1 Aralık 2015 Salı

NORVEÇ ve TARİHİ SERÜVENİNE BİR BAKIŞ


NORVEÇ’İN (M.S.800-1400) TARİHİ SERÜVENİ
Coğrafi bir kavram olan Norveç, aslında İngilizce ve Almanca adı modern İskandinav’ca biçiminden  “Norge”  olarak açık bir biçimde yansıtılıyor. “Kuzey’e giden yol”  Norveç sahillerinden geçen uzun seyir rotasıydı. Skagerrak-Kattegat bölgesinden başlıyor, Lindesnes’i, ülkenin güney ucunu dolaşıyor, sürekli yerleşimler boyunca kuzeye doğru davam ediyordu. Viking çağında Tromsø dolaylarında sürekli yerleşimin olduğunu gösteriyordu.

M.S.890 yılında Ottar adlı biri bu bölgenin en kuzey ucundan çıkıp İngiltere’ye kadar gitti. Ktal Alfred’e bu yolculuğunu anlattı. Bu anlatıları da kâğıda yazıldı. (1,N.Lund) Orada şöyle anlatıyor Ottar, güneye inen yol boyunca, sancak tarafında  “Kuzeylilerin ülkesi” olduğunu söylüyordu. Bu ülke uzun ve dar bir coğrafyadaydı. Adına “Nordweg” deniyordu. O dönemde Norveçlilerden söz eden tek Ottar’ın anlattığı hikaye değildi elbet. O döneme ait Skandik bir şiirde “Haraldskædi” Harald Finehair’e  “Kuzeylilerin kralı (2, Finnur Jonsson) dediğini görürüz. “Norveç” veya “Kuzeyliler” gibi adlar 9.yüzyılın ikinci yarısında sıkça kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu adında kökeni, güneyde yaşayan İskandinavyalıların, kuzeyde yaşayanların verdiği ad olması kesindir.

Norveç’in erken Viking çağında siyasi bir birim oluşturduğunu gösteren bir kanıt yoktur. Muhtemelen kökleri tarih öncesine uzanan Hålogaland, Trøndelag, Møre, Hordaland, Rogaland, Agder gibi kendilerine özgü alar alan nüfusları da buna uygun olarak etnik ya da kabile adları anılan birkaç Norveçli kabileler ülkesi, buna eski kuzeyli dilinde “Folkland” (Halkın ülkesi) deniyordu. Bu bir siyasi anlamda değil, coğrafi yakınlıkla biçimlendirilen bir kimlik olması düşünülüyor.

Olası istisnalardan biri Trøndelag’dır. Burası başta Trondheim fiyordunun iç kesim çevresinde nüfuz yoğunluğu olduğu bir bölgeden oluşuyordu.

Modern dönemlerde Norveç’in kurulması, yani ülkenin birleştirilmesi anlamına gelen  “Rikssamlingen” Pan-İskandinav tarihi ansiklopedisi, Norveç’le ilgili tanımı, İsveç’e ve Danimarka’ya göre daha fazla yer kaplamaktadır. Modern tarih bilinci 19. Yüzyılda gelişirken Norveçliler, birkaç yüzyıl müddet Danimarka ile birlikteliklerini sonlandırmak ve bir ulus yaratmak için isyan eden yurttaşlar, Norveç’in tarihsel özgürlüğünü, özellikle bir ulus yaratmak, erken tarihini tezahür ettiği görülmektedir. Ayrıca zengin kaynaklar, çekici en eski Kuzey Saga edebiyatı, özellikle Norveç krallarını konu alan sagalardır.

Norveç Tarihi ile yakın bir bağlantı inşa etmiş, uzun bir hanedanlık,  M.S.850 yılından beri Kara Halfdan ve Harald Finehair’le başlıyor, 13. yüzyıl Sverre hanedanından krallarla son buluyordu. Bazı sagalarda bu uzun hanedan zamanında geriye, Gamla Uppsala’nın ulusal efsanevi Ynglinga krallarına dek uzanır. (3, C. Krag)

Ulusal bir kral ve hanedan kurucusu Harald Finehair olarak önemi, Fagrskinna adlı sagada, (M.S.1220-1230 yazarı bilinmeyen) Şöyle özetleniyor (Claus Krag)

“Kara Halfdan’ın oğlu Harald babasından sonra krallığı aldı. O zamanlar kışları dikkate alınan genç bir adamdı ama saraylı bir kralın sahip olması gereken erkekliğe tam anlamıyla sahipti. Saçlarının rengi dikkat çekiciydi. Bu bakımdan da en fazla ipeğe benzetmek yerinde olurdu. Bütün erkeklerin en yakışıklısıydı, olağanüstü güçlüydü ve Haugesund’deki mezarının üstündeki taştan görülebileceği kadar uzun boyluydu. Çok akıllı, ileri görüşlü, cesur bir adamdı, beraberinde şans getirirdi. Norveçlilerin toprakları üzerinde kral olmayı amaç edindi, giderek artan bir onurla ülke bu zamana kadar onun soyunun elinde oldu. Bu zamanda böyle olsun”

Bu gibi birkaç Skandik mısra dışında Harald’ın fetihlerini anlatan, açığa çıkaran, aydınlatan, o döneme ait doyurucu kaynak yoktur. Skandik mısralarda Hafrsfjurd, (Stavanger’in biraz güney yönü)  savaşla Harald’ın fethi tamamlanmıştır. Bu savaşta Harald’ın son hasımlar, Bergen’in güneyindeki bölge Vestlands’in kralları yenilgiye uğratmıştır.(5, C. Krag, 1989) Böylece muhtemelen Danimarka’nın desteğiyle de, Güneybatı Norveç krallığında hüküm süren Harald olur. Nordvestland (kuezey Vestland) ve daha kuzeyde Harald’ın lordluktan başka bir yetkisi yoktu, oraların asıl iktidarlığı düklerin elindeydi.

Bu adı geçen düklerden en iyi tanınanı Håkon Grjotgardsson ile halefleri idi. Bunların tahtlarının merkezi Trøndelag’da Lade’deydi ama bu aile aslen hatırı sayılan bir aile değil, etkileri Hålogaland’dan alıyordu. Ama Håkon kendi çıkarları için yayılmayı ön gören bir yöneticiliği vardı, birçok bakıma Harald’ın dengiydi. Viken Harald her ne kadar Norveç-Güneydoğu sahil bölgelerinin hakimi olsa da, burada Viking çağının başından beri Danimarka krallarının nüfus alanlarıydı.

Harald’ın ölümünden (M.S.932 civarı) sonra yerine oğullarından Eirik Bloodaks (M.S.930-934) daha sonra İyi Håkon (M.S.934-961) kral olur. 10.Yüzyıl ortalarında Danimarka krallığı yeniden güçlenmiş, Kral Bluetooth M.S.958-987) hüküm sürmüş, hem Viken, hem Harald Finehair’in birleştirdiği krallık dahil olmak üzere Norveç krallığını kendisine bağlamıştır. Eirik Bloodakse’nin oğulları bağlı krallar olmuştur, sonra Håkon Sigurdsson Ladejarl, (Håkon Grjotgardsson’un torunu) Danimarka kralının dükü olarak Norveç’in büyük bir bölümünü yönetmiştir. Sonra Håkon, hükümranlığının son yıllarında, Lindesness’ten kuzeye uzanan sahil bölgelerinde daha bağımsız bir denetim kurmayı başarmıştır.

Norveç tarihine M.S. 950-1035 arası yönetim biçimine baktığımızda Dan kralları hakimiyetine Güney İskandinavya kıyılarına yayıldıklarını görürüz. Danimarka krallarının (Danimarka Vikingleri) daha da ileri giderek deniz aşırı, özellikle İngiltere zenginliklerini yağmalamak için Dük Håkon oğlu, dük Eirik (ö.1024) Dan krallarıyla işbirliği yaparlar, büyük Knut’un dükü olarak Northumberland’e meslek yaşamlarını tamamlarlar.

