5 Mayıs 2016 Perşembe

ÜLKEDE SİYASİ DARBE YAPILDI, İKTİDAR VESAYET ALTINDA

Bir Komplo İle Ahmet Davutoğlu Alaşağı Edildi

Şimdiye kadardır inancı, dinini, kitabını, imanını Allah’ını, peygamberini siyasete bunlar kadar alet eden bir iktidar görülmemiştir. Şimdiye kadar bunları yaptığı uygarlık düşmanlığı, demokratik laik cumhuriyeti yıkma sevdalısı bir başka parti görülmemiştir.

Kurduğu bir komplo ile Davutoğlu alaşağı edildi; bütün gücün elinde olmasını isteyen tarafından. Sınırsız, sorumsuz, sorunsuz ama güçlü olmak istiyor. Türkiye’nin demokratik siyasi birikimini bir çırpıda altüst ediyor. Gelecek için verilecek demokrasi kültürünün önünü kesiyor. Ülkeyi tekeline geçirmek istiyor. Yani, ülkenin sonunun pekiyi olmayacak karabete doğru hızlıca gidiyor saraydaki kişinin yaptığı “darbe” ile. Kısacası gözü güce doymuyor, daha fazla güçlülük istiyor,  “ille de başkan olacağım”  diyor

Hırs ve bencillik, Türk siyasetinin geleceği için ülke Recep Erdoğan saplantılarını hayata geçirme için yola çıktığı en yakınındaki arkadaşlarını yarı yolda bırakarak, yoluna yeni edindiği arkadaşları ile devam etmektedir.

Saplantılarını, hayata geçirmek için kendisine sunulan emperyalist amaçlı  “Büyük Ortadoğu Projesi Eş Başkanlığı”nı tereddütsüz kabul etmiş biri; kendi siyasi çıkarları için ve kendisine siyasi çıkar için yanaşmış, yanındaymış gibi görünen kadroların elinde bu ülke heba edilerek harabeye dönüştürülmektedir.

Erdoğan bu görüşmenin hemen öncesinde “Makamlar, insanlara hizmet için araçtır. Önemli olan bulunduğunuz yere nasıl geldiğinizi, orada ne yapmanız gerektiğini ve hedeflerinizin neler olduğunu unutmamanızdır” diyerek, niyetini açıkladı. Bu ifade,


Hiçbir siyasi kurala sığmayan şu sözler, “Seni oraya benim getirdiğimi unutur da kendini gerçekten başbakan zannederek hareket edersen, yapayalnız kalırsın” demektir.

Ahmet Davutoğlu ne demişti;  "Ülkeyi kimin yöneteceğine millet karar verir. AKP'de sık kongre olmaz"   demişti daha yakın zaman önce, AKP Kongresinden AKP Genel Başkanı seçildiğinde.  

Demek ki AKP’de Genel Başkanı halk değil Recep Erdoğan seçermiş. Ancak delegeler salt gösterilenlere oylarını verirler ve seçim yaptıklarını sanırlar, huzur içinde evlerine dönerler.

Fetullah Gülen için:  “Hasret bedeli çok ağır... Gurbet hasrettir...  Biz, gurbette olup şu vatan topraklarının hasreti içinde olanları aramızda görmek istiyoruz. Diyoruz ki, bu sıla hasreti artık bitmelidir, bitsin istiyoruz”  demişti. Ne yaptı en sonunda Fetullah Gülene:  “Feto, paralel yapı, hain, inine gireceğiz”  demedi mi? Hani Hakan Şükür içinde Kardeşim”  demiş, yanaklarında öpmüştü herkesin önünde. Unuttunuz mu?

Libya’ya gitti, sarıldı, “Kardeşim” dediği Kaddafi'nin kafasını taşla ezenlere çuvalla dolar gönderdi. Sonra Libya’da “istenmeyen ülke” olduk…

Suriye’ye gitti, Esad’ı ülkeye çağırdı, birlikte ailecek Ege kıyılarını gezdirdi, vizeler karşılıklı kaldırıldı, “Kardeşim” dediği, kısa süre içinde“Şeytan, katil Esed”  diyerek Suriye halkını Esad’a karşı ayaklandırdı, Suriye’de iç savaşa neden oldu.

Ahmet Davutoğlu AKP Grup toplantısında şöyle diyordu: “Kim ne fitne yaparsa yapsın, kim ne üretirse üretsin. Kim ne yazarsa yazsın arkadaşlar, hepimiz önce bu iki dosya yazıcının dosyasından korkalım, Allah’tan korkalım, başka hiçbir şeyden korkmayalım.”Bu satırlardaki mesaj Recep Erdoğan’aydı.  

AKP bir tür “menfaat ortaklığı” partisi olmadığına kim kanaat getirebilir ki? Bu nedenle ülke siyasi yaşamı yok oluyor, menfaat yaşama yol alıyor, birisi kazanırken, bütün ülke ateş çemberi içinde kalıyor...

Gözünü başkanlık bürümüş bir kere. Davutoğlu’nun gözünün yaşına bakmadan harcar. Bu onun öğretiden, felsefeden geliyor. Suriye siyasetini, Çözüm Süreci’ni, Dolmabahçe’yi onun üzerine yıkarak, kendisini mağdur ilan edecek ve “aldatılmışım”  diyerek işin içinden tereyağından kıl çeker gibi kendini sıyıracaktır. İbreti alem için bakın hele; en yakınında bulunanları ne yaptı! Hepsini birer birer etkisiz ve bir şey bile yapamaz durumlara getirdi:

AKP Kurucularından Abdüllatif Şener…
AKP’nin kurucularından ve “kardeşim” deyip Cumhurbaşkanlık makamına oturttuğu Abdullah Gül.
AKP Kurucularından ve partinin tüzüğünü yazan Ertuğrul Yalçınbayır
AKP Kurucularından Dengir Mir Mehmet Fırat…
Hele en yakında ki “‘Bülent Abi”  dediği Bülent Arınç birdenbire  “o zat”  oluverdi…
Dahi; Ali Babacan, Hüseyin Çelik, Sadullah Ergin, Nihat Ergün, Ertuğrul Günay, Ömer Dinçer. Bunların kimisi bakanlık yapmış, kimisi en yakın yardımcıları olarak görev yapmış kişilerdi. Acımadı, hepsini sattı, Davutoğlu’nu mu satmayacak ki?


Adamın Kinli-Nefretli Skandalları Bitmiyor

Skandal ‘laiklik’ sözlerinin ardından Kahraman’ın bu konuşması tansiyonu daha da yükselteceğe benziyor…  

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı İsmail Kahraman “Laiklik yeni anayasada olmamalıdır. Dindar anayasa olmalıdır” dedi ya, bu ilk vukuatı değildir.  2014 yılında Eskişehir’de yaptığı bir konuşmasında Cumhuriyet’i kuran kadronun “dinsiz” olduğunu ima ettiği sözleri vardır yeni piyasaya çıkan...

İsmail Kahraman o konuşmasında; “Cumhuriyet’i kuran kadro pozitivistti. 
Pozitivist nedir? Gördüğüne ve tuttuğuna inanır. Peki, ayeti tutuyor muyum? Hayır… Vahiy gördüm mü? Hayır… Ayeti reddederler. Şimdiki tabiri ile olguculuk. Pozitivizm Cumhuriyet’i kuranların ideolojisi oldu, dinden uzaklaştılar”  biçiminde sözler kullanıyor.

Dahi; Hasan Polatkan Caddesi’nin adının “Atatürk Bulvarı diye değiştirildi. Ha! Bugün matem günü ya! Atatürk öldü. Dünyanın hiçbir yerinde bir büyük adam öldü diye ağlanmaz. Bizim gibi gerici bir başka devlet yok. Her canlı ölümü tadacak. Vadesi geldi öldü. ‘o ölmez…’ e öldü. 76 senedir ölmüş adamı bırakmıyorlar.”  Diyerek Atatürk’e  “O” adam diyordu.


2 Mayıs 2016 Pazartesi

KUT'UL-AMARE SAVAŞI 29 NİSAN 1916 ve GERÇEKLER

Halil Kut Paşa ve Alman General Golthz
Recep Erdoğan çıktı, elinde mikrofon, Kut’ül Amare’nin tarihimizin şanlı zaferi olduğunu söyledi. "Kut’ul Amare’yi bizden sakladılar” dedi ama Kut’ül Amare’nin Osmanlı’nın komutanının kim olduğunu söylemedi. Keza onu da bilmezdi ya..!

Recep Erdoğan, “Kut’ul Amare’yi bizden sakladılar dedi ya, hangi tarihimizi bu millet biliyor ki de Kut’ül Amare Savaşını bilsin! Hele birde, Kut’ül Amare savaşının Osmanlı komutanı, Prusya asıllı Alman Mareşal Colmar Freiherr Von Der Goltz olduğunu hiç bilemezdi.

Osmanlı-Alman ittifakı doğrultusunda Osmanlı Ordusuna komutanlık yapıyordu.   
Maraşal Comar Freiherr von Der Goltz, 2. Abdülhamit döneminde İstanbul’a getirilerek Osmanlı ordusunu modernleştirmesi istendi.

Alman Krupp ve ülkemizde “mavzer” diye bildiğimiz uzun namlulu silahın adı olarak anılan “Mauser” şirketlerine ilk silah siparişlerini verildi. 1908’de ikinci kez İstanbul’a geldiğinde o Alman'ı “mareşal” yaptılar.

1914’te 5. Mehmet’in kurmay başkanı yaptılar sonra Irak’ta İngilizlere karşı savaşan 6. Ordu’ya komutan olarak atadılar. Kut’ül Amare Savaşı tam kazanıldığı sıralarda Mareşal Goltz yakalandığı tifüs hastalığından öldü. Onun yerine geçen Halil Paşa atandı ve savaşın sonuçlanmasında son darbeyi vurarak kazanıldı…

Kısacası Halil Kut Paşa (1882-1957)
Halil Kut Paşa, 1882'de İstanbul'da doğdu. Harp Akademisi'nde Mustafa Kemal ile aynı sınıfta okudu. Enver Paşa'nın ondan iki yaş büyük amcası. "Kut'ül Amare Kahramanı" olarak bilinir. İttihat ve Terakki Fırkasına girdi. 

Halil Kut Paşa ve “Kut’ül Amare” Savaşı (29 NİSAN 1916)
1923 doğumlu Dr. Necdet Özgelen, 21 yaşındayken Kûtu'l-Amâre Kahramanı Halil Paşa'yı tanıma şerefime ermiş kişi olarak Halil Kut Paşayı anlatır: "Yıllardır ittihatçılara 'darbeci, İmparatorluğu yıkanlar' diyorlardı. Hatta muhalif görüşlere 'ittihatçı zihniyet' diyorlardı. İttihatçıların kazandığı bütün zaferlere veryansın edip her zaman karalıyorlardı. Ama şimdi çıkmışlar İttihatçıların kazandığı, dahi daha önce bir bilgileri olmadığı “Kut-ül Amare” zaferinin 100. Yılında ne hikmetse AKP ve devletin zirvesi, o zaferi kazanan komutanı Halil Paşa'nın adını bile anmadan kutlanıyordu.

