19 Eylül 2013 Perşembe

CUMHURİYETİN OKULLAŞMA HAREKATI


OKULLAŞMA
Tek partili sistemi acımasızca hırpalamak isteyenler, bugünkü geldikleri mevkiinin bu dönemin inşasına katkı sağlayanlar olduğunu bir an düşünseler böyle, insafsızca çıkış yapmazlardı.

Yıl 1933, Türkiye nüfuzu 17 milyon. 1 milyon yüksek tabaka 15 milyon katıksız sefil, sefalet içinde yaşayan Türk. Bunların 2 milyon şehirlerde, 10 milyonuda köylülerden oluşmaktadır.

Dünyadan ve uygarlıklardan habersiz, köstebek yuvalarını andıran kerpiç evlerde çok düşük koşullarda yaşayan Türk köylüsünün yolu yok şehirleri köye bağlayan. Dışarıyla; dış dünyayla ilişkileri yok yıllardı. Dünyada gelişen uygarlıklardan habersiz, araç gereç yok, para yok, okul dersen zaten yok...

Böyle Anadolu da 41 bin köy var 10 bin yıllık eski uygarlıklar kalıntısı üzerinde kurulu, uygarlıktan habersizdiler.

41 bin köy var, bu köylerin sadece 600’ünde posta merkezinde...

41 bin köy var, 37 bini köyde hiç okul yok...

41 bin köyde toplam 12 milyon nüfuz yaşamakta. Bunların ancak % 2’si okur-yazar. En zekisinin kullandığı kelime haznesi 400 bile değil... Köyün dışına çıkmamış gençler, ancak askerlikleri gelmiş gençler, dışarıdan biraz haberdar olurlar. Bu hale Osmanlının milyonları yoksullar yaratma siyasetinin ürünüydü...

Dağlarda kartal yuvasına benzeyen çalı çırpıdan yapılmış köyler; ovalarda iri köstebek yuvasına benzeyen köyler, kaya kovuklarında yaşayan insanlar. Keçi kılından yapılmış çadırlarda dağ koyaklarında hayvanlarıyla yan yana yaşayan insanlar bir birlerinden ayrıştırılmış haldeydiler...

Cumhuriyetin 9. yılı 1932’de insanları okullu yapabilmek için şöyle bir rüşvet teklif edilir:

3 yıllık bir okulun 1. yılını bitirene 5 ay

3 yıllık bir okulun 2. yılını bitirene 4 ay

3 yıllık bir okulu tam bitirene askerlikten muaf yapılır.

Dahi, o sene içinde okula başlayan, o sene için yol vergisinden muaf tutulması önerilir.

Türkiye’de ilk tahsil 1844 tarihinde ancak ele alınır. 2. Mahmut fermanıyla mecburi olur. Ama tam başarı sağlanamaz. Öyle bir idealden öte geçemez, ta ki cumhuriyete kadar.

Dünya istatistiklerine göre cahili bol olan tek ülke cumhuriyetten önceki Osmanlıdır!

Ve öteki cahil iki sömürge ülkeleri var ki, Mısır ve Hindistan olur...

Devralınmış Osmanlı Devletinin enkazından, yönetiminden sefalet ve cehalet çıkmıştır. Kurumlarını çağa uyarlayamamış, eğitimde sıfır çekmiş bir enkaz yığını sistemin yeniden yapılanması güçlükleri olsa da başarılır. Başta eğitime çok önem verilir, öncelikli olarak okullaşma oranını yükseltmek idealin bir parçası olur top yekun halkın eğitimi.

1932’de 4894 resmi ilkokul vardır. Bu okullar içinde 341,941 öğrenci vardır. En kısa sürede bu okullar 6544 çıkarılır ve içindeki öğrenci sayısı 536,123’e yükseltilir...

Ülkede 1932- 33 ders yılında 5401’i köylerde, 1143’ü şehirlerde olmak üzere 6544 resmi ilkokul vardır ve buralara 301,843’ü köylerde, 234,280’i şehirlerde olmak üzere toplam 536,123 öğrenci okutulmaya başlar der Nusret Kemal,  “Halkçılık ve Köylücülük”  adlı yapıtı sayfa 71 Tarih 1934

Bu adı geçen okullarda 1. sınıfa başlayan öğrenciden 247,777 okulu bitirirken, 3. sınıfı bitiren öğrenci sayısı 64,508. Yani, ilkokula 247,777 öğrenci kayıt yapıyor, 3. sınıfı ancak 64,508 öğrenci bitirebiliyor. Burada gördüğümüz, sınıf yükseldikçe mezun olma sayısı azalması görülmekte...

1927 nüfuz sayımında 13 milyon 300 bin olarak tespit edilir. Lakin tam bir nüfuz sayımı olmaz. En kaba tabirle 16 milyon olarak hesaplanır. 12 milyon köylerde, 4 milyon da şehirlerde tespit edilir. 1927 de sekiz köyden yedisinin okulu yoktur

1927 de ki 13 milyon 300 bin nüfuzdan 1, 347,282 nüfuz 1- 12 yaş arası olduğu tespit edilir. En kabaca olarak da sayılamayanlarla bu oran 1,5- 2 milyon olarak hesaplanır. Bunların 1,5 milyonu köylerde, 500 bibi şehirlerde yaşarlar...

O dönem ülkede 346 şehir 41 bin köy vardır. Bütün ilkokulda okuyan 633,344 erkek öğrenciye karşı 201,619 kız öğrenci olur. % 64’ü erkek % 36’sı kız öğrencidir. 3. sınıf bitiren kızlar köylerde  % 23 Bu oran şehirlerde % 40 olmaktadır.

Halk bilinçlendirilmemiş, okuyan halktan korkulmuş. O nedenle halkın içinde okuma terbiyesi olmadığından, okul ve okuma sevgisi gelişmemiş, yurdun her tarafı kör, sefil ve cahil bırakılmıştır...

1933’de 25 bin köyde 28,705 cami ve mescit vardır. Yalınız köy kanunu tatbik olunan 22194 köyde 5401 okul vardır. Bu köylerin 16,793’ünde ilkokul yoktur. Genel 41,000 köyden, 36, 000 köyde ilkokul yoktur... İstatistikler, zamanın Başvekâlet İstatistik Umum Müdürlüğü tarafından alınmıştır.

1923’den sonra devrimler meyvelerini vermeye başlar. Türk halkının geçiştirdiği yılların buhranlı dönemleri, atağa kalkan uygarlık yolunda, bunca bin yıllık kaybedilmiş zaman 10- 15 yılda kazanılmaya çalışılır...

Yani, devrimlerin getirdiği halkçılık hareketi ile Türk köylüsüne özgür vatandaş olma yolları açılır. Elbette 1000 yıllık keyfi idare altında yaşamaya maruz bırakılan halka kabul ettirme zorlukları yaşanır ama zorluklar aşılır. Zihinlerde yerleşmiş hurafeler, içi boş dini telkinler silinip atılır, yıllarca ihmal edilmiş Türk köylüsü  “milletin efendisi”  yapılır...


KÖY ENSTİTÜLERİ ve HALK EVLERİ
1923 yılına gelindiğinde Türkiye’de okul ve okulluluk, 4,894 olan İlkokul, öğrenci sayısı da 341,941 olur. 1930’a gelindiğinde ancak 6,598 okula ve 489,299 öğrenciye  çıkartılabilir.

Yeni Cumhuriyetin aydınlanmasını sağlayacak, Cumhuriyet kurumlarından olan Halk Evleri 19 Şubat 1932’de, Türk halkının eğitim ve bilgi düzeyini yükseltmek için kurulur. Atatürk’ün bizzat kendi kurduğu Halk Evleri, yine siyasi kıyıma uğrayarak 8 Ağustos 1951’de DP zamanında kapatılır…

1936 yılında Saffet Arıkan’ın Milli Eğitim Bakanlığı sırasında, köy halkına pratik bilgi vermek amacıyla  “Köy Eğitim Projesi”  ile Köy Enstitülerin temeli atılır. 17 Nisan 1940’da da 3803 sayılı Köy Enstitüsü Kanunu kabul edilir. Köy Öğretmen okulları Köy Enstitülerine dönüştürülür. 1940- 41 öğretim yıllında 10 yeni Enstitü daha açılır. Bu sayı 1945- 46 yılına gelindiğinde 20’ye çıkarılır. 1948- 49 öğretim yılında bir okul daha açılır.

Cumhuriyetin en özgün, en bağımsız yaratıcılığın, en kapsamlı bilimde, teknolojide Türk insanın ileri adım atmasına yarayacak Köy Enstitüleri projesiydi, kapatıldı. Yaratıcılığın yerini eğitimde dahi taklitçilik aldı. Köy Enstitülerine kıyım DP dönemi olan 1953’de Köy Enstitüleri programları, İlk Öğretmen Okulları Programlarıyla birleştirilir. 1954’e gelindiğinde 6234 sayılı yasa ile de Köy Enstitüleri tamamen İlk Öğretmen Okullarına dönüştürülür.

Yaşar Nuri Öztürk şöyle bir tespitte bulunur  “Allah ile Atlatmak” adlı yapıtında:  “Haçlılar önce Müslümanları çağdışı hale getiriyor, ardından da  ‘böyle olmaz, ben bunu düzelteceğim diyerek muhtarlık yapmaya başlıyor. Kural ve kader hep aynı: Muhtarlık haçlıdan, finans ve hizmet Müslüman’dan”  der.

Köy enstitülerini İsmet İnönü’yle gezen Şemsettin Günaltan, döner İnönü’ye  “Paşam binler böyle eğitilirse yönetemeyiz”  der. Siyasetçiyi bile binlerin hızlıca eğitimde yükselişi ürkütür hale gelir.

6 Eylül 2013 Cuma

TARİHTEN DERS ALMAYANLAR SAVAŞIN GÖZYAŞINI BİLMEZLER



ONLAR

MEHMET ortak adları olan onlar, rüşvet yemediler, yolsuzluk yapmadılar, mafya, çete, hırsız, bozguncu hiç olmadılar. Ellerini sokup yetimin torbasından bir tutam ekmeklerini çalmadılar. Salt inançları ve yüreklerinde pırıldayan sevdaları vardı...

Onlar ki, adları sanları yoktu, MEHMET diye ortak adları ile gönüllerde yaşarlar. Türk tarihinin en şansız gençliğiydi onlar; tarihe sığmazlar yazmakla... Onların, yani adsız MEHMETLERİN aziz ruhları önünde saygıyla eğiliyorum alnım toprağa değene kadar.

1880- 1895 arası doğumlu 3 milyon; daha yirmi yaşlarında Anadolu insanı, en kutsal yaşamlarını verdiler bu ülke uğruna. Onlar atalarından aldıkları inançla 22 milyon 410 bin Km. kare topraklar üzerinde tarihin en şansız ve en acımasız savaşları içerisinde

yurt sevgisiyle savaştılar. MEHMET ortak adları olan onların ruhlarında yükselen asalet meşale oldu dünyamızı aydınlatan...