Norveç’teki Dan egemenliği Olof Tryggvason (hüküm M.S.995-1000) ile Olaf Haraldsson (Aziz Olav, hükmü 1015-28/30) kırmaya çalışırlar ve başarırlar. Bu işte ikisi de tahta çıkmadan önde İngiltere’deler. Dan fetihleriyle orada zenginlik ve güç kazanmışlardır.(5) Ülkelerine bu zenginlik ve güçleriyle döndüler. Eğer bu güç ve zenginlikleri olmasaydı ülkelerinde krallık kurmaları zorlaşırdı.

11. yüzyıl sonrası patlak veren olaylarda Olaf Tryggvson ile Olaf Haraldsson’un hükümranlıkları Norveç tarihinde önemli olaylar olduğudur. M.S.1035’te Danimarka imparatoru Büyük Knut’un ölünden sonrası dağıldığında gerçek Norveç hanedanları kendi ülkelerinde krallık kurmaya başladılar. İlk bunu başaran Olaf Haraldsson’un oğlu İyi Magnus (hük. y.1035-1047) olur ve ondan sonra da Olaf’ın üvey kardeşi Harald Sigurdsson Hardrade  “Acımasız ve sert yönetici” (hükmü 1046-1066) arasında tahta kalır.

Ortaçağ Norveç krallarının tamamı azizleştirilmiş, Norveç’te ilk azizleştirme işi Olaf Haraldsson’un ölümünden birkaç yıl sonra azizleştirilmesi ile başlar. Böylece ardıl haleflerin taht üzerinde iddiaları meşrulaştırılır; Bu arada Olof Haraldsson, Harad Hardrada soyundan gelenlerin hükümranlıkları sürer. Adı geçen bu krallar döneminde Østland ve daha iç kesimlerdeki topraklar ilk kez ulusal krallığa katılır. Bu konuda bakın Ozan Kara Ottar, Olaf Haraldsson’un Norveç iç kesimlerdeki direnişi ve nasıl kırıldığını şöyle anlatır:

“Hedmark’ın bütün kralları kaçtı, en kuzeyde oturan dışında dilinin kesilmesini emrettiğin dışında… Şimdi bir zamanlar beş kralın hüküm sürdüğü, doğuda Eidsog’a kadar uzanan geniş topraklara hükmediyorsun. Böyle bir krallığa hükmeden bir kral gelmedi hiç” (6, Finnur Jonsson 1912,s. 271-2)

Norveç iç savaş sırasında krallığın örgütsel gelişmesi sürmüştü. Buna neden ise bütün olarak devlet açısından yerel idarelerin eskisinden daha sağlam olmasıydı.

Norveçlilerin çoğunun dediğine göre 13. Yüzyıl ülkenin görkemli dönemleri temsil eden unsurların döneme damga vurması. Siyasi, ekonomik, kültürel canlanma ve geniş bölgeleri kendisine bağlayan yani, Göta nehrinden Grönland’a, İrlan’da denizinden Finmark’a kadar Norveç’ bağlayan kralları Sverre soyundan gelen üç kuşak krallardı. Håkon Håkonsson idaresini uzun sürmesi ve baskın kişiliğidir. Onun ölümünden sonra oğlu Magnus Lagabøte (hük.1263-1280) Onun oğulları Eirik Magnusson (hük.1280-1299) ve sonrası Hakon Magnusson (1299-1319) dönemleri izlerdi.

Hakon Hakonsson, döneminde Norveç topraklarına Grönlad’ı ve İzlanda’yı topraklarına katmıştır. Magnus Lagabøte enersinin büyük bölümünü Norveç sınırlarını genişletmek için harcamıştır. M.S.1274 yılında “Ulusal Kanun” (Landsloven) çıkarmış, eski taşra kanunun yerini almıştır, ülke tek kanun ile yönetir duruma getirmiş, ayrıca tek bir kanun olan Avrupa ülkesi arasına katılmıştır. Bu yeni kanunla Norveç İsveç’ten 70 yıl önce böyle bir kanun çıkartmıştı. Dahi, İsveç’te kendi ulusal kanunu yaparlarken Norveç kanunu örnek almışlardır. Danimarka’da ise aynı kanun 400 yıl sonra yaşama geçirilmiştir.

Ne var ki, Norveç 1266 yılında elinde bulunan Habrid adaları ve Man adasını uzun süre elinde tutamayacağını anlayarak, Perth Barışıyla İskoç Kralı 3. Alexander’a teslim etmiştir. O tarihten son yön değiştiren Norveç sistemi, Viking çağında elde ettiği kolonileştirdiği topraklardan askeri ve ekonomik zayıflama nedeniyle çekilmeye başlamasıyla Norveç krallığı geriler. 14. ve 15. Yüzyılda Norveç’i gelişmeye başlayan İskandinavya topluluğunun en zayıf halkası durumuna gelmişti.

Böylece Norveç, 1450 yılından sonrası başlayarak 1814 yılına kadar Danimarka’ya bağlı birlik olarak sürdürmüştür yaşamını.     

Norveç’in Hıristiyanlaşması Dönemi
10. yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık dini Norveç’e girmeye başlamıştır. Bazı değişiklikler sistem içinde kendini de göstermeye başlamıştır. Hıristiyanlık başta çoğu sahil bölgelerine nüfuz etmeye başlamıştır. (7, Rolfsen 1981-Solberg 2000 311-20) anlatımlarında,  İyi Håkon büyük zahmete girerek İngiliz misyonerlerini ülkeye getirmişti. Ülkenin din değiştirerek Hıristiyanlaşması Olaf Trygvasson ve Olaf Haraldsson döneminde din değiştirmişler için ilk Norveç kilisesi kurulur. Norveç’in Hıristiyanlaşma sürecinde pek az direniş ile karşılaşılır ama etkili olamazlar.

Pek çok olayların sürecinde Norveç’te Hıristiyan kilise örgütlenmesi ile krallarla paralel çalışarak bütünleşmek için ön koşul, Norveç’in Avrupa Hıristiyanlarıyla kralları arasında yer alması öne sürülüyordu. Tanrı’nı düzenlediği ve ona eşlik eden idealler, Tanrının düzenlediği dünya kuralları, Hıristiyan bir kral mefhumunu destekleyen, bir kurum olan kilise, vaazlarıyla kutsal ayinlerde anlatılan insanların öteki dünya da yeni hayata hazırlıyordu. Hıristiyanlık girdiği her yerde olduğu gibi Norveç’te de popüler fikirleriyle ve söylemlerle düzeni biçimlendiriyordu. Dahi, zamanla kiliseler, birçok bakımdan tahttan daha güçlü toplumsal bir kurum olmuştu. Ve dahi, Norveç’te 1300 kadar toprak sahiplerinin %40’nın kilisenin elinde olmasıydı der (8,Andersen 1977, s. 302-39 ve Helle 1974, 236-42)

M.S.1100 yıllarına gelindiğinde kilise kraldan bağımsız duruma gelmesi, Tronheim, Bergen Oslo ve daha sonra da Stavanger ve Hammer’de daimi piskoposlukların tesis edilmesiyle başlamıştır. M.S.1152-1153’te Norveç’in başpiskoposluğu olarak Nidaros piskoposluğunun tesis edilmesi önemli bir adım olmuş ve bu güne kadar çok sayıda manastırlar kurulmuştur.