Salt Atatürk’ü küçümsemek için cümbür cemaat kutladıkları Kut’ül Amare Savaşının komutanını için “Komutanımız Mareşal Colmar Freiherr Von Der Goltz” deseydi bari daha gerçekçi olurlardı. Ama bu mareşal yeni cumhuriyetin içinde, dışında yoktur…

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamayan ve hatta iptal edenler, Kut'ün Amare Zaferi'nin 100. Yılı için düzenlenen törene katılıyorlar ve orada Recep Erdoğan şöyle konuşuyordu: “Milletimizin, medeniyetimizin binlerce yıllık tarihini, nerdeyse 1919 yılında başlatan bir tarih anlayışını reddediyorum. Her kim ki zaferleriyle ve yenilgileriyle son 200 yılımızı, hatta son 600 yılımızı soyutlayıp eski Türk tarihinden Cumhuriyete atlıyorsa bilin ki o kişi milletimizin de devletimizin de hasmıdır” demişti. Ama salt 600 yıllık tarihten söz ediyor. Türlerin tarihi daha çok eskilere dayanır ve 1932 yılında Atatürk’ün kurdurduğu “Türk Tarih Kurumu aracılığıyla asıl bu millete unutturulmuş geçmiş tarihini yeniden hatırlatılmıştır.

Yani; sözün kısası, senin 19 Mayıs’ın yok; ama bizim için Türkiye Cumhuriyeti tarihi 19 Mayıs 1919’da başlar, ümmetlikten, kulluktan, kölelikten, cariyecilikten, haremden, dili kesilmiş cellâtlardan adam olmaya adım atılışın tarihidir. Bizim tarihimizde ne Alman Mareşal Freiherr Von Der Goltz vardır, ne de Amerikan mandacılığı vardır.

Kut Şehitliği
1920 yılında Bağdat’a 180 km Kutü’l-Ammare’de inşa edilen şehitlik, etrafı duvarlarla çevrili büyük bir anıt biçiminde olup bu şehitlikte 7’si subay, 43’ü er olmak üzere 50 şehidimiz yatmaktadır. Sonuç olarak, Halil Paşa idaresindeki Kutü’l-Ammare Savaşı; Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nun en zor şartlar altında, Çanakkale’den sonra İngilizlere karşı kazandığı ve bir İngiliz tümeni bütün personeli ile birlikte esir aldığı eşsiz bir zafer olarak tarihe geçmiştir…

Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30 bin zayiat vererek geri çekilmek zorunda kalan İngiliz ordusuna Türklerin Çanakkale’den sonra ikinci defa İngiliz inadını kırdığı zaferiydi bu Kut’ül-Amare Savaşı. İngiliz tarihçi Jemes Morris, Kut'un kaybını Britanya (İngiltere) askeri tarihindeki en aşağılık şartlı teslimi olarak tanımladı.

Kaynaklar:
16 Ocak 2010, 91. yıldönümünde Kut’ül-Amare Zaferi, Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığı”  sitesi .
1957'de İstanbul'da vefat eden Halil Kut Paşa’nın anıları: “Bitmeyen Savaş" adıyla 1972'de yayımlandı.
Vikipedia


26 Nisan 2016 Salı

LAİKLİK GİDERSE?..

                                                                          

Vay Be; Sen Neymişsin İsmail Kahraman!
Bugün 75 yaşında olan İsmail Kahraman aslen Rizeli olup. Milli Görüş geleneğinden geliyor. Refahyol Hükümeti döneminde (1996-1997) Kültür Bakanlığı yaptı.

İsmail Kahraman, “Mason locası var”  diye AKP’nin ilk yıllarında partiye gelmedi. 2014 yılında kendi adına düzenlenen bir gecede Erdoğan’a üzerinde resmi olan altın sikke hediye ederek “Sizi başkan seçeceğiz” deyip  ‘devlet başkanı’ ilan etti.




                                         Harita: Wikipedia'dan. Laik olmayan ülkeler kırmızı
                                         Kırmızı: Dinsel yönetimli devletler
                                         Mavi:     Laik yapıya göre yönetilen devletler
                                         Gri:       Çelişkili bulunan veya durumu net olmayan devletler.


Üçüncü turda 524 milletvekili oy kullandı. Kahraman’a 316 oy çıktı. TBMM Başkanı seçildikten sonra teşekkür konuşması yapan Kahraman, ‘tam bir tarafsızlık içinde’ görev yapacağını söyledi. Ama konuşmasında Kahraman’ın Atatürk’ün adını anmadı. CHP Grup Başkanvekili Engin Altay, “İlk başkanımız Atatürk’ün adını anmalıydı” diyerek itiraz etti.

İsmail Kahraman, içinde nükte olarak kalan şeriat özlemini dile getirdi.
Laikliğin Anayasa'da yer almaması gerektiğini söyleyerek tepki alan çıkış yaptı ama çoğumuzun bilmediği geçmişte ne haltları etmişse ortaya dökülüverdi. 31 Mart Olayları'ndan sonra Türkiye'deki en büyük gerici ayaklanmanın “Kanlı Pazar” olarak tarihe geçen olayların baş mimarı olduğu olan ortaya çıktı. Yani MTTB Genel Başkanı olan ve olayları organize eden İsmail Kahraman,  “kanlı Pazar olayında bıçaklanarak öldürülen iki kişinin katilidir bir bakıma da!

Tetikçi Komitenin Başkanı İsmail Kahraman
Önceki Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül, o dönem MTTB İcra Kurulu Başkanı’dır.  İsmail Kahraman'ın ismi Abdullah Gül'ün icra başkanlığını yaptığı MTTB'nin kontrgerilla yapılanması olan "40’lar komitesi" vardı. Komitenin amacı ise “üniversite ve üniversite dışında İslamcı öğrencilerin güvenliğinin sağlanması ve eylemlerin daha etkinleştirilmesi”  idi. Ve bu komitenin yönetiminde de yine İsmail Kahraman bulunuyordu. İsmail Kahraman 1968 yılında, Beyazıt Meydanında MTTB’nin düzenlediği bir “Komünizmi Telin” mitinginde konuşma yapıyor.

İki Gün Önceden Planlanmış “Kanlı Pazar
14 Şubat’ta MTTB’in yapılan ‘Bayrağa saygı’ mitingi, gericilerin gövde gösterisine dönüşür ve Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin Başkanı İlhan Darendelioğlu, Milli Türk Talebe Birliği’nin Cağaloğlu’nda ki merkezinde bir propaganda yaparak şöyle der:  “Pazar günü komünistler miting yapacak, biz bu mitingde savaşacağız. Silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla gelsin” der. Öğrencilerin 1968’de öldürülen Vedat Demircioğlu anısına düzenlediği eylemler de yine gericiler tarafından hedef gösterilir.

Yıl: 16 Şubat 1969
Dahi ayrıca; 10 Şubat 1969 yılında Dolmabahçe açıklarına demirleyen 6. Filo’nun temsil ettiği Amerikan emperyalizmine karşı, yurtsever öğrenci eylemleri başlatıldı.
ABD 6. Filo'su İstanbul önlerinde Boğaza demirlenmiş bekliyordu. ABD’nin bu 6. Filosunu protesto etmek için 76 gençlik örgütü protesto etmek için valiliğin verdiği izinle Taksim'de toplandı. Amerika’ya ait 6.Filo'yu protesto etme yürüyüşüne için 16 Şubat günü, devrimci gençler Taksim'e doğru yürüyüşe geçmek üzere Beyazıt'ta toplanırlarken,  pek çoğu Milli Talebe Birliğine bağlı dinciler de Taksim Meydanı'na girdi. Orada önce toplu namaz kıldılar. Ardından taşlı, sopalı, bıçaklı bir biçimde beklediler. Bunları böyle vaziyette gören polisin herhangi bir engellemesi olmadı…

16 Şubat günü, İsmail Kahraman’ın başında bulunduğu gerici dinciler daha iki gün önce  “Bayrağa Saygı”  mitingi düzenlenmiş, bu mitingde “komünistlere” karşı savaş açıldığını ilan etmişlerdi. ABD yanında yer alan İsmail Kahraman’ın organize ettiği gerici güçleri,  yurtsever gençlere  “gereken dersi vermek”  niyetiyle halkı etraflarında toplanma çağrısı yapıtılar...

Ülke olarak en gergin dönemlerinden birini yaşıyordu…
16 Şubat Pazar günü, "Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü" düzenlenir.
Yürüyüşe sadece öğrenciler değil, işçi sendikaları, meslek kuruluşları ve sosyalistler de katılacaktır. Aynı zamanda, gerici örgütlenmelerin sosyalistlere açıktan saldırı çalışmaları da sürmektedir.

İslam Ülkeleri Akademisyen ve Yazarlar Birliği'nin (AY-BİR) İstanbul'da düzenlediği "Yeni Türkiye Konferansları konuşmasında TBMM Başkanı İsmail Kahraman'ın “Laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır. Dindar anayasa meselesinden anayasamızın kaçınmaması lazım” diye konuşması Türkiye gündemine kara bir leke gibi oturdu.

Aslında AKP gizli kara niyetini açığa vurdu. Onlara göre “Yeni Anayasa’da laiklik olmayacak!” Bu konuşma, ipuçları, şeriatçı bir hilafet anayasasını yapma girişimi, uyuyan halkı uyandırmalıdır. 14 yıldır gericiliğe karşı aydınlamanın ışığı zaman zaman kısılarak karanlığa bu millet alıştırılmışlar ve gelinen nokta bu…

İsmail Kahraman ve “Kanlı Pazar”
Adalet Partisi iktidarda; Beyazıt Meydanı'nda toplanan gençlik örgütleri yürüyüşe geçti. Sultanahmet, Sirkeci, Eminönü, Karaköy ve Dolmabahçe üzerinden Taksim Meydanı'na ulaşan göstericilerin önünü kesen polis, kasıtlı olarak alana küçük gruplar halinde girmelerini sağladı. Alana girenler, burada eli sopalı bekleyenlerle karşılaştı. O anda iki sıra olmuş polis barikatlarını tekbir getirerek kolayca aşan eli sopalı, taşlı, bıçaklı sağcı ve dinci sağcıların saldırısına uğradılar. Bu vahim saldırı olayında Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adlı iki genç bıçaklanarak öldürüldü. Bu olay Türk demokrasi tarihine  “Kanlı Pazar”  olarak geçti. Bu olayın vahametine bakarak İsmet İnönü:Bu yaşanan 2. 31 Mart vakkasıdır"  diyordu. 

Olayı düzenleyen  “Milli Türk Talebe Birliği”  Anayasadan laiklik kaldırılsın, dindar bir anayasa yapılsın”  diyen İsmail Kahraman'ın Genel Başkanlığı sorumluluğunda gerçekleşmiştir.   

Bugün Meclis Başkanı İsmail Kahraman:  “Laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır. Dindar anayasa meselesinden anayasamızın kaçınması lazım; dini olarak bahsetmesi lazım”  diyordu.

Önce Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın geldiği siyasi geleneğe bakmak gerekir.
İsmail Kahraman'ın skandal "Laiklik" anayasadan çıkışının skandal sözlerine, onun geçmişine ve eylemlerine bakarak ne olduğunu anlamak lazım.

