7 Mart 2021 Pazar

BEYŞEHİR TARİHİ ve EŞREFOĞLU BEYLİĞİ


BEYŞEHİR GÖLÜ KIYISINDAKİ KUBADABAD

Kubadabat Sarayı çinileri 
Antik dönemde adının Lykaonia olan Konya’nın güneyine düşen, yine antik adı Pisidia adıyla bilinen bölgeden alan üç Pisidia gölünün en büyüğü olan Beyşehir Gölünün güney kıyısında bulunan yer. Bir adı Dipoyraz Dağı olan 2992 metre yüksekliğindeki Anamas Dagı’nı dibine düşen bu yeri görüp beğenen Selçuklu Sultanı 1. Alâeddin Keykubad, Konya’nın yaz sıcağından kaçıp dinlenmek amaçlı 1235’te yaptırmıştır. Ancak Konyayı Beyşehir'e bağlayan bu yazlık Kubadabad sarayın keyfini çıkartmadan Alâeddin Keykubat bir yıl sonra ölmüştür Anadolu Selçuklu hanedanlık yazlık sarayıdır. Anadolu Selçuklu hanedanları içinde en etkili Alâeddin Keykubad olmuştur. Fars kökenli Selçuklu tarihçisi İbn Bibi yazılarına göre Alâeddin Keykubad’ın Beyşehir Gölü güney-batı kıyısında, Anamas Dağları eteğinde, Gölyaka Köyüne 3 kilometre uzaklıkta M.S.1236’da inşa edilen Kubadabad Sarayından söz eder.

Foto Selman Zebil: Beyşehit Gölü
Antalya’dan Konya’ya dönüşünde, yol üzerine düşen Beyşehir Gölünün alüvyondan oluşan güney-batı kıyılarına hayran kalır. “Cennet burası değilse neresidir” der. Burayı nasıl beğendiğini, burada nasıl bir yazlık saray yapılabileceğini tasarlar ve ilgili yerlere bu gölün kıyısına bir saray yapımı için emreder. Bizzat nasıl bir saray yapılacağını da kendisi planlar ve yapıya dair oldukça genel bilgiler bile verir. Sonuç olarak cennet gibi olan bu yere Kubadabad Sarayı yapılmış olur.

Hatta Amasya-Babailer isyanında (1240) Selçuklu Sultanı 2. Keyhüsrev zor anlar yaşar, Konya sarayından gizlice kaçarak Beyşehir Gölü kıyısındaki bu sarayda saklanır bir müddet.

İbn Bibi yazılarında anlatımlarına göre: “Buhayre-i Gurgurum” denilen bu yerin neresi olduğunu ve dahi bahsettiği “Gurgurum” denilen vilayetin neresi olduğu hakkında bir işareti bilgiyle tarif edilmemişti. İş böyle olunca, uzun zaman bu sarayın yeri ve adı terk edilmişlikten bilinmeden kaybolur gider ta ki 1940’lı yıllara Zeki Oral’ın bu yeri bulup alana çıkrana kadar.

Kubadabat Selçuklu Sarayında bulunan seramikler
O zamanın Konya Müze müdürü M. Zeki Oral’ın Kubadabad Sarayının ören yerini bulup alana çıkarmasıyla 1949 yılında Konya Anıtlar Dergisindeki yazdığı bir makaleyle alana çıkmıştır. Kubadabad Sarayı kalıntıları hakkında araştırmalar sürdürülür ve sondaj çalışmaları yapılır, bulgular ve tarihin alana çımasıyla Türk-tarih bilimine zenginlik katışı Belleten dergisinde makaleler halinde yayımlanır.

Kazılar ve yüzey araştırmalarından anlaşıldığına kadarıyla Beyşehir ve yöresi, yerleşim alanı olarak İ.Ö.6000 ile 7000 yıllara kadar uzanan bir tarihe sahip olduğu bilinmektedir. Yörede iz bırakan Hititler, Frigya, Lidya devletleri üzerine Romalılar, daha sonra Selçuklular eline geçmiştir. Hititlerden sonra en verimli çağını Eşrefoğlu Beyliği döneminde olur.

Eşrefoğulları Beyliği yıkıldıktan sonra Hamitoğullarının eline geçer Beyşehir. Karamanoğullarını eline geçiren Fatih Sultan Mehmet tarafından Beyşehir de Osmanlı topraklarına dâhil edilir.

Anadolu Beyliklerinin Yükselişi ve Eşrefoğlu Beyliği
Anadolu Selçuklular Devletinin çöküşü ile Anadolu Türkmen Beyliklerinin yükselişi başlar. Genellikle kurucularının adı ile anılan bu beyliklerin bazıları uzun ömürlü olup 15. Yüzyıla kadar varlıklarını sürdürürken, bazıları çok değerli, kalıcı eserler bırakarak kısa sürede tarih sahnesinden çekilirler.

Karamanoğulları Beyliği, Menteşoğulları Beyliği, Dulkadiroğulları Beyliği, Karasi Beyliği, Aydınoğulları Beyliği, Eretna Beyliği, Germiyanoğulları Beyliği, Hamitoğulları Beyliği, İsfendiyaroğulları Beyliği (Candaroğulları) Ramazanoğulları Beyliği, Tekeoğulları Beyliği, Saruhanlılar Beyliği, Eşrefoğulları Beyliği ve Osmanlılar Beyliği olarak Anadoluda varlıklarını sürdürdüler.

Bu adı geçen beyliklerden en eskisi, en güçlüsü olan Karaman Beyliği, Karaman Bey tarafından 1. Alaeddin Keykubad döneminde kurulmuştur.

Eşrefoğulları Beyliği (1280-1326)
John Freely, “At Üstünde Fırtına, Anadolu Selçukluları” adlı kitabında: “Muhtemelen Türkler ve Kürtlerden oluşan Eşrefoğlu aşireti, Karamanoğullarına zor zamanlarda iki kere yardım etmişti. Yine Konya’yı işkâl ettiklerinde Eşrefoğulları ile Menteşoğulları, Karamanoğulları’nın yardımıyla Konya’ya saldırıp kenti ele geçirmişlerdi. Fakat 1311 işkâlından sonra hakkı olan ganimet alamadığını düşünen Eşrefoğulları aşireti, Karamanoğulları ile olan bağlarını kopardı. Sonuç olarak Eşrefoğulları Batıya, Beyleri Süleymanoğlu Eşref’in şehir kapılarındaki kitabelerden öğrendiğimize göre 1290’larda işkal etmiş olduğu Beyşehir civarındaki bölgeye doğru hareket etti. Süleyman’ın oğlu Mübarizüddin Mehmet, Akşehir’i ve Bolvadin’i de alarak Eşrefoğlarının topraklarını genişletti.” Diye geçer.

Anadolu Beylikleri içerisinde en kısa ömürlü olanıdır Eşrefoğlu Beyliği. Selçuklu Sultanı 3. Gıyaseddin Keyhüsrev (1264 ile 1283) hüküm sürdüğü zamana denk gelen, Selçuklu sınırlarının batısına düşen bölge olan Beyşehir yakınlarında bulunan Gorgurum adlı yerde Seyfeddin Süleyman Bey tarafından 13. Yüzyıl ikinci yarısında kurulmuştur. Kısa bir dönem, 40 yıl ömürlü olmuş ama müthiş, en kapsamlı ve en değerli eserleri günümüze kadar gelmiş Anadolu beyliklerinden biri olmuştur.