1880- 1895 doğumlulardır; kader onları bir amaç uğruna birleştirdi. 3 milyon silâhaltına alınan MEHMET’ ler di onlar. Kimisi Yemen Çöllerinde kaldı. Kimisi Balkanlarda, kimisi Kafkas Dağlarında, kimisi Trablusgarp Çöllerinde, kimisi de Arabistan Çöllerinde yok oldular. Çoğunun mezarları belli değil; kayıplar bulunamadı, binlercesi düşmana esir düştü, yarı aç yarı tok kimi kıyıma uğradı, kimi intihar etti esaret altında, kimi değişik şartlarda esaretten kaçarak yurda döndü.

Onlar ki, 20- 25 yaşlarında bu ülkenin asil insanlarıydılar; unutuldular.
Günümüzde pervasız yaşamamızın kahramanlarıdırlar onlar. Kimi evliydi, kimi nişanlı; hepsinin sevdası birdi. Her üç kadından biri dul, her üç çocuktan biri yetim kaldı. Onların bizden hiçbir şey bekledikleri falan yoktur. Bizin onlara süresiz vefa borcumuz vardır...

Kan, ölüm, barut kokusu; ölümle iç içe inadına mücadele, hiçbir beklentisi olmayan salt ülkenin kurtuluşu sevdası onların yüreklerini çelikleştiren bir tindi. Onlar öyle politik çıkar falan peşinde değildiler. Soytarılık, hainlik, aymazlık, bütün ulusal değerlere kayıtsız kalmak yoktu. Vicdan rahatlığıyla dört cephede 15 yıl savaşmış insanlardı. Dahi 1914- 1918 yılları arası 10 ayrı cephede düşmana karşı çarpıştılar...

En çok şehit oldukları Arap-Yemen Çölleri “Müslüman kardeşim” diye güvenip sırtını döndüklerince kalleşlerce sırtlarından hançerlenerek şehit edildiler; onların oldukça çoğu Araplar tarafından İngilizlere ihbar edilerek öldürtürdüler ve ya esir düşürüldüler...

Yıkılan imparatorluğun toz duman altında kalan; can derdine düşmüş bir yığın soytarı emperyalistlerle işbirliğinde kurtuluşu ararlarken; başka bir yığın nitelikli, dürüst inançlı insanlar Anadolu’da “Kuvayı Milliye” (Ulusal Ordular) ruh ateşi yakanlar bir bütün olarak emperyalistlere karşı savaş verdiler. Şu günümüzün güzel günlerini yaşıyorsak eğer rahat ve huzur içinde O MEHMETLERİN ölümüne mücadeleleridir...

Onlar; 1914- 1918 yılları arası 202 bin askeriydiler. 22 milyon 410 bin Kilo metre kare topraklar üzerinde 22 milyon nüfuz 10 milyona iner. Yıkılan Osmanlı kendini kurtarma telaşında kaldı. Onları adı bilinmedik ülkelerde unuttu.

Üç kıtaya yayılmış Türk esir kampları. Kimi Myanmar: (Burma) Schweba, Veiktilla, Thatmyo, Rangongoon da esirdiler.

Kimi Fransa: Montpeller, Marsilya, Korsika.
Kimi Malta: Veletta. Kimi Yunanistan: Selanik’te
Kimi Moldova: Kişinev.
Kimi Hindistan: Nogar, Sümerpur, Belgaum, Bellary, Kalküta.
Kimi Irak: Bağdat ve Basra’da,
Kimi Rusya: Vologala, Vetluga, Kostroma, Kazan, Simbirsk, Samara, Toboisk,
Krasnoyarsk, Vladivostak. (1)

Kimi Mısır: Seydibeşir, Ros El Tina, Bilbeis, Heliopolis, Abası, Kahire Kalesi, Maadi. Kimide Kıbrıs: Gazimogosa (Mogosa şehitliğinde yatmaktalar) Kaynak: (1): Cemalettin Taşkıran “Esir Türler” kitabından aktarma Atlas Dergisi 101. sayı Ağustos 2001

1914- 1918 yılları arası Türkün en talihsiz tarihinin yazıldığı yılardır...
Birinci Dünya Savaşı Çanakkale, Sarıkamış, Galiçya, Kut-ül Ammare, Medine Müdafaası ile Türkün dört cephede savaşları vardı. Birde içerideki emperyalistlerin kışkırtmalarına uyup ta arkadan yıllarca birlikte yan yana yaşadığı Türkü hançerleyen isyankârlar vardı.

Görüyoruz ki, bunlar hep unutturulmak istenilerek 1915 yılında Ermenilere “Soykırım yapılmış” olarak Türk tarihine kara bir leke düşürülmek istenilerek, Batılıların yanında yerli olur olmaz kişiler, Türkleri tarihiyle utandırılmak istiyorlar.

Batılılar tarihimizi yeniden kurgulayıp, gerçek tarihimizi hırpalayarak bozup dağıtıyorlar. Yeniden bir tarih yazma heveslilerin iddiaları, “Resmi Tarih gerçekleri saklayan tarihtir” diyerek bahaneler aramalarından kaynaklanıyor. Batılı art niyetli tarihçiler en çok cesaret verenler yerli dincilerle ve kendilerini liberaller olarak lanse edenlerdir. Sürekli geveleyip durdukları bir şey vardır, onlara göre cumhuriyet felsefesi: “Türkleştirme politikası uyguladı” diye sığındıkları sığ düşünceler...

Lakin o sancılı Birinci Dünya Savaşı dönemdeki olayların, bütün devletlerin birbirlerinin ümüklerini ölümüne sıkarak öldürdüğü dönemdir. Görmezden gelinen, emperyalistlerin en çok Osmanlı topraklarına tecavüzleriydi. Kolonileri olan zavallı Anzakları, Hintlileri, Yeni Zelandalıları bağrımıza hançer sokar gibi soktular. Çanakkale’de ne işleri vardı İngilizlerin. Adana’da, Urfa’da, Maraş’ta ne işleri vardı Fransızların. Ne işleri vardı Sarıkamış’ta Rusların, Ne hat etmeye gelmişlerdi Akdeniz kıyılarına İtalyanlar? Birde yerli yardakçılar bu boyuttan baksalar Batılılar ne duruma düşer acaba?

Çanakkale

Türkiye Cumhuriyetinin ve Anadolu’nun Türk yurdu olmasının başlangıcıdır Çanakkale. Bugün hala millet olmanın heyecanlı gururunu yaşıyorsak, Çanakkale’de hiç gözlerini bile kırpmadan ülküleri uğruna ölümüne mücadelenin sonucudur. Bizler onlara ödeyemeyeceğimiz kadar borçluyuz…

Yani demem şu ki; Çanakkale varlığımızın mihenk taşıdır. “Türküm” demenin iyice ucuzladığı şu günümüzde, millet olmada, gündelik yaşamımızda anlamsızlaştırıldığı cehalet ahlaksızlığına karşı mücadele etmek isteyenler her geçen gün azaldıkça avanta, köşe dönmecilik milli değerlerin önüne geçtikçe, kapıp kaçma ahlakı pirim yaptıkça, Türkiye de “Türk olmak, Türküm” demek kahır olmaktaydı. Geçmişine sahip çıkamayan, onu korumayan, sorgulamayan, hesaplaşmayan milletler her zaman ayakta kalmayıp tarih sahnesinden silinmişlerdir.

Kurnazlık, dindara tebelleş olmuş, dincilik içinden pıtrak gibi meydanlara pervasızca dökülmektedir. Emevi disiplini içinde hareket halindeler. Cumhuriyetin getirdiği kültürel dokuya adeta alerjileri var, kaşıntı yapıyor duydukları zaman.

Bir şeyler görüyoruz ki, pek çok yanlı, yanıltıcı yayınlarda Çanakkale savaşı savsaklanarak hayali ordular kurtarıcı haline dönüştürülüyor, sanki kayıptan gelen, boğazın sularından ellerini uzatarak düşman gemilerini alabora ettikleri temaları işleniyor. Zaten okuma özürlü halkımızın zihinlerine yalan, yanlışlar savsatalar tarih diye telkin ediliyor.

Ama neden 250 bin şehidin Çanakkale’de savaşarak öldüğü gerçek manada sorgulanmıyor, onların ölümüne mücadeleleri hafife alınıyor, kayıptan eller, neden o kadar şehit vermemize engel olmamış olmalarına dair bir sorgulama, bir açıklama veremiyorlar.

Amaç: yeni bir liderin doğmasına, görmezden gelinmesine, yok sayılmasına hizmet için art niyetli kişilerin zihinlere hülyalı, rüyalı masalımsı uyduruk hikâyelerle, küflü çivi çakar gibi genç zihinlere sokuyorlar. Yani demem şu ki: Mustafa Kemal Çanakkale Savaşını hiç yapmamış gibi havalar estiriyorlar.

Çanakkale, Türkiye Cumhuriyeti için bir başlangıçtır. Dünyanın en güçlü ordularını dize getirilmiş günüdür. Emperyalistlerin yediği tokadın en şiddetlisidir, düşüp kıçlarının üstüne, ayağa kalkamadıkları, Anadolu işgal hayallerinin Çanakkale boğazın sularına gömüldüğü gündür.

Fırsat kollayan bu emperyalistler, Osmanlı topraklarındaki azınlıkları kışkırtarak Türkleri Balkan topraklarından kovdurdular, o topraklara kendileri yerleştiler. Şimdi bu topraklar üzerinde bulunan Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır, Suudi Arabistan, Katar, Bahreyim, Suriye, Irak, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri Yemen, Sudan bir bütün olarak yekpare Osmanlı topraklarıydı. Emperyalistler işgal ettikleri bu toprakları çıkarları gereği cetvelle böldüler, Arapça konuşan tek milleti, birçok devletçiklere ayrıştırdılar.

Sonuç olarak, bu topraklara vatan sevgisi, ümmet sevgisinin önüne geçerek gelişe gelmiştir. Çanakkale’de toprağa düşmüş canlar, öyle boşu boşuna kanlarını 1915’de 15 yaşlarında dökmediler. 10 Ağustos sabahı Conkbayır’dan düşman üzerine ölümüne koşan, öleceklerini bildikleri halde, arkalarına dahi bakmadan toprağa düşüp şahadete erdiler. Nedeni, bizim geleceğimizin güzel günleri içindi. Onlar bizim atalarımızdı, biz onların torunlarıyız, hiç unutmamalıyız.

Unuttuklarımız ve Hatıralarını Bile Anamadıklarımı
Yine nerdeyse unutulmuş gitmiş bir Kore’ye asker gönderme olayı var...
İkinci Dünya savaşı bitmiş, “Soğuk Savaş Dönemi” başlamış. Kim başlatmış, neden başlamış aklımızın almadığı dünyayı iki kutba ayrıştıran büyük devletlerin bir oyunu olduğu ise muhakkaktı.

Türkiye İkinci Dünya Savaşında tarafsız kalmayı başarmış, kendi topraklarına düşman saldırısına karşı siyasetini iyi uygulamış, kendi toprakları üzerinde savaşın sıçramasını engellemiş bir ülke olur lakin yalınız kalır ve yoluna davam edemez.

Dünyayı iki bloka ayrıştıran, iki bloktan birine yanaşması, tercihini Amerika’ya yanaşmaya ve onun üyeliğinde olduğu NATO’ya girebilmek için çaba harcamaya başlar. Kendini kanıtlamak için Türkiye, ABD’nin Kore’deki işgaline destek olmak için, Kore’ye asker gönderme kararı alır. Türkiye Kore’ye, 1950 yılında alınan bir kararla: 259 subay 18 askeri memur, 4 sivil memur, 395 astsubay, 4414 er ve erbaştan oluşan askerle toplam 5090 seçme Tük insanı ABD adına Kore’de savaşmaya gönderilir.