Buna istinaden birde, Tarafsız Bölge Programında MHP'li Yusuf Halaçoğlu’nun
Meclis başkanı seçimlerinde Deniz Baykal’ı niye seçmediklerine dair sözlerine bakalım:  "Biz eğer Sayın Baykal’ı desteklemiş olsaydık, kamuoyunda şunlar yansıtılacaktı: 'Siz Baykal’ı seçtiniz, bir muhalif adı altında' AKP’nin tabiriyle 'dinsiz bir partinin inançsız bir partinin adamını seçtiniz' diye bize yükleneceklerdi"  diyordu.







24 Nisan 2016 Pazar

VAHABİLİK "ECDAT" DEDİKLERİ OSMANLIYA TEBELLEŞ OLMUŞTU

Kimler Kime Nişan Veriyor!
Kral Selman ya da tam adıyla Selman bin Abdülaziz el-Suud, Suudi Arabistan'ın 7. Kralıdır… Suudi Arabistan Kralı Selman’a Ankara'da Cumhurbaşkanı tarafından devlet nişanı takıldı… Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! Yani, “Ecdat’ım Osmanlı”  diyenler, ecdat’ı Osmanlıyı arkadan vuranların torunlarına nişan veriyor.

Kralın büyük dedesi Abdullah bin Suud'un kim olduğu
Tarih-i Cevdet'te yer alan bilgilerde Abdullah bin Suud'un İstanbul'a getirilişi ve idamı, Selda Güner'in "Vehhabi Suudiler" adlı kitabında aktardığına göre şöyle: "Mısır’dan İstanbul’a gönderilen Abdullah bin Suud ile adamlarını taşıyan gemi Haliç’e girdi. Abdullah bin Suud’u taşıyan gemi Haliç’te Eyüpsultan civarındaki Defterdar İskelesi’ne yanaştı. Gemiden zincire vurulmuş olarak indirilen Abdullah Suud, hapishaneye kapatılmış üç gün sıkı bir sorgudan sonra ölüm cezası verilmiştir.”

1820’de yani 196 yıl önce Abdullah Suud, boynunda zincir İstanbul sokaklarında gezdirildikten sonra Padişah İkinci Mahmut'un huzurunda Beyazıt Meydanı'nda Bostancıbaşı Halil Ağa’nın kılıcıyla kesilir. Kesik başı Topkapı Sarayı'nın surlarında sallandırılmıştı. Abdullah bin Suud'un beraberinde yakalanan diğer Vahhabi âlimlerinden bir kısmı da idam edilir ve bunlar arasında Abdulvahhab’ın torunu Der’iye kadısı Süleyman bin Abdullah da vardır. İşte Kral Selman'ın 1820 Şubat’ında İstanbul’da başı kesilerek öldürülen büyük dedesinin hikâyesini biliyor muydunuz?

Gelelim Vahabilik Mezhebinin Doğuşuna
18 Yüzyılda Arap Yarımadasında Vahhabiliğin etkisine hızlıca girdi. 1703'te Vahhabilik Necd bölgesindeki Uyeyne köyünde doğan Abdulvahhab'ın, Selefi akımının kurucusu kabul edilen İbni Teymiyye'nin görüşlerinden etkisinden yola bir dini doktrin olarak çıkara ve her türlü yeniliğe ve mezarlara karşı olarak Muhammed’in dönemindeki hayat tarzına dönülmesini savunan Vahhabilik, gittikçe Araplar arasında yaygınlaştı. Bu kafayla bulundukları yerlerde mezar ve türbeleri yıkmaya başlayınca bu öğretilerin yayıcısı Abdulvahhab da çeşitli sürgünlere tabi tutuldu. Ancak Suud Kabilesinin lideri Muhammed bin Suud'dan himaye gördü. 1744'te Der'iye sözleşmesi ile mutabakat altına alınan bu gelişmeyle birlikte bu dini öğreti de siyasallaştı ve bölgesinde daha kolay yayılmaya başladı. Dahi, bir İslam devleti kurmaya çalışan Suud Kabilesinin meşrulaştırıcı ideolojisi haline geldi.

Suud Kabilesi Mekke ve Medine'yi Yağmalıyor
Vahabiliğin başını çeken Suud kabilesi 1790 yıllarında Arabistan Yarımadasının Necd bölgesine sahip oldular. Suud kabilesinin buralara sahip oluşlarına Osmanlı, Rus ve İran savaşları ile uğraşırken pek bir karşılık vermedi. İşte bu fırsatı değerlendiren; yayılma faaliyetlerini genişleten Vahhabiler, Basra Körfezi çevresinde hâkimiyetlerini genişlettiler, Necef'i ele geçirdiler.

İyice bitleri kanlanan Vahabiler 1802'de Kerbela törenlerine katılan Şiileri kılıçtan geçirir İmam Hüseyin'in türbesini yağmalarlar. Ardından da Taif, Mekke ve Medine'yi ele geçirirler. Mekke Şerifi Galip kısa bir süre sonra Mekke’yi geri alınca Suud şeyhi Abdülaziz Necd'e geri döner. Burada da Kerbela'nın intikamını almak isteyen bir Şii tarafından öldürülür. Yerine geçen oğlu Abdülaziz 1805'te yeniden Hicaz'a girer, Medine'yi ele geçirir ve Vahhabiliği kabul etmeyenleri ölümle tehdit eder, şehirdeki türbe ve mezarları yakar. Vahhabiler, Muhammed'in türbesini de yağmalar. Bir yıl sonra da Mekke'yi ele geçirirler ve Mekke Emiri Şeyh Galip yönetimlerini tanır.

Osmanlı Kavalalı Mehmet Ali Paşa'yı Görevlendiriyor
Kutsal topraklarda Vahabilik terörü hâkim olması üzerine Hac yolunun uzun zaman kapalı kalır. Osmanlı daha fazla Vehhabi tehdidini göz ardı edemez. Padişah 2.  Mahmut, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya bu durumda görevlendirir. Paşa oğlu Tosun emrindeki bir orduyla 1812-1813 yılları arasında Mekke, Medine ve Taif’i Vehhâbilerden kurtardı. Bu sırada Suud bin Abdülaziz 1814’de ölmüş yerine de oğlu Abdullah geçmiş olan oğlunu yakalanarak İstanbul'a getiriliyor ve İstanbul’da idam ediliyordu. 1818 Nisanında Abdullah bin Suud yakalanır, önce Mısır’a oradan da gönderildiği İstanbul’da 1820 yılı Şubat ayında İstanbul’da idam edilir.

işte Çağdışı Vahabilik ve İlkeleri

Muhammedin ilk eşi Hatice bint-i Huveylid'in yok edilen
Vahabilerce yerlebir edilen mezarı.
Muhammed’in yaptıkları dışında gelişmelere “sapıklık” diye suçlar. Tevhide, yani Allah’ın birliğine inanmayanın malı, canı helaldir.
1- Kur'an ayetlerini akıl yoluyla yorumlamak yasaktır.
2- Mezar, türbe yasak ve mezar ziyaretleri küfür ve Allah’a şirktir. Adak adamak, kabir ziyareti puta tapmakla eştir. Süslü cami ve tespih çekmek, sakal kesmek, muska, vakıf, sünnet ve nafile namaz batıldır.
3- Camilere minare inşa etmek, ipekli kumaş giymek yasaktır.
4- İbadet etmeyenlerin malları ve canları helaldir.
5- İslam dinine getirilen diğer inançlar batıldır.
6-  El öpmek, boyun eğmek evliya kabri ve sakalı şerif ziyaret etmek, mevlit ve kaside, çalgı dinlemek, eğlenmek yasaktır.
7- Sigara, nargile, içki ve kahve içene kırk değnek vurularak cezalandırılır.
8- Dört hak mezhep Hanefi-Maliki-Şafi-Hambeli mezhepler dışındaki mezhep, kalem, tasavvuf, tarikat yasaktır.
9-  Allah’a aracısız ibadet şarttır. Mürşit, şeyh, veli, aracı, hoca, evliya ve dervişlik küfürdür.
10- İbadet imanın içinde gizlidir. İbadet yapılmaz ya da eksik yapılırsa iman olmaz.
11- İbadet etmeyen ve ya eksik ibadet edenin kestiği yenmez. Bu kişinin canı da, malı da helaldir. Bu kişilere karşı “cihat” ilan edilir.
12-  Kur'an kesin delildir. Kur'an ayetlerini yorumlamak küfürdür.
13- Namazı cemaatle kılmak şarttır.

Böyle kurallar karşında Vahabilere göre, İslam dinine getirilen diğer inançlar batıldır.
Buna bir örnek verirsek 1902 yılında Şiilerin Kerbela’da Hz. Hüseyin’in öldürülmesi yası için toplanan Şiilere saldırı yapan Vahabiler on bin kişiyi öldürmüşlerdir.

İslam dünyası içinde tartışılan Vahabilik anlayışı içinden Usame b. Laden ve radikal örgütü El Kaide çıkmıştır. Kökten dincilerin doktrini haline gelen vahabilik, Pakistan’dan Somali’ye, Fas’tan Çeçenistan’a kadar alanlarda kendilerine yer buldular.

Afganistan’da Taleban’ın Vahabiliğe olan yakınlığı ve Vahabilik düşün temeline dayalı din devleti sistemi en acı deneydi. Bu sistemi Afganistan’da hayata geçirebilme çabası çok kan dökülmesine neden olmuştur. Bu katı rejimin arkasında Vahabi İslam anlayışı vardı.

İyi Bir Devlet Adamını, Kötü Bir Siyasetçi Boğar
Suudi Vehhabilerin, emperyalist İngilizler ile işbirliği yapıp Osmanlı’yı arkadan vurmasını, Osmanlı’nın son kuşağı hiç unutamadı. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Osmanlı askeri ve sivil bürokrasisi, Suudi Vehhabilere hiç sıcak bakmadılar…

Ancak “Yurtta barış, Dünyada barış” ilkeli devlet geleneğine göre 3 Ağustos 1929 yılında yeni cumhuriyet, Suudiler ile “Dostluk ve Barış Antlaşması” imzaladılar. Bu öyle kaldı, üst düzeyde pek bir derinlemesine görüşme yapmadılar…

Yıllar geçtikten sonra 29 Ağustos 1966’da Suudi Kralı Faysal resmi bir ziyaret için Türkiye’ye geldi, Türkiye’den bir “İslam Paktı” kurulmasını istiyordu. Türkiye buna pek sıcak bakmadı.

Aradan 40 yıl geçti… 
Yine aradan yıllar geçti gelindi 8 Ağustos 1006 yılına: Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdülaziz’in Türkiye ziyaret etti, ortaya bir devlet krizi çıktı. Dünyadan ayrı bir biçimde, Suudi Arabistan protokolüne göre, ziyaret edilen ülkenin cumhurbaşkanı Kral’ı havaalanında karşılaması gerekiyordu. Türkiye
Protokolüne göre ise, cumhurbaşkanı karşılamayı Çankaya Köşkü’nde yapıyordu.
Türk devlet protokollerine uygun davranan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Suudi Kralı’nı havaalanında karşılamayı reddetti. Resmi karşılama her devlet başkanına yapıldığı gibi töreninin Köşk’te yapacağını bildirdi.