Geçiş dönemi yaşayan Anadolu’da pek çok Türk Beylikleri kurulmuştur. Bu beylikler arasında birbirlerinin işine karışmama esası üzerine oturulmuştur. Çobanoğlu Timurtaş, Türk beyliklerini kendi idaresi altında birleştirmişti. Doğrusu, insanın aklına düşen, Kürtler bu bölgede çok eskilerden (Türklerden önce) var olduklarını iddia edeler ama Anadolu’da yaşanan geçiş döneminde her Türk aile kendi adına bir beylik kurarlarken neden Kürtler bu fırsattan yaralanıp bir beylik bile kuramadılar?

Eşrefoğlu Beyliği Beyşehir’de
İlk önceleri Gorgurum (Gökçimen) adlı yerde kurulan Eşrefoğlu Beyliği, daha sonra 1288 yılında Süleyman Bey Beyşehir’e yerleşerek pek çok bayındır haline getirterek kalıcı eserleri tarihe kazandırdı. Bu eserlerin başında, Eşrefoğlu Süleyman Bey (1297-1299) tarafından yaptırılan, ahşap ve seramiklerle süslenmiş en özgün mimarisiyle en önemli eser olan Eşerefoğlu Camiidir. Selçuklu mimarisinin bir başka eşi olmayan bu ahşap, değerli kâgir yapılı Eşrefoğlu Camii başyapıt olmaktadır.

1301-2 yılında ölen Süleyman Bey’in yerine oğlu Mübareziddün Mehmet Bey geçti. Mübarizüddin Mehmet Bey Beyliğin alanlarını Akşehir ve Bolvadin’e doğru genişletti. Mehmet Bey’in Moğolların (İlhanlılar) Anadolu Valisi Emir Çoban’a tabiiyet sunan Türkmen Beylikleri içerisinde yer aldığı bilinir.

1320 yılına gelindiğinde yaşamını kaybeden Mübarizüddin Mehmet Bey’in yerine oğlu 2. Süleyman, Eşrefoğlu Bey’i oldu. Lakin 2. Süleyman dönemi uzun sürmez. Beyşehir’e girerek ele geçiren Moğollardan Vali Timurtaş’ın önünden atıyla birlikte Beyşehir Gölü içine doğru kaçar. Arkasından atıla hızlıca yaklaşan Timurtaş, Süleyman Bey’i gölün içinde 1326 yılında boğarak öldürülmesiyle sonlandırıldı. Böylece, 40 yıla yakın süren kısa ömründe Eşrefoğlu Beyliği ancak yerel bir idari yapılanma olarak tarihte yerini almıştır.

Beyşehir Yöresine Yerleşen Kürtler
Hasan Öztürk, “Kurucuova Tarihi” adlı araştırmasında bölgedeki yerleşim yerlerinden söz eder. 1466 yılında bölgede; Orta Anadolu’da Kürtlerin ilk yerleştiği yerlerin Isparta’nın Şarkîkaraağaç’a bağlı Kürtler Köyü olduğunu yazar. Osmanlı belgelerinde 1584 nüfuz ve yerleşim yerleri belirtilmiş, Kürtler köyü 1920 tarihine kadar Konya’nın Beyşehir ilçesine bağlı bir yerleşim yeri olarak kalmıştır.

Beyşehir Sancağına ait 1466 tarihli Müsellim Defterinde Yenişehir Nahiyesi’nin kimi köylerinin Yörük olduğu yazılmıştır Bu belgede kimi köylerin Yörük olduğunu dile getirirken Yenişehir (Şarköy) Kürtler ve Muma köylerinden gayri köyleri kastetmektedir. Bu köyler; Bademli, Kurucuova, Yenice, İsrailliler, Küre ve Hoyran köyleridir.

Beyşehir ve çevresinde Etiler; Etiler, Lidyalılar, Frigyalılar, İyonlar, Makedonyalılar, Persler, Selefkoslar, Romalılar, Araplar, Selçuklular, Eşrefoğulları, Hamitoğulları, Germiyanoğulları, Karamanoğulları ve sonunda Osmanlılar hakim olmuşlardır.

Bir Başka Kaynakta Timurtaş ve Eşrefoğlu Beyliği
Eşrefoğlu Beyliği: Bu beylik Diyar-ı Rum’un kuzeyindeydi. Batısında Dündar Oğulları’nın, doğusunda Karaman Oğulları’nın, Kuzeyinde ise Cengizlilerin toprakları uzanıyordu. Bağımsızdı ve Başkenti Beyşehir’dir. Yetmiş bin kadar atlı savaşçı çıkarabilirdi. Ülkesinde 65 şehir ve 505 köy vardı. Timurtaş bu memleketi ele geçirince beyini yakalayarak, taşaklarını kestirip boynuna astırdıktan sonra halk arasında teşhir ederek öldürttü” diye anlatılır.

Dahi bir başka kaynakta ise: 1320 yılında Mehmet Bey yaşamını kaybetmesi üzerine yerine oğlu 2. Süleyman geçer, Eşrefoğlu Bey’i olur. Fakat onun beyliği fazla sürmez. Beyşehir’i ele geçiren İlhanlı Valisi Timurtaş tarafından 1326 yılında göle atılmak suretiyle öldürülerek beyliğe son verilmiştir.

AHMET EFLAKİ (M.S.1300-1330) 
Ariflerin Menkıbeleri yapıtında Beyşehir
İbn Bibi’den fazla uzun olmayan devirde Mevlevi olan Ahmet Eflaki Eşrefoğlu Beyliği hakkında yazdığı: “Beylerbeyi Eşrefoğlu Mubarizüddin Çelebi Mehmet Bey, Çelebi (Mevlana’nın oğlu) hazretlerini Beyşehir’de misafirliğe davet etmiştir. Çelebiye karşı hadden aşırı niyaz ve itikat göstererek türlü hizmetlerde bulundu ve oğlu Süleyman şah’ı saraydan çağırıp tam bir itikatla Çelebi’nin hizmetine verdi, ona mürit yaptı. Süleyman Şah’ın beline bulunmaz bir kemer bağlayıp bırakıverdiler.

Çelebi Mehmet Bey, baş koyup ‘bu çocuğun sonu ne olacak’ diye sordu. Çelebi: ‘Sizden sonra bu vilayet bu çocuğun elinde harap olacak ve topluluk onun ayakları altında dağılıp gidecek ve onu bu göle (Beyşehir Gölü) atıp yok edecekler’ buyurdu.

Ve hakikaten o çocuk, Çelebi’nin buyurduğu gibi oldu. Timurtaş devleti zamanında Beyşehir’i fethetti. Memleketi yağma ettiler ve birkaç gün sonra Süleyman Şah’ı oradaki göle attılar, memleket tamamıyla harap oldu” der. Ahmet Eflaki, “Menkıbe-i Arif-i” 1954 Ankara Basım 2. cilt sayfa 390.

Eşefoğlu Beylğinin öyle pek büyük bir eylemi olmayan, salt bir idari yapıya sahip olarak tarihe geçmişlerdir. Yalınız 1280 yıllarında Eşrefoğlu Süleyman Bey ve Karamanoğulları ile birlikte Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Keyhüsrev’e taraftar olmuşlar, Konya Selçuklu yönetiminde önemli roller almışlardı.

1284 yılında Moğollar tarafından katledilen 3. Gıyaseddin Keyhüsrev’in annesi Valide Sultan, Keyhüsrev’in sadık bendeleri olan Eşrefoğulları ve Karamanoğullarından torunlarının tahta çıkmaları sağlayacaklarına inanan düşünen Valide Sultan, oğlu 3. Gıyasettin’in ölümüyle Kayseri’de tahta çıkmasına karşı çıkarak, Moğolların izniyle Konya’da torunlarının tahta çıkmasını istedi.

