta Süleyman Nazif ve arkadaşı Ahmet Naim Bey’in arasında yatmaktadır.

Sonra Mehmet Akif öyle yobaz biri de değildir...
Atatürk, cumhuriyet ve devrimlerine karşı olan birçok zevat, Mehmet Akif’inde karşı olduğunu daha çok çakma tarihçiler uydururlar. Aşağıdaki sözlerine baktığımızda Batı musikisine özlemle baktığına tanık oluruz.

O dönemde birçok yobaz, “resim yapmak günah” derken, Mehmet Akif’in kızı, Suat, Nazım Hikmet’in anası Celile Hanım’dan resim yapma dersleri almıştır. Daha doğrusu, Mehmet Akif, sanıldığı gibi değil, Müslüman Türk toplumunun gelişim dinamizmini engelleyen eski geleneklere karşıydı. 1936 yılında Emine Abbas Hanım’a yazdığı mektubunda şunları demişti: “Paris’teyken dünyanın en büyük sanatkârlarını dinlediniz. Ne mutlu size! Bendeniz son zamanlarda hanede musikisinde adeta iğrenir gibi oldum.”

Akif’in resimde eşi İsmet Hanım, oğlu Emin Bey,
 kızı Feride Hanı çağdaş giysiler içinde!


Akif’in Emine Abbas Hanım’a yazdığı mektubunda “hanede musikisi” diye adlandırdığı alaturka musikiden “iğrenir gibi” demesi, alaturka musikinin “uyuşturucu nedamet” diye söz eden Atatürk gibi düşündüğüne işarettir.

Aşağıdaki şu betine bakarsak:
Ne musikimize girmiş uyuşturur ne gamet
Ne şiirimizden olur tarumar fikir-i hayat.

Atatürk’ün alaturka musikiyi (salt altı ay) yasak etmiş. Amaç, Batının çok sesli musikisini kulaklara alıştırmak için. Bundan dolayı Atatürk’e karşı, karşı devrimci yobaz tayfaları “gelenek ve hatta din düşmanı” olarak ilan ettiler. Lakin Akif’te Atatürk’e benzer düşüncede olduğunu gizlerler…

Dahi Mehmet Akif, Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki çağdaşlaşma adımlarına karşı değildi. Bazı uygulamalardan rahatsızdı ancak. Örneğin Akif’in 1925 yılında çıkarılan “Şapka Devrimi’ne karşı olduğu için ülkeyi terk edip Mısır’a yerleştiğini” söylerler.

Atatürk Akif’e verdiği bir görev var:
Akif’e TBMM’nin kendisine verdiği Kur’an’ın Türkçeye çevrisi ve açıklanması görevi. Bu görevi rahat bir biçimde yerine getirebilmesi için Mısır’a gitmiştir. Dahi, bu görev için kendisine TBMM’i bir miktar özel bir tahsisat da yapmıştır.

Mehmet Akif aslında Mısır’a çok önce gitmek istemiş, lakin Kurtuluş Savaşı yılları, önce Ankara’ya gitmiş, Kurtuluş Savaşı’na katılmıştır. Mısır yolculuğunu erteleyerek Kurtuluş Savaş sonrasına bırakmıştır.

Akif, ilk olarak 1923 yılında Abbas Hilmi Paşa ile Mısıra gitmiş, yedi ay orada kalmış.

1924 yılında geriye Türkiye’ye dönmüştür. Akif, 1924 yılı sonu ikinci kez Mısır’a gitmiştir. 1925 yılında yeniden Türkiye’ye dönmüştür.

1925 yılında tekrar üçüncü kez Mısır’a gitmiştir. Bu gidişi “Şapka Devrimi” sonucu değildir. Bu gidiş, TBMM onayı ile kendisine verdiği, “Kur’an’ı Türkçeye çeviri” içindi.