O dönemde AKP hükümeti var idi, tutuştular Kral’ı, Esenboğa Havalimanı’nda o dönemin Başbakan Yardımcısı ve o dönem Dışişleri Bakanı Abdullah Gül karşıladı. Sanki ortada bir suçluluk duygusu varmış gibi, Suudi Kralının gezilerinde Başbakan Erdoğan, protokol kurallarının dışına çıkarak, Kral’ı bütün İstanbul ziyareti boyunca eşlik ederek gezdirdi.

Ne var ki, Türkiye protokol uygulamalarında, ülkeyi resmen ziyaret eden devlet başkanlarına Ankara dışındaki ziyaretlerinde genellikle bir devlet bakanı eşlik etmesi gerekiyordu. Başbakan Erdoğan’ın Suudi Krala yaptığı “mihmandarlık” Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk oluyordu…

Bir Yıl Sonra Abdullah Gül Cumhurbaşkanı Oluyor
9 Kasım 2007’de Kral Abdullah bin Abdülaziz, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını tebrik etmek bahanesiyle, başka bir gerekçesi olmadan yine Türkiye’ye geldi. Bu ziyarette Suudi Kralı’nın istediği oldu; Suudi Arabistan protokolü uygulandı. Cumhurbaşkanı Gül, Ankara Esenboğa Havalimanı’na kadar gitti ve 
kral uçağının merdiveninde karşıladı…

Dahi bitmedi. Gül ve Kral aynı araçla Çankaya Köşkü’ne kadar geldiler ve orada Gül bir kez daha Kralı karşılama merasimi yaptı. İşte görünen ve yaşanan gerçek bu! Kim devlet adamı, kim kimin ayağına gidip diz çöktüğünü gördü bu ülke…

Dahi ayrıca; Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ancak 13 devlet adamına “devlet Şeref Madalyası” verilmiştir. Abdullah Gül, Necdet Sezer’e nispet yaparak bir jest gösterişi yaparak, Çankaya Köşkü’nde “Kral Abdülaziz Birinci Derce Madalyası” takarak Suudi Krala verdi.

Yeni göreve gelmiş, daha hiçbir yaptığı iş ortada belirli değilken, 2016 yılında İİT için ülkeye gelen Suudi Kralı Selman’a da uçağının kapısına kadar giderek, uçağından yürüyen merdivenli ve 40 santimlik asansörden inişini bekleyerek karşılayan cumhurbaşkanı Recep Erdoğan oldu.

Devlet Nişanı Verilen Arap
AKP iktidarı Suudi Vehhabi Krallığı’na saygıda kusur etmiyor. Öyle ki, Türk protokolüne göre değil, Suudi protokolüne göre uçağın merdiveninde karşılıyor ve dahi, göreve yeni başlamış krala üstün hizmetlerinden dolayı “devlet nişanı” veriyorlar!

Hani Suudi adetlerine göre yabancı devlet adamları Arabistan’a ayak basarken Suudi Kral’ı karşılardı. Suudi Kralı Selman, daha önce birçok lideri havaalanında karşılarken Obama’yı havaalanında değil de Erga Sarayı’nda karşıladı.

21 Nisan 2016’da Suudi Arabistan’ı ziyaret eden Obama’yı, havalimanında Kral Selman değil, Riyad valisi Prens Faysal Bin Bender Bin Abdülaziz ve Suudi Dışişleri Bakanı Adil el-Cübeyr karşıladı. Demek ki Suudi kuralları kaypak ve değişken oluyor muş. Bilmem bizimkinler bir şey anladılar mı?


Mümtaz Soysal “Kolay Devlet Adamı Olmak”
Mümtaz Soysal’ın yıllar önce Cumhuriyet’e yazdığı makalesini hiç unutamadım. Özetle şöyle diyordu: “Kolay değildir devlet adamlığı. Devletin herhangi bir yerinde makam ve unvan sahibi olmak olmadığı gibi; makamını çok yüce, unvanını çok şaşaalı olması da değildir. Becerikli politikacı falan olunur, ama devlet adamı h iç olunmaz. Çok zeki, çok becerikli, çok çalışkan olduğu söylenenler, kendileri de bu söylentiye kanıp bunu yeterli bularak devlet adamlığına heveslenince, ne durumlara düştüklerini ve devleti düşürdüklerini gösteren örnekler bugünlerde fazlasıyla var.”  Der.

Yani Devlet Adamı Olmak Kolaydan Kazanılan İş Değildir
Platon (MÖ 427-347), hiç kuşku yok ki düşünce tarihinin en önemli ve etkili filozoflarından biri. “Devlet” adlı yapıtında der ki: “Demokrasinin esas prensibi, halkın hâkimiyetidir. Fakat… Milletin, idarecilerini iyi seçebilmesi için yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu temin edilemezse demokrasi, otoritesi, otokrasiye dönüşebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir” der.

Platon bu noktada “Devlet Adamı” meselesini ele alır: “Devlet işleri; içten gelen bir sevgi, edep ve kâmil akıl ile yürütülmezse onun sonu çöküş ve yok oluştur.” Der.
Ayrıca devlet adamı kavramına; İngilizler “statesman” Fransızlar ise “homme d etad” demektedirler.

Devlet adamı kime denir? Devlet idaresinde birinci derecede rol oynayan ve devlet idaresini iyi bilen ve hakkını veren kimsedir. Başta bir şeyin altını kırmızıçizgilerle çizersek, devlet adamı ile siyasetçiyi karıştırmamak gerekir. Yani siyasetçiyle devlet adamı kavramı aynı manada olmayıp, aralarında çok fark vardır. Winston Churchill şu kısa sözü daha iyi açıklamaktadır: “Siyasetçi gelecek seçimleri düşünür, devlet adamı gelecek nesilleri düşünür”  der.

ABD-Ptrodolar ve Vahabilik
Başta İslam ülkelerini cetvele bir birlerinden sınır çizerek ayrıştırılmışsa o İslam ülkelerinde heyecan veren tarih şuuru; milli kahramanlık, yurt sevgisi beklenemez.
Ülkenin ekonomik gelişmesi ve gönenç devlet olması için bir bedel ödenmez. İşte bu tam burasından bakarsak Suudi Arabistan örneğidir.

Batılıların Ortadoğu yeraltı zenginliklerine ilgi duymaya 19. yy başlarında başladıklarını görürüz.(Osmanlılar 400 yıl hâkimiyeti altında kaldığı topraklardaki bu zenginlikleri fark etmeden yaşamışlar) Bu topraklara ilgi, başta İngilizler olmak üzere Hollanda ve Fransız şirketlerden sonra Amerika bölgeye ilgi duymaya başlar. 1930 da Standart Oil bölgede petrol çıkarma izni ister. Yıl 1933’de gerçekleşir bu izin. Bu petrol iznin alınmasından 4 ay sonra Amerikalılar Arabistan topraklarına yerleşirler. Bir yıl sonra da Amerikalılar çıkardıkları petrolü Arabistan dışına satmaya başlarlar.

Petrol gelirleri Suudi Krallığının kesesine "petrodolar" olarak akmaya başlar. İçe akan dolarlar Arapları adam etmeye yetmeselde dışarıya kendi "Vahabilik" mezhep etkisini artırarak öteki Müslüman ülkelerine yaymak için güçlü finans desteği Suudi Krallığı eliyle yürütüldü. Suudi Krallığının finanse yaptığı Vahabilik Mezhep yayma işini ABD’nin bilgisi dâhilinde olduğu ve bu destekten El Kaide ve Talibanlar Afganistan’da desteklenerek Sovyetlerin işgaline karşı kullanılmışlardı.

Bu Vahabilik mezhebini bütün dünyaya yayma ve geliştirme görevi Suudi Krallığının yetiştirdiği özel vaazlar aracılığıyla yürütüldü. Bu gelişmelere Amerika uzun zaman hep göz yumdu; hata destekler tavır sergiledi. Amerikalıların güvenle destekledikleri “Yeşil Kuşak” oyuncuları, Sovyetlerin “Kızıl Kuşağına” karşı gerilla savaşı vererek Sovyetleri yıpratırlar. Nerden bilirdi ki kendisin beslediği İslamcı terörün bir gün gelip New York şerhini 11 Eylülde bombalayacağını?

ABD hiç ummadığı anda, hiç beklemediği yerden vuruldu. ABD’nin projesinde terörün vuracağı yer olarak kendi topraklarının olacağına asla ihtimal vermezdi. ABD’ni teröre bakışı değişti ve şifreleri bozuldu. Afganistan da Talebenler ve El kaide örgütünün terör gücünü gördü dahi iş işten geçmiş oldu...

El kaide terör örgütünün efsaneleşen lideri Usema Binladen'e 1979 da Afganistan'ı Sovyetlerin işgalinden dolayı destekçisi değil miydi? Suudi Krallığının Çeçenistan da çeçen militanlara destek vermesine göz yuman yine Amerika değil mi? Ya Bosna da Vahabi mezhebinin izleri ne arardı?

Amerika ve Batı emperyalizmi Müslümanların yoksulluk ve yokluk içinde biçare sürünmesine en büyük etkendir. İslam dinini "yoklukların ve yoksulların dini" haline getirenlere de katkıları olan yine onlardır.

Petrol zengini olan çok İslam ülkelerinde taassup, bağnazlık, şiddet aşılanarak gençler üzerinde etkisi arttı. Onlara az vicdan, çok para, güçlü bir inanç ve en önemlisi yoklukla mücadele yerine yoklukla yaşamın "faziletli iş" olduğunu da öteki Müslüman gençlere öğrettiler. Yokluk ve yolsuzluk çeken bol nüfuza sahip Müslüman gençlik Suudi Krallık resmi ideolojisi olan "Vahabilik" adına bol para, donanımlı zehir kusan Vahabilik eğitimi veren vaazları dinlediler hep...

Suudi Krallığının açık desteklediği vahabiliğin dünyaya yayılması, Batı ve Amerika da bulunan Müslümanlara ulaşacak tek finans kaynağı Arabistan, öteki İslam ülkeleri içinde kendine yakın azınlık cemaatlerde tesiri büyüktü. Haç ve petrol gelirleri ile finanse edilen vahabilik öğretisi Türk geçliğine kadar uzandırıldı.

Vahabilik Mezhebi ve İslami Terör Tanımı
Türk gençleri, Vahabi mezhebine daha çok Türkiye de değil Avrupa da ilgi duymuşlardır. Avrupa da doğmuş büyümüş; eğitimini orada tamamlamış gençlerde görülmüştür.

Alman hükümetinin katkıları kasıtlı; azınlık gruplarına dini eğitim adı altında seküler olmayan ve denetimden uzak cemaatlerin verdiği kendi ülkelerine karşı besledikleri düşmanlıkları gale almayıp, salt kendine zarar vermeyecek düşüncesiyle göz yumdu durdu hep. Amerika da önceleri Vahabiliğin yayılışına göz kırpmıştı.

Petrolden önce yoksulluk çeken Suudi Arabistan, petrolle zenginliğini kötüye kullandı. Vahabi mezhep anlayışını öteki İslam ülkelerine ihraç etme yolunda yerel (Müslüman Kardeşler, Taliban, El Kaide) terör kitlesi yarattı. İslam'ın temel dogması, Kur'an'ın değişmez kutsallığı, yanlışla namazlığı esas kabulü şiddetin kaynağı oldu.