Olaylar istenildiği gibi gitmez. Torunlarının naipliğine getirdiği Eşrefoğlu Süleyman Bey, Sultan Mesud’un Konya’ya sevk ettiği Has Balaban komutasındaki Selçuklu ordularından çekinerek Gorgoruma geri çekildi. Yalınızca yedi ay süren çocuk hükümdarların naipliğinin ardından Moğol güdümündeki Selçuklulara karşı Karaman Oğulları ile birlikte küçük çaplı bir direniş sergilese de, siyasi çıkarını Sultan Mesud’a tabii olmak ta görerek yön değiştirerek itaatini sundu.

Eşerefoğlu Beyliğinin Yıkılışı
Moğollardan Çupan, Olçaytu’nun 1313 yılındaki ölümünden sonra, Anadolu’daki Moğol yönetimini devralmak için geri döndü ve yönetimi oğlu Timurtaş’a devredecek kadar kaldı. 1321’de Timurtaş ayaklandı ve Mehdi olduğunu iddia ederek Anadolu’da kendi devletini kurmak istedi. Bu ayaklanmayı bastırmak üzere Çupan görevlendirildi ve bu görevini yerine getirdi. Fakat oğlunun bu ayaklanmasını bağışlayarak, oğlunun suç ortaklarını öldürttü.

Çapan, oğlunu İlhan Ebu Said’e götürdü; İlhan, Timurtaş’ı bağışlayıp tekrar onu Anadolu’nun Moğol Valisi tayin etti. Çapan’ın 1326’da ölümünden sonra Timurtaş yeniden ayaklandı. Beyşehir’i aldı, Eşrefoğlları Beyi Mübarizüddin Mehmet Beyi gölün içinde boğarak öldürdü. Böylece Eşrefolulları Beyliği Mehmet Bey’in ölümünden sonra yerine geçen Süleyman’ın öldürülmesinden sonra, beylikler arasında en kısa ömürlü olarak tarih sahnesinde yerini aldı. Daha sonra yenilgiye uğrayan Timurtaş Mısır’a kaçtı, ertesi yıl orada öldürüldü.

Daha önce de İlhan Keyhatu (1291-1292) büyük bir güçle tekrar Anadolu’ya, bazı Türkmenleri kılıçtan geçirerek kökünü kazıma kararıyla girdi. Büyük bir dehşetle yolunun üzerindeki her şeyi yakıp yıktı, önüne çıkan insanları kılıçtan geçirdi. Bu dehşetli saldırılarıyla Eşrefoğulları ve Menteşoğulları aşiretlerinin yanı sıra Karamanoğulları’nın topraklarını da harabeye çevirdi. İlhan Keyhatu, Moğol ordusu ile giriştiği bu zorbalıktan, pazarlarda satılacak çok sayıda esirle birlikte kışı geçirmek üzere Konya’ya döndü. Lakin Anadolu Türkmenleri ve diğer halklar arasında İlhan Keyhatu’nun bu saldırısı büyük bir nefrete dönüştü.

Dahi, Eşrefoğlu Beyliği Zamanı Kalıcı Eserleri
En kapsamlı, en dikkat çeken değerli eserlerden biri olan Eşrefoğlu (1297-1299) Camiidir. Anadolu’daki Selçukluların bol sütunlu camilerinin en güzeli, en değerli sanat eseridir. Kırk sekiz tane sekizerli altı sırada bulunan ve üzerinde süslü sarkık sütun başlıkları olan uzun ahşap sütunlardır. Ahşap, tuğla ve taş işçiliği yanında mükemmel boyama süslemeleri, çini ve mozaikler hepsi şahane uyum içinde özgün mimarisi ile birbirini tamamlamıştır. Ayrıca minaresi tabanına yerleştirilmiş, su haznesi görevi gören bir Roma lahdinin bulunduğu çeşmesi.
 
Foto Alman gezginci Fredric Sara 1895 
Beylikler döneminden kalma kalıcı eserlerden, Eşrefoğlu Süleyman Bey Külliyesi, Süleyman Bey Bedesteni, Süleyman Bey Türbesi. Giriş kapısı ayakta duran Beyşehir Kalesi, Süleyman Bey Mescidi, çifte Hamam, Beylikler döneminden kalma bir başka eser, kitabesinde 1369-1370 olarak tarihlenen İsmail Aka Medresesidir. Dahi, tarihsiz üç eser daha vardır. Bunlar Taş Medrese, Demirli Mescit, Bayındır Köyünde 1310 tarihli, orijinal süslemelerinin çoğu yerinde duran camii ve Köşk Köyü Mescidi gibi şeyler hala günümüze kadar kalıcı bayındır eserlerdir. Bir pencere aracılığıyla türbe sağına açılarak camiye bağlanır. 

Türbe kapısının Yüksek bir kare kaide üzerinde yükselen ve tepesinde konik bir dış kubbe bulunan sekizgen bir taş yapı olan türbe, üzerindeki kitabeye göre inşa tarihi olarak 1302 olarak belirtilmektedir. Aslanapa Mezarının zengin süslemeli iç mimarı, Bütün Selçuklu seramik-mozaik en görkemlisini oluşturmakta helezonlar, hurma yapraklarından süsler ve değişik yapraklı bezemeler, on iki kenarlı yıldız motifler ile tarif edilmektedir. Eşrefoğlu Camii karşısında her birinde üçlü, iki sıra halinde, altı kubbeli, dış cephesinin çevresinde bir dizi kubbeli dükkânlar bulunan dük dörtgen bir bina olan bedesten vardır. Bu bedesten, Eşrefoğullarına ait 14. Yüzyıl başlarında yapılmış yapıdır.

Ayrıca Seydişehir de Seyit Harun külliyesi, Seyit Harun Camii, Seyit Harun Türbesi, Seyit Harun Hamamı, Mescit, Seydişehir Kalesi gibi pek çok yerler günümüze kalan mimari yapıtlardandır.

Dahi; Yazma eserler, değer biçilmeyen halılar, değer biçilmeyen çiniler, pek çok madeni eserler, kandiller, şamdanlar, sikkeler, elde olup Konya Müzesinde sergilenmektedir.

Eşrefoğlu Camii
Beyşehir’in kuzeyinde, gölün kıyısında bulunan İçerişehir Mahallesinde yer alan Eşrefoğlu Camii, 1297-1299 yılları arasında yapılmış; Anadolu'daki ahşap direkli ve kâgir duvarlar ile camilerin en büyüğü ve en özgün Türk mimarisindendir.

Foto Selman Zebil: Eşrefoğlu Camii 1988 
Orta Asya'da Semerkant, Buhara gibi eski Türkistan şehirlerinde yer alan ağaç direkli camilerin ülkemizdeki bir örneği olan Eşrefoğlu Camiidir. Camide 46 işlemeli ahşap sütun üzerinde yükselir. Sütunlar, Beyşehir ormanlarında yetişen kasnak meşesi meşe ağacından yapılmıştır. Cami inşasına başlamadan önce 6 ay boyunca çamurlu suda bekletilerek abanozlaştırılmıştır.

Eşrefoğlu caminin ortasında bir kar havuzu vardır. Yüzyıllar boyu kış aylarında camiinin damındaki kar, çatının ortasındaki boşluktan ortadaki havuza atılmış ve ortamı nemlendirerek yakılan sobalardan ötürü ahşap sütunların çatlayıp kurumasını engellemiştir. 1965 yılında bu karlığın üstü camla kapatılmış ve işlevini yitirmiştir.

Selçuklu çini sanatını yansıtan mozaik ile kaplı çok görkemli 6 metre yüksekliğinde bir mihrabı vardır. Ayrıca, tam manasıyla anıtsal nitelikli taç kapısı vardır. Pek örneği bulunmayan minberi tamamen ceviz ağacından, oymalı ve geçmeli, çivisiz, tutkalsız, inanılmaz bir ustalıkla ve incelikte geometrik şekiller ve bitkisel bezemelerle kaplıdır. Tamamı işlemeli ahşap olan caminin tavanı renkli, kökboyası kalem işi süslemelere sahip, özellikle konsollardaki motifler göze çarpan güzelliklere sahiptir.

