30 Aralık 2014 Salı

TÜRKLERİN "ECDATI" OSMANLI MI? KİMLERE GÖRE ECDAT?

Ata evlatlarını böyle sefil bırakır mı?
Osmanlı Türler için “ecdat” mı?
Yoksa bütün Türkleri “reaya” (davar sürüsü) olarak tanımlayan Osmanlı, hiçbir kan bağı olmayan kadınları ana yapan, o ananın çocukları olabilirler mi? Değilse atalarına ve dolaysıyla sana “davar sürüsü” diyen Osmanlı doğrulsa mezardan başını kaldırsa senin atan olarak kabul eder mi?

Osmanlı, istesen de, istemesen de senin atan falan değil, zaten Türklerin doğasına aykırıdır. Aşiretçi yapısından Osmanlı imparatorluğa yükselmiş bir tür hanedanlık sistemi kurmuş, onları mermer saraylara taşıyanlar da “davar sürüsü muamele gören senin ataların taşımıştır.

Asil kanı bozan Osmanlı, anaları tarafından tamamına yakını, genetik yapılarını bozdular ama onlara göre ise “kanı bozuk, kansız” diye senin atalarını dışladılar, kendileri “efendi” oldular, senin asil kanlı atana “reaya” (davar sürüsü) unvanını yakıştırdılar. Yani sen “ecdadım” dediğin, Türkmenlere hakareti marifet saydılar, “idrak-ı bi-idrak” (kaba saba gelişmemiş) fare sürüsü gibi doğuran, başka bir işe yaramayan kalabalıklar olarak tanımladılar. Ama askerde, toprak genişletmede ihtiyaç duyduğu asker olarak aldığı, 15-20 yıl askerlik ettirdiği atalarındır ey ahmak! Kadınların horlandığı, evlenip çocuk doğurmaktan başka bir işe yaramayan kadınlar hiçleştirilmeleri dahi, harem odalarında “cariyeleştirdikleri “ecdat” dediğin, daha gerçekçe söylersek, oğullarını, torunlarını, babalarını, kardeşlerini bile acımadan ümüklerine, sıkarak öldüren birer cellâttılar.

Türk’e yabancılaşan Osmanlı’da Türkler, kendilerini başsız ve lidersiz, kötüye giden bir yolda görmeye başladılar. Bizans mirasına konan Osmanlı, İstanbul’u ele geçirmesiyle de, İslamlaşmış Bizans yollarına devam ettiler. Entrika, desise, hile, fesat imparatorluğun içine iyice sızdı. Emevilerden miras, harem âlemleri, zevki sefa sürdürülmesiydi. 

Eğitim Bir-Sen ve Kamu-Sen Başkanı Ahmet Gündoğdu diyor Kİ: “…Osmanlı bizim ecdadımız, Osmanlı bizim dedelerimiz, biz dedelerimizle gurur duyarız” diyor ve şöyle sürdürüyor “…kimse bu milletin aklıyla alay etmesin, buna asla fırsat vermeyiz” diyor. Ama bir gerçek var ki, bu milletin aklıyla kendileri alay ediyorlar.

Ecdat Denilen Osmanlının Kanlı Tarihi
Osman Bey, amcası Dündar’ı kendi elleriyle boğarak öldürdü...
Murat kendi öz oğlu Savcı Beyi katletti...
Yıldırım Beyazıt 10 kardeşini bir taht uğruna öldürttü...
Çelebi Mehmet, kardeşli İsa’yı öldürttü...
2. Murat kardeşi Mustafa’yı öldürttü ve diğer kardeşlerinin gözüne de mil çektirtti. Yetmedi 2 Murat, amcası Mustafa’yı saltanat uğruna Edirne surlarına astırttı.
Fatih Sultan Mehmet, kundaktaki kardeşi Ahmet’i saltanatı için boğdurttu.
2. Beyazıt, İtalya’ya kaçan kardeşi Cem’i ve oğullarını öldürttü...
Yavuz Selim, saltanatı için bütün akrabalarını öldürttü...

Yavuz, çocukluk arkadaşı Pargalı İbrahim’ Paşa’yı öldürttü, Yunus Paşa’yı atı üstünde kılıcıyla öldürdü. Ve Derviş Paşayı önce boğdurdu, sonra kendi elleriyle kellesini kesti.

Kanuni Sultan Süleyman'ı öz oğlu Mustafa'yı seyrederek öldürttü, dahi, dört torununu da öldürttü.

3. Murat tahta çıkar çıkmaz beş kardeşini birden öldürttü.
3. Mehmet, saltanatı uğruna 9 erkek kardeşini öldürttü.
2. Osman, kardeşi şehzade Mehmet’i öldürttü.
4. Murat, tahtı için 3 kardeşini birlikte öldürttü.
2. Mahmut, 4. Mustafa’yı öldürttü.
2. Beyazıt’ı oğlu yavuz Selim öldürttü.
2. Selim, hamamda kadınlarla âlem yaparken öldü.
2. Osman, Yedikule zindanlarında öldürüldü.
Sultan İbrahim, sarayında öldürüldü.
Sultan 2. Ahmet zehirlettirilerek öldürüldü.
3. Selim, Sarayda kılıçla parçalatılarak öldürüldü.
3. Selim, sadrazam Dukak’ın oğlu Ahmet Paşa’yı kendi elleriyle kellesini kopardı

600 yıllık Osmanlı da padişah anaları. Ecdattan söz edenlerin anaları hangisine dayanmaktadır acaba.

1. Murat’ın anası; Horafira
Beyazıt’ın anası Maria
Çelebi Mehmet’in anası Olivera
2. Murat’ın anası; Veronika
Fatih Sultan Mehmet’in anası; Mara Despina
Beyazıt’ın anası; Kornelya
Yavuz Sultan Selim’in anası; Gülbahar
Kanuni Sultan Süleyman’ın anası; Helga
2. Selim’in anası Roksalan (Hürrem Sultan)
3 Murat’ın anası; Raşel
3. Mehmet’in anası; Bafo
1. Ahmet’in anası; Helen
Mustafa’nın anası; Violetta
Genç Osman’ın anası; Evdoksiya
4. Murat’ın anası; Anastasya
İbrahim’in anası; Anastasya
4. Mehmet’in anası; Nadya
2. Süleyman’ın anası; Katrin
2. Ahmet’in anası; Eva
2. Mustafa’nın anası; Evemia
3. Ahmet’in anası; Evemia
1. Mahmut’un anası; Aleksenra
3. Osman’ın anası; Mari
3. Mustafa’nın anası; Jenet
1. Abdülhamit’in anası; İda
3. Selim’in anası; Agnes
4. Mustafa’nın anası; Sonya
2. Mahmut’un anası; Aimee
1. Abdülmecit’in anası; Suzi
Abdülaziz’in anası; Besime
5. Murat’ın anası; Vilma
2. Abdülhamit’in anası; Virgin
5. Mehmet Reşat’ın anası; Karolin
Mehmet Vahdettin’in anası; Henrie.

ÖVÜLESİ BİR OSMANLI ECDAT GERÇEĞİ KİME GÖRE?
Her ideolojik toplumun tarihi farklıdır. Kızılbaş Türkmenlerin katledilmesine alkış tutarak, göbek atarak, ‘oh olmuş, hak etmişler’ diyerek onaylayanların yanında, olaylardan dolayı hala yüreğinde acı duyanlar ve olayları kin ve nefretle kınayanlarda oluyor.

Osmanlının Yavuzla başlayan tarihinin iç çatışmalı yanını, pek çok kişilerin köken itibarıyla duyduğu acıları alkışlamaları beklenemez elbette. Ortayı bulmak, tarafsız bir biçimde yeni bir tarih alana çıkartmak, ezilen, horlanan, hakir görülen, sürgünlere maruz bırakılan, kıyımlara tabii tutulan taraftan olanların haklı isteklerine bakmak, onları anlamak gerekir.

Acı çekenlerin tarihini yazanlar pek fazla olmadı. Acı çektirenlerin tarihini yazanlar ise taraflıydı, övgüler yazdılar tarih diye acı çektirenlerin adına. O yüzdendir Anadolu da acı çekmeyen köy-kasaba ve konar-göçer Türkmen gösteremezsiniz. Hep sanılır ki, acı çekenler Müslüman olmayanlar. Bu yanlıştı. En fazla Osmanlı idaresinden acı çekenler Türkmenler olmuşlardır. Kıtlıklarla, açlıklarla, sürgünlerle sürekli yer değiştirerek yaşama tutturulmuşlardır Anadolu’da.

15. yüz yıldan sonraki Anadolu da Osmanlı adamının uğrayamayacağı yerlere sürekli Türkmen göçleri başlar. Eğer göçtükleri yerde Osmanlı devlet adamları bulmuşsa onları, yükler denkler bir gecede toparlanır at, eşek, deve ne varsa yollara düşülerek sabaha kadar gidebildikleri yerlere kadar giderler, orada yeni bir yaşama başlarlardı. 

Dindar kesimlerce Osmanlı padişahları kutsanan mukaddes ve dokunulamaz olarak algılanıyor. Ama tarihle övünme yerine, tarihten ders çıkarma diye bir uğraşıları yok.

Tarihe mal edilmiş kişiler Tanrı mıdır ki, dokunulmaz hale getirilmek isteniliyor. Bilen bilmeyen ilahlaştırıyor. Osmanlıyı bir bütün olarak anlamak başka bir şey, Osmanlının Yavuz Selimden sonrasını ayırıp tartışmaya açmak başka bir şey. Devrin padişahları, şeyhülislamları öven tarihi tartışmasız kılan zihniyet, Osmanlının zamanla Türk özgün yapısından çıkıp biraz Emevi-Abbasi, Bizans, biraz Roma, biraz Farslaşarak Osmanlı kimliğinde bütünleştikleri yanında Osmanlı padişahları ana taraflarından genetik kan değişimiyle de tam özgün Türk olarak ta değillerdi. O halde neyin koruma kavgasını yapılıyor?   
 