İslam ülkelerini yöneten diktatörler, her kötü gördüğünü acı veren şiddetle bastırıyor, toplantıları yasaklıyor, basın yayın özgürlüğü vermiyor, kadın hak ve hürriyetini kısıtlıyor ama cemaatlerin ibadetine, dolaysıyla camilerin siyasi kışkırtma alanı olmasına da engel olunamıyor; denetleyemiyor. Bazen beslediği yılan kendilerini zehirliyor.

İslam ülkelerinde Müslümanların tek toplantı yerleri olarak camiler en çok İslam-i militanların destek buldukları mekânlar. Yeterli destek ve ideolojik fikir yayma alanları olarak işlevci bir hal camilerin seçilmesi, sahici Müslümanlık değerlere bağlı, ihanet etmeden yaşamak isteyen geleneksel Müslüman kitleler üzerinde tesir zamanla lehlerine dönüşerek kitleleri Kazanabiliyorlar. Buna meyil veren sahici gelenekçi Müslümanlar İslam'a engel gördükleri modernleşme İslam’a dönüş ile  “tek yol İslam” gibi sloganları çekici gelmektedir.

Her Müslüman Fundamentalist değildir; fundamentalist olmayacak da demekte değildir. Bir başka deyişle, her Müslümancının terörist olabilirliliği tartışılmalı. Örneğin teröre hiç bulaşmamış bir Müslüman fevkalade terör yapanları kınama yerine açık övme yoluna gitmesi bunun doğru olduğunu sevinç ve gurur duyduğunu açıklaması çok görülmüştür.

İslam ülkelerinde bazı liderler,  İslam-i Terör” denmesini içlerine sindiremezler. Bu hiç bir şeyi değiştirmiyor. Her ne kadar "İslam-i terör"e karşı gibi olsalar da, “İslam-i terör örgütleri İslam'ı temsil etmediklerini" söyleseler de doğrusu öyle değil...

Afganistan'da Talibanlar ve Usema Binladen ve örgütü El Kaide, Mısır-Suriye de Müslüman Kardeşler ve Ortadoğu da bölgelere yayılmış Hizbullah, İslam-i Cihat örgütleri demeçlerinde söyledikleri ve yaptıkları eylemler İslam'ın ilkeleri doğrultusunda yaptıkları eylemlerin altına "İslam" imzası atmaları ne ya?

Bu örgütleri ayakta tutanları İslam uygarlığının çocuklarıdır. Kültürel, tarihsel, dinsel bağlantıları İslam'ın ta içidir... Çok geniş alanlarda da kendilerine koruma ve kollama sağlayanlar bulunuyorsa, demek ki çok geniş alanlarda çok Müslümanlar tarafından kollanıp korundukları anlaşılmaktadır...

En aşırı uçtaki Müslümanlar ile en ılımlıları ele aldığımızda temel esas Kur'an ve hadislere dayalı yaşam biçimini benimsemeleri. Ilımlı Müslüman da görülen suskunluk, "bekle, buğuz et, fırsat kolla, kendini güçlü hissettiğinde cihata hazır ol ve saldır" vardır. Aşırı uçlarda ise ivedilik var, "hemen geç kalınmadan harekete geçmeli" derler. Amaç farksızdır her ikisinde de gidilen yollar farklı ama ulaşılmak istenilen yer aynıdır.

Tarihin derinliklerine bakarsak din kisveli cinayetler hep yoksullar tarafından işlenmiştir. İslam'ın ilk dört halifesinden üçü suikastla öldürülmüştür. Biri cinnet getiren bir Hıristiyan tarafından öldürülür, öteki ikisi de sofu Müslüman asiler tarafından Allah'ın emrini yerine getirdiklerine inanılarak infazı yerine getirdiklerine inandılar.

İslam’da bağımsızlık, özgürlük bireye değil; dinin her alanda serbestliğinedir...
Bireyin özgürlüğüne müdahale din ile ölçülür. Din; kendi özgürlüğünü ilahi güce dayar. Dini despotizmin “haklılığı” pervasızca öne çıkar. Bireyin doğruyu yanlıştan ayırt etmesi, Kur'an ve hükümlerine kuşkuyla bakması, kabul edilebilir bir şey değildir...

Daha açık bir ifade ile dinsel kimlik ve dine aşırı bağlılık, Müslümanları durağanlaştırıyor ve aklını donduruyor. Gelişmesini sağlayamayan beyin teknolojide gelişen Batı'ya karşı eşit dağılım sağlayamıyor... Yoksulluk ve yokluk dini olarak  “İslam çocukları” olmaktan gayri başka kaybedecek bir birikimleri olmadığından intihar bombacısı olmalarına karşı hiçbir nedenleri kalmıyor...

Radikal İslam’ın Suudi Arabistan Ayakları Vahabilik
Suudi karalığının ta kendisi, İslam’ın en katı, bağnaz ve çekilmez kılan unsurların başıdır. İslam’ın çekilmez, bağnaz yorumlarından Suudi Arabistan sınırları içinde var olan Vahabilik mezhebi 18. yüz yılda Muhammed bin Abdulvahab adlı biri tarafından kurulur. 

1921 yılında Suudi devletinin dini mezhebi haline gelen Vahabilik, dünya üzerinde  (Türkiye dahil) bütün ülkelere rejim ihraç etme peşinde. Finans kaynağı olarak “Rabıtat-Al Alam al İslam-i” (Dünya İslam Birliği) örgütü ile sağlamaktadır. Bu adı geçen “Rabıta” örgütü Suudi krallığının elinin altındadır. Bu örgütün gizli finans kaynağı da Suudi Krallığı ve Amerikan-Suudi ortaklığı petrol şirketi “Aramco” dur.

Dünyada radikal İslam’ın temel kaynaklarından en güçlü olanı “Vahabilik” İslamcı akımlara sürekli destek olmuştur. İslami kökten dinci terör örgütlerine esin kaynağı olan ve İslami doktrin haline gelen Vahabilik Mezhebini anlamak için 1700-1900 yılları arası siyasi Türk-Arap, İngiliz-Arap ilişkilerine bakmak gerekir.

18. yüz yılda başlayan, Türklerin Arap yarım adasından atılması harekâtı 1916 da İngiliz kışkırtması ve İngilizlerden büyük yardım gören “Vahabi Harekâtı” ile son bulmuştur. Bugün İngiliz eseri olan Vahabi öğretisi ve düşüncesi, Günümüzde ise Afgan dağlarında İngilizlerin Türklere karşı kışkırttığı Vahabilik öğretisinden gelen El Kaide, İngilizlere ve Amerikalılara karşı acımasız terör savaşı veriyorlar.



22 Nisan 2016 Cuma

BEYŞEHİR TARİHİ


BEYŞEHİR GÖLÜ KIYISINDAKİ KUBADABAD

Kubadabat Sarayı çinileri 
Antik dönemde adının Lykaonia olan Konya’nın güneyine düşen, yine antik adı Pisidia adıyla bilinen bölgeden alan üç Pisidia gölünün en büyüğü olan Beyşehir Gölünün güney kıyısında bulunan yer. Bir adı Dipoyraz Dağı olan 2992 metre yüksekliğindeki Anamas Dagı’nı dibine düşen bu yeri görüp beğenen Selçuklu Sultanı 1. Alâeddin Keykubad, Konya’nın yaz sıcağından kaçıp dinlenmek amaçlı 1235’te yaptırmıştır. Ancak Konyayı Beyşehir'e bağlayan bu yazlık Kubadabad sarayın keyfini çıkartmadan Alâeddin Keykubat bir yıl sonra ölmüştür Anadolu Selçuklu hanedanlık yazlık sarayıdır. Anadolu Selçuklu hanedanları içinde en etkili Alâeddin Keykubad olmuştur. Fars kökenli Selçuklu tarihçisi İbn Bibi yazılarına göre Alâeddin Keykubad’ın Beyşehir Gölü güney-batı kıyısında, Anamas Dağları eteğinde, Gölyaka Köyüne 3 kilometre uzaklıkta M.S.1236’da inşa edilen Kubadabad Sarayından söz eder.

Foto Selman Zebil: Beyşehit Gölü
Antalya’dan Konya’ya dönüşünde, yol üzerine düşen Beyşehir Gölünün alüvyondan oluşan güney-batı kıyılarına hayran kalır. “Cennet burası değilse neresidir” der. Burayı nasıl beğendiğini, burada nasıl bir yazlık saray yapılabileceğini tasarlar ve ilgili yerlere bu gölün kıyısına bir saray yapımı için emreder. Bizzat nasıl bir saray yapılacağını da kendisi planlar ve yapıya dair oldukça genel bilgiler bile verir. Sonuç olarak cennet gibi olan bu yere Kubadabad Sarayı yapılmış olur.

Hatta Amasya-Babailer isyanında (1240) Selçuklu Sultanı 2. Keyhüsrev zor anlar yaşar, Konya sarayından gizlice kaçarak Beyşehir Gölü kıyısındaki bu sarayda saklanır bir müddet.

İbn Bibi yazılarında anlatımlarına göre: “Buhayre-i Gurgurum” denilen bu yerin neresi olduğunu ve dahi bahsettiği “Gurgurum” denilen vilayetin neresi olduğu hakkında bir işareti bilgiyle tarif edilmemişti. İş böyle olunca, uzun zaman bu sarayın yeri ve adı terk edilmişlikten bilinmeden kaybolur gider ta ki 1940’lı yıllara Zeki Oral’ın bu yeri bulup alana çıkrana kadar.

Kubadabat Selçuklu Sarayında bulunan seramikler
O zamanın Konya Müze müdürü M. Zeki Oral’ın Kubadabad Sarayının ören yerini bulup alana çıkarmasıyla 1949 yılında Konya Anıtlar Dergisindeki yazdığı bir makaleyle alana çıkmıştır. Kubadabad Sarayı kalıntıları hakkında araştırmalar sürdürülür ve sondaj çalışmaları yapılır, bulgular ve tarihin alana çımasıyla Türk-tarih bilimine zenginlik katışı Belleten 
dergisinde makaleler halinde yayımlanır.

Kazılar ve yüzey araştırmalarından anlaşıldığına kadarıyla Beyşehir ve yöresi, yerleşim alanı olarak İ.Ö.6000 ile 7000 yıllara kadar uzanan bir tarihe sahip olduğu bilinmektedir. Yörede iz bırakan Hititler, Frigya, Lidya devletleri üzerine Romalılar, daha sonra Selçuklular eline geçmiştir. Hititlerden sonra en verimli çağını Eşrefoğlu Beyliği döneminde olur.

Eşrefoğulları Beyliği yıkıldıktan sonra Hamitoğullarının eline geçer Beyşehir. Karamanoğullarını eline geçiren Fatih Sultan Mehmet tarafından Beyşehir de Osmanlı topraklarına dâhil edilir.

Anadolu Beyliklerinin Yükselişi ve Eşrefoğlu Beyliği
Anadolu Selçuklular Devletinin çöküşü ile Anadolu Türkmen Beyliklerinin yükselişi başlar. Genellikle kurucularının adı ile anılan bu beyliklerin bazıları uzun ömürlü olup 15. Yüzyıla kadar varlıklarını sürdürürken, bazıları çok değerli, kalıcı eserler bırakarak kısa sürede tarih sahnesinden çekilirler.