Sonuç olarak:741 Şehit, 2147 yaralı, 234 askerimiz tutsak olur, 175 askerimiz kaybolur, şimdiye kadar hala akıbetleri belli olmadı.
Selman Zebil




11 Ağustos 2013 Pazar

SÜLALE ADIYLA KURULAN DEVLETTEN ULUSUN ADIYLA KURULAN DEVLETE


DEVLET ve REAYA (DAVAR SÜRÜSÜ)
Doğu geleneğinde devlet kavramı ilk çağlardan bu yana hükümetle karıştırılmış, aynı manayı taşır gibi algılanmıştır. Bu algılama biçimi, Türklerde daha da belirgin biçimde zihinlerde canlı tutulmuştur. Örneği bu anlayış bizde de böyle algılanmıştır.

Türkler kurdukları devletleri bir aile veya şahsiyet adına kurmuşlardır. Değişik Türk kabilelerin kabile adıyla kurulmayan Göktürklerden sonra 1000 yıldan fazla zaman, değişik kabile (Selçuklu, Osmanlı, Gazneli, Akkoyunlu vs. gibi) adlarıyla devletler kurmuşlar ve hep aynı düşüncenin eylemi olmuşlardır. Geçmiş Türk tarihine bir baktığımızda her gelen yeni Türk devleti, yendiği eski Türk devlet üzerine kurulduğu görülmüştür ama devletin adı değiştirip de dili değişmeyen eski devlet üzerinde kurulan yeni devlet, eski devleti adeta yabancı saymıştır. Buna bir Osmanlı şair:  

“Biz ol nesil-i kerim-i huda-yi Osmaniye’yiz. Kim cihangir ne bir devlet çıkardık bir aşiretten”  der. 600 hanelik bir çadır aşiretten, dünyayı fed eden bir devlet çıkarmanın gururuyla söylenir şair.

Lakin 600 haneden çıkan dünya imparatorluğuna yükselen Osmanlı, Selçuklu mirası üzerine oturmuştur. Selçuklu halkı Osmanlıya ilhak etmiştir. Yani, Selçuklu namı taşıyan yüz binlerce Anadolu insanı Osmanlı imparatorluğun içerisinde görev almıştır. Bu açıdan bakarsak, gerçek devleti doğuran unsur Selçuklu aidiyetinden olan Türklerdir.

O insanların ne aidiyetten olduğu millet adla anılması gereği daha uygundur.
Doğu geleneğinde devlet, bir zümrenin adıyla kurulurken, Avrupa da bu genelde o milletin adıyla kurulur. O nedenle Osmanlı tabiyesinde bulunan  “reaya”  denen halk dahi bilmez iken Türk olduğunu Avrupalı ona  “Türk” derdi, ülkesine de  “Türkiye”  derdi. Ama o kendini  “Devleti Aliye-i Osmaniye”  içinde yaşayan  “reaya”  olarak algılardı.

Avrupalıların bağımsız devletin gerçekleri bir sülale veya bir zümrenin adıyla değil de, milletin adıyla devletin oluşmasıdır. Genelde Türklerin devlet anlayışında ise bir bir şahıs ve bir sülale adına kurulmasıdır.  Dolayısıyla, gün gelip sülale adıyla kurulmuş olan devlet bağımsızlığını kaybettiğinde değişir, lakin devleti oluşturan millet, sülalesiz yaşayabilir. Bir devletin bir sülaleden oluşmuş olma yanlışı sülaleyi yok edebiliyor ama milleti asla yok edemiyor.

Yani, devletlerin kalıcı ve sürekliliğini sülaleler teşkil etmez. O devletin kurucusu millettir. Devlet yıkılsa bile, millet yoluna devam eder. Şöyle ki, sülaleyi devlet sayan zihniyet, aynı dili konuşan öteki sülale adıyla kurulan devleti düşman olarak tanır, tehlikeli görür.

REAYADAN “VATANDAŞ OLMA” ONURUNA 
Reaya:  Arapçada  “otlatılan hayvan sürüsü”  anlamına gelen  “raiyyet” ten üretilen “reaya”  sözü, Osmanlı Padişahlarının altında yaşayan bütün halkı simgeleyen bir aşağılayıcı terim olarak kullanılmıştır. Osmanlı yönetici askerler içinse, reayadan bir üst sınıf anlamına  “beraya”  denirdi.

Cumhuriyetin Türk insanına bahşettiklerine nankörlük etmeden bir bakarsak, ümmet yerine millet, mümin yerine vatandaş olma onurunu vermiştir. Devleti yöneten monarşi kadrolar meşruluğunu dinden alırken, halk  “kul taifesi” olur. Cumhuriyetle birlikte egemenlik milletin kendisinin olur, kulluktan vatandaşlığa terfi eder.

Şimdi dönersek başa, şöyle doğru bir tespit yapar Doçent Dr. Ercan Eyupoğlu: “Batı’da burjuvazinin, kapitalizmin yetiştirdiği yurttaş cumhuriyeti yaratıyor; Türkiye‘de ise yurttaş cumhuriyeti değil, cumhuriyet yurttaşı yarattı”  der.

Türkiye’de siyasal yaşama etkin bir biçimde bilinçli, bilgili bir demokrasi geçmişinden gelmemiş kökenleri gereği, aile yapısı ataerkil sürdürülen gelenek ve inanç kurumların yıllarca telkinleri sonucu ümmet aidiyeti, eğitim düzeyi düşük topluluklar olarak bireysel karar verememe, vesayet hiyerarşicilik kıskacı vardır. Bundan yola çıkarak, özerk olmayan halk kitleleri, kendilerine verilen yurttaşlık hakları iyi, mantıklı kullandığı söylenemez. Ancak bağımlı oy kullanmaları olarak algılanabilirler. Daha çok tarikat ve cemaat şeyhlerinin, toprak ağalarının çarpıtılmış emir ve görüşleri doğrultusunda kullanılan güdümlü oylarla Türk demokrasisinin iyi gidişatının işareti olamamıştır dahi Türkiye’nin kaderini olumsuz yönde etkilemiştir. 

Türkiye’de siyasi ahlak düzeyi tam gelişme gösterememiştir. Buna takiben yurttaşlık bilinci de yeterince gelişim gösterememiştir. Yani başta yurttaşlık ahlakı cemaatlerce tırpanlanmıştır sürekli. Buda sürekli Türk demokrasinin gelişmesine engel teşkil etmiştir.

Modern anlamda  “yurttaş”  kavramı, Fransız Devriminden sonra ortaya çıkar. Daha önceki antik çağda Yunan ve Roma uygarlıklarında bir ölçüde  “yurttaş”  kavramı tanımı var idi.

Monarşiden cumhuriyete, aşiretten ağalığa, tarikatlardan cemaatçiliğe kadar toplumsal yapıyı oluşturanlara KUL, REAYA, TEBAA, UYRUK, AHALİ, Bİ-İDRAK sözler alt halk tabakası için kullanılan sözcüklerdi. Modern Türkiye yurttaş, vatandaş olarak üstün mertebede değerlendirse de  “sürüler” hala varlıklarını sürdürmektedir.

Ulus devlet olmada vatandaş, yurttaş gibi kavramlar Avrupa’da gelişerek dünyaya yayıldı ve böylece bizim ülkemize de etki etti. Modern anlamda  “yurttaş”  kavramı, Fransız Devriminden sonra ortaya çıkar. Daha önceki antik çağda Yunan ve Roma uygarlıklarında bir ölçüde  “yurttaş”  kavramı tanımı var idi.

Monarşiden cumhuriyete, aşiretten ağalığa, tarikatlardan cemaatçiliğe kadar toplumsal yapıyı oluşturanlara “kul, reaya, tebaa, uyruk, ahali, bi-idrak”, halk olarak adlandırılan alt tabaka halk için kullanılan sözcüklerdi. Modern Türkiye yurttaş, vatandaş olarak üstün mertebede değerlendirse de  “sürüler”  hala varlıklarını sürdürmektedir.

Yurttaş, modern devletlerde devlete karşı gereken ödevlerini yerine getirir. Devlette yurttaşına siyasi yaşama etkin biçimde katılmasının önünü açarak seçme ve seçilme hakkını tanıyarak görevini yerine getirir. Bir dine sahip olmak, düşüncesini özgürce açıklamak, örgütlenme faaliyetlerini hak ve özgürlüklere sahip olma hakkını vererek demokratik ortama katılmasını sağlar. Ama boş geçip bu haklarını  “sürü”  yaşamayı inatla tercih anlaşılır kahır değildir... 

Son söz olarak, Avrupa’da tebaadan yurttaşlığa geçiş 300 yıla yakın bir süreçle oluşur. Türkiye’de 90 yılda yerleşmesi tam anlamıyla beklenemez ama daha fazla beklemekte pek fayda vermez. Başta bir topluluğun devlet düzeyine gelmesinde, devlet olarak kabul olunmasına iten faktörlerin başında ülke konumuna gelmesi için egemenliği olması, ülke üzerinde bulunan insanların egemenlik otoritesi ülke insanın elinde olması gerekir.

Modern devlete bireylerin tanımı devletçe sayılmasıyla, saygınlığa erişmesiyle evre evre vatandaş-yurttaş olmuştur. Kişideki yurttaşlık bilinci geliştikçe, kişiyi devlete bağlayan hukuksal yanını da geliştirmiştir. 

Yaşanılan ortak topraklar üzerinde tebaadan yurttaşlığa geçmek, en alttakilerle en üstekiler hukuk önündeki eşitliği, modern anlamda yurttaşlığa geçişte hangi dinden, hangi dilden, hangi ırktan olursa olsun sayıldığı devlete aidiyetiyle üst kimlikte bütünleşmesinin adı yurttaşlıktır.

Yararlanılan kaynaklar: 75. Yılda Tebaadan Yurttaşa Doğru Prof. Dr. Artun Ünsal, Yurttaşlık Zor Zanaat makalesi. Tarih Vakfı Yayınları 1998 İstanbul Sayfa. 13. Aynı yapıtta Doç. Dr. Ercan Eyupoğlu Sayfa 49.

SÜRÜ İÇİNDE YAŞAMAK KAHIRDIR İNSANA  
Sürü içinde yaşamak, etinize batmış zahmet veren kızılcık dikenleriyle yaşamak gibidir.

Aşk denince kadın apış arasını anlarlar. Aşkın sevmeyi coşturduğunu bilmezler. Çünkü sevgiden yoksun yaşarlar. Sürüden seçilip tek başına, sürüden uzak kıyıda yalnızlığa çekilmek, rahat ve huzurlu yaşamaktır. Ya da sürü içinde kahırlı bir hayat sürdürmek, sürünün masalımsı, hayali hikâyelerine esir olmaktır. Sürü ölümlü olur, okuyan, düşünen ileriyi görmek isteyende ölür. Birinin ruhu vardır âlemi gezer, dillerde destanlaşır, ötekinin ruhu yoktur, toprak altında bir işe yaramadan çürür fışkı olur, unutulur gider. Âlemi gezen ruh, insanlığa yararlı bir iş yaptığına onula yaşar durur.  