Beylikler Devri'nde Eşrefoğlu Süleyman Bey tarafından yaptırılan camii, Eşrefoğlu toplu yapıları içinde yer alır. Cumhuriyet döneminde 1934'ten itibaren zaman zaman tamir edilmiştir. Bu tamiratlar sonucu toprak çatı, önce kiremitle örtülmüş; daha sonra bakırla kaplanmıştır.

Beyşehir Dolaylarında Kalıcı Antik Tarihi
Beyşehir- Fasıllar Köyünde 2.000 yıllık Lukuyanus Anıtı’ndaki yazıtta, at yarışı kurallarının yazılı olduğu ortaya çıktı. Yazıtta, at yarışları kurallarını anlatan en eski kitabe olarak edebiyata geçti.
Beş metre yükseklikte, 0.85 x 0.95 boyutunda, üzerinde Grek harfleriyle yazılmış on satırlık Yunanca bir kitabedir. Kitabeye göre Lukyanus (Lukianus) adlı bir genç ölmüş. Ailesi hatırasını yaşatmak için bu abidenin önünde at yarışları yapılmasını istemiş, yarışların nasıl yapılacağını da bu kitabede belirtilmiştir.








Beyşehir’e18 kilometre doğusundaki Tarihi antik “Hitit Misthia” kentinin üzerinde kurulu, bugün adı Fasıllar olan mahallede Hitit, Roma ve Bizans döneminden kalma uygarlıklara ait çok sayıda anıt ve harabeler bulunuyor. 3.200 yıl öncesine ait, bir dönem

Hititlerin en önemli merkezi olduğu bilinen mahalledeki en ünlü yapıt, “Bereket Tanrısı” adıyla bilinen 72 ton ağırlığındaki (Aslanlı Kaya) Fasıllar Anıtıdır.

Ayrıca, “Kurtbeşiği Anıtı” olarak da bilinen bu anıtın 100 metre kuzeyinde, yerden 10 metre kadar yüksekteki tepecikte, kaya üzerine oyulmuş at kabartması bulunuyor. Kaynaklarda bu anıtın adı, “Lukuyanus Anıtı” olarak geçen bu yapının, “Roma-pagan” döneminde yapıldığı biliniyor. Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Bahar, yaptığı açıklamada, anıtın Romalı at binicisi Lukuyanus isimli gencin erken yaşta ölümü üzerine yapıldığını söyledi.

Yöre insanlarınca “Atıkaya” adıyla bilinen anıtın çevresinde at yarışlarının düzenlediğini anlatan Hasan Bahar, “Burası bir hipodrom. Bu anıt, Lukuyanus adlı Romalı biniciye ait. Bu kişi yarışçıdır. Bu yapıdan da burada at yarışlarının yapıldığını ve at yetiştirildiğini anlıyoruz. Hititler anıtları çevredeki kutsal olduğuna inandıkları dağlar için yapıyordu. Roma döneminde de at yarışları belki bu dağları kutsamak için yapılıyordu.” Diye açıklıyordu.

Hasan Bahar, at kabartmanın yanında mezar odasının yer aldığına işaret ediyor ve: “Lukuyanus Anıtı’nın altında ‘Savaşçı Lukuyanus, evlenmeden öldü. Kahramanımız’ deniliyor. Çok üzülmüşler ölümüne. Roma’da, evlilik çok önemli bir aşamadır. İnsanlar için çok üzücü, bekâr gencin ölümü. Bu da Helenistik Roma döneminde önemli bir ayrıntıdır. Bölge, Roma’nın Pisidya eyaletinin doğu sınırı oluyor. Bu yapı, Pisidya dönemine ait bir kabartma diyebiliriz. Roma-pagan dönemi, 2 bin yıllık geçmişe sahip.” Diye açılıyor.

Beyşehir’e 16 km. uzaklıkta bulunan Fasıllar Köyünde bulunan kayalık bir yamaç üzerinde buluna, 50 ile 70 ton ağırlığında olduğu tahmin edilen, 2.25 x 27.75 en ve 8.30 metre yüksekliğinde tek parça bazalt kütle kaya üzerinde kaba yontulmuş Hitit Tanrısı bulunmaktadır. Alt tarafında ise bir çift aslan arasında da bir dağ tanrısı yer almaktadır.

James Mellaart tarafından ortaya atılan sava göre bu Fasıllar anıtı, 50 km. uzaklıkta bulunan, Beyşehir-Sadıkhacı Kasabası sınırları içerisinde bulunan Efaltunpınar Anıtı üzerine konulmak üzere hazırlanmış, dahi, James’in savuna göre, bu anıttan bir tane daha olması iddiası. Çünkü her iki anıt yapım tarihleri (M.Ö.13.yüzyıl Tudhaliya dönemi) ve yontu benzerlikleri birbiri ile örtüşmektedir.

Ekrem Akurgal, Anadolu anıtsal heykelcilik bakımından kabartma sanatının Hititlerle başladığını söyler. Fasıllar ve Eflatunpınar anıtlarının dışında Hitit anıtlarında insan ve hayvan figürlerinin profilden verildiğini söyler. Bu her iki anıttan yola çıkarak, James Mellaart tarafından ilk kez ortaya atılan savı desteklemektedir. Yani, Fasıllar dev anıtın Eflatunpınar anıtının tamamlayıcısı olarak (yukarıdaki grafide olduğu gibi) üzerine konulmak üzere yapıldığı savını desteklemektedir. Ancak her nedense bu anıt bitilmemiş.

2000 Yıllık At Yarışı Kuralları
At kabartmasının altında, ilişikteki resimde gösterilen kaya üzerinde Grekçe, Kiril alfabesiyle yazılı yazıtta at yarışı kurallarını yazıyor. 2000 yıllık yazıtta yer alan at yarışı kuralları şöyle sıralanıyordu:

Fasillar'da Atlı Kaya 

A- Bir at birinci olduysa başka yarışlara katılamaz…

B- Atın sahibi de yarışmada atı birinci olduysa ikinci atı katılamaz. Atın kendisi katılamadığı gibi sahibinin ikinci atı da katılamaz...
Lukuyanus Anıtı’ndaki yazıtın çözümünde, at yarışlarının kurallarını anlatan en eski yazıt olduğunu söyleyen Hasan Bahar, o dönemin at yarışları kurallarına şöyle açıklık getirir: “Bir at, 10 kupa aldı, sahibi şu kadar kupa kazandı’ diye sevinmiyor. Aksine ‘ben birinciliği tattım, diğer insanlar ve atları da kazanmalı’ düşüncesiyle, diğerlerine de kazanma şansı veriliyor. Güzel bir kaide var. Modern dünyadakilerin aksine yarışlar, centilmenlik üzerine kurulu. Spor kurallarını ortaya döken ve yarışın yapılış şekline ilişkin kuralların bulunduğu benzer bir kitabe görmedim. At yarışlarından bahseden kaynaklar var ama kurallarını ve yapılışını anlatan yok” der.

Atlı Kaya
Ali Galip Yıldırım’ın hazırladığı “Eflatunpınar Hitit Kaya Anıtı” yazısında, Fasıllar Köyünün 100 m. Doğusunda “Asarlık” denilen kayalık yamaçta bulunan Atlı kaya Kabartması (Lukyanus Anıtı), yerden on metre kadar yükseklikte dik kaya üzerine 1.85 m. Boyunda bir at kabartması ve bir nişten bulunmaktadır. Yandaki nişin mezar odası kayaya oyulmuş olarak bulunmaktadır.