Karamanoğulları Beyliği, Menteşoğulları Beyliği, Dulkadiroğulları Beyliği, Karasi Beyliği, Aydınoğulları Beyliği, Eretna Beyliği, Germiyanoğulları Beyliği, Hamitoğulları Beyliği, İsfendiyaroğulları Beyliği (Candaroğulları) Ramazanoğulları Beyliği, Tekeoğulları Beyliği, Saruhanlılar Beyliği, Eşrefoğulları Beyliği ve Osmanlılar Beyliği olarak Anadoluda varlıklarını sürdürdüler.

Bu adı geçen beyliklerden en eskisi, en güçlüsü olan Karaman Beyliği, Karaman Bey tarafından 1. Alaeddin Keykubad döneminde kurulmuştur.

Eşrefoğulları Beyliği (1280-1326)
John Freely, “At Üstünde Fırtına, Anadolu Selçukluları” adlı kitabında: “Muhtemelen Türkler ve Kürtlerden oluşan Eşrefoğlu aşireti, Karamanoğullarına zor zamanlarda iki kere yardım etmişti. Yine Konya’yı işkâl ettiklerinde Eşrefoğulları ile Menteşoğulları, Karamanoğulları’nın yardımıyla Konya’ya saldırıp kenti ele geçirmişlerdi. Fakat 1311 işkâlından sonra hakkı olan ganimet alamadığını düşünen Eşrefoğulları aşireti, Karamanoğulları ile olan bağlarını kopardı. Sonuç olarak Eşrefoğulları Batıya, Beyleri Süleymanoğlu Eşref’in şehir kapılarındaki kitabelerden öğrendiğimize göre 1290’larda işkal etmiş olduğu Beyşehir civarındaki bölgeye doğru hareket etti. Süleyman’ın oğlu Mübarizüddin Mehmet, Akşehir’i ve Bolvadin’i de alarak Eşrefoğlarının topraklarını genişletti.” Diye geçer.

Anadolu Beylikleri içerisinde en kısa ömürlü olanıdır Eşrefoğlu Beyliği. Selçuklu Sultanı 3. Gıyaseddin Keyhüsrev (1264 ile 1283) hüküm sürdüğü zamana denk gelen, Selçuklu sınırlarının batısına düşen bölge olan Beyşehir yakınlarında bulunan Gorgurum adlı yerde Seyfeddin Süleyman Bey tarafından 13. Yüzyıl ikinci yarısında kurulmuştur. Kısa bir dönem, 40 yıl ömürlü olmuş ama müthiş, en kapsamlı ve en değerli eserleri günümüze kadar gelmiş Anadolu beyliklerinden biri olmuştur.

Geçiş dönemi yaşayan Anadolu’da pek çok Türk Beylikleri kurulmuştur. Bu beylikler arasında birbirlerinin işine karışmama esası üzerine oturulmuştur. Çobanoğlu Timurtaş, Türk beyliklerini kendi idaresi altında birleştirmişti. Doğrusu, insanın aklına düşen, Kürtler bu bölgede çok eskilerden (Türklerden önce) var olduklarını iddia edeler ama Anadolu’da yaşanan geçiş döneminde her Türk aile kendi adına bir beylik kurarlarken neden Kürtler bu fırsattan yaralanıp bir beylik bile kuramadılar?

Eşrefoğlu Beyliği Beyşehir’de
İlk önceleri Gorgurum adlı yerde kurulan Eşrefoğlu Beyliği, daha sonra 1288 yılında Süleyman Bey Beyşehir’e yerleşerek pek çok bayındır haline getirterek kalıcı eserleri tarihe kazandırdı. Bu eserlerin başında, Eşrefoğlu Süleyman Bey (1297-1299) tarafından yaptırılan, ahşap ve seramiklerle süslenmiş en özgün mimarisiyle en önemli eser olan Eşerefoğlu Camiidir. Selçuklu mimarisinin bir başka eşi olmayan bu ahşap, değerli kâgir yapılı Eşrefoğlu Camii başyapıt olmaktadır.

1301-2 yılında ölen Süleyman Bey’in yerine oğlu Mübareziddün Mehmet Bey geçti. Mübarizüddin Mehmet Bey Beyliğin alanlarını Akşehir ve Bolvadin’e doğru genişletti. Mehmet Bey’in Moğolların (İlhanlılar) Anadolu Valisi Emir Çoban’a tabiiyet sunan Türkmen Beylikleri içerisinde yer aldığı bilinir.

1320 yılına gelindiğinde yaşamını kaybeden Mübarizüddin Mehmet Bey’in yerine oğlu 2. Süleyman, Eşrefoğlu Bey’i oldu. Lakin 2. Süleyman dönemi uzun sürmez. Beyşehir’e girerek ele geçiren Moğollardan Vali Timurtaş’ın önünden atıyla birlikte Beyşehir Gölü içine doğru kaçar. Arkasından atıla hızlıca yaklaşan Timurtaş, Süleyman Bey’i gölün içinde 1326 yılında boğarak öldürülmesiyle sonlandırıldı. Böylece, 40 yıla yakın süren kısa ömründe Eşrefoğlu Beyliği ancak yerel bir idari yapılanma olarak tarihte yerini almıştır.

Beyşehir Yöresine Yerleşen Kürtler
Hasan Öztürk, “Kurucuova Tarihi” adlı araştırmasında bölgedeki yerleşim yerlerinden söz eder. 1466 yılında bölgede; Orta Anadolu’da Kürtlerin ilk yerleştiği yerlerin Isparta’nın Şarkîkaraağaç’a bağlı Kürtler Köyü olduğunu yazar. Osmanlı belgelerinde 1584 nüfuz ve yerleşim yerleri belirtilmiş, Kürtler köyü 1920 tarihine kadar Konya’nın Beyşehir ilçesine bağlı bir yerleşim yeri olarak kalmıştır.

Beyşehir Sancağına ait 1466 tarihli Müsellim Defterinde Yenişehir Nahiyesi’nin kimi köylerinin Yörük olduğu yazılmıştır Bu belgede kimi köylerin Yörük olduğunu dile getirirken Yenişehir (Şarköy) Kürtler ve Muma köylerinden gayri köyleri kastetmektedir. Bu köyler; Bademli, Kurucuova, Yenice, İsrailliler, Küre ve Hoyran köyleridir.

Beyşehir ve çevresinde Etiler; Etiler, Lidyalılar, Frigyalılar, İyonlar, Makedonyalılar, Persler, Selefkoslar, Romalılar, Araplar, Selçuklular, Eşrefoğulları, Hamitoğulları, Germiyanoğulları, Karamanoğulları ve sonunda Osmanlılar hakim olmuşlardır.

Bir Başka Kaynakta Timurtaş ve Eşrefoğlu Beyliği
Eşrefoğlu Beyliği: Bu beylik Diyar-ı Rum’un kuzeyindeydi. Batısında Dündar Oğulları’nın, doğusunda Karaman Oğulları’nın, Kuzeyinde ise Cengizlilerin toprakları uzanıyordu. Bağımsızdı ve Başkenti Beyşehir’dir. Yetmiş bin kadar atlı savaşçı çıkarabilirdi. Ülkesinde 65 şehir ve 505 köy vardı. Timurtaş bu memleketi ele geçirince beyini yakalayarak, taşaklarını kestirip boynuna astırdıktan sonra halk arasında teşhir ederek öldürttü” diye anlatılır.

Dahi bir başka kaynakta ise: 1320 yılında Mehmet Bey yaşamını kaybetmesi üzerine yerine oğlu 2. Süleyman geçer, Eşrefoğlu Bey’i olur. Fakat onun beyliği fazla sürmez. Beyşehir’i ele geçiren İlhanlı Valisi Timurtaş tarafından 1326 yılında göle atılmak suretiyle öldürülerek beyliğe son verilmiştir.

AHMET EFLAKİ (M.S.1300-1330) 
Ariflerin Menkıbeleri yapıtında Beyşehir
İbn Bibi’den fazla uzun olmayan devirde Mevlevi olan Ahmet Eflaki Eşrefoğlu Beyliği hakkında yazdığı: “Beylerbeyi Eşrefoğlu Mubarizüddin Çelebi Mehmet Bey, Çelebi (Mevlana’nın oğlu) hazretlerini Beyşehir’de misafirliğe davet etmiştir. Çelebiye karşı hadden aşırı niyaz ve itikat göstererek türlü hizmetlerde bulundu ve oğlu Süleyman şah’ı saraydan çağırıp tam bir itikatla Çelebi’nin hizmetine verdi, ona mürit yaptı. Süleyman Şah’ın beline bulunmaz bir kemer bağlayıp bırakıverdiler.

Çelebi Mehmet Bey, baş koyup ‘bu çocuğun sonu ne olacak’ diye sordu. Çelebi: ‘Sizden sonra bu vilayet bu çocuğun elinde harap olacak ve topluluk onun ayakları altında dağılıp gidecek ve onu bu göle (Beyşehir Gölü) atıp yok edecekler’ buyurdu.

Ve hakikaten o çocuk, Çelebi’nin buyurduğu gibi oldu. Timurtaş devleti zamanında Beyşehir’i fethetti. Memleketi yağma ettiler ve birkaç gün sonra Süleyman Şah’ı oradaki göle attılar, memleket tamamıyla harap oldu” der. Ahmet Eflaki, “Menkıbe-i Arif-i” 1954 Ankara Basım 2. cilt sayfa 390.

Eşefoğlu Beylğinin öyle pek büyük bir eylemi olmayan, salt bir idari yapıya sahip olarak tarihe geçmişlerdir. Yalınız 1280 yıllarında Eşrefoğlu Süleyman Bey ve Karamanoğulları ile birlikte Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Keyhüsrev’e taraftar olmuşlar, Konya Selçuklu yönetiminde önemli roller almışlardı.

1284 yılında Moğollar tarafından katledilen 3. Gıyaseddin Keyhüsrev’in annesi Valide Sultan, Keyhüsrev’in sadık bendeleri olan Eşrefoğulları ve Karamanoğullarından torunlarının tahta çıkmaları sağlayacaklarına inanan düşünen Valide Sultan, oğlu 3. Gıyasettin’in ölümüyle Kayseri’de tahta çıkmasına karşı çıkarak, Moğolların izniyle Konya’da torunlarının tahta çıkmasını istedi.

Olaylar istenildiği gibi gitmez. Torunlarının naipliğine getirdiği Eşrefoğlu Süleyman Bey, Sultan Mesud’un Konya’ya sevk ettiği Has Balaban komutasındaki Selçuklu ordularından çekinerek Gorgoruma geri çekildi. Yalınızca yedi ay süren çocuk hükümdarların naipliğinin ardından Moğol güdümündeki Selçuklulara karşı Karaman Oğulları ile birlikte küçük çaplı bir direniş sergilese de, siyasi çıkarını Sultan Mesud’a tabii olmak ta görerek yön değiştirerek itaatini sundu.

Eşerefoğlu Beyliğinin Yıkılışı
Moğollardan Çupan, Olçaytu’nun 1313 yılındaki ölümünden sonra, Anadolu’daki Moğol yönetimini devralmak için geri döndü ve yönetimi oğlu Timurtaş’a devredecek kadar kaldı. 1321’de Timurtaş ayaklandı ve Mehdi olduğunu iddia ederek Anadolu’da kendi devletini kurmak istedi. Bu ayaklanmayı bastırmak üzere Çupan görevlendirildi ve bu görevini yerine getirdi. Fakat oğlunun bu ayaklanmasını bağışlayarak, oğlunun suç ortaklarını öldürttü.