Yaratıcı benlik sonsuzluğa uzanan yolda yalpalanmadan gitmektir…
Sürünün yapabileceği hiçbir şey yoktur. Bir şeyler yapmak isteyenlere de köstek olur yaşamı boyunca. Ama yaratıcı benlik düşünerek ortaya, insanlığa yararlı bir şeyler ürettiğinde sürü, herkesten önce kullanır, yer, içer, yine de yeni yeni bir şeyler yaratmak için uğraşanlara tepkisini sürdürür.

Kısacası sürü, salt hayatını sürdürmek için yaşar. Bir şeyler düşünüp insanlık yararına ortaya koyan değildir, her yeniliğe tepki koyandır. İnsan özgürlüğü, insan olma onuru dogma din tasallutu ve tahakkümüyle riyadan beslenir. Bazı hallerde ıstırap çeker, çektiği ıstırabın kaynağını yanlış yerde arar. Değişen yenikleri ilerleyen insanlarda arar.

Bu tür sürü insanların zenginleri vardır. Malın, paranın insanı yoksulluktan kurtarıyor ama eşeklikten kurtarmadığına şahidiz. Mal ve para sürü yaşayanları eşeklikten alı koymaya yetmiyor. Okuyana tepkilidir, okuyanın bilgeliğinden rahatsız olur, kuşkulu gözle bakar, “bunda bir illet var” der. Ama dedi kodu sanatı hayatının vazgeçilmez bir parçasıdır. Aklı kıttır ama kurnazdır, beleşçiliği sever.  Çok küçük çıkarlara kendini değiştiriverir.

Sürü, iyi insan olduğu için Müslüman değildir. Müslüman olduğu için iyi insan olduğunu gösterişleriyle başkalarına ispatlamaya çalışır. Hatalarını, eksikliklerini günlük hayattaki yaşamına baktığımızda, çevreye çalım satarak, gösteriş yaparak geçirir. Hak etmediği itibar, menfaat, nefis terbiyesi eksikliği ile dine tebelleş olur kıt zekâsıyla. Dini, dincilik yaparak zorlaştırır ve yozlaştırır. Ama o kıt zekâlı sürü, dincinin sürü taraftarı olmakta her ne hikmetse çekici oluyor.   

Sürü kimlere denir bir bakalım: Osmanlıda 1850 de yazılan sözlüklerde vatandaş, yurttaş geçmez ve bilinmezdi. Hatta 1900’lü yılların ilk başlarında dahi Türk halkına   “Vatandaş”  anlamına  “reaya”  ve  “tebaa”  sözcükleri kullanılırdı.

Şemsettin Sami’nin 1901 yılında yazmış olduğu sözlüğü olan  “Kamus-u Türkî” de dahi  “vatandaş ve yurttaş”  yerine  “tebaa ve tabiiyet”  salt  “uyruk”  olarak kullanılır. Orada  “vatandaşlık”  sözcüğü ise   “hemşerilik, memleketlilik”   gibi aynı bölgenin fertleri anlamında kullanılır. Vatan ve yurt kavramları, imparatorluğun son dönemlerinde kullanılsa da  “vatandaş, yurttaş”  anlayışı henüz doğmamış olduğunu görürüz. Daha açık bir ifade ile söylersek  “yurt”  vardır  “yurttaş”  yoktur.

17. yüz yılda Batı’da ilk defa İngiltere de sanayileşmenin gelişmesiyle güçlenen burjuvazi sermaye, insan kol gücüne muazzam ihtiyaç duymaya başlar. İşçileşen kitleler ezilmenin karşılığı olan çeşitli haklarını bu dönemde almaya başlarlar. Bu böyle olunca yurttaşlık bilinci ilk İngiltere’de gelişim gösterir, Fransa ve Amerika’da yaygınlaşır.

1789’da Fransız Burjuva Devrimiyle daha hukuksal anlamda, İnsan Hakları ve Yurttaşlık Bildirgesinde 1. Maddede  “İnsanlar özgür doğarlar ve eşit haklara sahip olarak yaşarlar” diye maddeleştirilir. Türklere yurttaşlık bilinci 1923’den sonra anlam taşır duruma gelir.

Türklere yurttaşlık bilinci 1923’den sonra anlam taşır duruma gelir. Osmanlı sistemi döneminde Türkiye de gerçek yurttaşlık bilincinin önünde din başta olmak kaydıyla, “Tanrı izniyle”  kulluk görevlerini mutlakçı yöneticilere karşı yapmak alışkanlığından kaynaklandığından, hala gerçek anlamda bilinçlenmeyen Türk toplumlarda yurttaşlık
kavramının kabullenilmesi pek kolay olmuyor.

14 Mayıs 2013 Salı

TÜRKİYE'DE KİMLİK ARAYIŞI

Kimlik Arayışında Üç İdeoloji
Kimlik arayışında Türkiye’nin kaderi, öteki İslam ülkelerinden farklıdır. Türkiye de üç tür kimlik arayışı vardır:

Birincisi: Kan temelli aranan kimlik.

İkincisi: Toprak temelli kimlik arayışı yöntemidir.

Üçüncüsü ise: Dini aidiyete bağlı kalıp, etnik ve toprak temelli kimliğin retti ile “ümmet” toplumu olmaktır.

İde: Yunanca “ide” yani beynin içinden geçen düşünce (Türkçe ülkü) Örneğin önündeki ağaca bakarken arkandaki ormanı göremiyorsan bir ideolojinin, bir düşüncenin azgın militanı gibi davranırsın. Aşırı ideolojik bakış bazen siyasilere büyük hatalar yaptırabiliyor. Mesela insanlığın din-tarım toplumundan endüstri-bilim toplumuna geçmek istemesi bir ideolojidir. Dünya ve toplumları anlamaya yönelik tutarlı bir düşünce sistemi demokrasi ile var olur.

Etni: Türkçe de “budun” olarak anlatılır...
Smith’in açıklaması “cemaati anlatan ethnie atalara ait ortak efsaneleri tarih ve kültürleri ortak olan, kendilerini belli topraklar ile özdeşleştiren ve bir dayanışma duyguları olan insan nüfuzları” olarak tarif edilir.

Dine bağlı kimlik: Örneğin din; millicilik, laiklik, ülke bütünlüğü, ulusal varlık insanların yaşamlarına damga vuran ideolojilerdir. Bunların dışında bir de kalkınma ideolojisi vardır ki, doğu insanına pek yakın olmayan, Batı toplumlarına has olan tarım toplumundan bilimin ışığında endüstri toplumuna geçmek bir ideolojinin başarılmış sonucuydu...

Kimlik aidiyetlerini ümmet toplumu içinde olmasını isteyenler, durağan, değiştirilemez kaidelere bağlıdırlar, bireycilikleri yoktur, bir inançta birleşirler, ortak akla hizmet ederler ve bir otoriteye (şehe-şıha, ağaya) biat ederler. Tarım-din toplumlarında bilimsel bir gelişim gösterdiği bugüne kadar hiç görülmemiştir. Bu tür toplumların ulus devlet kurdukları da tarihte hiç yoktur; görülmemiştir...

Toprağa bağlı kimlik: O toplumun sınırlarla belirlenmiş topraklar üzerinde etnik kimliklerine bakılmaksızın kaderde ve tasada, sevinçte birlikte yaşamak isterler.

Kana dayalı kimlik: Aynı kandan gelenlerin, milli bir cephe oluşturarak, bazen ırkçılığa varan zararlı eylem içinde olanlardır.

Bireysel kimlik: Azınlığa mensup bir bireyin kimliği boşlukta yaşamazlar; bir toplum üyesi olarak yaşarlar. Biz buna toplumun ortak kimliği deriz. Toplumsal kimlikten azınlık birey kimliği güç alır. Bireysel kimlik salt azınlıklara mahsusta değildir. Aile içinde, aileye uymayan davranışlar içinde bulunana, aile içinde yapılan baskı da bireyin yaşamak istediği kimliğine müdahale sayar.

Genetik kimlik, köken olarak geldiği kimliktir. Yani, ana-babanın hangi soy ve ırktan olduğudur. Bu; kişinin doğuştan iradesi dışında oluşur. “Ben şuyum, şu kimliktenim” diye özgür iradesiyle benimsediği, severek kabul ettiği kimliktir.

Alt kimlik: Azınlıklar için en önemli kimlik kabul eldir. Bulunduğu toplum içinde doğan ve kültürel olarak, toplum içinde gelişen ama üst kimlikte birleşirken alt kimliğini de sürdürebilir.

Üst kimlik: Başka; üst kimlikten ayrı bir azınlık kimlikten gelebilir. Her hangi bir alt kimliğin bireyi olduğu halde, üst kimlikte bütünleşir. İradesiyle doğal hak olarak kendi toplum kimliğini, üst kimlikte hisseder. Buna biz “gönüllü asimilasyon” deriz.

Birey kendi öz kimliğinde ısrar ederek, üst kimliği reddederse bu çatışmalara kadar gider. Ama birey üst kimliği kabul eder, kendi alt kimliğinde de ısrarcı olması kuşku yaratır. İşte Türkiye’de ki sorunun kaynağı burada yatıyor!

Bundan gayri, gönüllü birliktelik sağlanır mı?
Bir gerçek var ki bu ülkede bir topluluk var; “biz Kürt’üz” diyorlar, doğruda diyorlar. Ama Türk-Kürt kavgasının arkasına saklanıp, işi kızıştıranlar vardır. Her iki tarafta bunun pek farkında değil. Buna tek neden, bu topraklarda barış içinde yaşayamıyorsak, sağlam, yarına güvenle bakan bir devlet politikası olmayışıdır. Ne oldu: "Kart-Kurt” dağda gezen insandan, “pat-çat, vur kaç” ile şehirleri harabeye çeviren insanlara doğru yol almış sonuca ulaşılmıştır.

Kürtler Osmanlı sistemi içinde 350 yıl özerk bir yapıda, şeyhlerine, beylerine, aşiret liderlerine merkezi otoriteye bağlı kalmaları şartıyla müdahale edilmeden yaşarlar. Bu devrede dillerini, kültürlerini korurlar ve geliştirirler, asimile olmazlar. Bilakis o bölgeye yerleşen Oğuz Türkmenleri Kürtleşirler. Yani demem şu ki; Yavuz Selimden 350 yıl boyunca Kürtler bölgede özerk yapıda güçlenirler ve dillerini ve kültürlerini geliştirler.

Bundan böyle Kürtlere: “Şimdi sen millet falan değilsin, gel beraber yaşayalım, kültürel sorunlarını çözmeye hazırım, yalınız benim korumam altında kal yeter ki” sözlerine kanmayacaklar. Onlar buna: Kürtler onun bunun ürettiği projelere boyun eğmeyecek, bundan böyle, Kürtler herhangi bir devletin koruması altında değil, bundan böyle varlığını, toprağa bağlı, sınırları olan bağımsız bir Kürdistan olarak yoluna devam edecek” diyorlar. Yani demem şu ki; artık Kürtleri yerinde tutmak kolay olmayacak. Kürt ulusu devlet kurulana kadar tatmin olmayacaklara benziyor.