Şu son “Muhteşem Yüzyıl” TV dizisinden yola çıkarak anlamadan, dinlemeden, farkına varmadan öyle tarih bilinci falan olmayan şarlatanlar çıkmışlar meydana başta  Başbakan Recep Erdoğan: “Benim ecdadıma; benim atama nasıl hakaret edersin? Otuz yıl boyunca at sırtında dolaştı” diye telkinlerle sokaklara bilinç yanılması ile tarihlerini bile tam manasıyla bilmedikleri Osmanlıyı koruma görevini kendilerine hizmet saymaktalar ve “Milli değerler” olarak kabul etmekteler.

O halde birilerine de, “Benim atamı imha eden, senin “atam” dediğin kişilerdi.” Olaylara birde bu gözle bakılsa dahi  “benim atam, benim ecdadım” dedikleri Osmanlı, tarihte kendi esas organik atalarına imha fermanları verilenlerdir. Tarihin birde bu yanıyla bakarlarsa, gerçek ecdat kimler onu öğrenirler.

Milli Değerler Bunlar mı?
Dahi “ecdattın” entrikalarla, ihtirazlarla dolu yaşamı, salt at sırtında 30 yıl dolaşması ile örtülemez ki. At sırtından inip bir el hareketiyle en yakın arkadaşı İbrahim Paşa’yı boğdurtmadı mı, yoksa yalan mı? Hürrem ve Rüstem’in hile ve kurnazlıkları sonucu en çok sevdiği oğlu Şehzade Mustafa’yı boğdurtmadı mı?

Ve dahi; Şehzade Mehmet eceliyle öldüğü için geçelim onu. Beyazıt ve 4 oğlu ile Babası Kanuni Süleyman’ın yağlı ipinden kurtulmak için kaçıp sığındığı İran sarayında takipten kutulamayarak babası Kanuninin gönderdiği cellatlar Beyazıt’ı dört oğlu ile birlikte Kazvin zindanında boğdurttu. Kanuni Sultan Muhteşem Süleyman yetinmeyerek, Bursa’da matem içindeki Beyazıt’ın karısının kucağındaki üç yaşındaki çocuğunu da boğdurttu.

Bu şiddet olaylarına daha fazla dayanamayan, Hürrem’in tahta çıkartmak istediği hasta ve kambur oğlu Cihangir ise genç yaşına rağmen ölür. Adına Cihangir’deki “Cihangir Camii” yaptırılmıştır.

İşte, “Ecdat” Muhteşem Süleyman’ın bu yönünden bakıldığında görülen gerçekler, nedense görülmek istenmeyen taraftan bakanların tarihi yanıltmaya çabalama sonucudur. Ama gerçekler her şeye rağmen silinmiyor. Kanuni Süleyman Zigetvar’da öldüğünde tahta çıkacak tek oğlu Sarı Selim kalmıştır. O da içkiye düşkün, ayyaş, İstanbul’a ayakta duracak halinde olmayacak biçimde getirilir, padişah tahtına oturtulur. O da sarhoş bir halde hamamda ayağı kayarak kafasını taşa çarpasıyla ölür. Ecdattın bu tarafına “iftira” deyip Recep Erdoğan, “benim ecdattım içki içmez” deyip bir işaretiyle tarihin sayfalarını imha ettirmelidir.  
 
Başta Yavuz Selim, Halifeliği İstanbul’a getirerek Sünni İslam’ın resmi ideolojisi haline getirilmesi ile Osmanlı da törecilikten Emevi dinciliğe doğru ilk adımlar atılmış olur. Dine dayanılarak, din adına, dini koruma diye fetvalar verdirilir zamanın şeyhülislamlarına. Bu şeyhülislamlardan en tesirlisi olan Ebu’s suud Mehmet bin Muhiddin, Mehmet bin Mustafa el-İmadi adlı Ebu Suud efendi dedikleri kişi. Bu zat, 16. yüz yılın en büyük âlimlerinden olduğu söylenir. Sultan Süleyman’ın çıkardığı kanunnamelerinden dolayı Süleyman’a “Kanun yapan adam” anlamına gelen “Kanuni” adını da veren kişidir. 
 
Ebu Suud Efendi olarak bilinen bu zat, 30 yıl (1545- 1574) Kanuninin şeyhülislamlık görevini yürütür. Osmanlı da: “Nur yüzlü, vakur, gayet sade giyinir, sözleri hürmetle dinlenir, abid ve zahit bir zat olarak sıralanır övgüler. Nur yüzlü, vakur olarak bilinen bu zat ancak Emevi- Sünni din anlayışında Türkmen Kızılbaşlar için: “katledilmeleri vaciptir, canları, malları, namusları size helaldir” diye fetva veren zat, Türkmen-Alevi-Kızılbaşlar nazarında bir zalimdir. Bu fetvaya uyup fiilen gerçekleştiren Osmanlı sultanları da aynı anda zalimdir. Bu nedenle Türk halkının azımsanamayacak kadar bir bölümü hala günümüzde dahi atalarına verdiği acılardan dolayı Osmanlıya küskün ve kırgındır...

Sünniliği ideolojik devlet dini haline getiren Osmanlı, Sünniliğin dışındaki öteki inançlara yaşama hakkı tanımaz. İslam’a zarar veren unsurlar olarak dışlar, öteler ve dahi imha yoluna gider. Türkmen-Kızılbaşlar hakkındaki fetvalarında: “Malları, canları, namusları size helaldir” yanında “Alevi-Kızılbaş topluluğun dine göre topluca öldürülmesi helaldir, bunları öldürenler gazi, öldürme sırasında ölenlerde şehittir” diyerek fetvalar veren bu zat, Alevi-Kızılbaş katliamlarını geniş taban kitlelerine yayılmasında tek nedendir.

Deliler ve Sarhoşlar “Ecdat” Değil mi? Onlar Kimin Ecdattı?
İçinde Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman ve 
2. Abdülhamit olan Osmanlıyı milliyetçi-muhafazakâr kanat “ecdat” olarak kabul eder ve onlarla övünürler. Ve lakin gerçekler örtülü kalır.

Delilerle ünlü Osmanlı Padişahlarını görmezden gelirler. 16. 17. yüz yılarında yaşamış 1. Ahmet’in sağ kalan tek oğlu Kösem Sultan Mahpeyker’den 1615’de doğma 1.İbrahim, uzun süre sarayda kafeste tutulmasından dolayı sinirleri bozulmuş, deli olmuş haldeyken 25 yaşında padişah yapılmıştır. 1648 yılında delilikleri yüzünden tekrar kafese kapatılmış ve öldürülmüştür. Daha önce yine kafes hapsi yüzünden delirerek ölen 1. Mustafa’nın yanına gömülmüştür. 1. İbrahim tahta çıktığında çocuğu yoktu. Öldürüldüğünde arkasında dört çocuğu kalmıştır. 1648 yılından sonraki padişahlar deli İbrahim soyundan gelmişlerdir.

Osmanlı saraylarında Emevilere taş çıkartacak entrikaların döndüğü bir yer haline dönüşür. Sarayın “Kafes” denilen zindan hücrelerinin ilk konuğu 11 yaşındaki Şehzade Mustafa olur. 24 yaşına kadar 14 yıl bu zindanda kafeste kalır. 25 yaşında tahta çıktığı zaman çoktan erken bunamış biri olur. 
 
Kafesten çıkarak tahta oturan padişahların nerdeyse tamamı “kafes” ortamında tutulmalarından dolayı cahil ve deli kalmalarına neden olmuştur. İşte bunlardan biride kafesten çıkartılarak tahta oturtulan Deli İbrahim’dir.

Yedi yıldan beri gece-gündüz kafesin kapısı önünden ayak sesleri duyduğunda “cellâtlar geldi boğacaklar” korkusuyla tir tir titreyerek yaşamıştır. Çünkü üç kardeşinin feryatlarla boğularak öldürülmeleri kulaklarını çınlatıyordu. 4. Murat ardından varis olarak kardeşi 1. İbrahim vardı ve yedi yıldır kafeste yaşamaktaydı.

Gece saat 10- 12 arasında Valide Sultan’ın gönderdiği kapı ağası odasına gelip: “Şehzadem mübarek başınız sağ olsun, biraderiniz Sultan Murat darı bekaya gitti. Taht-ı saltanat sizindir, buyurun!” der. 

Zindandaki 1. İbrahim: “Siz bana mekruh al idersiniz, bana taht ve saltanat gerekmez, karındaşım sağ olsun, benden ne istersiniz?” demiştir. 1. İbrahim, kimseye inanmadığı için zorla kafesten çıkartılarak, kardeşi 4. Murat’ın yerine tahta oturtulması, kalan az buçuk aklında kaybetmesine neden olmuştur. İşte bu delilerde “ecdat” olarak kabul etseler ya o milliyetçi-mukaddesatçı-muhafazakârlar. 

Kanuni ve Evlat Katletmek
Kanunlar çıkardığından ‘Kanuni’ adı verilen Sultan Süleyman, en sevdiği öpüp kokladığı otuz sekiz yaşındaki oğlu Şehzade Süleyman’a bile “tahtımı elimden alacak” diye bir korkuya kapılıp acımadan cellâtlara boğdurtmuştur. Batılıların “Muhteşem Süleyman” dedikleri güçlü padişah Sultan Süleyman salt şehzade Mustafa’yı boğdurtmakla kalmaz. Saltanatını, tahtını korumak uğruna iktidar hırsı, Şehzade Bayezid’i ve beş torununu da boğdurtmuştur.

Kanuninin sekizi erkek biri kız çocuğundan Mahidevran Sultandan doğan Şehzade Mustafa haricindeki çocukları Hürrem Sultandan doğmuşlardı. Bu çocuklardan dördü küçük yaşlarda hastalanarak ölmüşlerdir. 1553 yılında yaşayan dört çocuğu vardır. Mustafa 38 yaşında, Selim 30 yaşında, Beyazıt 28 yaşında, Cihangir 23 yaşında. 