Çapan, oğlunu İlhan Ebu Said’e götürdü; İlhan, Timurtaş’ı bağışlayıp tekrar onu Anadolu’nun Moğol Valisi tayin etti. Çapan’ın 1326’da ölümünden sonra Timurtaş yeniden ayaklandı. Beyşehir’i aldı, Eşrefoğlları Beyi Mübarizüddin Mehmet Beyi gölün içinde boğarak öldürdü. Böylece Eşrefolulları Beyliği Mehmet Bey’in ölümünden sonra yerine geçen Süleyman’ın öldürülmesinden sonra, beylikler arasında en kısa ömürlü olarak tarih sahnesinde yerini aldı. Daha sonra yenilgiye uğrayan Timurtaş Mısır’a kaçtı, ertesi yıl orada öldürüldü.

Daha önce de İlhan Keyhatu (1291-1292) büyük bir güçle tekrar Anadolu’ya, bazı Türkmenleri kılıçtan geçirerek kökünü kazıma kararıyla girdi. Büyük bir dehşetle yolunun üzerindeki her şeyi yakıp yıktı, önüne çıkan insanları kılıçtan geçirdi. Bu dehşetli saldırılarıyla Eşrefoğulları ve Menteşoğulları aşiretlerinin yanı sıra Karamanoğulları’nın topraklarını da harabeye çevirdi. İlhan Keyhatu, Moğol ordusu ile giriştiği bu zorbalıktan, pazarlarda satılacak çok sayıda esirle birlikte kışı geçirmek üzere Konya’ya döndü. Lakin Anadolu Türkmenleri ve diğer halklar arasında İlhan Keyhatu’nun bu saldırısı büyük bir nefrete dönüştü.

Dahi, Eşrefoğlu Beyliği Zamanı Kalıcı Eserleri
En kapsamlı, en dikkat çeken değerli eserlerden biri olan Eşrefoğlu (1297-1299) Camiidir. Anadolu’daki Selçukluların bol sütunlu camilerinin en güzeli, en değerli sanat eseridir. Kırk sekiz tane sekizerli altı sırada bulunan ve üzerinde süslü sarkık sütun başlıkları olan uzun ahşap sütunlardır. Ahşap, tuğla ve taş işçiliği yanında mükemmel boyama süslemeleri, çini ve mozaikler hepsi şahane uyum içinde özgün mimarisi ile birbirini tamamlamıştır. Ayrıca minaresi tabanına yerleştirilmiş, su haznesi görevi gören bir Roma lahdinin bulunduğu çeşmesi.
 
Foto Alman gezginci Fredric Sara 1895 
Beylikler döneminden kalma kalıcı eserlerden, Eşrefoğlu Süleyman Bey Külliyesi, Süleyman Bey Bedesteni, Süleyman Bey Türbesi. Giriş kapısı ayakta duran Beyşehir Kalesi, Süleyman Bey Mescidi, çifte Hamam, Beylikler döneminden kalma bir başka eser, kitabesinde 1369-1370 olarak tarihlenen İsmail Aka Medresesidir. Dahi, tarihsiz üç eser daha vardır. Bunlar Taş Medrese, Demirli Mescit, Bayındır Köyünde 1310 tarihli, orijinal süslemelerinin çoğu yerinde duran camii ve Köşk Köyü Mescidi gibi şeyler hala günümüze kadar kalıcı bayındır eserlerdir. Bir pencere aracılığıyla türbe sahına açılarak camiye bağlanır. 

Türbe kapısının Yüksek bir kare kaide üzerinde yükselen ve tepesinde konik bir dış kubbe bulunan sekizgen bir taş yapı olan türbe, üzerindeki kitabeye göre inşa tarihi olarak 1302 olarak belirtilmektedir. Aslanapa Mezarının zengin süslemeli iç mimarı, Bütün Selçuklu seramik-mozaik en görkemlisini oluşturmakta helezonlar, hurma yapraklarından süsler ve değişik yapraklı bezemeler, on iki kenarlı yıldız motifler ile tarif edilmektedir. Eşrefoğlu Camii karşısında her birinde üçlü, iki sıra halinde, altı kubbeli, dış cephesinin çevresinde bir dizi kubbeli dükkânlar bulunan dük dörtgen bir bina olan bedesten vardır. Bu bedesten, Eşrefoğullarına ait 14. Yüzyıl başlarında yapılmış yapıdır.

Ayrıca Seydişehir de Seyit Harun külliyesi, Seyit Harun Camii, Seyit Harun Türbesi, Seyit Harun Hamamı, Mescit, Seydişehir Kalesi gibi pek çok yerler günümüze kalan mimari yapıtlardandır.

Dahi; Yazma eserler, değer biçilmeyen halılar, değer biçilmeyen çiniler, pek çok madeni eserler, kandiller, şamdanlar, sikkeler, elde olup Konya Müzesinde sergilenmektedir.

Eşrefoğlu Camii
Beyşehir’in kuzeyinde, gölün kıyısında bulunan İçerişehir Mahallesinde yer alan Eşrefoğlu Camii, 1297-1299 yılları arasında yapılmış; Anadolu'daki ahşap direkli ve kâgir duvarlar ile camilerin en büyüğü ve en özgün Türk mimarisindendir.

Foto Selman Zebil: Eşrefoğlu Camii 1988 
Orta Asya'da Semerkant, Buhara gibi eski Türkistan şehirlerinde yer alan ağaç direkli camilerin ülkemizdeki bir örneği olan Eşrefoğlu Camiidir. Camide 46 işlemeli ahşap sütun üzerinde yükselir. Sütunlar, Beyşehir ormanlarında yetişen kasnak meşesi meşe ağacından yapılmıştır. Cami inşasına başlamadan önce 6 ay boyunca çamurlu suda bekletilerek abanozlaştırılmıştır.

Eşrefoğlu caminin ortasında bir kar havuzu vardır. Yüzyıllar boyu kış aylarında camiinin damındaki kar, çatının ortasındaki boşluktan ortadaki havuza atılmış ve ortamı nemlendirerek yakılan sobalardan ötürü ahşap sütunların çatlayıp kurumasını engellemiştir. 1965 yılında bu karlığın üstü camla kapatılmış ve işlevini yitirmiştir.

Selçuklu çini sanatını yansıtan mozaik ile kaplı çok görkemli 6 metre yüksekliğinde bir mihrabı vardır. Ayrıca, tam manasıyla anıtsal nitelikli taç kapısı vardır. Pek örneği bulunmayan minberi tamamen ceviz ağacından, oymalı ve geçmeli, çivisiz, tutkalsız, inanılmaz bir ustalıkla ve incelikte geometrik şekiller ve bitkisel bezemelerle kaplıdır. Tamamı işlemeli ahşap olan caminin tavanı renkli, kökboyası kalem işi süslemelere sahip, özellikle konsollardaki motifler göze çarpan güzelliklere sahiptir.

Beylikler Devri'nde Eşrefoğlu Süleyman Bey tarafından yaptırılan camii, Eşrefoğlu toplu yapıları içinde yer alır. Cumhuriyet döneminde 1934'ten itibaren zaman zaman tamir edilmiştir. Bu tamiratlar sonucu toprak çatı, önce kiremitle örtülmüş; daha sonra bakırla kaplanmıştır.

Beyşehir Dolaylarında Kalıcı Antik Tarihi
Beyşehir- Fasıllar Köyünde 2.000 yıllık Lukuyanus Anıtı’ndaki yazıtta, at yarışı kurallarının yazılı olduğu ortaya çıktı. Yazıtta, at yarışları kurallarını anlatan en eski kitabe olarak edebiyata geçti.


Beş metre yükseklikte, 0.85 x 0.95 boyutunda, üzerinde Grek harfleriyle yazılmış on satırlık Yunanca bir kitabedir. Kitabeye göre Lukyanus (Lukianus) adlı bir genç ölmüş. Ailesi hatırasını yaşatmak için bu abidenin önünde at yarışları yapılmasını istemiş, yarışların nasıl yapılacağını da bu kitabede belirtilmiştir.

Beyşehir’e18 kilometre doğusundaki Tarihi antik “Hitit Misthia” kentinin üzerinde kurulu, bugün adı Fasıllar olan mahallede Hitit, Roma ve Bizans döneminden kalma uygarlıklara ait çok sayıda anıt ve harabeler bulunuyor. 3.200 yıl öncesine ait, bir dönem

Hititlerin en önemli merkezi olduğu bilinen mahalledeki en ünlü yapıt, “Bereket Tanrısı” adıyla bilinen 72 ton ağırlığındaki (Aslanlı Kaya) Fasıllar Anıtıdır.

Ayrıca, “Kurtbeşiği Anıtı” olarak da bilinen bu anıtın 100 metre kuzeyinde, yerden 10 metre kadar yüksekteki tepecikte, kaya üzerine oyulmuş at kabartması bulunuyor. Kaynaklarda bu anıtın adı, “Lukuyanus Anıtı” olarak geçen bu yapının, “Roma-pagan” döneminde yapıldığı biliniyor. Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Bahar, yaptığı açıklamada, anıtın Romalı at binicisi Lukuyanus isimli gencin erken yaşta ölümü üzerine yapıldığını söyledi.

Yöre insanlarınca “Atıkaya” adıyla bilinen anıtın çevresinde at yarışlarının düzenlediğini anlatan Hasan Bahar, “Burası bir hipodrom. Bu anıt, Lukuyanus adlı Romalı biniciye ait. Bu kişi yarışçıdır. Bu yapıdan da burada at yarışlarının yapıldığını ve at yetiştirildiğini anlıyoruz. Hititler anıtları çevredeki kutsal olduğuna inandıkları dağlar için yapıyordu. Roma döneminde de at yarışları belki bu dağları kutsamak için yapılıyordu.” Diye açıklıyordu.

Yöre insanlarınca “Atıkaya” adıyla bilinen anıtın çevresinde at yarışlarının düzenlediğini anlatan Hasan Bahar, “Burası bir hipodrom. Bu anıt, Lukuyanus adlı Romalı biniciye ait. Bu kişi yarışçıdır. Bu yapıdan da burada at yarışlarının yapıldığını ve at yetiştirildiğini anlıyoruz. Hititler anıtları çevredeki kutsal olduğuna inandıkları dağlar için yapıyordu. Roma döneminde de at yarışları belki bu dağları kutsamak için yapılıyordu.” Diye açıklıyordu.

Hasan Bahar, at kabartmanın yanında mezar odasının yer aldığına işaret ediyor ve: “Lukuyanus Anıtı’nın altında ‘Savaşçı Lukuyanus, evlenmeden öldü. Kahramanımız’ deniliyor. Çok üzülmüşler ölümüne. Roma’da, evlilik çok önemli bir aşamadır. İnsanlar için çok üzücü, bekâr gencin ölümü. Bu da Helenistik Roma döneminde önemli bir ayrıntıdır. Bölge, Roma’nın Pisidya eyaletinin doğu sınırı oluyor. Bu yapı, Pisidya dönemine ait bir kabartma diyebiliriz. Roma-pagan dönemi, 2 bin yıllık geçmişe sahip.” Diye açılıyor.