Sen ne kadar: “vatan bölünmez, şehitler ölmez” de dur. Şehitler ölüyor, ölmeyen anlamaz, Vatan bölünüyor, daha yüz yıl önce Osmanlı vatanı bölüne parçalana bu sınırlara çekilindi, şimdi yine vatan bölünmek isteniyor, biraz daha sınırlar daralacak ama “hala vatan bölünmez, şehitle ölmez” nidaları havada kalıyor.

Barış; ihanetin olduğu yerde barış olmaz. Bazen “barış” ihanet içinde olmanın sığınağı olur. Masada silah oldukça, bir taraftan “Barış” diyerek “aidiyet” arayışların birinci adımı “eşit haklar” statüsü istemenin ikinci adım ötesine devam edecek bu ülkede. 

Selman ZEBİL 2013

18 Ocak 2013 Cuma

SAİD-İ NURSİ (KÜRDİ) KİMDİR?

SAİD-İ KÜRDİ (NURSİ)
Nurculuk akımının önderi, göbek adı Rıza olan Said-i Nursi (asıl adı Kürdi) 1877 yılında Bitlis ili Hizan ilçesi Nurs Köyünde doğmuştur. Meşrutiyetin ilanından sonra Bitlis ve yöresinde şeyh olarak faaliyet yürütür. Burada edindiği ünüyle yola çıkarak İstanbul’a gelir ve siyasi faaliyetlere katılır. Bir taraftan Kürtçü hareketle içli dışlı olurken, öte taraftan da ikili oynayarak İslamcılığı oynar. Düzenli bir eğitim-öğretim yaşamı olmamış. Nakşibendi tarikatına bağlı Şafi mezhepli bir molla Kendi ifadesiyle bir yarım ümmi (yarı cahil) Akıl hastası tedavisi görmüş, irticai yazılar yazmış, 31 Mart ayaklanmasına katılmış, Kürtçülük hareketi içinde olmuş, oradan buraya nabza göre hareket etmiş güdümlü bir kişiliğe sahip birisi olarak görülür.

17 Kasım 1921 tarihli “hal tercümesinde” kimliğini şöyle açıklar:
“İsmim Said. Şöhretim Bediüzzaman’dır. Pederimin ismi Mirza’dır. Bir sülale-i mar’rüfeye nispetim yoktur (tanınmış bir soydan gelmiyorum) Mezhebim Şafii’dir. Devlet-i aliye-i Osmaniye tebaiyetindenim. Tarih-i veladetim 1293’tür (1877)
Kaynak: Bediüzzaman Said-i Nursi “Mektubat” Yeni Asya Neşriyat İst. 1997 s. 417

Şerif Mardin’in yazdığına göre:
Said-i Nursi, 23 Mart 1960 yılında Urfa’da, İpek Palas Otelinde ölmüştür. DP Hükümeti dönemi Urfa Valisi Şerafettin Atak’ın emriyle Halil-i Rahman Cami bahçesinde gömülür. Nursi’nin ölümünden üç ay sonra 27 Mayıs darbesi olur ve 1960 Temmuz ayında Said-i Nursi’nin mezarı açılarak kemikleri askeri bir uçakla Isparta dolaylarında bilinmeyen bir dağda gömülür.

Önceleri Said-i Kürdi adını kullanırken, soyadı kanunu çıkınca soyadını doğduğu köyün adını vererek “Nursi” olarak değiştirir. Said-i Kürdi (Nursi) İstanbul da kurulan “Kürt Teali Cemiyeti” ne üye olur. Öğretilerinin kaynağı olduğu bilinen daha 130 parçadan oluşan “Risale-i Nur Külliyatı”ı yazmadan önce 1912 yılında yazdığı bir kitabında, Kürt asıllı Selçuklu komutanı Selahattin Eyyubi adını kullanarak: “Uyan ey Selahattin Eyyubi’nin torunları Kürtler” diyecek kadar da Kürt milliyetçisi olduğu da bir gerçek. Bu yazısından dolayı hakkında o dönemde dava açılır.

Ama biz baktığımızda Said-i Nursi her yönden kullanılmaya yatkın biri olduğudur. Kendi anılarında bir ara “İttihat ve Terakki” tarafından kullanıldığını itiraf eder. “Hürriyet ilanıyla ve 31 Mart Vakasındaki hizmetlerimle, İttihat ve Terakki Hükümetinin nazarı dikkatini celp ettim. Cami’ül Ezher gibi ‘Medreset’üz, Zehra’ namında bir İslam üniversitesinin Van’da açılması teklifi ile karşılaştım” der. İşte bu sözleri çarpıtarak uyduruk yazarlarında Said-i Nursi’nin Van’da üniversite kurmaya çalışmıştır” diye yalanlarla donatırlar kitaplarını. Said-i Nursi’nin kendi anlatımıyla Van’da bir üniversite kurulması düşüncesi, İttihat ve Terakki partisine ait olup Said-i Nursi’ye kurmasını istemişlerdir. Ayrıca Şerif Mardin, Said-i Nursi’nin “Teşkilatı Mahsusa” (Günümüzün MİT’i) içinde yer almış olduğunu yazar.

M. Şükrü Hanioğlu, 2. Meşrutiyet döneminde Said-i Nursi’nin “Kürtçü Hareketle” ilişkisi olduğunu, kuşkuya yer verilmeyecek biçimde açıklamıştır. “Doktor Abdullah Cevdet ve dönemi” adlı yapıtında: “Badiüzzaman Said-i Kürdinin nutukları kütüphane-i içtihat 1324 (1908)” ve “Kürtler Yine Muhtaçtır, Şark ve Kürdistan, 19 Teşrin-i Sani 1908, Şevval 1326” adlı yazılarını kaynak göstererek, Said-i Nursi’ni ayrılıkçı Kürt örgütleriyle ilişkilerini aktarmıştır.

Mustafa Yıldırım kitabında: “Abdullah Cevdet Mısırdan döndüğünde (1908) İstanbul’da Osmanlı Kürt Teavün ve Terakki Kulübü çevresinde bir Kürt ulusçuluk hareketi başlatmıştı.” Dahi, Abdullah Cevdet daha bu işe: “Mısır’da iken, Said-i Kürdinin meşrutiyet dolayısıyla verdiği hutbeleri İçtihat Matbaasının İstanbul’daki şubesinde bastırarak katılmıştır.” Der.

Said-i Nursi’nin “Şark ve Kürdistan” gazetesinde “Bediüzzaman Said-i Kürdi” imzasıyla Kürtler hakkında yazılar yazdığını belirtilir.
Kaynak: Sinan Meydan, Naci Kutlaydan aktarma Malmisanij, Mahmut Lewendi, “Kürt Kimliği Oluşum Süreci”  İst.1997 s.94 

Dahi, İttihat karşıtı, “İttihat-ı Muhammed-i Cemiyeti” kurucuları Süheyl Paşa, Mehmet Sadık, Ferit Rıza Paşa ve Derviş Vahdeti’nin arasında yer alır Said-i Nursi. 31 Mart Mürteci Vakasına katılanlarla birlikte hareket etti ve bu hareketi düzenleyen Nakşibendi Tarikatına mensup, İngiliz yanlısı gerici Derviş Vahdeti’nin “Volkan Gazetesinde ve Kürdistan dergilerinde “Bediüzzaman Said-i Kürdi İbni Mirza” (Mirzaoğlu Bediüzzaman Said-i Kürdi) adıyla yazdığı yazılarla bu irticai hareketi körükleyerek desteklemiştir.

Said-i Nursi, 1918 yılında İstanbul’a gelerek Çamlıca tepesindeki bir köşke yerleşir.
Kürdistan Teali Cemiyetini kurucuları arsında olur. Dahi, Teali İslam Cemiyeti, Kürt Neşriyat Cemiyeti” kurucuları arasında görürüz Said-i Nursi’yi. Türkiye’deki Nurcular onu göklere çıkartarak bir görünüp-görünmez güç olarak algılarlar ve öyle anlatırlar.

Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşındaki rolünü azaltabilmek için ve Said-i Nursi’yi ihtiyarlaştırmak maksatlı: “Said-i Nursi, Kurtuluş Savaşına büyük katkılar yapmıştır”

diye Said-i Nursi özgeçmişini yazan başta Cemal Kutay, hiçbir kaynağa dayanmadan tamamen kurmaca, yalanlarla donatılmıştır. Cemal Kutay’ın yazdığı, “Çağımızda Bir Asrı Saadet Müslüman Bediüzzaman Said-i Nursi” adlı kitabı,sonra Said-i Nursi özgeçmişi yazanlara kaynak kitap olmuştur. Bunlar: Şerif Mardin’e ve dahi: Necmettin Şahiner’in yazdığı “Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said-i Nursi 1996 ve Said-i Nursi ve Nurcular Hakkında Aydınlar Konuşuyor 1970” kitaplarıdır.

Cemal Kutay, Necmettin Şahiner, Şerif Mardin iddialarında Said-i Nursi 2. Abdülhamit’e Sait imzalı bir dilekçe vererek, padişahtan, “Kürtçe eğitim verecek okullar açılmasını ve Van’a bir üniversite açılmasını” istediğini belirtirler. Onlara göre Said-i Nursi’nin bu isteği çok sert tepki görmüş ve 2. Abdülhamit onu 1907’de Taptaşı Akıl Hastanesi’ne tedavi görmesi için yatırılmasın emretmiştir. Böyle iddia edenlere göre Said-i Nursi akıl hastanesinde kaldığı sürede bir anatomi kitabını ezberleyerek doktorları akıllı olduğuna dair inandırıp taburcu olduğunu söylerler.

Gerçekler Böyle mi?
Aslında tamamen çarptırma ve düzmece ile Said-i Nursi’yi aklama ve olağanüstü bir kişiliğe ulaştırma cabaların sonucu, “Anatomi kitabını ezberlediğine” dair düzmece bir olağanüstü bir kişi olduğu izlenimi vermektedirler.

İşin gerçeği böyle: Bitlis Valisi, Said-i Nursi’nin hasta olduğunu, tedaviye gereksinimi vardır” diyerek akıl hastanesine yatırılması bir iyilikti, kötülük maksatlı değildir.

İşin aslı, 2. Abdülhamit’ten Said-i Nursi: “Van’da ne üniversite kurulmasını istemiştir, ne de Kürtçe eğitim veren okullar açılmasını” Said-i Nursi’nin akıl hastanesine yatılma nedeni. Bitlis Valisi Tahir Paşa’nın 2. Abdülhamit’e yazdığı 3 Kasım 1907 tarihli bir mektuptur. Bitlis Valisi mektubunda: Kürdistan âlimleri arasında üstün zekâsıyla tanınan Molla Said Efendi hasta olduğundan, padişahın merhametine ve ilgisine sığınarak bu defa padişaha başvurmak istemiştir.