Kaynaklar: Stefan Brink-Neil Price,“Viking Dünyası” (Alıntı bölüm Calus Krag s.806-13) ç. E. Kılıç, Alfa 2015
(1) N.Lund
(2) Finnur Jonsson, “Den Nosrsk-İslandske Skjaldedigtnin” cilt 1 B,1912 Kopenhag
(3) C. Krag, “Norge som odel i Harald Hårfagres ætt (Norsk Historisk Tidsskrift)
(4) Byarni Einarsøn, “Eski Kuzey Dilinde Metin” 1958, s. 58-59
(5) C. Krag a.y.
(6) Viking Dünyası “Stefan Brink ve Neil Price” ç.E.Kılıç, Alfa, s. 810 
(7) P. Rolfsen  “Den Siste Bedning på Agder 1981
(8) P.S. Andersen “Syssel Norge” 1972 Oslo Nudendal Ve “Samlingen av Norge og Kristiningen av Lande talle 800-1130, Oslo Üniversitesforlaget

Viking Döneminde Samiler

Viking çağında İskandinavya yarımadanın büyük bir bölümünü Ural-Altay dilinden Uralca dili konuşan Samiler yurt edinmişlerdi (1) Orta İskandinavya ve Kuzey Norveç sahiller Samiler ülkesi olduğunu mezar kazılarında meydana çıkan arkeoloji malzemeler bir yol göstermektedir. Ayrıca, İskandinavya kuzeyinde yaşayan Samiler, genetik (mitokondrik DNA) araştırmalarında Sami halklarının genetik donanımı Avrupa’nın diğer halklarından oldukça farlıdır.

Samiler hakkında yazılı kaynaklar sınırlı. Lakin Samilerin İskandinavya’da Vikingler döneminde yaşadıkları bir gerçek olsa da Samiler hakkında söylenilen her şey (2) başkalarının ağzından çıkmadır. Sami’yi anlatan sözcük, eski kuzey dilinde  “Finn” sözcüğü  “Finmark” (Samilerin ormanı veya sınır bölgeleri) anlamına gelmektedir. Samiler kendi dillerinde ise “Saama” 13. Yüzyıldan kalma İzlanda Sagaları “semsveinar”, eski kuzey dilinde  “sveinn” (genç adam) söylemleri de geçmektedir.

M.S.890’da Wessex Kralı Alfred Samiler için “Skridefinnas” (kayak yapan Sami) “savar’ın komşuları olarak betimlemiştir. 11. Yüzyılda Bremen’li adam da İsveçliler ile Norveçliler arasında, İsveçlilerin bölgesinde yaşayan bazıları Hıristiyanlaşmış “Skritefini” den söz etmiştir.

M.S.1150-1175’de Norveç’te kaleme alınmış  “Historia Norwegie” de Samileri ve Şamanizm’i anlatılır. Orada Norveç’i batıdan doğuya uzunlamasına üç bölgeye ayırır. Kıyı bölgeleri, dağlar ve Finnar’ın ormanları.

Norveçliler ülkelerini başka, dahi, Hint-Avrupa dilinden olmayan birileri ile paylaşıyordu. Her bakımdan Norveçlilerden farklı olan bu ülkedaşları hakkında Snarri Sturlusson, Finn adında, daha doğrusu  “Finn”  bir adamdan söz eder: “Ufak tefek ve çevik biridir. Kayakta ve ok atmakta usta, tipik bir Sami’dir” Diye geçer.

Samiler eski dinleri gereği şifacı, danışman ve büyü ustaları Şamanlık dininde olduğu için, Şaman dinine göre büyü ve büyücülük safhaları vardır. Büyü; Şamanlık dininde sembolik bir gücü temsil eder. Orta Asya’da olduğu gibi Samilerde de bu güce saygı duyuyorlardı. Kuzey halkların Hıristiyanlığın gelişine karşı birlikte mücadele etmişlerdi. 12. Yüzyılda bir Sami Şaman çekici bulunmuş, ona şifa için fal ve büyü yaptırmak için gidenler; Norveç en erken Hıristiyanlık kanununda, Hıristiyanların fal baktırmaları veya şifa bulmak için “Fannar”  ülkesine (3) gitmelerini yasaklamıştır.      

Norveç’te Diğer İskandinav Ülkelerinde Yer Adları
Demir çağından beri başlıca yer adları, “satad”  eski İskandinavca “satadir”, “by”, “bø”, “land” ve sæter”, “set” otlağı ve sürülebilir araziler için kullanılmıştır. Genellikle yerleşim yerlerinin coğrafi durumuna göre adları: “Ekeby” (ekiby) “Meşe korusu yanındaki çiftlik” “Myrby (myriby) “Bataklığın yanındaki çiftlik. “Şöby” ise, “Göl ve deniz kıyısında çiftlik” Norveç’te, başlıca ad öğelerden biri “rud” 12.13.yüzyıla ait bir yerleşim yerine yerleşen insan adı, araziyi ilk yerleşime açan kişinin adı olma ihtimali yüksek.

Ortaçağda yer adları sıklıkla arazilere yerleşen, tarıma açan veya tarıma açılması ifadesine gelen “ryd”; “rud”; rød”; “rønning”; “sved”; “fall” (kesilen orman) gibi pek alan örnektekiler gibidir. Dahi,  “boda” (barakalar, ahırlar) ve “böle” (çiftlik) gibi adların Norveç dahil, İskandinavyanın her yerinde görülebilmektedir. 

Ayrıca İskandinavya ülkelerinin adları Viking çağından daha eski olduğu söylenir. Örneğin “Denmark” (Danmark) anlamı “Ayıran orman” anlamınadır. Yani, “Mark sözcüğü ve “danir” denen bir halkı içerir. Bu ad bir “pars-pro-toto” olarak köken itibariyle, Schlswig güneyindeki Saksonlardan ayıran ormanı adlandırır. Bura sakinlerinin adı da “Danir” olması muhtemeldir.

İsveçlilerin köken adı “Sweden, svaer ile “halk” anlamına gelen asıl anlamı “svea”,“riki”si”  anlamına gelen “Sviariki” karşımıza çıkar. İsveç’in bugünkü halinde “Sverige” oluşur.

Norveç adının köken anlamıyla, “Kuzey yolu” (Norway, Norge, Noreg) Proto-Nordik dilinde “Nord(r)vegr” den gelir. Öteki İskandinavya ülkeleri gibi bir yerleşimci adını içermeyen Norveç adı, Trøndelag ve Hålogaland’a doğru izlenen yolun adır. Bu yolun “Nordwegh” Othera’nın Kaupang’a ülkesine doğru gidereken geçtiğini anlattığı M.S.890 yıllarından kalma ünlü tarifinin bulunduğu yoldur. (4) boyunca yer alan topraklarla özdeşleş ki, bu ülkenin adı olmuş.

Eski Kuzey dilinden örnek verirsek “Nordrvegr”, benzeri “Vestrvegr” (batıya uzanan ülke), “Sudrvegr” (güneye uzanan ülke” olurken, “Austrvegr” “doğuya uzanan ülke) olmaktadır. 

(1) Stefan Brink-Neil Price,“Viking Dünyası” Inger Zachrisson “Samiler Kuzey Halklarıyla Etkileşimleri” s.50 
(2) L.I. Hansen ve Olsen, “Samenes Historie Fram Til 1750, OsloCoppelen Akademisk Forlag”
(3) K. Bergsland, “Om Middelalderens Finnmarker” (Norsk) Historisk Tidsskrift1 1970
(4) J. Bately ve A. Anglert’ten alıntı, “Viking Dünyası” s.86

Selman Zebil

28 Kasım 2015 Cumartesi

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ EŞBAŞKANI RECEP ERDOĞAN ve ARAP BAHARI


RECEP ERDOĞAN'IN TÜRKİYEYİ DÖNÜŞTÜRME PROJESİ, BAŞKANLIK SİSTEMİ Mİ?
                        
Recep Erdoğan’ın değişmemişliğini gösterdiği sağlam delilleri var. 1993 yılında Metin Sever ve Cem Dizdar’ın Recep Erdoğan İstanbul il Başkanı iken yaptıkları röportajda ne yapmak istedikleri Başak Yayınevince yayımlanmış “2.Cumhuriyet Tartışmaları” adlı kitapta söyledikleri ile bugünkü yaptıkları arasında hiçbir kuşkuya yer vermeden uygulaması, Erdoğan’ın hiçbir zaman değişmediği, “başkanlı sistemi” istemesi açıkça görülmektedir.