Beyşehir’e 16 km. uzaklıkta bulunan Fasıllar Köyünde bulunan kayalık bir yamaç üzerinde buluna, 50 ile 70 ton ağırlığında olduğu tahmin edilen, 2.25 x 27.75 en ve 8.30 metre yüksekliğinde tek parça bazalt kütle kaya üzerinde kaba yontulmuş Hitit Tanrısı bulunmaktadır. Alt tarafında ise bir çift aslan arasında da bir dağ tanrısı yer almaktadır.

James Mellaart tarafından ortaya atılan sava göre bu Fasıllar anıtı, 50 km. uzaklıkta bulunan, Beyşehir-Sadıkhacı Kasabası sınırları içerisinde bulunan Efaltunpınar Anıtı üzerine konulmak üzere hazırlanmış, dahi, James’in savuna göre, bu anıttan bir tane daha olması iddiası. Çünkü her iki anıt yapım tarihleri (M.Ö.13.yüzyıl Tudhaliya dönemi) ve yontu benzerlikleri birbiri ile örtüşmektedir.

Ekrem Akurgal, Anadolu anıtsal heykelcilik bakımından kabartma sanatının Hititlerle başladığını söyler. Fasıllar ve Eflatunpınar anıtlarının dışında Hitit anıtlarında insan ve hayvan figürlerinin profilden verildiğini söyler. Bu her iki anıttan yola çıkarak, James Mellaart tarafından ilk kez ortaya atılan savı desteklemektedir. Yani, Fasıllar dev anıtın Eflatunpınar anıtının tamamlayıcısı olarak (yukarıdaki grafide olduğu gibi) üzerine konulmak üzere yapıldığı savını desteklemektedir. Ancak her nedense bu anıt bitilmemiş.

2000 Yıllık At Yarışı Kuralları
At kabartmasının altında, ilişikteki resimde gösterilen kaya üzerinde Grekçe, Kiril alfabesiyle yazılı yazıtta at yarışı kurallarını yazıyor. 2000 yıllık yazıtta yer alan at yarışı kuralları şöyle sıralanıyordu:

Fasillar'da Atlı Kaya 

A- Bir at birinci olduysa başka yarışlara katılamaz…

B- Atın sahibi de yarışmada atı birinci olduysa ikinci atı katılamaz. Atın kendisi katılamadığı gibi sahibinin ikinci atı da katılamaz...

Lukuyanus Anıtı’ndaki yazıtın çözümünde, at yarışlarının kurallarını anlatan en eski yazıt olduğunu söyleyen Hasan Bahar, o dönemin at yarışları kurallarına şöyle açıklık getirir: “Bir at, 10 kupa aldı, sahibi şu kadar kupa kazandı’ diye sevinmiyor. Aksine ‘ben birinciliği tattım, diğer insanlar ve atları da kazanmalı’ düşüncesiyle, diğerlerine de kazanma şansı veriliyor. Güzel bir kaide var. Modern dünyadakilerin aksine yarışlar, centilmenlik üzerine kurulu. Spor kurallarını ortaya döken ve yarışın yapılış şekline ilişkin kuralların bulunduğu benzer bir kitabe görmedim. At yarışlarından bahseden kaynaklar var ama kurallarını ve yapılışını anlatan yok” der.

Atlı Kaya
Ali Galip Yıldırım’ın hazırladığı “Eflatunpınar Hitit Kaya Anıtı” yazısında, Fasıllar Köyünün 100 m. Doğusunda “Asarlık” denilen kayalık yamaçta bulunan Atlı kaya Kabartması (Lukyanus Anıtı), yerden on metre kadar yükseklikte dik kaya üzerine 1.85 m. Boyunda bir at kabartması ve bir nişten bulunmaktadır. Yandaki nişin mezar odası kayaya oyulmuş olarak bulunmaktadır.

M.Ö. 2. Bin yılbaşlarında Anadolu’da varlık gösteren Hitit uygarlığı, M.Ö.1650’den sonra bir devlet kuran, M.S.1400’de bir imparatorluk haline gelmiş, M.Ö. 1190 yılına gelindiğinde büyük bir yıkıma uğramıştır. Ancak Hitit uygarlığı Anadolu’da birçok önemli izler bırakmıştır günümüze kadar uzanan. Salt bizim bölgemiz olan Beyşehir ve çevresinde Kaya Anıt, Atlı Kaya, Eflatunpına gibi kalıcı uygarlık yapıtlarda, taş işçiliği, kabartma sanatı harikuladedir.

Kurt Bittel, Eflatunpınar anıtının 4. Tuthaliya tarafından bir zafer anıtı olarak yaptırıldığı iddiasında. E. Laroche, bütün bir kompozisyonun yaşam kaynağımız güneş, dünya ve suyu tensil ettiğini belirtir. Arkeolog A. Sırrı Özenir, son yıllarda Boğazköy’de (Hattuşaş) bulunan bronz bir tablette sınır belirtilirken sözü edilen Arimmatta’nın pınar havuzunun, Eflatunpınar Kutsal Havuzu olduğunu söyler.

Eflatunpınar
Eflatunpınar anıtının yapılış tarihi M.Ö.13.Yüzyılın sonlarına doğru tarihlenmiştir. Bu tarihte Hitit kralı 4. Tuthaliya dönemine denk gelmektedir. Bu dönemde bölgede ise Tarhuntassa Kralı Kurunta hüküm sürmektedir. Kabartmaların kaba görünümleri bize gösteriyor ki, anıtın yarım bırakıldığı izlemi, imparatorluğun yıkılma dönemine denk gelmesi ile anıtın tamamlanmasına neden olduğudur.



1837’de keşfedilmiş olna bu anıtın şu anki durumundaki boyu 7 metredir. Ve 30 x 35 metrelik dikdörtgen bir havuzu vardır. Anıt ilk kez İngiliz Hamilton tarafından keşfedilmiştir. Ancak bu Eflatunpına anıtının, Yazılı Kaya anıtıyla ilgili olabileceğini Fransız Charles Texsier görmüştür.

Anıtın kuzey cephesinde 19 adet kabartma taş blok kullanılarak adeta yapay bir kaya düzeyi oluşturulmuştur. Görünümün merkezinde oturan bir tanrı, bir tanrıça çifti var. Bu çiftin sağında, ortasında ve solunda şeritler halinde 10 adet karma yaratık, kanatlı cinler ve boğa adamlar, kollarını yukarı doğru kaldırarak, ikisi kısa biri uzun, en üzte anıtın tamamını kapsayan kanatlı güneş kursunu tamamlamaktadır.

Hitit tanrıları içinde en büyük ve en önemli tanrı, Fırtına tanrısı, tanrıça’nın ise Arinna’nın güneş tanrıçası olduğu arkeologlar tarafından yaygın olarak kabul görülmektedir. Buna kanıt olarak, anıtta oturan tanrıçanın güneş biçimde gösterilmiş biçimi bu savı tamamlıyor.

Anıttaki alt sırada ise ellerini göğüslerinde kavuşturmuş beş tanrı yer almaktadır. Sağ ve sol baştakiler dağ tanrılarını temsil ederken, ortada kalan üç ise yeraltı kaynak tanrılarıdır. Kaynak tanrıları eteklerinde altı adet delik bulunmaktadır. Dinsel törenler sırasında kanallardan aktarılan sular, anıtın arkasında kalan bir haznede toplanarak bu deliklerden fıskiyemsi bir biçimde kuzey cepheden ana durumdaki, iki yandan simetrik olarak iki Pınar tanrıçası oturur biçimde tasvir edilmiştir.

Bu anıt platformun önünde tahta oturur durumda bir tanrı ve tanrıça çifti bulunmaktadır. Bu çiftin hurilere ait Güneş tanrıçası ve Fırtına tanrısı olduğu kabul edilmiştir. Böyle olunca, Hitit Güneş tanrıçası ile Fırtına tanrısı, Huri’li çiftle karşılıklı oturmuşlardır. Havuzun dışında tek kütle halinde üçlü boğa protomu, havuzda olması gereken yerde değildir. Buda dinsel törenlerde kullanılmıştır.

Beyşehir Gölü
Beyşehir Gölü, 653 kilometre karelik tektonik bir jeolojik çöküntü göldür. İçinde, sekizi bazen suyun kabarmasıyla su altında kalabilen toplam 33 adayı barındıran göldür. Bu 33 adanın en büyüğü “Mada Adası” içinde köy bulunmaktadır.

Adalar da Tarih İzleri
Beyşehir Gölünde Kız Kalesi

Hacı Akif Adası: Roma devri tapınak kalıntısı.
Kızıl Ada: Hamam ve mezar kalıntıları
Çeçen Adası: Roma devri kalıntılar, yazılı dehlizler ve hamam.
Akburun Adası: Antik döneme ait mezar ve yapılar.

Kirse Adası: Kilise kalıntısı
Kız Kulası Adası: Kubadabad Sarayını harem dairesi bulunmaktadır.
Kuş Kondu Adası: Mezar ve höyük bulmuştur.

Mağaralar
Türkiye’nin en uzun mağarası olan 15 kilo metre uzunluğunda, Beyşehir Gölü’nün batı kıyısı-Gölyaka ormanlarındaki Pınargözü mağarası.

Çamlık Köyünde bulunan: Körükinimağarsaı. Yine Çamlık Köyünde bulunan Balatini, Çobanini düdeni, Tarlaini, Değirmenini vardır. Ayrıca Suludere mağaraları vardır.

Kurucuova’da: Köyini, İnönü mağaraları vardır. Yeşildağ Kasabasında: Eşekini, Hatçeini, Damlaini ve Güvercinini vardır. Ayrıca Hacı Akif Adasında bir mağara bulunmaktadır.

Göl; Türkiye’nin en büyük tatlı su gölüdür. İçinde balıklar ve göçmen kuşlar sazlıklarında barınırlar. Göçmen kuşalar gölün çevresinde yumurtlama kolonileri oluştururlar. Bu kuşlardan, Deniz Kartalı, Tepeli Kutan, Gece Balıkçıl, Karabatak, Erguvan, Küçük Karabatak, Sumru, Sesiz Kuğu, KaraboyunluBatağan, Büyük Akbalıkçıl, Sakar Meke, Kara Meke, Kışı geçirmek isteyen Sakarca Kazı gibi kuşlar.

Beyşehir Çevresi Bitki Türleri
Laleli Dağından Beyşehir ve gölü 

Yaklaşık olarak 400 farklı olan (Astragalus Stereocalyx) endemik bitki türü, (Leucojumaestivum) göl çevresinde bol miktarda göl soğanı bulunmaktadır. Dahi kasnak meşesi, saplı meşe, Makedonya meşesi, katran ardıcı, boylu ardıç, karaçam, Toros sediri gibi ağaç türleri.

Selman Zebil-Antalya 2016




TURANCI-TÜRKÇÜ-SOSYALİST ETHEM NEJAT (1881-1921)

ETHEM NEJAT (1887-1921) Annesinin adı Cavide, babasının adı Hasan'dır. Anne tarafından dedesi Ahmet Cavit Paşa, Çerkes İttihat ve Teavün...