Kurtuluş Savaşına katıldığı yalanları ile Said-i Nursi’yi halkın gözünde kahraman yapmak için çabalar vardır. Ama Türkiye Cumhuriyetini kuranlar kendileri ateşle imtihan ettiği 1918-1922 yılları arsı Said-i Nursi neredeydi biliyor musunuz? Bunun açıklamasını Seyfi Güzeldere en iyi yanıtı:
“Gerçek Badiüzzaman Said-i Nursi ve Doktrinleri 1966 s. 132-133” adlı yapıtında şöyle:

Molla (Said-i Nursi) İstanbul’a geldiği vakit mütareke olmuştu. Müslüman-Türk toptan tutsak gitmemek için yer yer bileşip tedbir arıyordu. O hemen kardeşinin oğlu Abdurrahman’ın Çamlıca’da ki köşküne yerleşti. Kitap dediği uyduruk serisini bütünlemeye başladı. Molla bu işlerle uğraşırken, Anadolu bağımsızlık savaşını kan ve ateş içinde idi. Bir dergi, Molla’nın bağımsızlık savaşına katıldığını yazıyor. Doğru değil. O savaşın gazilerinden binlercesi bugün yaşamdadır. Yalınız benim tanıdığım 200 gazi var. Biri diyebilir mi ki bu insan, değil silahla, fikir yoluyla olsun bu savaşa katılmıştır.


Önce kedi diyor ki, ‘Tutsaklıktan döndüm, İstanbul’da üç ay kaldım, 1918’in ortasından 1921’in ortasına gelelim, sonbaharda ayrıldığını’ söylüyor. Demek ki 1922 olmaktadır. O zaman Molla’nın İstanbul da beklemesinin açık gerekçesi oydu ki; halife kazanırsa, zaten halifeci, Türk ulusu kazanırsa Türk ola! Halifenin artık çöktüğünü görünce Ankara’dan geçip Van’a gitmiştir (1922)” Der.

Kurtuluş Savaşı yıllarında kurulan “Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kurulur ve her yerde işgalcilere karşı silahlı direnişe katılırlar. Ülkede 47 Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti içlerinde 84 din adamı yönetici durumundadır. Ayrıca 47 Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti başkanının 16’sı din adamıdır. Said-i Nursi bir din adamı sıfatı taşırken oralarda yoktur, hiçte oralar uğramaz.

Ama Said-i Nursi biz: “Kürdistan Teali Cemiyeti, Kürt Neşriyat Cemiyeti kurmakla meşgul görmekteyiz. Ayrıca İngiliz Hava Kuvvetleri Komutanlığının Bağdat’tan yazılan gizli raporunda, Kürtler Türklere karşı kışkırtarak ayaklandırmak amacıyla kurulmuş olan “Kürdistan Teali Cemiyeti” kurucuları arasında Said-i Nursi’nin adı vardır. Sinan Meydan, “Bu cemiyetin düzenlediği ‘Koçgiri Ayaklanması’ işgalcilere karşı mücadele veren ulusalcıları hayli uğraştırmıştır” 
Kaynak: “Cumhuriyet Tarihi Yalanları”  2010 s. 516

Said-i Nursi, Kurtuluş Savaşı sürerken İstanbul’da şimdinin Diyanet İşleri Başkanlığı yerinde olan “Dar-ül-Hikmet-ül İslamiye” Ağustos 1918’de aylık 5000 kuruş maaşla işe başlamıştır. Yani kendi menfaati peşinde, Osmanlı Padişahı kurumundan kazanç sağlamaktadır.

Aslında Said-i Nursi, gerici harekâtın içinde bulunur. Cumhuriyetin var olmasına karşı, var olmaması için mücadele edenlerle birliktedir. Ama o başarılmışın yanında olmak için 1922’de Ankara’ya gelir. Ankara’ya geldiğinde umduğunu bulamaz. “İslam’a ve ibadete çağrı” bildirisinde 4. Madde: “Namaz kılmazsanız isyan çıkacağını” bildiren Said-i Nursi Van’a gitmek üzere yola çıkar.

24 Eylül 1924’de Erzurum’da görülür. İngiliz Hava Kuvvetleri Komutanlığı 11.11.1924 Bağdat gizli raporlarında: Erzurum’da ayrılıkçı, 1923 yılında kurulan Azad-i Örgütünün ileri gelenlerinden Miralay Cibranlı Halit ve Baba Bey ile görüşmüştür. Azad-i Örgütünde Said-i Nursi “ulema” olarak iş görür.
Kaynak: Uğur Mumcu, “Kürt İslam Ayaklanmaları s.70 Bu Azad-i Kürt örgütünün Van yöneticisi Said-i Nursi’nin kardeşidir. Said-i Nursi özgeçmişleri yazanlar bu konudan asla söz etmezler, adeta görmezden gelirler.

1925 yılında Said-i Nursi, Şeyh Sait isyanına karıştığı gerekçesi ile Van’da tutuklanmış ve bir okul binasına hapsedilir. Sonra bazı tutuklularla birlikte Van’dan Antalya’ya gönderilir. Daha sonrada Burdur ve Isparta’ya sürülmüştür.

Şeyh Sait isyanı sonrası, Şeyh Sait’in torunu Isparta’ya Said-i Nursi’yi ziyarete gelir. O ziyarette Şeyh Sait’in toruna Said-i Nursi şöyle der: “Ben biraderi azamım. Şeyh Sait efendinin hayfını aldım” der.

1950 yıllarında Said-i Nursi, Şeyh Sait’in oğulları Şeyh Ali Rıza ve Şeyh Selahaddin Ankara’ya çağırarak Beyrut otelde görüşür.Şeyh Sait isyanıyla onlara: “Biraderi azamım şeyh Sait efendi büyük bir şeref ve derece ile vazifesini tamamladı. Bende bu hadisede, onunla beraber cihada Diyarbakır’da şahadete nail olmayıarzuluyordum” der
. Kaynak: Mustafa İslamoğlu,“Şeyh Sait Ayaklanması” c. 3. İst. 1991 s. 393-394

Görüyoruz ki Said-i Nursi elinde silahla ayaklanma eylemlerine katılmasa da, etkin dini propaganda ederek halkın din duygularınıkabartarak örgütlenme çalışmaları yaptığı açıktır. Ve şöyle der: “Daha sonra bana denildi ki; kardeşim Şeyh Sait üzerine ‘küfrü mutlak’ karşısında silahıyla el hâd etmek vacip oldu. O silahı ile ‘küfrü mutlak’ kaldırdı, ‘cühl-i mutlak’ kaldı. ‘Cühl-i mutlak’ kaldırmak için kaleminle cihat etmek de senin üzerine vacip oldu. Ben de ‘cühl-i mutlak’karşısında kalemimle cihat ttim” der.

Dahi, Said-i Nursi: Kardeşim Şeyh Sait, kıyama (ayaklanmaya) başladığı zaman Van’da mağara da idim. Kendisine bir mektup yolladım. Mektubumun cevabını alamadan duydum ki, kardeşim Şeyh Sait ayaklanmıştır. Düşündüm ki, mağaradan çıksam bir faydam olmazdı. Sonra beni mağarada yakalayıp sürgüne gönderdiler. Altı yıl süre ile dizlerime vurarak esef çekip memleketimizde fiili olarak yapılan mukaddes cihattan mahrum kaldım” der.

İşte böyle bir Said-i Nursi ile karşı karşıyayız… 
Devletine kaşı isyan edip silah çekenlerin yanında bulunamadığına üzülür. Dahi Diyarbakır’da yargılanıp asılanların içinde bulunmadığına yanar. Onlara “şehit” diyecek kadar bağlılığını bildirir. Batıda yaşayan Kürt kökenli olmayanların Nurculuk hareketi içinde olanlar, Said-i Nursi’nin Kürt-millicilik eylemlerine destek verdiği yanına bakmaksızın, din eksenli hayat görüşü önemli olur. Onun din, iman, namaz, cihat, şahadet gibi sözlerine bağlanmakta olduklarını anlamaktayız.

Dar-ül Fünun hocaları ile öğrencilerinin de katıldığı mitingler işgalci Yunanlıları kınarlar. Fatih mitinginde Halide Edip Hanim, Darülfünunun Öğretim Üyesi Selahattin Bey, Üsküdar mitinginde Sabahat Hanım, Kadıköy mitinginde Darülfünun öğrencisi Münevver Saime Hanım Yunan işgalini kınayan coşkulu, etkileyici bir konuşmalar yapar…

Öğrenci Münevver Saime Hanım ellerini havaya kaldırıp: “Yarabbi! Ben kardeşlerime değil ilk önce sana sesleniyorum. Vatanın felaketi karşısında bir genç kızın feryadını dinle. Bu ağlayan anneler, şehitlerin annesi. Bu boynu bükük genç kadınlar fedakârlıkların genç zevcesi, şu hıçkıran yavrular askerlerin yetimleri değil mi? Ben kendi bağımsızlığı gasp edilmiş bir milletin kızı olarak bağımsızlıma nasıl yürüyeceğimi söyleyeceğim. Bu beyanım, kollarımızı bağlamak isteyenler için dikkate şayan olmalı” der. Orada yine Said-i Nursi yok. 
Kaynak: Sinan Meydan  “Cumhuriyet Tarihi Yalanları” İnkılap Yayınları 2010 s. 191

Said-i Nursi İstanbul’da Çamlıca köşkünde huzur içinde ruhsal değişim içinde, bir yandan da İstanbul’da İngilizlerin güdümünde “Kürdistan Teali Cemiyeti ve Kürt Neşriyat Cemiyeti” gibi cemiyetlerin kurulmasıyla ilgilenmektedir.

İngilizlerin Bağdat’taki Hava Kuvvetleri Komutanlığının Bağdat’tan yazılan gizli raporda Kürtleri Türklere karşı kışkırtarak ayaklandırma amacıyla kurulmuş olan “Kürdistan Teali Cemiyeti” kurucuları arasında Said-i Nursi adı vardır. Geniş bilgi için bakınız 
Mustafa Yıldırım, “Meczup Yaratmak” adlı yapıtı s. 32-33-73-74-147

13 Haziran 1919 Amasya’da Abdurrahman Kamil Efendi, Sultan Beyazıt Caminde halka şöyle seslenir: “Muhterem evlatlarım! Türk milletinin artık kıymeti mevcudiyeti kalmamıştır. Mademki milletimizin, şerefi, haysiyeti, istiklali tehlikeye düşmüştür, artık bu hükümetten iyilik ummak bence abestir. Şu andan itibaren padişah olsun, isim ve unvanı ne olursa olsun hiçbir makamın hikmeti mevcudiyeti kalmamıştır. Yegâne çare-i halas (Kurtuluş Yolu) halkımızın doğrudan doğruya hâkimiyeti ele alması ve idaresini kullanmasıdır” diye fetva verir. Kaynak: Hüseyin Meriç  “Milli Mücadele Yıllarında Amasya” yapıtı Ankara 1972 s. 130

Dahi; Mustafa Kemal’in yanında bulunan Kuvvacı din adamları bir amaç uğruna işgale karşı halkı örgütlemek için yatmadan, oturmadan doludizgin yerel kongreler düzenleme çabası harcıyorlardı. Said-i Nursi ise İstanbul’da, o günlerde hiçte Kurtuluş Savaşıyla ilgisi olmayan “Müderrisler Cemiyeti, Teali İslam Cemiyeti, Yeşilay Cemiyeti ve Darül Hikmet-ül İslam Cemiyeti” gibi örgütlerin faaliyetlerde bulunmaktaydı.

26 Temmuz 1919’da Balıkesir Kongresine katılan 48 delegenin 13’ü din adamı mahalli müderris ve müftülerden oluşuyordu. Yine 10-23 Mart 1920’de 5. Balıkesir Kongresine katılan 60 delegenin yarısı müderris ve müftülerden oluşuyordu. 16-25 Ağustos 1919 tarihinde toplanan Alaşehir Kongresine katılan 45 delegenin 9’u müftülerden oluşur.