O kitaptaki geçen o günkü sözlerin gerçeklerini daha detaylı biçimde görmek isteyenler Saadet Partisi İstanbul İl Başkanı ve MKYK Üyesi Recep Erdoğan’la röportaj bölümü sayfa 422-423’e bakabilirler. Görülecek ki, Recep Erdoğan’ın kondüktörlüğünde giden AKP katarı, istenilen hedefe doğru yol almaktadır. Eski Türkiye unutturulup, yeni Türkiye istemeleri altında yatan, 2. Cumhuriyettir.

1990’lı yıllarda Recep Erdoğan bakın ne söylüyor: “Ben Muhammed Müslüman ümmetindenim. Türkiye dinsiz, laik bir memleket haline gelmiştir. Hayatımı Mustafa Kemal dinsizliği ile savaşa adayacağıma, Türkiye’yi bir din ve şeriat devleti haline getirmek için mücadele edeceğime, Kemal Paşa zamanında çıkarılan dinsiz kanunların tatbikini önleyeceğime, kısa zamanda ümmet esasına dayanan, şeriat devletinin kurulması için çalışacağıma, dinin, Allah'ım ve bütün mukaddesatım üzerine yemin ve kasem ederim” diyerek ant içer.  

Bir final maçı yapıldı. Yenen ülkenin hâkimi oldu, yenilen söz hakkını kaybetti sanki!

Orada Recep Erdoğan şöyle konuşuyor:

a- “İki binli yılların dünyasında ve Türkiye’de artık Kemalizm’e yer yoktur” diyordu.

b- “Demokrasi, rejimi değiştirmek için araçtır... Hangi sisteme geçmek istiyorsanız, bu düzenlerin seçiminde bir araçtır. Yani demokrasi ile düzenler gelir, düzenler gider”  der sayfa 419.

c- “Türkiye Türklerindir gibi tezler yanlıştır” demişti.

d- “Osmanlı eyalet sistemine geçilebilir” demişti.  

e- “Örneğin Kürtler biz ayrı yaşamak istiyoruz diyebilirler... Bağımsızlık isterlerse, tamamen ayrılmak isterlerse, buna hakkı var mı, kudreti olmayabilir”  demişti.

f- “70 yıllık (1993 itibariyle)  tarihinde Türkiye Cumhuriyetinin katı bir üniter anlayışa sahip olmuştur. Şu anda Türkiye Cumhuriyetinde 27 etnik grup yaşamakta. Bu 27 etnik grubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir. ‘Türkiye Türklerindir’ gibi tezler yanlıştır” demişti sayfa 420- 422.

g- “Rejimi kuran militarist ve sivil bürokrasi, demokrasi ve cumhuriyet kavramlarını kendi egemenliklerini ve dayatmalarını halka kabul ettirmek için aracı olarak kullanmıştır”  demişti, sayfa 419’da.

h- “Ne yazık ki Türkiye’nin 70 yıllık tarihi boşa harcamış bir zamandır... Burada sırf Müslümanlara reva görülenleri hatırlatmak yeterlidir: İstiklal Mahkemeleri vasıtası ile kurulan darağaçlarında kimlerin ve hangi suçlamayla idam edildiğini nasıl izah edecekler? Tevhid-i Tedrisat Kanunu nelerin önünü tıkamak, nelerin önünü açmak içindir? Harf İnkılâbı vasıtası ile bir ülkenin tamamının bir anda sıfır okur-yazar seviyesine indirgenmesi kimlere yaramıştır?” demiştir sayfa 421- ve 432  

Art ve taraflı bir zihniyetin ürünü olarak Erdoğan’ın söylediği gibi 70 yıllık cumhuriyet boşa harcanmış bir dönem değildir, aksine Türkiye’yi medeniyet kapısına oturtmuştur. Tevhit-i Tedrisat Kanunu ile de Tayip Erdoğan’ın üniversite okumasının önünü açmıştır ve dediği gibi Türkiye bir günde cahil falan kalmamıştır, aksine okurluluk oranını oldukça artırmıştır. Erdoğan’a birileri söylesin ki, Türkiye’de cumhuriyet kurulduğunda okuryazar oranı  %10 kadar erkeklerde, kadınlarda ise %0 denecek kadar azdı.

i- “Türkiye'nin yarınında artık Kemalizm’e veya başka herhangi bir resmi ideolojiye yer yoktur. Kemalizm yeniden kendini üretmesi söz konusu değildir. İki bin’li yılların dünyasında ve büyük dünya ailesinin bir birimi olan Türkiye’de artık Kemalizm’e ve Kemalizm benzeri rejimlere, sistemlere yer yoktur” demişti sayfa 425.

Şimdi özendiği, arkasına Orta Doğu diktatörlerinden bezmiş, bıkmış, zulüm görmüş yığınların alkışına kendini kaptırıp “biz bize yeteriz” dediği diktatör ülkelerin kitleler bir bir ayaklanıyorlar ama yerden yere çarparak hırpalamak istediği Mustafa kemal ve rejimi onu bile ayrım gözetmeksizin başbakan yaptı. 

Huylu huyundan vazgeçer mi? Tayyip Erdoğan “değiştim” diyerek geldi Başbakanlık koltuğuna oturdu. Değişmiş görünüp değişmediğini her defasında icraatlarıyla kanıtladı; kıvamını tutturdukça bildiğini, inandığını yeri ve zamanı geldikçe yapmaktadır.

Metin Sever ve Cem Dizdar’ın 1993’de yazdıkları “İkinci Cumhuriyet” adlı kitaptaki o konuşmalarında “Biz Türkiyeliler” diyen Recep Erdoğan, hedefe giden yolda bütün engelleri desise, entrika ve hile ile aşıyor. Türkiye Cumhuriyetinin var oluşuna karşı yeni yol ve yöntemler arama, Kemalizm’i reddetme, cumhuriyeti dönüştürme ve ülkeyi kendilerinin zihniyetlerine göre tasarımlamak için kurulmuş tuzaklar “açılım” adı altında gerçekleştirilmektedir.

LANETLİ GELEN “ARAP BAHARI” KIŞ GETİRDİ
“Arap Baharı” adı altında başladı Büyük Ortadoğu Projesi, şiddetli bir deprem gibi geldi, Ortadoğu’yu enkaza çevirdi. Bölgede değişik halkları, değişik mezhepten olanları birbirlerine düşürüp, bir daha bir arya gelemeyecek utanılacak duruma getirdi. 

Büyük Ortadoğu Projesi altından IŞİD çıktı, Irak’ın parçalanması, Suriye’nin yerle bir olması, Mısır’ın gelecek kaygısı çıktı. Sonuç ortada. Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri çözüldü, koptu birbirlerinden, dağıldılar, birbirlerinin etine kemiğine kurşun sıkıyorlar…

Meydanlarda bir zamanlar gururla hiç dilinden düşürmediği "Büyük Ortadoğu Projesi Eşbaşkanıyım" diyen, neden uzun zamandır diline almaz oldu acaba?(...) 

BOP PROJESİ EŞBAŞKANI GÖRVİ (NDE!)
Recep Erdoğan, günümüz Ortadoğu’nun felaketinden baş sorumludur. Bangır bangır defalarca, “Büyük Ortadoğu projesinin eş başkanıyım”  demiştir. Orijinal adı Greater Middie East olan BOP, Amerika Birleşik Devletlerin 43. Başkanı Bush hükümeti tarafından ortaya atılmıştı. Batıda Fas’tan Pakistan’a kadar uzanan alanlarda, Güney’de Aden kıyılarından, kuzeyde Karadeniz kıyıları ve dahi, Türkistan yaylalarına kadar alanları kapsayan Müslümanların yaşadıkları ülkeler olması ve “demokrasi getireceğiz” diye bir eş başkan Recep Erdoğan’ı seçmişlerdi.  