M.Ö. 2. Bin yılbaşlarında Anadolu’da varlık gösteren Hitit uygarlığı, M.Ö.1650’den sonra bir devlet kuran, M.S.1400’de bir imparatorluk haline gelmiş, M.Ö. 1190 yılına gelindiğinde büyük bir yıkıma uğramıştır. Ancak Hitit uygarlığı Anadolu’da birçok önemli izler bırakmıştır günümüze kadar uzanan. Salt bizim bölgemiz olan Beyşehir ve çevresinde Kaya Anıt, Atlı Kaya, Eflatunpına gibi kalıcı uygarlık yapıtlarda, taş işçiliği, kabartma sanatı harikuladedir.

Kurt Bittel, Eflatunpınar anıtının 4. Tuthaliya tarafından bir zafer anıtı olarak yaptırıldığı iddiasında. E. Laroche, bütün bir kompozisyonun yaşam kaynağımız güneş, dünya ve suyu tensil ettiğini belirtir. Arkeolog A. Sırrı Özenir, son yıllarda Boğazköy’de (Hattuşaş) bulunan bronz bir tablette sınır belirtilirken sözü edilen Arimmatta’nın pınar havuzunun, Eflatunpınar Kutsal Havuzu olduğunu söyler.

Eflatunpınar
Eflatunpınar anıtının yapılış tarihi M.Ö.13.Yüzyılın sonlarına doğru tarihlenmiştir. Bu tarihte Hitit kralı 4. Tuthaliya dönemine denk gelmektedir. Bu dönemde bölgede ise Tarhuntassa Kralı Kurunta hüküm sürmektedir. Kabartmaların kaba görünümleri bize gösteriyor ki, anıtın yarım bırakıldığı izlemi, imparatorluğun yıkılma dönemine denk gelmesi ile anıtın tamamlanmasına neden olduğudur.


1837’de keşfedilmiş olna bu anıtın şu anki durumundaki boyu 7 metredir. Ve 30 x 35 metrelik dikdörtgen bir havuzu vardır. Anıt ilk kez İngiliz Hamilton tarafından keşfedilmiştir. Ancak bu Eflatunpına anıtının, Yazılı Kaya anıtıyla ilgili olabileceğini Fransız Charles Texsier görmüştür.

Anıtın kuzey cephesinde 19 adet kabartma taş blok kullanılarak adeta yapay bir kaya düzeyi oluşturulmuştur. Görünümün merkezinde oturan bir tanrı, bir tanrıça çifti var. Bu çiftin sağında, ortasında ve solunda şeritler halinde 10 adet karma yaratık, kanatlı cinler ve boğa adamlar, kollarını yukarı doğru kaldırarak, ikisi kısa biri uzun, en üzte anıtın tamamını kapsayan kanatlı güneş kursunu tamamlamaktadır.

Hitit tanrıları içinde en büyük ve en önemli tanrı, Fırtına tanrısı, tanrıça’nın ise Arinna’nın güneş tanrıçası olduğu arkeologlar tarafından yaygın olarak kabul görülmektedir. Buna kanıt olarak, anıtta oturan tanrıçanın güneş biçimde gösterilmiş biçimi bu savı tamamlıyor.

Anıttaki alt sırada ise ellerini göğüslerinde kavuşturmuş beş tanrı yer almaktadır. Sağ ve sol baştakiler dağ tanrılarını temsil ederken, ortada kalan üç ise yeraltı kaynak tanrılarıdır. Kaynak tanrıları eteklerinde altı adet delik bulunmaktadır. Dinsel törenler sırasında kanallardan aktarılan sular, anıtın arkasında kalan bir haznede toplanarak bu deliklerden fıskiyemsi bir biçimde kuzey cepheden ana durumdaki, iki yandan simetrik olarak iki Pınar tanrıçası oturur biçimde tasvir edilmiştir.

Bu anıt platformun önünde tahta oturur durumda bir tanrı ve tanrıça çifti bulunmaktadır. Bu çiftin hurilere ait Güneş tanrıçası ve Fırtına tanrısı olduğu kabul edilmiştir. Böyle olunca, Hitit Güneş tanrıçası ile Fırtına tanrısı, Huri’li çiftle karşılıklı oturmuşlardır. Havuzun dışında tek kütle halinde üçlü boğa protomu, havuzda olması gereken yerde değildir. Buda dinsel törenlerde kullanılmıştır.

Beyşehir Gölü
Beyşehir Gölü, 653 kilometre karelik tektonik bir jeolojik çöküntü göldür. İçinde, sekizi bazen suyun kabarmasıyla su altında kalabilen toplam 33 adayı barındıran göldür. Bu 33 adanın en büyüğü “Mada Adası” içinde köy bulunmaktadır.

Adalar da Tarih İzleri
Beyşehir Gölünde Kız Kalesi

Hacı Akif Adası: Roma devri tapınak kalıntısı.
Kızıl Ada: Hamam ve mezar kalıntıları
Çeçen Adası: Roma devri kalıntılar, yazılı dehlizler ve hamam.
Akburun Adası: Antik döneme ait mezar ve yapılar.
Kirse Adası: Kilise kalıntısı
Kız Kulası Adası: Kubadabad Sarayını harem dairesi bulunmaktadır.
Kuş Kondu Adası: Mezar ve höyük bulmuştur.

Mağaralar
Türkiye’nin en uzun mağarası olan 15 kilo metre uzunluğunda, Beyşehir Gölü’nün batı kıyısı-Gölyaka ormanlarındaki Pınargözü mağarası.

Çamlık Köyünde bulunan: Körükinimağarsaı. Yine Çamlık Köyünde bulunan Balatini, Çobanini düdeni, Tarlaini, Değirmenini vardır. Ayrıca Suludere mağaraları vardır.

Kurucuova’da: Köyini, İnönü mağaraları vardır. Yeşildağ Kasabasında: Eşekini, Hatçeini, Damlaini ve Güvercinini vardır. Ayrıca Hacı Akif Adasında bir mağara bulunmaktadır.

Göl; Türkiye’nin en büyük tatlı su gölüdür. İçinde balıklar ve göçmen kuşlar sazlıklarında barınırlar. Göçmen kuşalar gölün çevresinde yumurtlama kolonileri oluştururlar. Bu kuşlardan, Deniz Kartalı, Tepeli Kutan, Gece Balıkçıl, Karabatak, Erguvan, Küçük Karabatak, Sumru, Sesiz Kuğu, KaraboyunluBatağan, Büyük Akbalıkçıl, Sakar Meke, Kara Meke, Kışı geçirmek isteyen Sakarca Kazı gibi kuşlar.