Çok iyi eğitim görmüş, sağlam karakter, güler yüzlü, iyi yürekli, çalışkan biri olarak müthiş bir zekâ ve sonsuz bir hırsa sahip olan Şehzade Mustafa Konya’da vali olarak görevdedir. Ancak çok zeki ve kurnaz Hürrem Sultan, şeytani fikirleriyle, tahta kendi oğlunun geçmesi için damadı Rüstem Paşa ile birlikte Şehzade Mustafa’nın ağzından dalavereli, İran Şah’ına babasını devirmek için yardım istediği bir mektup yazdırarak, bu mektubun Kanuni’nin eline geçmesini sağlarlar.

O görkemli diye bilinen Kanuni Sultan Süleyman’ı korkutan mektupla oğlu Mustafa’yı 1553 yılı Ağustos ayında, ordusunun başına geçip İran’a sefere çıktığında, Şehzade Mustafa’ya da orduya katılmak için emir yollar. Bu tuzağa düşen Mustafa, Konya yakınlarında babasının elini öpmek için Padişah çadırına gelip içeri girdiğinde, babasının orada olmadığını görüp şaşırır. Aynı anda yedi dilsiz cellât saldırır boğmak için. Mustafa gücüyle cellâtların bir kaçını devirir ve tam dışarı çadırdan çıkarken Zal Mahmut Ağa (sonra paşa yapılır) arkasından yetişip, kafasına vurarak devirir yere, sonra yay kirişi ile boğarak öldürür. Zal Mahmut Ağa’ya hep yardım etmiştir Şehzade Mustafa. Kadere bakın, ölümü onun elinden olur.

Kanuni Süleyman, Hürrem’in cinliklerine uyarak, uyduruk alavereli söylencelerle, entrikalı mektuplarla evlat katletmek “Büyük Padişah” olmaya yetmiyor. Şehzade Mustafa’dan sonra Şehzade Bayezid’i de yay kirişiyle boğdurtarak öldürtmüştür. İşte bu iki yetenekli Şehzadeleri öldürülmesinden sonra Osmanlının çöküşü böyle başlar.
 
Görkemli bir yaşamın içinde zirveye çıkan Osmanlı Kanuni dönemiyle düşüşe geçmiştir. İlk defa Batılılara kapitülasyonlar haklarını veren Kanuni olmuştur. Avrupa malları yok denecek kadar gümrük vergisiyle, az vergiyle imtiyazlı bir biçimde Osmanlı pazarlarına girmeye başlar. Osmanlı pazarlarını dolduran Avrupalıların endüstri malları Osmanlı sanayinin gelişmesine büyük ölçüde engel olur; Osmanlı sanayisinin gelişmesi hızlı bir biçimde gerileme gösterir ve sonunda tamamen duraklar.

Osmanlı ordusunun silahları bile artık Avrupalılardan tedarik edilir hale gelmişti. Atölyeler, üretim merkezleri durmuş, kefen bezi bile Amerika’dan (Amerikan bezi adıyla) gelir olmuştu. 1922 yılına gelindiğinde Kanuni Sultan Süleyman’dan dört yüz yıl geride kalmıştır. Koskoca Türkiye bir toplu iğne bile üretemez durumdadır.

Kanuni Sultan Süleyman uyup karısı Hürrem’in dalavereli şeytanlığına Şehzade Mustafa’yı öldürtmüştür. Daha sonra Kanuni Şehzade Beyazıt’ı ve onun beş çocuğunu boğdurarak öldürtmüştür. Bu katliamlar planlı bir biçimde yapılıp, “Sarı ve Sarhoş” lakap adlı Hürrem’den doğma, içki ve eğlence düşkünü Sarı Selim 30 Eylül 1566’da Osmanlı tahtına çıkarılır. 
 
622 yıllık süren tarihinde Osmanlıda 218 Sadrazam (bugünün başbakanı) görev yapmıştır. 42’si padişah emriyle idam edilmişlerdir. Osmanlı tarihinin en kanlı olan Kanuni dönemi olmuştur. Bunlardan Pargalı İbrahim, Adriyatik kıyısındaki Parga kentinden tutularak çocukken Manisa’ya getirilen ve köle olarak Şehzade Süleyman’a satılan Rum köle Süleyman’a çocukluk arkadaşı ve can yoldaşı olur. Babası Yavuz ölünce tahta geçen Süleyman, yanında getirdiği arkadaşı Pargalı İbrahim’i önce paşa yapar, sonra öz kız kardeşi Hatice Sultan ile evlendirir, vezir yapar. Daha sonra da sadrazam yapar. Kanuni Pargalı İbrahim Paşa için: “Bana kardeşimden de yakın” diye söyler. Ama öz oğullarını öldürten Hürrem’in gazabından Pargalı İbrahim’de kurtulamaz. 29 yaşında sadrazam olmuş 13 yıl Osmanlı devletini yönetmiş 42 yaşına geldiğinde Kanuni Sultan Süleyman emriyle 15 Mart 1536’da cellâtlar gece uykusunda boğup öldürülmüştür.        
 
Muhteşem Süleyman, Muhteşem Osmanlı’yı Çöküşe Getirendir…
1299’dan 1500 yılına kadar Osmanlıda yükseliş zirvesi, Kanuni ile çöküşe geçer. Daha Batılı gemicilik tam manasıyla gelişmediğinden, Afrika’yı Ümit Burnundan dolaşıp Hindistan ve Çin’e ulaşım yolu keşfedilmemişliğinden, Hint ve Çin damak zevki olan baharatları ve ipekli kumaşları Avrupa pazarlarına kervanlarla İran üzerinden Türkiye’ye ulaşıyordu. Türkiye’ye gelen Çin ve Hint baharatları ve ipekli kumaşları Türkiye’den Avrupa’ya, Avrupalı tüccarlar tarafından Avrupa pazarlarına dağılıyordu. Osmanlının bundan oldukça geliri vardı.

Yelkenliler kervanlıları yenmeye başladığı dönem ne var ki Osmanlı’nın zirvede olduğu, başında Kanuni Sultan Süleyman’ın bulunduğu döneme denk düşer. Batılılar denizlere önem vererek, yeni kıtalar keşfetmek için okyanusların azgın dalgalarına meydan okuyan, dayanıklı yelkenliler geliştirip yola çıktılar...

Osmanlı Viyana-Avusturya savaşlarıyla biryandan, öteki yandan İranlılarla savaşlarla uğraşıyordu. Bu savaşlardan dolayı mecali kalmayan Osmanlı hala kervanlarla iş görmeye çabalıyordu. Sisteme tebelleş olmuş birçok din kisvesi altında yaşayan zevat, Osmanlının gelişmesi ve ilerlemesinde güçlü engellerdi. Denizcilik sistemine karşı onlar kervancılık sistemini överler: “nalbantlar, kervancılar, yemciler, eğerciler, semerciler, samancılar, arpacılar, kervansaray işletmecileri vs. yararlanmaktadır” diyerek ahkâm keserler; Sultanları etkilerlerdi. Matbaa içinde öyle yaptılar: “Efendim divitçiler, kalemciler, mürekkepçiler, hattatlar, sahaflar işsiz kalır” gibi saçma sapan düşünceler öne sürerlerdi.

1541’de Lütfi Paşa “Asafname” den sonraki yazılarında, deniz gücünü ta o zaman kavrar ve şöyle der: “...Daha önce Sultanlar arsında karadan hükmeden pek çok, denizden hükmeden pek az idi. Deniz savaşının sevk ve idaresinde kâfirler bizden ileridir, onları geçmeliyiz” dese de pek fayda etmez Osmanlıya.

Arap Yarım Adası kıyılarını ve Hint Okyanusu tutan, dev dalgalara meydan okuyan Portekiz gemileri ve gemicileri karşısında Akdeniz’i çıkıp Afrika’yı dolaşabilecek bir güce sahip olmayan Osmanlı, Çin ve Hindistan’a doğru yola Karadan gitmek ister. Ama İran’ı ve Safevi Devletini aşamaz... Osmanlının zirveden düşüşü; Avusturya-Macaristan kara orduları Osmanlıyı orta Avrupa’da karadan sıkıştırıyordu.

1569’da bu kez Osmanlılar, Asya’ya ulaşmak için Don Nehri ile Volga Nehirleri arsına bir kanal açmak ister. Bir zamanların güçlü Altın Ordu devleti 1502’de ortadan kaldırılarak, topraklarını çoğu Rusların eline geçer. Dolayısıyla de Kuzeyde Ruslar, Osmanlının Don ve Volga nehirlerini Orta Asya’ya geçme hayallerinin önünde engel teşkil eder.

Osmanlıyı şefkatli devlet olma önündeki engeller sürer gelir 1920’ye kadar...
10 Nisan 1920’de Şeyhülislam Dürrizade Abdullah fetvasında: “Anadolu’da ki milli kuvvetleri kâfir ve katlinin gerekli olacağını” bildiren yayım Fetva-i Şerif:   “...fe-katilü elleti tebga hatta felaa ile emerillah” Ayeti kerimesi gereğince bu milli mücadelecilerin katledilmeleri ve gerekirse kitle halinde öldürülmeleri yasal ve farz olur mu? Beyan buyrula: “Cevabı budur, gereği Allah bilir ki olur”

“(...) bu suretle halifenin askerlerinden olup ta eşkıyaları katledenler gazi ve eşkıyalar tarafından katledilen şehit ve şefaat nail olurlar mı? Beyan buyrula: “Cevabı budur; gerçeği Allah bilir ki olur” der Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, 5 Nisan 1920’de verilmiş fetvalar 1. ciltten aktarma Hulki Cevizoğlu İşgal ve Direniş yapıtı S. 227- 228

NOT: Biz tarihimizi, insani boyutlarını da ele alarak öğrenmek isteyoruz. Öyle birilerinin dediği gibi kutsallaştırılarak gerçeklerin örtülmesini istemiyoruz.