13 Ocak 2009: “İkide bir Türkiye’de bir şeyler söyleniyor. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı BOP Eşbaşkanı’dır, oradan çekilsin’ diyorlar. Bakın bunu anlatmak istiyorum. Değerli arkadaşlar BOP amaçları bellidir ve o amaçların içerisinde Türkiye üstlendiği görevde bellidir.” Diye devam ediyor.

Recep Erdoğan, değişik zamanlarda meydan olsun, toplantılar olsun konuşmaları içinde 34 kez BOP Projesinin Eşbaşkanı olduğunu itiraf etmiştir.

Ve şöyle sürdürüyor: “Türkiye’nin Ortadoğu’da bir görevi var ve bu görevi yapıyoruz. BOP Ortadoğu barışına yönelik olarak kurulmuştur Ve burada Türkiye’ye de bir görev verildiğidir. Biz bu görevi üstlendik”  der.

Bir başka konuşmasında Recep Erdoğan BOP Eşbaşkanlığı için 16 Şubat 2004’te: “Biz Ortadoğu ve Kuzey Afrika Eşbaşkanlarından bir tanesiyiz ve bu görevi yapıyoruz” diyor” Ve dahi: “Türkiye Cumhuriyeti başbakanı BOP projesi Eşbaşkanıdır. Bu proje içerisinde Diyarbakır bir yıldız olabilir, bir merkez olabilir”  der. 

Eleştirilere şöyle diyor:  “Ellerine bir kâğıt almışlar. Dolaşıyorlar. ‘Amerika’nın bir projesidir’ diyorlar. Bunu ispat edelerse biz her şeye varız. Ama ispat etmezlerse alçak, namussuzlardır. Bu kadar açın ve net konuşuyorum, bu kadar ağır konuşuyorum”  diyor. 

BOP Projesinin Eşbaşkanı Recep Erdoğan, günümüz Ortadoğu’nun felaketinden baş sorumludur. Bangır bangır defalarca,  “Büyük Ortadoğu projesinin eş başkanıyım”  demiştir.  Orijinal adı Greater Middie East olan BOP, Amerika Birleşik Devletlerin 43. Başkanı Bush hükümeti tarafından ortaya atılmıştı. Batıda Fas’tan Pakistan’a kadar uzanan alanlarda, Güney’de Aden kıyılarından, kuzeyde Karadeniz kıyıları ve dahi, Türkistan yaylalarına kadar alanları kapsayan Müslümanların yaşadıkları ülkeler olması ve “demokrasi getireceğiz” diye bir eş başkan Recep Erdoğan’ı seçmişlerdi.

Kendinden güçsüze Firavun, kendinden güçlüye köle olan bir toplum var karşınızda.

Ama dedikleri, “Yeni Türkiye” girmeden ilk icraatları
Deniz Feneri, Oğulların Gemicikleri, Ayakkabı Kutuları, Para Sayma Makineleri, Havuz’da Toplanan Milyonlarca dolarlar, Gizli Tanıklar, Ergenekon Rezaleti, Balyoz fiyaskosu, Kumpas kurmalar, Sahte CD’ler, Tapeler, Sahte deliller, Bülent Arınç’a Suikast foyası ve Kozmik Odadan Çalınan devlet sırı bilgiler. Uludere, Reyhanlı, MİT-TIR, Musul’da Rezaletli Kaçırılan Konsolosluk Personeli, İŞİD, El Nusra, El Kaide, Yasin El Kadı, Suriye, Irak, Mısır, Libya, Libya’ya Çanta Dolusu Taşınan 100 milyon Dolarlar, Tunus,

Hesabı sorulmayan 700 bin liralık kol saatleri, Çikolata kutularına doldurulan dolarlar, Bilal oğlanın TÜRGEV Vakfı, Rıza Zerrab, Sıfırla oğlum avroları, alınan villalar, Alo Fatihler, Destan yazan polisler, Öldürülen gençler, İçeri tıkılan gazeteciler, TMSF, Arsalar, Gökdelenler, İhaleler, Torba Yasalar, Çiğnene yargı, tanınmayan Anayasa, işlemeyen hukuk var.

Şimdi özendiği, arkasına Ortadoğu diktatörlerinden bezmiş, bıkmış, zulüm görmüş yığınların alkışına kendini kaptırıp  “biz bize yeteriz”  dediği diktatör ülkelerin kitleler bir bir ayaklanıyorlar ama yerden yere çarparak hırpalamak istediği Mustafa kemal ve rejimi onu bile ayrım gözetmeksizin başbakan yaptı. 

Huylu huyundan vazgeçer mi? Tayyip Erdoğan, “değiştim” diyerek geldi Başbakanlık koltuğuna oturdu. Değişmiş görünüp değişmediğini her defasında icraatlarıyla kanıtladı; kıvamını tutturdukça bildiğini, inandığını yeri ve zamanı geldikçe yapmaktadır.

Metin Sever ve Cem Dizdar’ın 1993’de yazdıkları “İkinci Cumhuriyet” adlı kitaptaki o konuşmalarında “Biz Türkiyeliler” diyen Recep Erdoğan, hedefe giden yolda bütün engelleri desise, entrika ve hile ile aşıyor. Türkiye Cumhuriyetinin var oluşuna karşı yeni yol ve yöntemler arama, Kemalizm’i reddetme, cumhuriyeti dönüştürme ve ülkeyi kendilerinin zihniyetlerine göre tasarımlamak için kurulmuş tuzaklar “açılım” adı altında gerçekleştirilmektedir.

Hedef 2023; Cumhuriyeti Sonlandırmak
Bernard Lewis cumhuriyetin 2023’de sonlanacağına dair şöyle der: “AKP Hükümetin kurumları ele geçirmede çok becerikli olduğunu, iş topluluğunu, akademik topluluğunu, polisi ele geçirdiğini, bir tek Anayasa Mahkemesi ve yargının kaldığını ancak onu da ele geçirmek için çalıştıklarını ve başarılı olurlarsa bu yoldan devam edeceklerini” söyler. Ve dahi: “AKP’nin nihai hedefi İslam-i demokrasi, bu demokrasinin tek yönlü sokak olması anlamına gelir. Bu yolla gelirsiniz ama aynı yola giremezsiniz” der.  

Erbakan 70’li yıllarda Lozan için: “Bir oyundur” demişti. Aradan 20 yıl sonra 1994’de Rum Ortodoks Patriği Başkanı Bartholomeus da: “Lozan’ı tanımayız” demiştir.

Abdullah Gül: “Türkiye Cumhuriyetinin sonu geldi. Kesinlikle laik sistemi değiştirmek istiyoruz” der.

Eski Dışişleri Bakanı, yeni Başbakan Davutoğlu: “Osmanlı Milletler topluluğu”  yaratmasından söz eder.

Abdullah Öcalan, İmralı Adasındaki kuytu hücresinden sesini yükseltir: “Kemalist cumhuriyet batmıştır, çözüm; Osmanlı eyalet sistemidir”  der.

AB: “Kemalizm Türkiye'nin yolunu tıkadı” tezini her defasında dile getirir.     

İnsanlar susturulmuş, en pahalı et yiyorlar, en pahalı benzin kullanıyorlar, zamların adını değiştirmişler, zammın adı “güncelleştirme” koymuşlar, bu milletten ses soluk çıkmamıştır.