Akif bu arada “Selahattin-i Eyyubi” adlı bir piyes yazmakta vardı niyetinde...
Mehmet Akif, Mısırda Kur’an tercümesini içine sindiremez; Kur’an tercüme işinin, bir düşünceden daha zor olduğunu anlamış, Kur’an’ı bir şair olarak kendisinin hakkıyla Türkçeye tercüme edemeyeceğini hissetmiştir. Akif, yakınlarına yaptığı tercümeyi beğenmediğini, Kur’an’daki ifadelerin tam karşılığını tercümeye yansıtamadığını, kısacası çevriyi hakkıyla yapamadığını açıklamıştır. 1931’de daha önce yapıp gönderdiği tercümeleri geri istemiş, aldığı avansı da geri vermiştir. Kur’an mealini soranlara, daha eksikleri olduğunu, üzerinde daha çalışılması gerektiğini, kendisini tatmin etmeyen bir eserin başkalarını da tatmin etmeyeceğini belirtmiştir. Son hastalığında, “iyi olursam getirir, üzerinde meşgul olurum. Belki o zaman basılabilir” demiştir.

Atatürk döneminin din adamı Ercüment Demirer, Mehmet Akif'in Kur’an tefsir ve tercümesinden neden vazgeçtiğini şöyle ifade etmiştir:

"Mehmet Akif yazdığı tefsiri noksan yaptığını, tam karşılığını veremediği düşüncesine kapılarak yırtmıştır. Nitekim bize, 'Kur’an'ı istediğim şekilde tefsir edemedim' demişti. Mehmet Akif Kur’an'ın sadece ölüler için okunan bir kitap olmadığını iyi bilenlerdendi. Buna işaretle manzum olarak şöyle söylemiştir:

Açarız nazmı celilin bakarız yaprağına
Yahut üfler geçeriz, ölünün toprağına,
İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için";

Atatürk, Akif'in Kur’an Tercümesinin Peşinde
Akif, Kur’an tefsir ve tercümesini hakkıyla yapamayacağını düşünse de Atatürk, Akif'in bu görevin üstesinden geleceğine hep inanmıştır. Bu nedenle de Akif'in Kur’an tercümesinin izini sürmüştür.

Bunun üzerine Atatürk Hakkı Tarık Us'u Mehmet Akif'le görüşmeye göndermiştir. Hakkı Tarık Us Akif'e gidip, "Atatürk'ün tercümeyi istediğini" söyleyince Akif yaptığı tercümeleri Mısır'da birisine verdiğini, onun da başka birine verdiğini, ancak zaten yaptığı tercümeyi beğenmediğini, eğer iyileşirse yeniden bir cüz yaparak onu Atatürk'e takdim edeceğini, Atatürk beğenirse tercümeye devam edeceğini belirtmiştir. Hakkı Tarık Us, bütün ısrarlarına rağmen mevcut tercümenin nerde ve kimde olduğunu öğrenememiştir.

Asaf İlbay bu konuda Atatürk'ün şöyle dediğini aktarmıştır:
"Şair Akif'e Kur’an tercüme edilmesi vazifesi verildi ve kendisine 10.000 lira gönderilmiş olduğu halde bugün yarın diye işi uzatmakta ve nihayet tercümeyi güya meçhul bir adrese göndermiş olduğu cevabını vermektedir."

Atatürk, adeta bıkıp usanmadan Akif'ten tercümeyi istemiş ve her şeye rağmen Akif'in 1936 yılına kadar tercümeyi bitirip kendisine teslim edeceğini düşünmüştür. Ancak bu beklentisi sonuçsuz kalmıştır. Bu durum Atatürk'ün Akif'e kırılmasına neden olmuştur.

Karşı Devrimci softalar, bu gerçekleri bilerek veya bilmeyerek Akif'in yaptığı Kur’an tercümesinin namazda okutulacağını düşünerek tercümeyi yaktığını iddia etmişlerdir.

Ayrıca Akif, gerçekten de Kuran'ın Türkçe tercümesinin namazda okutulacağını düşündüyse bu düşüncesinde yanıldığı çok açıktır. Çünkü bilindiği gibi Akif'in yapamadığı, yapmadığı Kur’an'ın Türkçeye tefsir ve tercümesini Atatürk, TBMM'nin onayıyla Elmamlılı Hamdi Yazır'a yaptırmıştır. Yazır'ın yaptığı tercüme de o hiçbir zaman namazda kullanılmamıştır.