16 Aralık 2014 Salı

TÜRKLER: "YE-CÜC-ME-CÜC, GOG-MAGOG" MU?


YE-CÜC-ME-CÜC, GOG-MAGOG

Hunlar M.S 359- 373’yılarında Asya'dan eski adı “Edessa” olan Urfa’ya kadar gelirler. Urfalı piskopos Efrahim Hunlar için: “Yecüc-Mecüc” ün süvarileridir. Bunlar atlar atlarının üstünde fırtına gibi uçarlar, onlara hiç kimse karşı koyamaz” der. Bu sözleri Urfalı piskopos Efrahim söylediğinde daha ne Muhammed doğmuştu ne İslam’ın adı sanı vardı nede Kur'an gönderilmemişti. Aradan iki yüz yıldan sonra Araplar arasına Yecüc-Mecüc nerden girmişti, kaynağına bir bakalım!

Araplarda “Ye-cüc-Me-cüc”ü doğulu göçebeler için kullanılmıştır. Araplar, Ye-cüc ve me-cüc için, aşamadıkları Kafkas Dağları ardında yaşayan halklar için verdileri addır.

Araplarca “Yecüc-Mecüc” adıyla anılan halklar Türkler, Mançular ve Moğollardır. Sami kavimlerin kutsal kitaplarından olan Tevrat’ta “Gog-Magog” diye bir halktan söz edilir. Orada Magog, Yecüc’ün başka bir söyleniş biçimidir. Sami (Araplar ve Yahudiler) kavimlerine göre “Magog ve Ye-cüc” Türklerin ilk atasıdır. Tevrat’ta “Togarma” adı geçer. Bu adı geçen “Togarma” Türk sözünün bozulmuş biçimidir; ya da Eski Sami dillerinde söylenişidir...

Ayrıca İncil ve Tevrat’ta “Gog ve Magog” olarak anılan “Yec-Cüc ve Me-Cüc”  hakkında bilgileri Kur'an ayetlerinde ve Muhammed’in hadislerinde ve "İslam alimleri" diye bilinen kişilerde görülür.

Günümüzde çok tartışılan konulardan olan Muhammed’in Türkler hakkında söylediği sözler; 1072’de İlk Türkçe Lügati hazırlayan Kaşkarlı Mahmut’a geçen iki hadise göre olumlu sözler söylemiştir. Muhammet, Arap kaynakları ve yorumculara göre ise, Türkler hakkında hiç de olumlu sözler söylememiştir...

Arap yazarlardan olan Hazin (İmam Alaüddin Ali ibni Muhammed) 1324 yılında yazdığı “Lubabut-Te’vil ri Maanit-Tenzil” adlı yapıtında Arap ve İsraillilerin dillerinden dillere söyle geldiği dedikoduları toplar bu kitabında. Bu saçma sapan söylenceleri hep Türklerin üzerine yükler...

Muhammed’in kıyamet alameti olarak bildirdiği Ye-Cüc ve Mecü-Cüc’dür. İslam kaynaklarında ahir zaman, İsa’nın yeryüzüne ikinci kez gelecek olması ve Mehdi ile birlikte Deccal’ın fitnesini ortadan kaldırıp, İslam ahlakını yeryüzünde hakim kılmaktır.

Sami din kitaplarında bir tür ırkçılık esintisiyle, Ye-cüç ve Me-cüc denen kötü varlıkların Tatarlar, Moğollar ve Mançular gibi kavimler oluştuğunu aktarırlar. 

Ayrıca Ye-cüc ve Me-cüc’ün kim olduğuna dair Sait-i Kürdi (Nursi) şöyle bir savsata bilgiler atar ortaya: “Hz. Zülkarneyn’in, Hint ve Çin’deki mazlum kavme tecavüzleri durdurmak için, o, Himalaya sıradağlarına yakın iki dağ ortasında uzun bir set yaptığı ve o vahşi kavmin çoklukla hücumlarına çok zaman engel olduğunu” söyler.

Bir başka sözünde ise Said-i Nursi: “yec-cüc ve Me-cüc’ün Moğol ve Mançu kökenli, Asyalı bir kavim olduklarını” bildirmekte. Kaç defa Asya ve Avrupa’ya Me-cüc ve Ye-cüc adı verilen Mançu ve Moğollar kavimlerin saldırdıklarını, Avrupa ve Asya’yı altüst, karma karışık ettikleri gibi, gelecek zamanlarda dahi dünyayı altüst edeceklerini işaret eder. Şöyle sürdürür: “Moğollar dünya tarihinin en vahşi barbar olanları bilinmektedir, Moğol ve Tatarlardan oluşan bu yağmacı ordunun, Cengiz Kağan ve oğlu Hulagu çok büyük katliamlar gerçekleştirdi, kadın, çoluk, çocuk demeden herkesi katletti, Anadolu topraklarını da istila ettikleri her yerde camileri, kütüphaneleri, medreseleri yakıp yıktı. Buhara, Herat Semerkant gibi yerleri harabeye çevirdi, bütün sanat eserlerini yok etti, kedi ve köpeklere varıncaya kadar katletti. Mançu ırkı da aynı Moğol ırkı gibi barbar ve göçebe savaşçı ırktı ve birçok ülkeyi istila etti.” Der. Sait-i Kürdi, yazdığı anlaşılmaz karmakarışık risalelerinde, Moğol ve Mançu ırkının ahir zamanda ortaya çıkacak olana Ye-cüc ve Me-cüc’ün ataları olduklarını iddia ederek bu ulusları İslam dünyasına düşman olarak tanıtır!

Çin Seddi konusunda Sait-i Kürdi açıkça şöyle: “Yeryüzünün en meşhur Seddi ve kaç günlük uzak bir mesafe tutan Çin Seddi, Kur'an lisaniyle Ye-cüc ve Me-cüc’ün ve başka bir izahla tarih lisanında ‘Mançu ve Moğol’ denilen ve insanlığı kaç defa darmadağın altüst eden ve Himalaya Dağları’nın arkasından çıkan ve doğudan batıya kadar harap eden vahşi kavim ve yağmacı çapulcu milletler Moğol-Mançu ırkıdır” der.      

Zülkarneyn...

Zülkarneyn, Kur'an’da çok tartışılan bir bölümdür…

Kur'an'a göre Zulkarneyn doğu ve batıya yolculuklar yapar. Bozguncu bir kavimle, mazlum kavimler arasına set çeker. Dahi, kıyamet alameti olarak görülen “Yec-cüc- Mec-cüç olarak algılanır.

Zülkarneyn sözcüğü “zü” edatı ile “karn” sözcüğünün “karneyn” meydana gelir. Anlam “iki karın sahibi” demektir. Karın sözcüğü “boynuz, büyük çadır” Bu çağdaki insanların ömür süresi; bu manada zülkarneyn “iki çağın sahibi” manasınadır.

Kutsal kitap İncil-Vahiy 20. Bab 7-8’de: “Gog-Magog bin yıl dolunca Şeytan zindandan çözülecektir ve yerin dört köşesinde olan milletleri “Gog-Magog, saptırarak ve onları cenk için bir araya toplamak üzere çıkacaktır. Onların sayısı denizin kumu gibidir.” Diye geçer.

İncil’in “Hazekien, Takvin ve Vahiy” bölümlerinde ise "Savaşçı-istilacı iki topluluk" olarak tanımlar: "Ateş saçan istilacı-savaşçı; ganimet avcısı bu iki toplum, demir kılıçlar ve bakır zırhlılar kullanmaktadırlar. Bunlar insanlığın mülkünü gasp eden saldırganlardır." diye geçer.

Kur'an-Enbya 92-97'de ise: "Ye-cüç-Me-cüç’te istilacılar açıldığı zaman, onlar yüksek tepelerden akın edip çıkarlar” der.

Hadislerde bir de Deccal’den söz edilir...
Hadislerde Deccal yeryüzünde zulmü teşvik edeceğini dahi organize edeceğini yazar. Deccal, düzen bozucu, terör estirici, insanların korku ve tedirginliklerinden hoşlandığını, sürekli kan dökülmesini, insanların katledilmesini, savaşlarda masumların öldürülmesini sever ve teşvik eder. Tam manasıyla Deccal ortaya çıkmasıyla, yeryüzünde şiddetle bozgunculuğun artacağını, "Ye-cüc ile Me-cüc’e" zemin hazırlayacağını söylerler.

Sait-i Kürdi şöyle iddiasında bulunur: “Büyük Deccal, şeytanın ığvası (telkinleri) ve hükmüyle İseviliğin hükümlerini kaldırıp Hıristiyanların toplumsal yaşamlarını idare eden birleştirici unsurları bozarak anarşistliğe ve Ye-cüc ve Me-cüc’e zemin hazır eder.” Der.

Hadislere Göre Ec-cüc ve Me-cüc Menşei

Muhammed’in dediklerine atfedilerek hadislerde Ye-cüc ve Me-cüc tarifi şöyle: “Adem soyundan gelmekteler. Birer, ikişer karış boyundalar, en uzunları üçer karıştır… Küçük gözlü, geniş yüzlü, kumral saçlı bir kavimdir.” Diye tarif eder.

Dahi, hadise göre ise şöyle sürdürür Muhammed: “Siz devamlı düşmanla savacaksınız; hatta yüzleri geniş, gözleri küçük, saçları kumral Ye-cüc ve Me-cüc’lede savaşacaksınız” der. Ve dahi; hadislere göre, Ye-cüc ve Me-cüc denen yaratıklar; 22 kabileden ibarettir” dediği anlatılır...

Sait-i Kürdi safsatalarını yazdığı risaleler adındaki yapıtlarında: “Şartlara uygun insanlar ise, Çin-i Maçin’de kırk günlük bir mesafede yapılan, dünyanın yedi harikasından birisi olan Çin Seddi inşasına sebebiyet veren Mançu ve Moğol ve bir kısım Kırgız kabileleridir. Moğol ve Mançular dışında, Asyalı bazı cahil kitlelerin de Ye-cüc ve Me-cüc’ün saflarına geçip ‘ırkçı bir anlayış içinde’ onlarla birlikte hareket etmeleri muhtemeldir, hatta komünistlik içindeki anarşistin önemli fertleri onlardandır.” Der.