“Artık ülkede sembolik değil, fiili gücü olan bir cumhurbaşkanı var. Geriye dönük olarak Anayasayı ve kanunları güncelleme çağrısında bulunuyor ve zorbalıkla diyor ki "İsteseniz de istemeseniz de sistem değişmiştir” diyor. Bu sözlerinden anlıyoruz ki, tek başına, iktidarı kendi başkanlığı altında, ne derse, neye kara verirse onların yapılmasını istiyor.
Selman ZEBİL 28 Kasım 2015

10 Ağustos 2015 Pazartesi

PKK ve ÇÖZÜM SÜRECİ


PKK ve Çözüm Süreci

Devlet uzun süre suskun: “Aman çözüm sürecine zarar gelmesin” derken PKK sığınaklara yığınak yapıyor, yol kesiyor, kimlik soruyor, vergi topluyordu. Ne yaparsanız yapın, iktidar yıllarca bu halkı “kan akmıyor, şehit cenazeleri gelmiyor” diye oyaladı. Her şey bu milletin gözü önünde gelişti ama kimse görmek ve duymak istemedi. Şu günümüzde yeniden silaha sarılıp askerlerimizi öldürmeye başlayan PKK hiçbir zaman silahları omuzlarından indirmedi.

Bu milleti öylesine aldattılar ki, “Kürt sorunun çözüyoruz”  diye  “Barış süreci” diye kurnazca bir şey başlattılar. Hayaldi, bunu onlarda biliyordu ama hesapçı, çıkarcı bir edayla işin içindeydiler. Daha önce “Kürt sorunu var”  derlerken “ne Kürt sorunu, biz bütün sorunları çözdük”  demeye başladılar, Kürtçe yazılmış Kur-an bile salladılar. Siyaseti bu ya!  “Elinde Kur-an, dilinde yalan, kursağında haram, kendinden yana olmayan herkes düşman, önüne gelen herkese haddini bildirmeye çalışan, bağıran, çağıran bir adam”  diyenler her geçen gün çoğalıyor.

Zayıf bir demokrasi ile Kürt sorunu çözülmeyeceği belliydi. Dahi, daha da var olan az buçuk demokrasiyi de budayarak, demokratik standartları düşürerek Kürt sorunu çözmek hadleri değildi… 

PKK Ağrı dağında temsili mezar kazdı. Mezar taşına; “TC” (Türkiye Cumhuriyeti) yazdı ve “TC”’nin gömülme töreninde konuşan HDP Milletvekili Hüsamettin Zenderlioğlu:  “Kürtler uyandı, hiç boşuna çırpınmayın”  derken…

HDP milletvekili Pervin Buldan: “PKK terör örgütü değildir”  derken
HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş: “HD, başkan Apo’nun projesidir, bunu unutmadan çalışmalıyız”  derken…

Yine Selahattin Demirtaş: “Bu halk Abdullah Öcalan’ın posterini Kürdistan’a asmayacak ta nereye asacak? Buna alışsanız iyi olur, çünkü biz daha başkan Apo’nun heykelini dikeceğiz, heykelin”  derken…

Figen Yüksekdağ: “Biz sırtımızı YPG’ye YPJ’ye yaslıyoruz. Söylemekten de çekinmiyoruz”  derken…

HDP Milletvekili Osman Baydemiz: “Devlet aklına mesajımız var, ‘hassiktirin’ diyorum” derken…

HDP Milletvekili Abdullah Zeydan: “Kürt halkının gücünü test etmeye çalışanlara çağrı yapıyoruz, PKK sizi tükürüğüyle boğar”  derken…

DDP Milletvekili Burcu Çelik Özkan, köy korucularına şöyle seslenir: “O keleşi size çevirmesini çok iyi biliyoruz. Bu memleketten def olup gideceksiniz”  derken…

HDP Batman mitinginde: “Barajı aşarsak bizler bulutuz, güneşsiz, yağmursuz, barajı aşamazsak, benim meskenim dağlardır dağlar”  pankartı asarlarken…

HDP Milletvekili Sırrı Sakık: “Ellerinde bayraklarla Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek saldıranlara demiştim k, Mustafa Kemalin askeri değil, generali olsanız ne yazar, it sürüleri”  derken…

HDP Milletvekili Altan Tan: “CHP yerli inek gibi, dünya kadar ot yedirirsin, sütünde artma olmaz”  derken...

HDP milletvekili Adil Zozani, TBMM çatısı altında: “Kemalizm dediğiniz şey, bir parça Hitler, bir parça Mussolini’dir” derken…

Cumhurbaşkanı Recep Erdoğan ne diyordu? 
“Annemin kokusunu duymasam ölürüm!” ama anneler evlatlarının kokusunu almadan Recep Erdoğan’ın kibri yüzünden öldürülüyorlar…

Başbakan Ahmet Davutoğlu: “Evlatlarımızı feda etmeye hazırız.” Dedi ama kendi öz evlatları olanlar değil, yırtık don, delikli ayakkabı, güneş yanığı, kırışık boyunlu fakir fukara evlatları feda edilenler. Sonra çıkıp meydanlara utanmadan mili ve dini duyguları sömüren, “Oğlunuz şehit oldu” diyorlar saf insanlara. Aslında gerçekler başka: “Davutoğlu’nun “feda etmek” istedikleri fakir, fukara evlatları, kendilerinin oğullarının kızlarının istikbali için onların ölümüne biz nedeniz”  diyemiyorlar.

Erdoğan ve AKP için demokrasi bir hayaldi, AKP’nin söylevi, siyasi manevra alanları yaratmak için “Analar ağlamasın”  bir tür palavraydı; geçici olarak halkı aldatmacaydı. Bu aldatmacaya muhalefet bile inandırılmıştı. Ulus devlet kurulurken halk vardı, halklar değil. AKP lideri Erdoğan sürekli halklardan ve 36 etnik topluluklardan söz etti durdu. Böyle, bu sözlerle AKP büyük hata yaptı, işi yüzüne gözüne bulaştırdı ama yaptığı hatalarını sorgulamadı, suçu muhalefete atma yolunu seçti. Yeniden çok tehlikeli hatalar yapmaya başladı. Yedi Haziran azimetinden sonra, “Ben yoksam terör gelir” tehdidine çılgınca sığınmayı seçti.

Yıllardır “Çözüm süreci” diye aldatıldı bu millet. AKP yıllardır PKK ile kuzu sarması, can-ciğer oldular bir zaman. Çünkü Güneydoğu da HDP baraj sıkıntısından doları hak etmedikleri oylar kendilerine getiri sağlıyordu. Barajı aşan HDP, AKP’nin hak etmediği oyları kapınca kızılca kıyameti kopardılar, ne “çözüm süreci”  kaldı nede kuzu dolması, can-ciğer sevda kaldı. Kibrin darbesiyle, ülkeden yeniden kan akmaya başladı, anaların gözyaşları yanaklarını sıyırdı aktı yerlere…

Savaş dedikleri şey salt sınırlarda değildir, laik demokratik cumhuriyetin kökünden yıkmaktır, Yani Türkiye cumhuriyetini yiyip bitirmek, yerine savaşlar, feodal yapının yerleştirilmesi dahi, mezhep kavgalarının, aşiret ve kabile çekişmelerin yaşandığı huzursuz bir ülke durumuna getirmektir. 

Öcalan Hakkında Ne Demişlerdi?
Recep Erdoğan: “PKK ile görüşen arkadaşı ben gönderdim. Sıkıntısı olan bana söylesin”  derken…

Beşir Atalay: “Öcalan’ın mesajları bizim de düşüncelerimiz” dedi…

AKP Adıyaman milletvekili Mehmet Metiner: “Öcalan Türkiye’nin demokrasisine katkı sağlıyor”  dedi…

Cumhurbaşkanı danışmanı Yiğit Bulut: “Öcalan Türkiye’nin önünü açıyor” dedi...