Ve dahi; 6-9 Ağustos 1919 Eşme Müftüsü Nazif Efendi, Isparta Müftüsü Hacı Hüseyin Hüsnü Efendi, Karacasu Müftüsü Mustafa Hulusi Efendi, Bozdoğan Müftüsü Mehmet Efendi, Sarayköy Müftüsü Ahmet Şükrü Efendi, Isparta’dan Müderrisi Ali Efendi, Tavas Bektaşi Tekkesinden Mazlum Baba gibi pek çok din bilginleri ve din adamları katılmıştır.

18 Ağustos 1919 Muğla kongresine çok sayıda din adamı katılır. Başta Müftü Zeki Efendi ve Hafız Emin Efendi gibi çok sayıda din adamları katılır. 5 Ağustos 1920’de toplanan Pozantı Kongresinde din adamları çokluğu dikkat çeker. Ayrıca Erzurum ve Sivas kongreleri de pek çok din adamlarının desteği sağlanır.
 Bakınız kaynak: Mustafa Çalışkan “Kurtuluş Savaşı Sırasında Din Faktörü” yayınlanmamış lisans tezi Ankara 1991 s. 122-123-335

Anadolu’da gerçek din adamları direniş içindeyken Said-i Nursi yine yok oralarda. Ellerinde silah, din adamları camileri dolaşarak halkı direnişe sevk ederler, kurtuluş için halkı harekete geçirmeye çabalarlar. Pek çok din adamı Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini kurarak halkı silahlı direnişe başlatırlar. 47 Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinde 84 din adamı yönetici durumundadır. Dahi; 47 Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin 16’sında cemiyet başkanı din adamındandır.

Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Ankara’da Müftü Rıfat Börekçi, Afyon’da Müftü Sait Efendi, Amasya’da Müftü Hacı Tevfik Efendi, Bilecik’te Müftü Mehmet Şükrü Efendi, Bolu’da Müderris Kürtzade Mehmet Sıtkı Efendi, Çankırı’da Müftü Bekirzade Ata Efendi, Denizli’da Ahmet Hulisi Efendi, Erzurum’da Hoca Raif Efendi, Hakkâri’de Müftü Ziyaeddin Efendi, Isparta’da Şeyh Ali Efendi canla başla işgale karşı mücadelede yer alırlarken yine Said-i Nursi yok yanlarında.

Bırakın Tük din adamlarını, Kurtuluş Savaşına destek veren dahi cephede bulunan Türk olmayan Müslüman din adamları da katılmıştır. Kurtuluş Savaşına destek veren Iraklı Uceymi Paşa, Hindistanlı Muhammet Ali, Libyalı Şeyh Ahmet Sunisi gibi Müslüman din adamları var ama Said-i Nursi yok yine. 

Said-i Nursi, Kurtuluş Savaşının en ateşli yıllarında İstanbul da “Darül-Hikmet’ül İslamiye” adlı kurumda görev yapmaktadır. O dönemi Said-i Nursi şöyle anlatır: “Son derece mutlu bir dönem olduğunu” belirtmektedir. O yıllarda ateşle intiham yapanların, elemli, kederli, kasvetli günlerinde Said-i Nursi mutludur…

Bazılarının söylediği gibi Said-i Nursi’nin Kurtuluş Savaşına katkı sağladığı yoktur. Ne kalemiyle nede elinde silahıyla bir katkı sağlamamıştır. Asıl bağımsızlık mücadelesi sırasında İstanbul-Çamlıca’daki evinde kendine göre kitapçıklar yazar dahi bazı cemiyetlere üye olur. Bunlardan “Kürdistan Teali Cemiyeti” faaliyetlerinde bulunur. O dönemin çağdaş din adamları Kurtuluş Savaşına katı sağlarlarken Said-i Nursi ise İstanbul-Çamlıca’daki evinde yaşarken, bir yandan karma karışık kitaplar yazar, Bu haliyle buhrandadır, ruhsal değişimler ve dönüşümler de geçirmektedir.

Ne zaman Kurtuluş Savaşı Türk’ün lehinde sonuçlanmaya başlar, Said-i Nursi Mustafa Kemal’e 23 Kasım 1922’de bir mektup yazar. Bu mektupta Mustafa Kemal’e: “İslam âleminin kahramanı Paşa Hazretleri” diye hitap eder. Bu saygı ve övgü dolu sözlerini Mustafa Kemal öldükten sonra değiştirir. Atatürk öldükten sonra kaleme aldığı yazılarında Said-i Nursi hakaret içerikli: “Deccal ve Süfyan” demeye başlar.

Savaş kazanılmış, Ankara’da yeni bir devlet kurulmaktadır. Ülkenin dertleriyle uğraşmak yerine İstanbul-Çamlıca da huzur içinde yaşayan Said-i Nursi yalnızlığa itilmeye başlar. Yanındaki kardeşinin oğlu, yardımcısı Abdurrahman da ölmüştür. Bu halden özellikle kafası ve ruh hali karmakarışık halde bazı sorunlar yaşamaya başlar. Kurtuluş Savaşına katılmaz ama Ankara da yeni kurulan devlet içinde önemli yer almak maksadıyla olsa gerek, İstanbul’dan Ankara’ya gelir ancak itibar görmez ve umduğunu bulamaz. Ankara da “Aklı ve bilimi” esas alan çağdaş yeni bir devlet yapılanmasına doğru gidiliyor. Yeni devlet yapılanması sırasında Mustafa kemal yanında pek çok din adamları bulunurken Said-i Nursi’nin Ankara’daki “bazı davranışları” nedeniyle bu gibi din adamlarının yeni kurulacak çağdaş devlette yeri olamayacağını Mustafa Kemal söylüyor.

Mustafa Kemal’in yanında bulunan din adamları olan: Rıfat Börekçi, Şemsettin Günaltay, İsmail Hakkı İzmirli, Mehmet Akif, Elmalılı Hamdi Yazır, Hafız Yaşar Okur gibi din adamları vardır. Bunlardan Elmalılı Hamdi Yazır’a, Mustafa Kemal kendi cebinden ödediği para ile Kuran’ın Türkçe tefsir ve tercümesini yaptırır. İmam Buhari’nin hadislerini de Kamil Miras Hoca’ya da tercüme ettirir. Türkiye’nin her köşesine dağıtılır. Türk Halkı dinini kendi dilinden öğrenmeye başlar. Said-i Nursi ise hap muhalefet oluşturmakla meşgul olur.

Hür adam Değil, Güdümlü Adam Daha Çok Yakışır
ABD’nin soğuk savaş dönemleri, kominizim tehdidine karşı yeşil kuşak oluşturma ile komünizmi İslam’la vurmak amacına dönük siyasetine 1950’lerde Said-i Nursi, ABD destekli yerli işbirlikçi olur. Amerikan isteklerine uygun bir din adamı olduğunu kanıtlar.

Şeriatçı çizgide “Yeni İstiklal” sahibi Mehmet Şevki Eygi’dir. Said-i Nursi’yi sürekli gündemde tutarak unutturmayan bir kişidir. 27 Mayısa rağmen 60’lı yıllarda yayınlarını kesmez. 10 Ağustos 1966’da ki başyazısında: “Yegâne çıkar yol, Türk milletinin iradesine uymaktır” diye yazar. Orada kocaman bir de Said-i Nursi’nin fotoğrafı var. Fotoğrafın altında söyle bir yazı geçer: “Bediüzzaman Said-i Nursi, İslam düşmanlarının planlarını alt-üst eden adamdır.” Diye yazar.

Cengiz Özakıncı, İslamcılara ihtiyaç duyan ABD, Amerika malı cihat yazmaları için seçtikleri içinde Said-i Nursi için şöyle der: Said-i Nursi hem eski Almancı, yeni Amerikancı. Hem İslam birliği yandaşı, hem Osmanlıcı, hem Kürt, hem hilafetçi olması bakımından Amerikalıların buillit tarafından kucaklaştırılan soğuk savaş stratejisinin Türkiye’deki kanaat önderi ve ruhani lideri olup çıkmıştı” diye ifade eder.

Müslümanlar ADB adına Müslüman propagandası yapmaktı görevleri. Günümüzde hala siyasi istismar haline getirilen din, siyasilerin Müslüman’a Müslüman propagandası oy almak için sürmektedir.

ABD ve Said-i Nursi
2. Dünya Savaşından sonra Komünizme karşı Amerikancı bir gelişme olur Türkiye’de. Sad-i Nursi’ de bu gelişmelerin içinde olur. Ona göre: “Komünistler, malsız-mülksüz serserilere zenginlerin mallarını fakirlere dağıtarak peşkeş çekmek için uğraşanlar” diye açık bir biçimde ABD taraftarı olur, İslam dünyasını komünizm tehlikesine karşı Amerika’nın koruyuculuğuna inanır.

Ama bir aymazlık hala Nurcular arasında sürer: Hani Sad-i Nursi olağanüstü, insanüstü kerametlere sahipti de neden ABD’nin koruyuculuğundan medet umar hali sorgulanmaz!

Said-i Nursi bakın ne demekte Amerika için: “Küre-i arz-ın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatlerine taraftar çıkması ve İslamiyet’le Asya ve Afrika’nın saadet ve sükûnet ve müsamaha bulacağına (barış bulacağına) karar vermesi ve yeni doğan İslam devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırk beş yıl önce olan müdanayı ispat ediyor, kuvvetli şahit olur.”

Görüyorsunuz ki Said-i Nursi’ye göre, Amerika’nın bütün gücüyle, İslam âleminin dini hakikatlerine sahip çıktığına dair yanlış tezlerini halka benimsetme başarılı olduğu bir gerçek olarak önümüze gelmektedir. Ve dahi, Amerika’nın İslam’ın koruyucusu ve yeni gelişen İslam devletlerini okşadığını ve onlarla ittifak içinde olduğunu ilan eder.

Sad-i Nursi, Müslümanların Komünizmden korunmasını Amerika ve Avrupa’ya bırakır! Hatta Avrupa ve Amerika Müslümanları desteklemek zorundadır der: Zamanın iktidarına bile yön ve şekil verebilecek seviyede bulur kendini. Hatta Tahsin Tola adındaki Isparta Milletvekili ile Menderese haber gönderir: İngiliz ve Fransızların yanından çok DP’yi, Amerika’nın yanında olmasına dair akıl verir.

“…Rehber risalelerdeki Leyle-i Kadir meselesi: Şimdi hem Amerika ham Avrupa eseri görülüyor. Onun için şimdiki bu hükümetimizin (Menderes Hükümeti) hakiki kuvveti, hakiki Kuran ’iyeye dayanmak ve hizmet etmektir… Eskiden Hıristiyan devletleri bu ittihat-ı İslam’a taraftar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için hem Amerika hem Avrupa devletleri Kuran ve ittihat-ı İslam’a taraftar olmağa mecburdurlar” der
Said-i Nursi, “Emirdağ Lahikası” s. 54

24 Şubat 1955’te Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere arasında CENTO denen bir pakt kurulur. O günlerde Said-i Nursi Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a ve Başbakan Adnan Menderes’e akıl veren bir mektup gönderir: “Komünizme karşı Hıristiyan ve İslam dünyasının birlikte hareket etmesinin iyi olacağını belirtir. Bu yoldan giden Said-i Nursi talebeleri de Amerikan güdümlü “Komünizmle Mücadele Dernekleri” kurarlar ülkede.