Sait-i Kürdi’nin, yaşadığı dönemde yazdığı, iki kutuplu bir dünyanın şartlarında, Amerikancı bir düşünce yolunda sözleri, asılda komünist düşünceyi, Asyalı ırkçılıkla harmanlayarak birleştirmesi hayret vericidir... 

Arap Düşününde Ye-cüc-Me-cüc “Halk Adı” Olarak Anılır
Kur'an Kehf 83-101’e kadar geçen ayetler: “Dediler ki; zülkarneyn! Doğrusu Ye-cüc, Me-cüc bu ülkede bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların aralarına bir set yapman için sana bir vergi verelim mi?”

Kur'an Kehf 97: “Artık Ye-cüc Me-cüc onu ne aşabildiler, ne de gelip geçebildiler”

Kur'an Enbiya 96: “Ye-cüc ve Me-cüc’ün Seddi yıkıldığı zaman, her dere ve tepeden boşanırlar.” 

Türklerin "Ye-cüc-Mecüc" Olduğunu Yazılır…
14. yüzyılda Ahmet’in yazdığı “İskendername” adlı kitabında, Kur'an’da geçen “Yec-cüc-Me-cüc’ün” Türkler olduğunu ortaya atar. Kuranda geçen “Ye-cüc-Me-cüc adıyla anılan bir takım bozguncu halk kime denmektedir. Araplara felaket getireceğine inanılan Ye-cüc-Me-cüc Türklerdir ve bozgunculuk yapan Araplara ve insanlığa büyük felaketler kaynağı sayılır.

Yecüc-Mecüc deyimlerin, Türkler biçiminde tanımı, doğrudan doğruya Muhammed’den geldiğine dair söylenceler vardır. Buna dair Muhammed’e addedilen bir hadiste şöyle der: “Küçük gözlü, kırmızı yüzlü, basık burunlu ve suratları kalın deriden yapılmış kalkanlara benzeyen (yayvan suratlı) Türklerle karşı savaşmadıkça hüküm günü gelmeyecektir. Ve hüküm günü gelmeyecektir ki, sizler kıvrık kıldan yapılmış, sandal giyen bir millete karşı savaşana kadar” dediğidir. 

Muhammed'e addedilen bu sözlerin açıklaması, Muhammed Türkleri tiksinti verici yaratığa benzetir ve bütün Arap âlemine ve dahi başka milletten Müslümanlara Türk düşmanlığı ve yeryüzünde Türklerle dövüşülmedikçe kıyametin kopmayacağını söyler. Bu sözle Arap’ın Türk düşmanlığı duygularını hiç inmeyecek biçimde kabarık tutmasına yeteri kadar katkı sağlamaktan başka bir işe yaradığı sanılmasın. 

Yine bir başka “Kıtalu’t-Türk” başlığı taşıyan yazıda, Ebu Hürreye’nin söylencesine göre Muhammed şöyle der: “Küçük gözü, basık burunlu, suratları kalın deriden yapılmış, kalkanlara benzeyen Türklere karşı savaşmadıkça kıyamet günü gelmeyecektir. Kıyamet günü gelmeyecektir ki, ta ki sizler kıvrık kıldan sandal giyen bir millete (Türklere) karşı savaşana kadar” der.

Bu benzer sözler İmam Buhari’nin “E’s Sahih” adlı yapını, “Kitab-ı-Cihat” adlı kitabından alınmıştır. Bilinir ki bu kitap Sünni İslam çevresinde Kur'an’dan sonra en kapsamlı kitap olarak, en güvenilir ikinci kaynak olarak kabul edilir. Dahi, Müslüm, Ebu Davut ve Nesi gibi hadisçilerin kaynaklarında da aynen yazılıdır.

İbn Mace’nin rivayetlerine göre Muhammed: “Şu da kıyamet alametlerinden, kıldan keçe (ayakkabı) giyen bir toplumla vuruşup öldürüşücesiniz. Geniş yüzlü, yüzleri kalkan gibi, üst üste binmiş derili toplumla vuruşmanız, öldürüş meniz kıyamet alametlerindendir. Siz (Müslümanlar) küçük gözlü, kızıl yüzlü, basık burunlu, yüzleri kalkan gibi, derisi üst üste binmiş olan Türklerle öldürüşmeden kıyamet kopmaz.”

Ebu Davut’un “Sunen” adlı Yapıtında Muhammed: “Siz (Müslümanlar) küçük (çekik) gözlü toplum, Türkler, savaşacaklardır. Siz onları üç kez önünüze katıp götüreceksiniz, süreceksiniz. Sonunda Arap yarımadasında karşılaşacaksınız. Birincide onlardan kaçan kurtulur, ikincide kimi kurtulur, kimi yok edilir. Üçüncüdeyse onların tümü kırılacaktır.” Diye geçer.

İmam Hazin, Muhammed’in söyleşisinde bulunanlardan İbni Abbas’a dayanarak bu adı geçen halkın Türkler olduğunu bildirir. Onlara göre: “Hiçbir dil bilmezler, onların dillerini de hiç kimse anlamaz” diye vurgularlar. Dahi kutsal kitap Kur'an’da ve pek çok Arap tarihçi-yazarlarda Türklerin adı kötü bir biçimde anlatılır.

12. yüzyılda Antakya da yaşan Süryani rahip Yakubi “Vakayiname” adlı kitabında Yecüc-Mecüc hakkında ayrıntılarıyla anlatır ve Türk ırkı konusunda şöyle bilgiler verir: “Turkaya ya da Turkaye milleti Yasaf (Nuh’un oğlu) soyuna dayanır. Çünkü bunların soyları ‘Magog-Macuc’dan gelir” der. Yakubi’ye göre de Türk ırkının yayılması M.Ö. 510 yılında olmuştur ve dahi, ikinci yayılması 12. yüz yıl Selçuklular dönemidir.

İmam Hazini, Türkler hakkındaki nefrette varan alçakça yazmış olduğu yazıları, Arap milliyetçilerinin Türk düşmanlığı etmelerine varmasında etkili olmuştur. Araplar için Türklerin tarifi: “Yüzleri kırmızı, burunları basık, gözleri küçük, yüzleri deri üstüne kaplanmış kalkanlar gibi kalın yaratıklardır” diye tanımlarlar ve insanlık için en büyük yıkım kaynağı olarak görür.

Arap kin ve nefreti Türkler üzerindeki yoğunluğu sürmektedir. Arapların “Yecüc-Mecüc” adı verdikleri Yüençi Türkleri için: “Onları ezmeyince hüküm gelmeyecektir”  Genellikle Emevi-Arap milliyetçiliğinin ürettiği Türk düşmanlığı, Emeviler döneminde yaşayan “en büyük İslam bilginlerinden” sayılan İbn al Mukaffa “Durrat al-Yatima” adlı yapıtında Türkleri yırtıcı hayvan niteliğinde gösterir.

İmam Hazin’in haddi aşarak hakaret ettiği Türk düşmanlığı, Yecüc ve Mecücün Türkler oldukları görüşü kısaltarak şöyle: “Zülkarney bunlar için karşı set yaptı. Bu halk set dışında kaldı, terk edildi. Bunlar terk edildikleri için Türk adını aldılar” denir Ve dahi: “Bunların işi gücü dünyayı yıkmaktır. Bir bölümü çam yarması gibidir, bir bölümü yüz yirmi arşın eninde, yüz yirmi aşın boyundadır. Bir kesimin bir kulağı yatak, bir kulağı yorgan olacak biçimdedir ve sonra başka bir bölümünün de yalınız bir karış boyunda olduğu... Bunlar insanoğlu içinde az bulunan şeylerdir. Çünkü Hz. Âdem’in bir gün ergenliği azmış ve döl suyu toprağa karışmıştı. Yecüc’ü Tanrı ise o sudan yarattı. Bu nedenle onlar bizimle ana yönünden değil, baba yönünden birleşirler” diye geçer. 

Muhammed’e atfedilen Türkler hakkındaki şu sözler: “Kıyamet kopmadan az önce siz kıldan çarıklar giymiş bir ulusla savaşacaksınız. Onların yüzleri çekiçle dövülmüş derileri kılıflı kalkan gibidir. Benizleri kızıl, gözleri çekiktir." Dahi başka bir kaynakta: “Türkler size dokunmadıkları sürece sizde onlara dokunmayın. Zira Kantura oğulları soyundan gelen bu Türkler, ilk kez Allah’ın ümmetine verdiği yurt ve egemenliği onların elinden çekip alacaktır” diye geçer.

Arap yayılmacılığı sürekli doğuya doğru ilerlemek ister. Muhammed’in ölümü 632’den on yıl sonra 642-652 yılları arasında Bugün Azerbaycan toprakları içinde bulunan Derbent’i geçerek Hazar Türklerin topraklarına giremeye çalışırlar. Defalarca Türkler Arapları geri püskürtürler. 652’de büyük bir savaş olur, Araplar yıkılarak geri çekilirler. Ta ki; ikinci Arap saldırıları M.S.722-732 Emevi ordularına komutanlık yapan zalim Kuteybe zamanında yeniden başlar ve Türklerin Araplarca katledilmesi M.S.732-735’de “Bengü Taş” a Kültekin yazıtları olarak düşer.

Araplar, İran-Sasaniler'i ortadan kaldırarak Kafkaslara doğru yönelirler. Lakin doğal engeller teşkil eden; masallara bile konu olmuş Kafkas dağları ve orada yaşayan Hazar Türkleri Arapların Kafkasları aşmasını ve doğuya doğru ilerlemesinde de Horasan Türkleri ile karşı karşıya gelirler. Bu Arap-Türk karşılaşması yüz yıldan fazla sürer.