AKP sözcüsü Yalçın Akdoğan Öcalan, olayları okuma kabiliyeti ve tecrübesi vardır…

Bülent Arınç: “Dağa çıkışlar daha nitelikli hal aldı” dedi…

Bülent Arınç: “Sayın Öcalan demeyi ve PKK bayrağı asmayı suç olmaktan çıkardık”  derken…

Sadullah Ergin: “Öcalan, bölgenin real politiğini daha sağlıklı değerlendiriyor” dedi…

Yasin Aktay:  “Öcalan dünyanın geleceğini iyi okuyor.”  Dedi…

Başbakan Davutoğlu danışmanı Etyen Mahcupyan: “Öcalan’ın çok geniş bir prestij alanı var, nadir insanlardan birisi”  der…

Ahmet Davutoğlu: “Kürtçe yasağını biz kaldırdık. Bana serok (başkan) Ahmet diyorlar” dedi…

AKP destekçisi gazeteci Nihal Bengisu Karaca: “Öcalan çıktı geleceği gösteren bir konuşma yaptı. Eğer Öcalan’ın Nevrozda uzattığı eli havada bırakırsa bunun vebali altında kalırız”  dedi…

AKP medya maymunu Emre Aköz: “PKK bir terör örgütü değildir” dedi…

Şarkıcı Ahmet Kaya: “Vallahi Abdullah Öcalan’ı özledim” dedi… 
 
MHP Ne yaptı?
2007’de Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi için 367 milletvekili gerekiyordu.

MHP yetişti AKP’ye 367’i buldular Abdullah Gül AKP’den cumhurbaşkanı oldu…

2008’de Türban yasağının kaldırılması için AKP’nin gücü yetmeyince MHP yetişti, türban yasağı kalktı, türban ilkokullara kadar girdi…

Zorunlu din dersinin ilkokullara kadar girmesi için 4+4+4 eğitim sisteminin meclisten geçirilmesi gerekiyordu. Yine AKP’nin zorlandığı yerde MHP koşarak yetişti, omuzladı MHP, AKP ile birleşerek yasayı geçiriverdiler…

AKP’nin alkol yasağı tasarısına MHP Başkanı Devlet Bahçeli: “Güzel bir tetbir olarak başlangıç kabul etmek lazım”  diyerek yasanın geçmesi için omuz verdi AKP’ye…

7 Haziran seçimleri Recep Erdoğan’ı çaresiz, kara kara düşüncelere dalmışken, tam bu arada Meclis Başkanı seçimi çıktı. MHP AKP adayını destekleyerek bir daha AKP ile gizli ortak olduğunu göstermiş oldu…

Öğrendik ki, Ülkücülük, cahillikten başka bir olgu olduğunu artık bilmeyen kalmadı. Arapça konuşanı Kürtçe konuşuyor diye bıçaklayan hırpaniler, bayrakları karıştırıp Ermenistan bayrağı sanıp Kolombiya bayrağını yakan cahiller, Çinili Fırın adını neye geldiğini algılayamayıp, Çinli anlayıp fırını taşlayan salaklar, Çinli diye Korelilere saldırılar, Uygur Türkünü Çinli diye hırpalarlar.

İşte bunların milliyetçiliği ağızlarına aldıkları sakız gibi çiğneyip duvarlara yazan cahille çok tehlikelidirler.

AKP’liler öte yandan ayakkabı kutularına tıka basa dolarlar doldurdular, kollarına 700 bin liralık saatler taktılar. Dahi onları oğullarının kızlarının para sayma makineleri, para istifleme kasaları vardı. Öte tarafta, “Sivas’ın ötesine geçemeyen muhalefet” diyen fert, Sivas’ın öte tarafında bu milletin saygı duyduğu bayraklarını yakıyorlardı, kent merkezlerinde pusudan kurşun yağıyor, beyinlerinden askerler vuruluyordu. Daha 2 ay önce elinde Kur-an sallıyordu alay edercesine…

Reza Zerrab ne yapıyordu? Boğazın kıyısında her Türk’e nasip olmayan atalardan yadigâr yalıyı kafasına göre değiştiriyor, mimari özelliğini bozup dağıtıyordu… Ama o Atatürk ve İsmet İnönü’ye  “İki ayyaş”  diyordu… Dahi, Türk diye bir ırk yoktur diyen yandaşlar ve danışmanları vardı. O da milliyetçiliği ayakları altına almış eziyordu… Ve dahi, Şehide kelle deyip, Apo’ya sayın diyenlerdendi…


28 Haziran 2015 Pazar

İSLAM TARİHİNİN EN KANLI LEKESİ KERBELA OLAYI

Kerela'da Hüseyin
Kerbela ve Sonra İslam                   Dünyası
İlk Türkmen ayaklanmalı eylemler kökeninde din faktörü öncelikli değildi. Türkmen ayaklanmalarına dinsel kılıf her zaman gördüğümüz gibi merkezi otoritenin bahanesi ve saldırganlığına kılıfı olmuştur. Anadolu’ya Türklerin yak bastıklarından bu yana yerli Hıristiyan halklarla, ufak tefek “şu bu” kişisel nedenler dışında herhangi bir dinsel çatışma içinde olmamıştır. Türkmenlerin dinsel nedenle Hıristiyanları kötü bir davranış içinde olmadılar. Çünkü Türkmenlere Hıristiyanlık kötü bir etki tesir edip üzerlerinde böyle intiba bırakmamıştır. Türkmenler Anadolu’da var olduklarında, taassuptan uzak, bağnaz yobaz olmayan, şeriata bağlı kalmayan, eski görenek ve geleneklerini, derinlemesine olmayan, görünen basit bir Müslümanlık cilası altında, eski Gök Tanrı dini ve Kamcılık desturunda Şaman kılıklı Baba-Dedelerin Türkmen heterodoks bir Müslümanlaşma anlayışı ile karşılaşırız.

Osman Turan (1) şöyle der: “Yunus Emre, Hacı Bektaş, (…) Baba İshak (İlyas) gibi büyük Türkmen şeyhlerinin (Baba-Dedelerinin) Anladığı ve telkin ettiği İslamiyet, Türk Şamanizm’i ve sair menşelerden gelen inanışlar, halka kadar inmiş, geniş tasavvufi fikirlerle imtizacından mürekkep olup, medrese mensuplarının da şeriat kaidelerine karşı lakayt bir mahiyette idi.

Bu sebeple kendilerine mensup olan cemaatlerin, inanış ve yaşayışları İslamiyet’e aykırı olsa dahi buna pek ehemmiyet vermiyorlardı. Anadolu Gibi birçok akidelerin kaynaştığı bir içtimai muhitte yaşayan bu Türkmen şeyhlerinin bir kısmı yalınız doğrudan doğruya kendilerine mensup Şii-Şaman hayat ve akidelerine bağlı Türkmenlerin değil, Sünni Türklerin ve hatta Hıristiyanların bile, bilhassa ölümlerinden sonra, velileri haline gelmişlerdir.”  Der.

Allah ve adını kılıf olarak kullananlar dönemde egemen güçler olmuştur. Halkı Allah ile aldatarak peşlerine taktıkları yoksul halklar, mezhep farklılıkları kışkırtmalara neden edilerek birbirlerini kıymaları için hep egemen güçlerin işi olmuştur. Bu işten halklar kaybeden, egemen güçler ise kazanalar olmuşlardır. Dinsel temel üzerine inşa edilen saltanatlarına meşruluk kazandırmak, “cihat/fetih/şahadet” seslenişleriyle halka coşturucu enerji verilerek, vaat edilen, “ebedi cennet” için insanları kışkırtan ve savaşlara sürükleyen egemen güçler, onların kanları üzerinden saltanatlarını temin altına alarak rahatlıkla sürdürenlerdir.   