Beyşehir Çevresi Bitki Türleri
Laleli Dağından Beyşehir ve gölü 

Yaklaşık olarak 400 farklı olan (Astragalus Stereocalyx) endemik bitki türü, (Leucojumaestivum) göl çevresinde bol miktarda göl soğanı bulunmaktadır. Dahi kasnak meşesi, saplı meşe, Makedonya meşesi, katran ardıcı, boylu ardıç, karaçam, Toros sediri gibi ağaç türleri. Selman Zebil-Antalya 2016

Yararlanılan Kaynaklar
Alaettin Ata Melik Cüveyni, “Tarih-i Cihan Güşa”, cv. Mürsel Öztürk, 2013, TTK, c.1 
Şikari, “Karamanoğulları Tarihi” Haz. Mesut Koman, Konya, 1946, İsmail Çiftçioğlu, “Beyşehir’de Moğol Emiri İsmail Ağa’nın Eserleri ve Vakıfları” 2002, Isparta 
Mürsel Öztürk cev. “Müsâmerett’ül-Ahbar”. TTK, Ankara 2000
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Anadolu Beylikleri”
İbn Bibi El Evamürü’l-Alaiye Fi’l-Umuri’l-Alaiye (Selçuk-Name) TCKB yayınları Mürsel Öztürk 1996, 
Osman Turan, İbn Bibi’den aktarma
Faruk Sümer, “Anadolu’da Moğollar, Ankara 1969-1970
Osman Turan, “Selçuklular Zamanında Türkiye” İstanbul 1984

4 Mart 2021 Perşembe

İSVEÇLİLERİN ATASI ODEN UYGUR KAĞANI BUGU TEGİN Mİ? ve İSKANDİNAVYA DA KALMER BİRLİĞİ


Snorri Sturluson, (1178-1241)
Batı İzlanda’da doğan İzlandalı tarihçi, şair ve Siyaset adamıydı. İzlanda parlementosu, Althing'de iki kez kanun konuşmacısı olarak katılmıştır. En ünlü yapıtı Nors mitolojisi olan “Edda” nın yazarıydı. Bu ünlü yapıtı ile ilgili “Gylfaginning” (Gylfi ile dalga geçilmesi), şiir dili ile ilgili Skaldskaparmal ve mısra çeşitlerini anlatan "Hattatal" buluyordu. Ayrıca “Heimskringla” adlı Norveç krallarını İskandinav tarihi  doğrultusunda anlatan kitabın da yazarıydı. Metotları ve stili doğrultusunda “Egil'in Sagası” 'nın da yazarı olduğu düşünülmektedir. The name of Snorri Sturluson holds a special place of honour in the literary history of medieval Iceland.Snorri Sturlusson, Norveç hükümdarı sarayında büyük saygı ve zevkle ağırlanırdı. Sonuç, Eylül 1241’de Reykjaholt de kendi evinde öldürüldü.

İsveç tarihine ışık tutan Profesörü Sven Lagerbring’in (1707-1787) kaynağı olan Snorre Storlesson, İzlanda önderlerinden Sturla Thordarson’un oğludur. 1179 yılında doğmuş ve 3 yaşındayken Latin okulunda eğitime başlamış ve ünlü bir hukukçu, tarihçi ve ozan olmuştur. 36 yaşında İzlanda’nın saygın “lagman” (yasa adamı) hâkim olmuş ve “storman” (yüce adam) (reis) adı ve­rilen önderlerinden biri oldu. Birçok kez Norveç’e giderek Norveç kralının sara­yında bilim ve edebiyat ile uğraştı, İzlanda’da ayaklanma ve huzursuzluklar baş gösterdiğinde Norveç kralının şiddet kullanmasını önlemek ve barışçıl yollarla so­runu çözmek için İzlanda’ya döndü. Ancak ne bağımsızlıkçılara ne de Norveç kralına yaranabildi. Bağımsızlıkçılara destek olduğu gerekçesiyle öldürüldü. Öldürenler de en yakınındaki İzlandalı işbirlikçilerdi.

Snorre Sturlesson, İzlanda ve İskandinavya sözlü destanımsı anlatılarını ve tarihi olayları topladığı “Edda” eserinde toplayarak yazılı hale getirmekle ün yapmıştır. Orada anlattığı “Ynglinge Saga” 1100’lü yılların bir Hıristiyan şiiri değildir. 800’lü ya da 900’lü yıllardan gelen eski bir destanlarıydı. 800 yıl önce İzlanda’da ya­şayan en bilgili kişilerden biri olan Snorre’nin bunları uydurmuş olabileceği dü­şünülemez. O aynı zamanda mükemmel bir kültürel terbiye almış olan bir hukuk­çuydu, herhangi sahte bir şey­le halkının tepkisine neden olabilirdi.

2004 yılında Sundqvist’in söz ettiği “Ynglinge Saga”
Snorre Sturlesson ve eserleri hakkında araştırma yapan din ta­rihçisi ve Gävle Üniversitesi Öğretim Görevlisi Olof Sundqvist, Sturlesson’un hiç­bir sahteciliğe düşmeden bu eserlerini yazdığını söylüyor. Sundqvist 14 Mart 2004 tarihli “Svenska Dagbladet” gazete­sinde şöyle diyor: “Snorre Sturlesson’un Kuzey kralları tarihini kurarken, “Kunga Sagor Kıral Anlatıları” (Saga) sözcük anlamı olarak “masal” demektir. Ancak İzlanda’da bu, “anlatılan destanlar, tarih” anlamına gelir.

İzlandalı Tarihçi Snorre Sturlesson’ un ünlü “EDDA” adlı yapıtından geçen Kral Masalları (Ynglingesagan) dan bazı kesimler şöyle:

2. Bölüm: Asya’da, Don Nehri’nin (Tanakvist) doğusundaki ülkeye Asaland (Asa ülkesi, Asya) ya da Asa hem (Asa Yurdu) denir­di. Buradaki baş kaleye de Asgård (As­yalılar kalesi) deniyordu. Buraya bir ön­der egemendi. Adı “Oden” idi.

Bölüm 3: Dünyanın ortasının yakınlarında bizim Turkland (Türk Ülkesi, Türkiya, Türkiye) dediğimiz yere, en gösterişli yapı yapıldı ve yurt kuruldu. Buraya Troja (Truva) dendi... Orada Munon ya da Mennon isimli bir kral vardı. O Krallar kralı Priamus’un kızıyla evlendi. Kızın adı Troan idi. Tror adlı bir oğulları oldu. Biz ona Tor diyoruz. (Uzun Bir Bölüm-Soy Tarihçesinden Odin'e Geçiyoruz) Onun da bir oğlu vardı. Adı “Voden” idi. Biz ona “Odin” diyoruz. O bilgeliği ve becerileriyle ünlüydü. Karısının adı “Frigida” idi. Biz “Frigg” diyoruz...

Bölüm 4: Hem Odin hem de karısı çok dil biliyorlardı. Bu anda Türkiye’den ayrılma isteği uyandırdı. Arkasında, genç, yaşlı, kadın, erkek, kalabalık bir grupla yola çıktı. Yanlarında çok değerli şeyler vardı. Hangi ülkede, nereden geçerlerse geçsinler haklarında övgüyle söz ediliyordu.

Onların insandan çok tanrılara benzedikleri söyleniyordu.(Peygamber Olabilir)... Odin daha sonra yolunu kuzeye doğru sürdürdü ve Fteidgotaland’a (Danimarka’da Jutland. A.G.) geldi. Burada canının istediği her şeyle uğraştı. Sonra burayı oğlu Sköld’ün korumasına bıraktı. Onun oğlunun adı “Fridleif” idi.“Sköldsungar” (Sköldoğulları) soyu da bunlardan geliyor. Onlar Danimarka kralları oldular. O zaman Reidgotaland denen yerin adı şimdi Jutland.

4.bölüm için açıklama Kazım Mirşan'ın; “İskandinavya'da ki Türk Yazıtları” adlı kitabında Odin'in Danimarka'ya yolculuğu anlatılıyor. Bugün Danimarka'da Bir Müzede Runik Alfabe (Ön Türk Alfabesi-Göktürkçe) ile işlenmiş Boynuzlar (Suralar) bulunmaktadır. Dolayısıyla; Odin Asya'dan Avrupa’ya giderken Runik Alfabeyi de götürmüştür. Nitekim Bugün Avrupa Ülkelerinde Pek çok Runik Alfabe ile yazılmış yazıtlar çıkarılmaktadır.

5. Bölüm: Kuzeydoğudan güneybatıya doğru uzanan ve Svitjod (İsveç’i), diğer ülkelerden ayıran büyük bir dağ vardır. Bu da­ğın güney yamacı Türkland (Türk ülkesi) uzak değildir. Burada Oden in çok geniş mülkleri vardır.