Doğudan batıya göçlerle gelen Türkler Hazar çevresinde yerleşirler. Bazıları da batıya, Avrupa içlerine kadar ilerlerler. Tarihi akış böylece belirsizlikler içinde sürer gider. Ama Avrupa’nın yerleşik halkları üzerinde korkulu düşler yaratırlar. Doğudan gelen göçebeler için ‘yakıp, yıkan, harabeye çeviren vahşi barbarlar olarak görürler. Zamanla bu doğulu göçebeler Avrupalıların içinde erirler giderler...

Arabistan çöllerinde yeşeren Arapçılık, dinsel bir kisveye bürünerek yayılmaya başlar. Muhammed’in 632 ölümünden sonra Araplar doğuya doğru akınlar düzenlerler. Ta İsa zamanından beri Araplarla tanışık olan Türkler, tekrar Araplarla yüz yüze gelirler. Doğaldır ki Araplar bu tanıdık yüzlerle karşılaşmaları hoş bir karşılaşma olmaz; Türkler hakkında da hiçbir olumlu yargıları olmaz.

Allah’ın Araplara verdiği İslam egemenliği çekip ellerinden alan Türklere karşı verilen Arap düşününde Türkler; Arapların Türkler hakkındaki düşünceler, tarihi eksik bilgilerden dolayı, her Arap değil ama Araplar, Türkleri sevmezler; Araplar kadar Türklerde de Arap sevmezliği hep süre gelmiştir. İşte buna, 22 Nisan
1923’de Mısır’da yayımlanan “The Egyptia Gazete” den bir örnek, ön yargılardan biri: Mücadele Sami Müslümanlarla Türk Müslümanlar arasındadır... Irk temel bir gerçektir. Türk ile Arap arsında ki fiziki fark, bir yük beygiriyle derby şampiyonu (at) arasındaki fark gibidir. Ağır uysal, durağan, despot, maddeci, düşünmeyen ve estetik yoksunu Türk’le, zeki, yerinde duramayan, demokrat, romantik, sanatçı ruhlu ve esnek Arap arasında fark hem entelektüel hem de manevi olarak çok büyüktür” 

Yine Arap Mısırlılar İngilizler hakkında “Mısırı yeniden ihya eden güç” olarak söz eden makale de: “Osmanlıların o eski ünlü süngüsü Bulgarlar, Yunanlılar ve Sırplar karşısında düşmüştür ve Araplar da fırsat kollamaktadırlar. Sultan’ın Mekke’nin ele geçirilmesi ve korunmasında ki tek iddiası halifeliğini sürdürmesi içindir. Mekke’nin yitirilmesi, onun Müslümanlar üzerindeki hâkimiyetini yitirmesi demektir” diye geçer.
Selman ZEBİL

12 Kasım 2014 Çarşamba

ŞAMANİZM'İN ISLAHI "AK DİN" İNANCI ve ALTAY'LARDA RUS ZULMÜ

AK DİN ve ALTAY TÜRKÜ ÇET-ÇELPEN
Bozulmuş “Kara din” dedikleri Türk Kam dinini (Şamanizm) ıslah ederek çağın isteklerine uydurmak için 20. Yüzyılda Altay dağlarında başlayan bir eylem olan Burhanizm, Altaylılarca “Ak Yang” yani  “Ak din” olarak çıktı. Ayrıca “Ak Din” Rus zulmüne ve emperyalizmine karşı bir siyasi eylem ülküsü olarak doğmuştur.

Tam manasıyla bu “Ak Din” eylemin ne zaman başladığı bilinmese de Burhanizm olarak 1904-1930 yıllarında Altay bölgesinde açığa çıkmaya başlamıştı. Ruslara göre bu Burhancılık (Ak din) eyleminin, bölgedeki Rus egemenliğine düşmanlık ve Şamanizm’e karşı bir dini ve siyasi propaganda olarak ortaya çıkmıştır. Aslında Burhancılık (Ak Din) Şamanizm’in içinden gelen, ilk önderi sayılabilen orta halli bir Altay Türkü olan Çet Çelpen’dir. Ona en iyi destekçi, Kule adlı karısı dahi, 14 yaşında Çugul Sarok Çandık adlı üvey kızıydı.  

Türk dinin bozulmasına ve birçok dinden içine karıştırılmasına karşı gelişen bir akım, olsa da “Ak Din” adı verilen eylemin “Burhancılık” adı verilse de, özde temeli daha çok eski Şamanist gelenektir. Bu akımın önderi Çet Çelpen, Üst-Kan kasabasından 20 km. uzaklıkta bulunan dağlık ve bir ormanlık bölgede yaşıyor ve burada ibadet ediyordu. Yanına gelenlere Ak-Yang’ın ilkelerini öğretiyor ve öğütlerde bulunuyordu. Cet-Çelpen’in öğretisine göre: Ruslarla birlikte yemek, içmek, onlara dost olmak yasaktı. Hatta Rus parası bile kullanılmamalıydı.

Çet Çelpen, 20. yüzyılın Kamları (Şamanların) Kök Tengri Dininin içine birçok akla ve mantığa sığmayan hurafeler soktukları için onların şeytan işleriyle uğraştıklarını öne sürüyordu. Onlar davullarını, cüppelerini ve aslarını ateşte yakarak gerçekleri söylemeye zorlamak lazımdı. Tanrı’ya hoş kokulu otların dumanı, süt, şarap ve kımız gibi saçılar da kurban sayılabilirdi. Eğer bu din etrafında birleşirlerse, Rus zulmünden de kurtulmak mümkündü.

Çet Çelpen’in Ak Din öğretisine göre kanlı kurban kesmek yemek yasaktı. Ancak yılda bir kez kuzu kesilebilirdi. Tanrılara kurban yerine hoş kokulu otlar tütsülenerek dumanı, süt, şarap ve kımız saçıları yeterlidir.

Ak Din öğretisinde, Budizm, Lamayizim felsefesinden, milli dava unsurları göze çarpıyordu. Eski din Kamların öğretilere, ayrıca Hıristiyanlık misyonerlerin bölgeye gelerek aşıladıkları Hıristiyan dine de karşı konulması, dahi, Rus parasının bile bölgede kullanılmaması isteniyordu. Rus parası yerine, ejder resmi bulunan Çin parası kullanılmalıydı. 

Çet-Çelpen, Ak Yang” (Ak Din) hakkındaki bütün vaazlarını çok güzel bir hitabeti olan kızı vasıtasıyla yapıyordu. Bu kızı dinlemek için binlerce kişinin toplandığı oluyordu. Zamanla Çet-Çelpen’in on binlerce taraftarı oldu. Bu Rus hâkimiyetinin Altaylarda tehlikeye girmesi demekti. 1904 Temmuzunda binlerce Altay Türkü, tören için Çet-Çelpen’in çadırında toplanmıştı, genç kızın ateşli nutkunu ve ilahilerini dinlerken, ibadetle meşgul bu silahsız insanlar Rus askerleri tarafından baskına uğradılar. Çet-Çelpen karısı, kızı ile ileri gelen 20 kadar müridi tutuklandı. Rus hükümeti Altaylı Burhanistlerin mallarını, mülklerini yağmaladılar. O zaman Rus devlet dumasında bulunan bazı liberal görüşlü kişiler ve avukatlar onların savunulmalarını üstlendiler. Böylece ölüm cezasından kurtuldular. İki yıl sonra (1906) Çet-Çelpen Biysk Hapishanesinde öldü.     

1918 yılında, Ünlü Altaylı Ressam Gregori Gurkin ve bazı diğer Altaylı önderler birlikte bölgede Ruslardan bağımsız, “Oyrat Cumhuriyet kurma hedefi üzerine  “Karakurum Yerel Komitesini” kuralar. Tasarlanan bu “Oryat Cumhuriyeti” sınırları salt Altay bölgesi değil, komşu olan diğer Türkçe dilli toplulukları da kapsayacak biçimde olur. Ruslar bu eylemin, Rus egemenliğine karşı ortak bir milli eylem olarak kabul ederler ve 1921 yılında bölgeye ulaşan Bolşevikler tarafından zor kullanılarak bastırılır. Son araştırmalarda hala bölgenin Altay ve çevresinde Burhanistler (Ak Din) inancında olanların varlığı ortaya çıkmıştır.  

Buda ve Lamaizm dininden alınma, ama “Ak Yang” (Ak Din) olarak adlandırılan, Buda, Türkçeleştirilmiş adı “Burhan” veya “Burkan” olarak karşımıza çıkar. Hala Anadolu’da erkek isimleri olarak kullanılan “Burhan” veya “Burkan”, “Buda” anlamına Türkçeleştirilmiş ada olarak karşımıza çıkar.

Burnaizm dini (Ak Din) öğretilerine göre: “Aksakallı, ak giysili ve ak atlı bir adam olarak tarif edilir. Günahlardan tövbe edilirse ‘Ak boz atlı Hoyrat Han’ gelip Altaylıları Rus işkâlından ve zulmünden kurtaracak” diye inanılır.

Ak Din’in felsefesinde gördüğümüz Yaşlı, Aksakalı, Ak Boz Atlı Hoyrat Han gibi figürler, Anadolu’da İslamlaşmış bütün Türkler arasında nerdeyse benzer biçimde “Aksakallı Pir, Boz atlı Hızır” gibi kurtarıcı negatif enerjiler olarak karşımıza çıkar. Yada, Dede Korkut (Korkut Ata) ile özdeşleştiriliyordu.