M.S.680 yılında Muaviye’nin ölümünden sonra, Muaviye’nin oğlu Yezit, Hüseyin’e hiçbir seçenek bırakmak istemiyordu. Babası Muaviye, Hüseyin’in kardeşi Hasan ile yaptığı anlaşmaya rağmen tahtı oğlu Yezit’e bırakırken, oğlu Yezit’i şöyle uyarıyordu: Ebu Bekir oğlu Abdurrahman’a, Zübeyir oğlu Abdullah’a, Abbas oğlu Abdullah’a, Ömer oğlu Abdullah’a ve özellikle de kendine biat etmemiş olan Ali oğlu Hüseyin’e karşı uyarıyordu. Dahi sağlığında Muaviye, egemen odakları oğlu Yezit’e biat ettiriyordu. Abisi Hasan’dan çok farklı olan Hüseyin boyun eğmiyor, Emevi zulmüne ve Yezit’e karşı başkaldırıyordu. 

Hep hayal kırıklıklarından bıkmış, yorgun düşmüş olan Hüseyin, Mekke’ye göç eder. Süren baskılar yüzünden oradan ayrılmak zorunda kalır. Irak’ta bulunan Küfe kentinden destek verecekleri bilgisi gelir. Yakın çevresini yanına alarak Küfe kentine doğru yola çıkar. Bu arada Yezit, bu yönelimi üzerine Basra Valisi Abdullah b. Ziyad’ı Küfe’ye vali atayıp onun aracılığıyla zulüm siyaseti uygulanır. Hüseyin’e karşı küfe’de kontrol kurar. Hüseyin’in Küfe’ye gönderdiği elçisi Müslim b. Akl’i yakalatıp işkenceyle saf değiştirmeye zorlar. Başaramayınca da kafası kesilerek halka yıldırmak için Küfe sokaklarında dolaştırmışlardır. İş böyle bitince, Hüseyin’in kentle olan bağlantısı da kopmuş olur. 

Küfe yolunda ki Hüseyin, Kerbela denilen yerde, Fırat nehri kıyısında, ama suya ulaşılması olanaksızlaştırılmış kuşatma altında kalmışlardı. Hur bin Yezit komutasındaki iki bin Emevi ordusu, bu kuşatmayla onun hem ilerlemesini hem de geri gidişini engelleyecekti. Susuzlukla biate zorlanan Hüseyin ise, direnme kararlı gücünü sürdürmektedir. Peygamber tarafından cennetlikle müjdelenmişlerden Sad bin Ebul Vakkas’ın oğlu Amr komutasında dört bin kişilik ek bir güçle desteklenerek artırılacaktı. Güçler arasında oldukça çok eşitsizlikler vardı. Hüseyin’in güçleri, bir kısmı çocuk ve kadınlardan oluşan 155 kişiden oluşuyordu. Bunların içinde savaşçı durumda olan 32 süvari, 40 piyade olmak üzere 72 kişiden ibaretti. Karşılarında karınları tok, tam teşekküllü altı bin askerden oluşan bir orduydu.

Bu eşitsizliğe karşı sabah gün ağarırken başlayan savaş, gün batımına kadar sürmüştü. Hüseyin’in yanındaki savaşçıları bir mucize yaratarak, adeta 6 bin kişilik Yezit ordusunu oldukça yıpratmışlardı. Sonuçta, Hüseyin’in ölümüyle savaş sona ermiştir. Aldığı emir üzerine başta Amr, Hüseyin olmak üzere Kerbela şehitlerinin başları gövdelerinden keserek Küfe valisi Ziyad’a gönderdiler. İçlerinde tek sağ kalan Hüseyin’in hasta oğlu Zeynel Abidin ve kadınlar da bu boyunlarına zincir takılarak parçalanmış cesetler arasından geçirilerek Küfe’ye, oradan Şam’a Yezit’e götürülmüşlerdir.

Bu arada Hüseyin’in kardeşi Zeynep, bu korkunç acı tablo karşısında kendini kaybetmiş biçimde:  “Ya Muhammed, sana semanın melekleri salât ve selam götürsün. İşte Hüseyin’in kanlara bulanmış, uzuvları kesilmiş, kızların esir, zürriyettin maktul” diyerek çığlıklar atıyordu. Korkutulmuş, susturulmuş haktan sesiz bir protesto yükselir; “Bu işte payı olanların asla cennet yüzü görmeyeceği”, Kadınların Hüseyin için yaktığı ağıtlar İslam coğrafyasında dolaşıyor, Yezit’in sarayında bile bu yapılan haksızlıkları herkes kınıyordu. Öyle bir yayılır ki, Yezit korkmaya başlar, Kerbela’da sağ kalan Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin ve kadınları Şam sarayında giydirir, karınlarını doyurur, onları Medine’ye gönderir ve yapılan olayların suçlusu olarak da Küfe valisi İbn Ziyad’ın üzerine yuvarlar ve sorumluktan kurtulmaya çalışır.     

M.S.680 yılında İslam tarihine en kanlı kara leke, en derin iz bırakan, İslam’ın itibarına en ağır darbe vuran, sonrasında İslam’ın iyice monarşist yola sokan ve mutlak bir bölünmeye iten, peygamber soyunu kurutan Kerbela olayı sonrası süren İslam’ın günümüze kadar süren gelen çilesinin başlangıcıydı. Yezit karşında hiçbir şansı olmadığının farkında olan Hüseyin, Kerbela’da ölümlüne kararlılık, ona bağlı, onun bu davranışını örnek alan sevenleri, İslam kültür coğrafyasında bir biçimlenme ile her zaman adına ilanı yas ile anılırken, ona bu zulmü hak gören Yezit ve soyu, hep lanetle bir soy olarak anılır olmuştur.

13. yüzyılda Anadolu
13. yüzyılda Anadolu, “Ehli-Sünnet harici” dinsel eğilim günümüzden çok farlıydı. Turgut Akpınar, “Tarih ve Toplum” dergisi sayı 82, s.15’de, Tanınmış Osmanlı tarihi yazarı Jorga yapıtına kaydettiği bir Venedik belgesi (…) Osmanlı Anadolu’sunda ahalinin beşte dördü Alevi olarak göstermektedir. Hava böyle iken, Osmanlının ilk dönemleri de bu yapıyla, bu dini anlayışla, böyle bir gevşek dinsel anlayış yapısında Osmanlının ilk kuruluş yıllarına tanık oluyoruz. Buna bir örnek: “Orhan Gazi’ye ait Vakfiyede Bursa’nın zaptında büyük hikmeti ve askeri coşturarak zaferde büyük katkısı olan heterodoks gazi dervişlerden Geyikli Baba’ya bir bölüm arazi ile iki yük şarap ve iki yük rakı verilmesi kaydı” (*) vardır. İlginç değil mi? Orhan Gazi’nin Geyikli Baba’ya; “İki yük şarap, iki yük rakı” göndermesi!

Aşıkpaşazade tarihinde; Geyikli Baba, kendisinin Baba İlyas müridi olduğunu, Seyit Ebül Vefa tarikatından olduğunu açık bir biçimde ilan eden (**) bir şahsiyettir. Ebül Vefa tarikatının izinden gelen Baba İlyas, Selçukluya karşı 1240 yılında ayaklanmış bir önderdir. Sencer Divitçioğlu’da belirttiğine göre Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Gazi’nin de Babai-Vefai inancına bağlıdır. Beyliğinde yanına Ebul Vefa halifelerinden Ede Bali gibi birini alması da bunu kanıt olarak göstermektedir.

Osmanlı’nın kurucusu Osman diye bilenen, Osman değil “Odman” (Türkçe ateş adam) olduğu, resmi tarihçilerin kullandığı bir addır” dır.

(*) H.Ziya Ülken’den kaynak aktarma Turgut Akpınar “Tarih ve Toplum Dergisi” sayı 82, s. 15
(**) Aşıkpaşazade Tarihi, s. 45

TURANCI-TÜRKÇÜ-SOSYALİST ETHEM NEJAT (1881-1921)

ETHEM NEJAT (1887-1921) Annesinin adı Cavide, babasının adı Hasan'dır. Anne tarafından dedesi Ahmet Cavit Paşa, Çerkes İttihat ve Teavün...