11. Bölüm: Sveigder ülkeyi babasından devraldı. Tanrılar yurdunu ve ilk Oden’i ziyaret et­me sözü verdi. Kendisiyle birlikte on iki yoldaş dünyayı dolaştı. Türklerin ülkesi­ne (Turkland) ve Büyük isveç’e (Svitjod det stora) geldi. Orada pek çok akrabası­nı buldu. Bu yolculuk beş yıl sürdü. Sonra İsveç’e (Svitjod) geri dön­dü.

Kazılarda İsveç'in Gotland adasında bulunan bir taş. Bu Taşa; Asya'dan gelen Tirkiar (Türkler) ve Sekiz ayaklı atına binmiş olan Oden İşlenmiş.


Bölüm 5: Oden, kuzeye doğru yolunu sürdürdü.
Bugün “Svitjod” (İsveç A.G) dediğimiz ülkeye geldi. Oranın kralının adı “Gylfe” idi. Aslar denen Asyalıların geldiğini duyan “Gylfe” hemen davrandı ve onları karşılamaya çıktı. Odin’e baş eğerek ülkesinin egemenliğini sundu. Nereden geçseler bu mutluluk sürdü ve buralara mutlu yıllar ve barış geldi. Herkes onların barış ve mutluluk gibi şeyler üzerinde denetimleri olduğunu düşünüyordu…

Bu konuda açıklama: Odin Kuzeye doğru yol sürmüştür. İsveç'te “Kral Gylfe” ile karşılaşmıştır. Kral Odin'in ve Yanındakilerin Asya'dan geldiğini duyunca Baş eğmiştir. Ayrıca İsveç Tarihi kitabında anlatıldığı gibi de; Odin gittiği yerlere Mutluluk, barış götürmüştür. Orada beyleriyle (aşiret reisleriyle) Truva’dakine benzer bir düzen kurdu. On iki beyini ülkenin yasalarına göre yönetmek üzere kente yerleştirdi. Her yere, Türk geleneklerine uygun ve eskiden Truva’da var olana benzer adalet getirdi. Daha sonra kuzeye doğru yola çıktı. Tüm karaları çevirdiğini düşündükleri denize dek geldiler.

Bugün Norveç denilen bu yere de oğlu “Säming”i kral yaptı. Odin’in yanında, kendinden sonra gelecek olan ve şimdi İsveç (Svitjod) Kralı olan oğlu Yngve vardı. Onun soyundan gelenlere de “Ynglingler” (Ynglingar) denecekti. Asyalılar bu ülkede kendilerine eşler buldular. Oğullarına eşler seçtiler. Ve Saksonya (Saxland) ve kuzeyinde soyları karışarak sayıca güçlendi.

Dünyanın kuzey bölgelerine yayıldılar. Asyalıların dili tüm bu ülkelerin içinde konuşulan dil oldu. Ataların, kayda geçirilen tüm adları bu dilleri izledi. Ve Asyalılar dillerini de birlikte dünyanın bu bölgelerine, Norveç (Norge), İsveç (Svidjod), Danimarka (Danmark) ve Saksonya’ya (Saxland) taşıdılar. Ve İngiltere’de bu şimdikinden değişik bir dilde verilmiş olan eski yer adları ve isimler olduğu görülür.

Trovalılar HakkındaDünyanın ortasının yakınlarında bi­zim Turkland (Türk Ülkesi, Türkiya, Türki­ye) dediğimiz yere, en gösterişli yapı ya­pıldı ve yurt kuruldu. Buraya Troja (Truva) dendi. Burası diğerlerinden çok daha fazla büyütüldü, masrafa bakılmaksızın, el sanatlarına önem verildi. Orada on iki krallık ve bir krallar kralı vardı. Her krallı­ğa bir bölge düşüyordu. Kentte on iki bey (aşiret reisi) vardı. Bu beyler, yiğitlikte her bakımdan, dünyanın gelmiş geçmiş tüm diğer erkeklerinden çok daha üstündüler. Orada Munon ya da Mennon isimli bir kral vardı. O Krallar kralı Priamus’un kı­zıyla evlendi. Kızın adı Troan idi. Tror ad­lı bir oğulları oldu. Biz ona Tor diyoruz. O Trakya’da Lorikus isimli bir dük tarafın­dan yetiştirildi. Ne var ki, dokuz yaşın­dayken babasının silahını devralmak zo­runda kaldı. En yakışıklı oydu. Meşeyle fildişinin kıyaslanamayacağı gibi, diğer erkeklerin arasında ona bakmaya doyul­mazdı. Saçları altından güzeldi.

On iki yaşına bastığında gücü tam yerine gelmişti. On ayı postunu yerden kayırabiliyordu. Sonra kendini yetiştiren dük Lorikus’u ve karısı Lora ya da Glora’yı öldür­dü ve kendisini, şimdi bizim Trudheim dediğimiz, Trakya ülkesi için çalışmaya verdi. Daha sonra ülkeden ülkeye gez­meye başladı. Dünyanın tüm parçalarını tanıdı. Tek başına dünyanın en çılgın sa­vaşçılarını, devlerini, çok büyük bir ejder­hayı ve pek çok yaban hayvanı yendi. Dünyanın kuzeyine doğru bir yerde falcı bir kadınla karşılaştı. Adı Sibil idi. Biz ona Siv diyoruz. Onunla evlendi. Siv’in süla­lesi hakkında anlatacak bir şey bilmiyo­rum. Kadınların içinde en güzeliydi. Saç­ları altın gibiydi. Oğullarının adı Loride ol­du. Babasına benzedi. Onun oğlunun adı Einride oldu. Onun oğlu Vingetor, onun oğlu Vingener, onun oğlu Moda, onun oğlu Mage, onun oğlu Seskef, onun oğlu Bedvig, onun oğlu, bizim Annan diyebileceğimiz Athra. Onun oğlu İterman, onun oğlu Heremod, onun oğlu, bizim Sköld diye çağırdığımız Skajdun, onun oğlu, bi­zim Bjar dediğimiz Bjaf, onun oğlu Jat, onun oğlu Gudolf, onun oğlu Finn, onun oğlu, bizim Fridleif dediğimiz Friallaf. Onun da bir oğlu vardı. Adı Voden idi. Biz ona Odin diyoruz. O bilgeliği ve becerile­riyle ünlüydü. Karısının adı Frigida’ydı. Biz Frigg diyoruz. Gotland’da bulunan bir taş. Gemilerle gelen Tirkiar ve sekiz ayaklı atının üstünde Odin.

Hem Odin hem de karısı çok dil bili­yorlardı. Bu bilgeliğiyle dünyanın kuzeyinde onun adının çok yüksek tutulacağı­nı ve tüm kralların hepsinden daha fazla onurlandırılacağını anladı. Bu onda Tür­kiye’den ayrılma isteği uyandırdı. Arka­sında, genç, yaşlı, kadın, erkek, kalaba­lık bir grupla yola çıktı. Yanlarında çok değerli şeyler vardı. Hangi ülkede, nere­den geçerlerse geçsinler haklarında öv­güyle söz ediliyordu. Onların insandan çok tanrılara benzedikleri söyleniyordu. Saxland’a (Saksonya, Sachsen, Niedersachsen, Sachenaltau: Almanya’nın do­ğu ve kuzey bölgeleri) gelinceye dek dur­madılar. Odin burada uzun bir süre ko­nakladı ve buraların büyük bir bölümünü egemenliği altına aldı. Ülkenin korunma­sını üç oğluna verdi. Birinin adı Vegdeg idi. Çok güçlü bir kraldı. Doğu Sakson­ya’ya hükmediyordu. Onun oğlu Vittergils’di, onun oğulları Hengets’in babası Vitta ile bizim Svipdag dediğimiz Svebdeg’in babası Sigar’dı. Odin’in oğulların­dan bir diğerinin adı Beldeg idi. Biz ona Balder diyoruz. O bizim şimdi Västfalen (Westfalen) dediğimiz ülkenin sahibi ol­du. Onun oğlunun adı Brand’dı, onun oğ­lu, bizim Frode dediğimiz Frjodigar’dı. Onun oğlu Freovin’di. Onun oğlu Vigg’di.