Tarihi araştırmacı Andrei Vinogradov göre “Ak Din” eylemi, “ufak Türk-Moğol kavimlerini birleştirerek, daha büyük bir topluluk oluşturma geleneğine benzeyen özellikler vardı. Yani Türk Moğol topluluklarına tanınan Bozkır İmparatorluğunu kurma geleneğinin 20. Yüzyıla kadar taşınmış olan kalıntısı olarak görülebilir. “Ak Din’de” sözlü mitoloji çok canlıdır ve Manas, Cengiz Han ve Kral Gazar gibi efsaneleri anlatılan kahramanlar insanların günlük hayatında bir rol oynamaktadır. Ak Din eski Türk ve Moğol inancı Tenriciliğin en önemli özellikleri bulunduğunu söyleyebiliriz” der. 
Selman ZEBİL

Yararlanılan Kaynaklar: 
S. Gömeç, “Şamanizm ve Eski Türk Dini” makalesinden.
Andrei Vinogadov, “Ak Jang in the Context of Religious Traditon” 
Orhan Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü” 1976. 

11 Kasım 2014 Salı

OSMANLI PAŞASI POLONYALI KONSTANTY BORZECKİ (Mustafa Celalettin Paşa)

MUSTAFA CELALETTİN PAŞA (Konstanty Borzecki 1826-1876)

Konstanty Borzencki,
Mustafa Celalettin adını alır
Nazım Hikmetin büyük dedesi olan Mustafa Celalettin Paşa 1826 yılında varlıklı ve köklü bir aile çocuğu olarak, Polonya-Kleszow’da Konstanty Bozcki doğdu. Annesi ve subay abası çocuklarının iyi bir eğitim alması için çaba harcar.

Konstanty, 1844 yılında Piotrkow’da liseyi bitirdi. Resim kabiliyeti nedeniyle Varşova’da Güzel Sanatla akademisine başlasa da iki yıl sonra okulu terk etti. Ani ve sürpriz bir karala Wloclawik’teki Katolik Papaz okuluna kaydolur. Bir yıl sonra orayı da terk eder. Anadili Lahça’den sonra Fransızca ve Rusça dillerini çok iyi konuşur olur. Ayrıca Latince ve Almancasını da iyi biliyordu. 

1848 yılında Avrupa’da gelişen halklar içinde bağımsızlık ve özgürlükçü devrim hareketleri Konstanty’yi de etkiledi. Avrupa halkları arasında özgürlüklerine düşkün Polonyalılar da vardı. Aslında Polonyalılar Avrupa’da 200 yıla yakın zamandır Prusya’ya hatta daha çok ta Rusya’ya karşı sürekli ayaklanmalar yapan bir milletti. 1830 devrimi Avrupa etkili olur ve Polonya bu devrimin işaret fişeğini ateşleyen olur. Dur durak bilmeyen isyanlar kasar kavurur her daim kan ve gözyaşı içinde kalır.

Polonyaca bu açıklamayı üzerini tıklayarak büyütebilirsiniz...
1948 yılına gelindiğinde her tarafta devrimci heyecan, Avrupa’da halklar açısından tarihsel bir dönüm noktası oluşturdu. Tam bu dönemde ayrıca buluşlar, keşifler, icatlar gelişerek sanayi hızla gelişmeye başlar. Aynı anda toplumsal sorunlar, siyasetin ve felsefenin dahi halkların örgüt modelleri yenilmesine neden olur. Zenginlik bir tarafta almış başını giderken, şehirlerin varoşlarında alabildiğine yoksulluk, sefillik, güvensizlik kol gezer oldu.

Bunlar Paris’te başlayan devrimin sonuçlarıydı. Zaman içinde hızlıca Avrupa’ya yayıldı ve Polonya’yı etkiledi. Büyün coşkuyla başlayan ayaklanmalar, Avrupalı zalim zorba iktidarların şiddetiyle bastırılmaya çalışıldı ve Avrupa’dan en kapsamlı aydın, emekçi, zanaatkâr, yaratıcı bilim adamlarının, yurtseverin başka yeni kıtalara yığınla göçlerin başlamasına neden oldu. Amerika’nın zenginleşmesine, ileri teknolojide gelişmesine derin katkılar sağladılar.

Bu göçlerden az da olsa Osmanlı topraklarına sığınan Avrupalılar da olmuştu. Bazıları zamanla tekrar Avrupa’ya, ülkelerine dönerler, bazıları ise Müslüman olurlar yüksek mevkilere kadar ulaşırlar ve Osmanlı ülkesinde pek çok yararlı hizmetlerde bulunurlar. İşte bunlardan biride Polonyalı Konstanty Borzecki (Mustafa Celalettin Paşa) olur. 

Konstanty Borzeçki, 1848 yılında ayaklanmaya katılır. Ayaklanma istenilen sonuç vermez. Konstanty yakalanır; Prusya’da Magdebur hapishanesine atılır. Oradan salıverilince doğru Fransa’ya kaçar. Orada güvende değildir, Rusya’ya iade korkusu vardır. 1849 yılında Polanyalı ve Macaristanlı eylemcileri Rusya’ya iade etmeyen Osmanlı’ya sığınır.

O dönemde savaş alanlarında yeni kullanılmaya başlanan harita çizimlerinde üstün yeteneği olan Konstanty Osmanlı ordusuna alınır, harita şubesine atanır ve yüzbaşı rütbesi verilir. Aradan iki yıl geçince İslamiyet’i kabul eden Konstanty, Mustafa Celalettin adını alarak Bektaşi olur.

Konstanty, Müslüman olduktan sonra yanında çalıştığı “Er-Kan-ı Harp”dairesi kumandanlarından Mirliva Ömer Paşa’nın takdirini ve sevgisini kazanır ve Ömer Paşa’nın kızı Saffet Hanım ile evlenir. Bu evlilikle Osmanlı ordusunda çok iyi yerlere gelmesine etkili oldur ve şöhreti arttı. Tabi ki buna yetenekleri, sadakati, fedakârlığı ve cesaretinin de katkıları vardı elbette.

Böyle bir eylemci kişi, ülkesi Polonya’nın kurtuluşu için çarpışırken, gelip sığındığı Osmanlı için aynı fedakârlığı cesaretle yaptı. Dahi, askerlik bilimi ve tarih, Mustafa Celalettin Paşa’nın en büyük tutkusuydu; cephede savaşmaktan korkusu yoktu. Bu uğurda ölümü kucakladı. Pek çok bölgede, Karabağ, Kırım, Bağdat, Girit gibi yerlerde savaştı. 28 yıllık askerlik yaşamında çok kez yaralandı ama son ölümcül yarayı 50 yaşındayken, 10 Ekim 1876 yılında şehit düştü. Cenazesi Karadağ-Spoz kasabasında bulunan camii avlusunda defnedildi.

Avrupa da doğdu Mustafa Celalettin, Avrupa kıtasında öldü lakin 28 yıllık askerlik yaşamı boyunca Asya’da doğmuş Türklerin tarihi sayfalarına adını yazdırmış oldu.

Avusturya, Macaristan ve Polonyalı mülteciler Osmanlı düşünce yaşamına kalıcı etkileri olmuştur. Osmanlının çağdaşlaşmasında en kapsamlı katkıları olmuştur. Çünkü bu mülteciler kendi ülkelerinde en iyi eğitim görmüş aydın kişilerden oluşuyordu.  

Bunlardan biri olan Mustafa Celalettin Paşa, gerçek manada etkisi Türk tarihi, Türkçülük, Türk dili ve kimliği üzerine oldu. “Eski ve Modern Türkler” adlı yazdığı kitap 1969 yılında İstanbul’da Fransızca olarak basıldı. Ve bu kitabını Sultan Abdülaziz’e bizzat kendi giderek elden sundu. Bu kitap 2. Baskı olarak ikinci yıl Fransa-Paris’te yapıldı ve Avrupa’da oldukça etkili oldu.

Kitap genellikle Osmanlı Devletinin bekasını anlatıyordu. Dahi, Osmanlı içinde yaşayan değişik unsurların yan yana yaşamlarını ve bu unsurların refahını sağlamak için devletçe, milletçe neler yapılması gerektiği hakkında iyi bir anlatım ele alınmıştı. Ayrıca kitapta geçen konular, hem de Avrupalıların Türkleri daha iyi anlatmaya, Avrupalılarda var olan Türkler hakkındaki ön yargıları kırmaya yarıyordu.

Dahi, Celalettin Paşa, Türklerin modern olmaları gerektiğini destansı şiirsel bir dille ele alıyor, aydınlanmasına yardım ediyordu. Bu kitabını yazarken, ta eski Türklerden Osmanlı Devletinin kuruluşuna kadar gelişmeleri içeren destanımsı bir dille bilgiler veriyordu. Orada, Türklerin dünya tarihi içinde oynadıkları rolleri, Türklerin ilk çağ kavimlerinden olduklarını, Osmanlıların bu kavmin bir parçası olduğunu anlatıyor.

Celalettin Mustafa Paşa, Türklerin çok eski, dünya tarihinde büyük yerinin olduğunu, bilime, sanata önem verdiklerini yazıyordu. Lakin bir de madalyonun öbür yüzünü de ortaya döküyordu. Tanzimat sonuçları itibarıyla, Türkiye’nin Avrupa medeniyet yoluna girmekle iyi bir iş yaptığını överken, Avrupalılara verilen imtiyazlara ve sanayinin sekteye uğratılmasına, ithalat-ihracat gibi konularda gümrük vergileriyle ilgili hataların yapılmasına da yer veriyordu.

Türk halkının ruh yapısını, yasa ve ilkelerini, toplumsal yapısını, toprak zenginliğini
Analiz ediyordu. Türk aile yapısı, aile ocağı, askerlik ocağı, askere alınma gibi toplumu ilgilendiren konuları şiirimsi bir dille anlatmış kitabında. Askere alınan Türklerin uzun askerlik sürelerinden dolayı işlenecek, ekilip biçilecek toprakların bakir kalmalarına, Askerlik yapmayan Hıristiyanlara nazaran eşitliksizlik yaratıldığına dair dikkat çekmiştir. Dahi, Türklerin işletip ekip biçtiği topraklar zamanla Hıristiyanların elinde toplandığını açık bir dille anlatmıştır. Celalettin Mustafa Paşa bu durumun adil olması için, Hıristiyanlarında askere alınmasını istiyor ama Hıristiyanlardan oluşan askerlerin bir arada tutulmamak kaydıyla.