Akif: “Allah Benim Ömrümden Alsın Mustafa Kemal'e Versin"
Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı Karşı devrimci softalarca neredeyse “Atatürk düşmanı” olmakla itham edilen Mehmet Akif, Mısır'dan Türkiye'ye döndüğünde Atatürk hakkında aynen şunları söylemiştir:

"Mısır'da on bir yıl kaldım. Fakat on bir saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. Sana halisane (gerçek) bir fikrimi söyleyeyim mi: İnsanlık da Türkiye'de milliyetçilik de Türkiye'de Müslümanlık da Türkiye'de, hürriyetçilik de Türkiye'de. Allah benim ömrümden alıp Mustafa Kemal’e versin” der. Akif'in böyle bir söz söylemediğini iddia edenlere yanıt için bkz.

Akif'in Sıkıntılı Dönemleri Olmuştur...
Bu gerçeklere karşın Akif'in Cumhuriyet döneminde bazı sıkıntılar çektiği de doğrudur. Ancak Akif, Atatürk'e “ona ömrünü verecek kadar" çok sevmektedir. İstiklal Marşı'nı yazması, bağnaz bir İslam anlayışına sahip olmaması gibi nedenlere Akif'i çok takdir etmiştir. Böyle olduğu için

Atatürk; Kur’an'ın Türkçeye tefsir ve tercüme işini herkesten önce ona vermeyi doğru bulmuştur. Ancak Akif'in bir türlü bu işi tamamlayamaması Atatürk'ü Akif konusunda biraz hayal kırıklığına uğratmıştır. Atatürk, çok önem verdiği “Kur’an’ın Türkçeye çevirme işini” yarım bıraktığı için 1930'larda Akif'e kırgındır.

Gerçek bir Müslüman, gerçek bir vatansever, büyük bir şair olan Mehmet Akif sirozdan vefat etmiştir. Çünkü siroz hastalığının tek nedeni alkol değildir. Doktor raporlarına göre sirozdan vefat eden Atatürk'e "ayyaş" damgası yapıştıran softalarımız, "dindar" diye sahip çıktıkları Akif'e şiroz hastalığından ölmüştür.

Milli Şair M. Akif Ersoy’un Oğlunun Hazin Ölümü...
Rasim Cinisli, “Bir Devrin Hafızası” kitabında anlattığına göre İsmail Kahraman’ın eline geçen MTTB, o günlerde, Milli şair Mehmet Akif Ersoy’un oğlu Emin Ersoy, kalacak yeri olmadığından ve yiyecek, içecek sıkıntısı da çekmekte iken önceki MTTB başkanı olan Rasim Cinisli, Emin Ersoy’a hem yiyecek yardımı yapıyor hem de MTTB lokalinde kalmasını sağlıyordu. İsmail Kahraman MTTB Başkanlığına geçtikten sonra Emin Ersoy’u kapı dışarı sokağa atılıyordu.

O günlerde askerde olan Rasim Cinisli olayı duyar ama Emin Ersoy’a ulaşmaya çalışsa da ulaşmaz. Kısa bir süre sonra ise Emin Ersoy sokakta donarak ölür. Milli şairin oğlu, İsmail Kahraman’ın sokağa atmasıyla donarak sokakta ölmüştür.

Selman ZEBİL 27 Aralık 2022

Kaynakça Genel
Kaynak: Sinan Meydan, “Atatürk ile Allah Arasında, Bir Ömrün Öteki Hikâyesi", 4. bas, İst. 2012, s. 673-679
Ersoy, Mehmet Akif (2011). Safahat. İstanbul: Karanfil Yayıncılık
Ersoy, Mehmet Akif (2012). Tefsir Yazıları ve Vaazlar.
Ersoy, Mehmet Akif (2012). Kur'an Meali.
Ersoy, Emin (Mart 2011). Babam Mehmet Akif (İstiklal Harbi Hatıraları)
Özlük, Nuran (Temmuz Türk Basınında Mehmet Akif Ersoy Polemikleri
Sırat-ı Müstakim Mecmuası (2 Cilt olmak üzere 1-52. Sayılar) (Ocak 2013)
Kara, İsmail (2013). Elemim Bir Yüreğin Karı Değil İstanbul: Timaş Yayınları


Hiç yorum yok:

TURANCI-TÜRKÇÜ-SOSYALİST ETHEM NEJAT (1881-1921)

ETHEM NEJAT (1887-1921) Annesinin adı Cavide, babasının adı Hasan'dır. Anne tarafından dedesi Ahmet Cavit Paşa, Çerkes İttihat ve Teavün...