Ve dahi, Said-i Nursi şöyle hayal görüşlerini sıralar
“Nev-i beşer bütün aklını kaybetmezse, maddi ve manevi bir kıyamet başlarında kopmazsa İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur'an’ın kabulüne çalışan meşhur hatipleri ve din-i hakkı arayan Amerika’nın çok ehemmiyetli cemiyeti gibi rüya zeminin kıtları ve hükümetleri, Kur'an’ı mucizü’l beyanı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruhu canlarıyla sarılacaklar” diye. Kaynak: Şerif Mardin, “Sikke-i Tasdik-i Gaybi” 6-7 s. 163

Türkiye’de bu zatın eylem ve fikirlerini genelde benimseyenlere “Nurcular” denmiştir. Bunların amaçları laik sisteme karşı şeriatı savunmaktır. Ancak bu işleri sinsice devlete ve sistemi koruyan orduya karşı gelmeden yumuşak bir biçimde, devlette kadrolaşmakla vakıf ve öğrenci yurtları dahi özel eğitim kurumları işleterek örgütlenmeyi tabandan başlatmak amaçları vardır.

Bugün Türkiye’de Nurculık faaliyetleri içinde bulunan örgütler ve liderleri:
Feytullah Gülen taraftarlarına “Feytullahçılar” Mehmet Kutlular taraftarlarına “Yeni Asyacılar”

M. Birici tarafında bulunanlara “Yeni nesilciler”
S. Dursun’un başında bulunanlara “Med-Zehra”
İ. Şentürk’ün başında bulunduğu örgüte “Tenvir”
Mehmet Kırkıncı “Erzurum Nur Cemaati” adı altında
S. Nur Ertürk’ün başında bulunduğu örgüte “Yazıcı”
Müslüm Gündüz Ün başında bulunduğu örgüte de “Aczimendiler” denmektedir.

Cemal Kutay
Cemal Kutay, Kürt ayrılıkçı harekâtın en önde gelen aşiretlerinden Bedir hanilerden Tahir Bedirhan Bey’in oğludur” der Mustafa Yıldırım, “Meczup Yaratmak” yapıtı s. 103.

Yazdıklarına güvenilmeyen, parayla ısmarlama kitap yazan bir Cemal Kutay yazdığı “Çağımızda Bir Asrı Saadet Müslüman Bediüzzaman Said-i Nursi” Yanı Asya yayını İst.1981 kitabı hakkında yıllar sonra 100 bin lira karşılığında yazdığını itiraf etmiştir. Bu yazdığı ısmarlama kitabında Emirdağ’a giderek Said-i Nursi ile görüştüğünü ve eli öptüğünü yazmıştı. Cemal Kutay yıllardan sonra Emirdağ’a gitmediğini, elde öpmediği söyler.

Her şeyi paragözüyle gören Cemal Kutay, 1978 yılında Milli eğitim Bakanlığına 150 bin liraya, nerden bulduğu bilinmeyen, elinde bulunan Atatürk’ün 500 adet el yazmalarını pazarlık ederek sattığı gerçeğini Uğur Mumcu Haziran 1981 yılındaki: “Hediyesi Kaç Lira” başlıklı yazısıyla açığa çıkartır
.

Uğur Mumcu’nun yazısına göre Cemal Kutay şöyle der: “…Muhterem efendim, Atatürk’ün el yazmaları ile Onuncu Yıl Nutku ve Türkün Tarihi ile ilgili belgelerin açıklanmasından oluşan 5 bin takım fotokopisi ile ilişki alındı ile 12 Ocak 1977 tarihinde, Yayımlar ve Basılı Eğitim Malzemeleri Genel Müdürlüğüne teslim edilmiş, 3 bin adetinin bedeli alınmıştı. Kalan 2 bin takım tutarı, 150 bin liranın ödenmesini rica eder, saygılar sunarım” diyerek tamamı 225 bin lira olan, geri kalan 150 bin lira parasını ister.

Moon Tarikatı ve Nurcular
Kore Savaşında Amerika’nın yanında yer alan, Amerika ile ilişkilerini geliştirmek için CIA ile işbirliği yapan Sun Moyung Moon adlı Koreli: “Unifiacation Church” (Birleştirme Kilisesi) ü kurmuştur. Said-i Nursi yolunda gidenlerin önde gelenleri bu işin bilincindeler. Moon tipi bir örgütlenme ve Moonlarla işbirliği yaptıkları bir geçek olarak karşımıza çıkmaktadır.

Mustafa Yıldırım, “Meczup Yaratmak” yapıtında, İşte bu Mooncular tarikat ile Said-i Nursi harekâtını sürdürenlerin yolları 1980’lerde kavuşur ve Mooncular ile Türkiye’de Nurculardan destek görmeye başlarlar.

Mustafa Yıldırımdan dinleyelim: Moon öncelikle tüm Hıristiyanları birleştirerek kendisini ‘bir tür Mesih’ olarak tanır. Âdem ve Havva’nın günah işleyerek insanoğlunun kanını kirlettiğini, İsa’nın ise siyaset bilmediğinden başarılı olamadığını ileri sürer. Örgütlülük ağı geliştikçe de öteki dinden insanları yanına çekmek için ‘Mesihlik’ propagandası yükselterek Müslümanları da birliğe çağırır; onlarla akademik, kültürel ve sonra da ticari ilişkiler ağı kurmayı başarır. Moon; okullar, medya, kültürel örgütler, şirketler, finans kurumlarından oluşan bir model yaratır. Türkiye’den giden ilahiyatçılar Moon’un okullarında ders verirler.” Der. Yıldırım.

Şu günümüzde Nurcuların yaptıkları Moon ideolojiyle tamamen örtüşmektedir. Dahi, devlet ilişkileri için de yer almaları devlette önemli görevler üstlenmeleri gibi faaliyetleri yanında Medya, sermayesi milyar dolarları bulan şirketler, dershaneler, finans kurumları, yayınevleri, kültürel örgütler, okulları olarak karşımızda bir inanç ideolojisinden çok çok, çok güçlü sermayeye hükmeder olmuşlardır.

Mustafa Yıldırım, “Sivil Örümceğim Ağında” yapıtında pek çok gerçeklere değinir. Sözde “Dinler Arası Diyalog” adı altında ilişkilerle amaç Moon’un hedefine uygun olarak adam öğütlemek: Devlete karşı durmak yerine, kişiler aracılığıyla devlet kurumlarını ele geçirmek maksatlı Moon Tarikatı’na benzer Nurcular harekâtına aynı biçimde sızmıştır.

“Moon’un kapsamlı Türkiye atağı ‘Unification Movement’ gezisidir. 35 ülkede toplanan 150 kişi New York, Kudüs, İstanbul, Roma, Yeni Delhi, Katmandu, Bangkong, Pekin, Tokyo New York yolculuğu boyunca, her kentte bir hafta kalarak işlerini gördüler.

Bu o denli açıktır ki, Moon’un örgütçüsü Dr. Joseph Bettis, ‘Heyetimiz içinde yer alanlar bütün dünyada tek din olmasını açıklıyorlar. Bu bizim ikinci turumuz. Bunu devam ettirkek istiyoruz’ dedikten sonra örgütlerin geleneksel yayılma yöntemlerine uygun bir açıklamada daha bulunuyor ‘ancak tura katılanlar her yıl değişecek. ‘Bu yıl 8 Türk’ünde bizimle gelmesine çok memnun olduk’ Türkiye’yi temsil edenler arasında Dünya Dinleri Gençlik Seminerlerine katılan Türk heyetinde Ahmet Davutoğlu bulunuyordu.

Boğaziçi Üniversitesinin öğretim görevlisi olan Davutoğlu, masumane çalışmalarının amacını şu ilginç sözlerle açıklıyordu: ‘Amerika’da kendi sahasında söz sahibi değişik dinlere mensup bir grup Profesörün önderliğini yaptığı bu gezide, amaç bilfiil yaşayarak, daha açık bir ifade ile ‘gezici bir üniversite şeklinde Dinler Arasında Diyalog ve fikir alış verişi temin etmektir. İlki geçen sene yapılan bu geziye Türk temsilciler bu sene katıldı. Gerek Amerika’da gerekse Kudüs’te gerçekten çok değerli gözlemler yapmak imkânı bulduk” der. Sinan Meydan Cumhuriyet Tarihi Yalanları” 2. Cilt, Dipnot s.564

Said-i Nursi 
Anadolu topraklarını paylaşmak için düşmanca tavırla sergileyen Wilson, Lloyd George ve Yunan Başbakanı Venizolos gibilerini örnek göstererek, beyin bulandıran övgülerle dolu sözlerine bir bakalım: “Dini İslam’ı Hıristiyan dinine kıyas edip Avrupa gibi dine lakayt olmak pek büyük hatadır. Evvela: Avrupa dinine sahiptir. Başta Wilson, Lloyd George, Venizolos gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dinlerinde mutaassıp olmaları şahiddir ki; Avrupa dinine sahiptir.” Demiştir.“Mektubat” Yeni Asya Neşriyat s.312

İstihbarat Belgelerinde Said-i Nursi
Belgelerden anlaşıldığına göre 1925 yılından bu yana Saişd-i Nursi hakkında istihbarat bilgilere göre gittiği yerlerde her adımı takip edilir. Bu belgelerin en ilginci 1950 yılların ortalarında hazırlanan 4 sayfalık bir evrak. Dönemin MAH (şimdiki MİT) hayatta olmayan pek çok kişinin adları geçer. Bu adlar içinde şair Necip Fazıl’ın adı da vardır.

O dönemde (1958) Said-i Nursi’nin TSK’ya sızmaya çalıştığını, TSK içinde o dönemde pek çok subay “Nurcu” diye fişlenir.

Dahi 1958 yılında hazırlanan bir belgede Said-i Nursi1925 yılında Şeyh Sait isyanına destek vermesi ve Kürt milliyetçiliği fikir ve gayesini, din ve tarikat kisvesi altında yaymaya çalıştığı belirtilmiştir.

Çok gizli damgalı bir başka belgede: Adı Said-i Kürdi, Said-i Nursi, Bediüzzaman. Kayıtlı bulunduğu arşiv: Afişinin 5 sayısına kayıtlıdır.

İstihbarata Göre Yaptığı iş: Boşta gezer,
Alınması gereken durum: Kürtçülük mefkûresi taşıdığı, dini hassasiyetleri buna alet ettiği, Nurculuk teşkilatı kurmak istediği görüldüğünden… Dini hassasiyetleri alet ederek devletin emniyetini bozacak hallere halkı teşvik etmek ve Nurcular adında gizli bir cemiyet kurmak… Fırsat düşkünü, sinsi ve kurnaz bir şahıs olan adı geçenin kötü emellerini gizli gizli tahakkuk ettirmek istediği görülmüştür. Durumu denetlenmesi lüzumu görülmüştür. Diye geçer.
 


BÜYÜK İSRAİL PLANI ve KÜRESEL GÜÇ OYUNLARI KIYAMETİN HAYALİ BİR REÇETESİ Bu makale Internationalist 360 tarafından yayımlandı. Espen B. Øyul...