Ve dahi; Celalettin Mustafa Paşa’ya göre Türkler, kendi ülkelerinde sanayi ve üretimden kopmuş, kendi ülkesinde salt hamal, çiftçi ve amele olarak kalmıştı. Meslek ve ticaret yabancıların elindedir. Daha açıkçası, Celalettin Mustafa Paşa’nın yazdığı kitaptan anlaşıldığı kadarıyla Batı emperyalizmin yabancıların tuzağına Osmanlının düştüğünü ilk gören kişi olmuştur. Ona göre Osmanlı tabasına bağlı azınlıkların ülkeye sağladığı yaralardan söz ederken, bu imtiyazlı azınlıkların ülkeye yabancılaşarak verdikleri Zaraları korkunç olduğunu anlatmıştır.

Ayrıca ülkedeki hukuk sisteminin ve idari sisteminin reformlara tabi tutulmasını ve aşırı idari merkeziyetçiliğin eleştirisini yapıyordu. Dahi, dilde yenileşme istiyor, Arapça, Farsça gibi dil yapısına uygun alfabelerin bizim dil yapısına uymadığını örnekler vererek söylüyordu.

Mustafa Kemal Atatürk ve kuşağı, Celalettin Mustafa Paşa’nın görüşlerini biliyorlardı. Hatta Mustafa Kemal’in kütüphanesinde, Celalettin Mustafa Paşa’nın yazdığı 150 yıl önce 1869 yılında yazdığı Paris baskılı “Eski ve Modern Türkler” (Turcs Anciens Moderns) adlı kitabının bir nüshası vardı. Bu kitabı Atatürk’ün okuduğu muhakkaktı. Bu kitabın bası yazılarının altına ve kıyılarına  “çok mühim, dikkat, abartma” gibi notlar düşmüştür.

Celalettin Mustafa Paşa’nın Türklere duyduğu ilgiyi 1869 yılında Fransızca yazdığı  “Eski ve Modern Türkler” kitabında anlatmıştı. Bu kitapta Türklerin ulusal bilincini uyandıran sözler vardı. Mustafa Kemal onun fikirlerini önemser. Celalettin Paşa için: “Bu Polonyalı gerçek altından anıta layıktır” dediği biliniyor.

Atatürk’ün “Eski ve Mordern Türkler” adlı kitabı, yakın arkadaşı, Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım’ın teyze oğlu Ali Fuat Cebesoy’dan edindiği sanılmaktadır.150 yıl önce Paris’te baskısı yapılan bu kitabın Türkiye’de 150 sonra baskısı “Kaynak Yayınları” tarafından basılmış ve dilimize Güven Berker tarafından çevrilmişti.

Celalettin Mustafa Paşa, Osmanlıya iltica ettiğinden kısa bir süre içinde mahiyetinde çalıştığı Ömer Lütfi Paşanın taktirini kazanır sonra Müslüman olur. Ömer Lütfi Paşa kızıyla evlendirir. Harp okulunda uzun bir süre harita hocalığı yapar. Daha sonra savaşlara katılır, katıldığı bütün savaşlarda üstün başarılar sağlar. Ayrıca, en kısa sürede, hayranlık kazandıran savaşlardaki cesaretinden dolayı genç yaşta paşalığa kadar yükselir. 

Polonya kökenli Osmanlı aydını Celalettin Mustafa Paşa, savaşçılığı yanında, yazdığı kitaplarla Türkleri milli duygularını uyandıracak fikirleri onun ölümünden sonra pek çok Osmanlı aydınına ışık tutmuştur. Namık Kemal, Süleyman Paşa gibileri yanında, Türkçülük akımının öncülerinden olan Kazan’lı Yusuf Akçura gibilerini derinden etkiler ve “Les Turcs Anciens et Modernes” Osmanlı Türkleri arasında, Türkçülük faaliyetlerinin ilk yapıtları arasında sayılır.        

Daha açık bir biçimde, Şair Nazım Hikmetin büyük dedesi Celalettin Mustafa Paşa Türk devriminin en önemli kişilerinden bir paçadır. Nazım Hikmet dedesi hakkında  “Lehistan Mektubu” adlı şiirinde şöyle der:
…..
Sevgilim
dedelerimizden biri 1840 Polonya muhaciri
Lehistan’dan gelmiş dedelerimizden biri
gözlerinde karanlığa yenilginin
saçları al kana boyalı
……
Sevgilim nerde,
ne zaman hürriyet dövüşmüş de ön safta Polonyalı bulunmamış?
Göğsümü kabartmıyor değil dedelerimden biri Lehli oluşu…

Kaynak Yayınlarından çıkma yapıttan: Soner Yalçın “Sözcü Gazetesi”
Htt://turktoresi.blogspot.com.tr/2010/06/Mustafa Celalettin pasa-contanty.html
http://www.arastiralim.net/ilk/2010/01/page/41



ALTAY TÜRKÜ GRİGORİ GURKİN (1870-1937)

GRİGORY GURKİN, Ön Adı Çoros Gurkin (1870-1937)

Gurkin, Altay Türklerindendir. 1870 yılında Altay Ulalu Curt’a bağlı Caş Tura’da doğmuştur. Orada Rus Ortodoks misyonerlerin açtığı okulu bitirmiş 1897 yılında Petersburg’a gitmiş. Orada resim akademisine kayıt yaptırmak istese de, geç kaldığı için kabul edilmez. Bir an İvan İvanoviç Shishkin (1832-1898) tanışır. Gurkin onunla 8 ay çalışmış, ondan resim konusunda dersler almış. Daha sonra 1899’da Petersburg Resim Akademisine sınavsız alınmıştır. 4 yıllık eğitimden sonra, Altay Masalları derlemeye başlar. 1926 yılında Rus şair G. Vyatkin ile birlikte Altay masalları yayımlamaya başlar.

Daha çok O, Sibirya ve çevresinde yaşayan bütün Türk boylarının çok iyi tanıdıkları efsaneleşmiş bir önderidir. Daha çok doğayla bütünleşmiş resimleriyle tanınmasa da O, aynı zamanda iyi bir Türkolog ve etnolog kimliklidir.

1917 Ekim Devriminden sonra Gurkin ve Altaylı aydınlar Ruslara karşı bağımsızlık mücadelesine girişirler. Altay ve Sibirya’daki bütün Türk boyları içine alacak “Karakorum” adında bağımsız bir devlet kurma niyetleri vardır. Dahi, bu iş için küçük bir ordu bile oluştururlar. Bu arzunun gerçekleşmemesi sonucunda Gurkin 1919 yılında Moğolistan’a, daha sonra 1921 yılında Tuva Türklerin içine girer ve Tuvalar onu bağırlarına basarlar. Hala Tuvalar ve Altaylılar, Gurkin'in Pantürkist harekatından dolayı sevilmekte ve takdir edilmektedir. 

Çoros Gurkin, hala günümüz Sibirya-Altay Türklerince bağımsızlık kahramanıdır. 4 bine yakın yapıtları bulunan Gurkin’in en öneli yapıtı, 1907 yılında, “HAN ALTAY” adlı tablosudur. Bu tablonun 1926 yılında biraz değiştirerek (alta ki iki resme bakınız) kartal resmi ve yeşil ağaçları yok eder. Yani, bir neslin yok olmasını tuvale yansıtması, Altay bölgesinde 1930 yıllarda bir Turancı hareketin baş göstermesi korkusundan olsa gerek, bu tablosu yüzünden “Pantürkist Ressam” suçlanmasıyla cezalandırılır..

Gurkin,1921-1926 yılları arasında devlet memuru olarak çalıştığı Tuva Cumhuriyetinde 1930 yıllarında pullar üzerine basılmış “Turan” damgası olduğu iddiasıyla 1934 yılında Stalin rejimi tarafından “Turancı” suçlanmasıyla tutuklanır.  1937 yılında, Rus usulüne göre ensesine kurşun sıkılarak öldürülür.  

Doğayla iç içe bir yaşam, Altay dağlarının görkemli eteklerinde yaşamak, onu arada bir zaman dağlara yolculuk etmesini sağlar. 1897 yılında İvan İvanoviç Şişkin adlı bir Rus ressam ona yeteneğini gösterir, iyi bir resim sanatçısı yapar. Daha sonra da St. Petersburg Akademisi Resim bölümünden mezun olur. St. Petersburg’da Gurkin ilk profesyonel resmini 1894 yılında yapar. 1895 yılında “Kamlanie” (Kurban Gecesi) adlı resmini yapar.

Gurkin’in 1907 yılında tuvale yansıttığı “Han Altay” adını verdiği resminde kayada kanatlarını açmış bir kartal var, ağaçlar canlı, dağ öyle!  

Resim 1907, ötekisi Resim 1926 
Daha sonra 1926 yılında tuvale çizdiği resminde kartal resmi yok, ağaçlar daha soluk, bazıları kurumuş, yok olmuş, dağ soluk kalmış. Bunu anlamı, nesillerin yok olduğunun bir dram halinde yansıtması olarak açıklanır.

Gurkin’i büyüleyici Altay yurdunun büyüleyici doğası, alabildiğine geniş coğrafyası etkisiyle eline boyasını, tuvalini ve fırçasını alır, başlar çizmeye Altay dağlarının canlılığını tuval üzerine.

Gurkin’i idama götüren, “Pantürkist”
olarak suçlanmasına neden olan “Han Altay” resmidir. “Han Altay” adını verdiği birinci resmini, Rusya Federasyonu içinde bulunan, katıksız Türklerin bulunduğu yerin adıdır.
                                                                                                               





TURANCI-TÜRKÇÜ-SOSYALİST ETHEM NEJAT (1881-1921)

ETHEM NEJAT (1887-1921) Annesinin adı Cavide, babasının adı Hasan'dır. Anne tarafından dedesi Ahmet Cavit Paşa, Çerkes İttihat ve Teavün...