Onun oğlu, bizim Gave diye çağırdığımız Gevis’ti. Odin’in üçüncü oğlunun adı Sige’ydi. Onun oğlu Rere’ydi. Bu aile de şimdi Frankland (Fransa) dediğimiz ülkeye egemen oldu. İşte Völsungar (Völs oğulları) adıyla anılan hanedan bunlardan geliyor. Bunlardan da çok sa­yıda, büyük soylar türedi. Odin daha son­ra yolunu kuzeye doğru sürdürdü ve Fteidgotaland’a (Danimarka’da Jutland. A.G.) geldi. Burada canının istediği her şeyle uğraştı. Sonra burayı oğlu Sköld’ün korumasına bıraktı. Onun oğlunun adı Fridleif idi. Sköldsungar (Sköldoğulları) soyu da bunlardan geliyor. Onlar Danimarka kralları oldular. O zaman Reidgotaland denen yerin adı şimdi Jutland.

Odin, kuzeye doğru yolunu sürdür­dü. Bugün Svitjod (İsveç A.G.) dediğimiz ülkeye geldi. Oranın kralının adı Gylfe idi. Aslar denen Asyalıların geldiğini du­yan Gylfe hemen davrandı ve onları karşılamaya çıktı. Odin’e baş eğerek ülkesi­nin egemenliğini sundu. Nereden geçseler bu mutluluk sürdü ve buralara mutlu yıllar ve barış geldi. Herkes onların barış ve mutluluk gibi şeyler üzerinde denetim­leri olduğunu düşünüyordu. Nedeni, bü­yüklerin, onların hem güzellikte hem de mertlikte diğerlerinden apayrı yapıda ol­duklarını görmeleriydi. Odin, oraların kendileri için çok güzel ovalar ve çok iyi bir ortam olduğunu düşündü. Kendine, şimdiki adı Sigtuna (Stockholm yakınla­rında A.G.) olan güzel bir kale kent seçti. Orada beyleriyle (aşiret reisleriyle) Truva’dakine benzer bir düzen kurdu. On iki beyini ülkenin yasalarına göre yönetmek üzere kente yerleştirdi.

Her yere, Türk geleneklerine uygun ve eskiden Truva’da var olana benzer, adalet getirdi. Daha sonra kuzeye doğru yola çıktı. Tüm kara­ları çevirdiğini düşündükleri denize dek geldiler. Bugün Norveç denilen bu yere de oğlu Säming’i kral yaptı. Håleygja Anlatısı’nda (Håleygjatal) belirtildiği gibi, tüm Norveç kralları, vezirleri (Jarl: Baş­bakan) ve diğer büyük adamlar onun so­yundan türemişlerdir. Odin’in yanında, kendinden sonra gelecek olan ve şimdi isveç (Svitjod) Kralı olan oğlu Yngve var­dı. Onun soyundan gelenlere de Ynglingler (Ynglingar) denecekti. Asyalılar bu ül­kede kendilerine eşler buldular. Oğulları­na eşler seçtiler. Ve Saksonya (Saxland) ve kuzeyinde soyları sayıca güçlendi. Dünyanın kuzey bölgelerine yayıldılar. Asyalıların dili tüm bu ülkelerin içinde ko­nuşulan dil oldu. Ataların, kayda geçirilen tüm adları bu dilleri izledi. Ve Asyalılar dillerini de birlikte dünyanın bu bölgeleri­ne, Norveç (Norge), İsveç (Svidjod), Da­nimarka (Danmark) ve Saksonya’ya (Saxland) taşıdılar. Ve İngiltere’de şimdikinden değişik bir dilde verilmiş olan es­ki yer adları ve isimler olduğu görülür.

İskandinav Mitolojisi ile Türk Mitoloji­si arasında da pek çok benzerlik görüyoruz. Örneğin Oden’in iki kargası (ya da kuzgunu) ve iki kurdu vardır.

Kargalarının isimleri “Hugin” ile “Munin”dir. Hugin, “istekli” ya da “düşünce” demektir. Munin, “başkalarını düşünen” ya da “hafıza” anlamına gelir. Munin, “ne olduğunu”, “Hugin”, (ne olacağını) ifade eder. Böylece Odin’de sembolleşen ger­çeği ve düzeni sağlarlar. Bunlar dünya üstünde uçarlar ve Odin’in kulağına gördüklerini fısıldarlar, o nedenle Oden’in her şeyden haberi vardır. Oden’in kurtlarının adları da “Freke” ve “Gere”dir. “Freke”, “mızrak saplayan”, “Gere” ise “obur” demektir. Oden, kendine sunulan tüm etleri onlara verir. Kendisi şarabı yeğler. Odin’i kurt ve kargalarıyla birlikte göste­ren bu resim bize hemen Türkler hakkın­daki bir Çin söylencesini anımsatıyor. Prof. Dr. Bahaddin Ögel, Türk Mitolo­jisi adlı eserinin 1. cildinin 13. sayfasında “1.Kurttan türeyiş efsanelerinin Orta Asya’da ilk defa görünüşü” ara başlığıyla şunları anlatıyor:

“Wu-sun’lar, MÖ 174’ten önce, Çin’in batısındaki Kansu Eyaleti’nde oturuyor­lardı. Batılarında da, yine kuvvetli bir devlet olan Yüe-çi’ler vardı. Yüe-çi’ler, MÖ 174’ten önce Büyük Hun Devleti’nin meşhur hükümdarı Mao-tun (Mete) ve az sonra da oğlu tarafından mağlup edilin­ce, yurtlarını bırakıp Batı Türkistan’a git­mek ve orada Kuşan Devleti’ni kurmak zorunda kaldılar. MÖ 140 senelerinde sonra da, daha doğuda yaşayan Wu-sun’lar batıya kaymışlar ve bilhassa bugünkü Tanrı dağları bölgesinde, Yüe-çi’lerin boş bıraktıkları yerlere yerleşmişlerdi. MÖ 119 senesinden önce, Çin kaynaklarının verdikleri haberlere göre, Hun hükümdarı Wu-sun kralına hücum etmiş ve onu öldürmüştü. Haberlerin elimize biraz daha geç gelmiş olmasına rağmen, bu olayın daha önce meydana gelmiş olabileceği de düşünülebilir, işte Çin tarihleri bu olayı anlatmağa başlarlarken, şöyle bir hikâyeyi de araya sıkıştırmak­tan geri durmaz:

“Wu-sun’ların kralına Kun-mo derler. İşittiğimize göre, bu kralın babasının Hunların batı sınırında küçük bir devleti varmış. Hun hükümdarı, bu Wu-sun kralına taarruz etmiş ve Kun-mo’nun babası olan bu kralı öldürmüş. Kun-mo da, o sı­ralarda çok küçükmüş. Hun hükümdarı ona kıyamamış. Çöle atılmasını ve ölü­mü ile kalımının kendi kaderine bırakıl­masını emretmiş. Çocuk çölde emekler­ken, üzerinde bir karga dolaşmış ve ga­gasında tuttuğu eti ona yavaşça yaklaşa­rak vermiş ve uzaklaşmış. Az sonra ço­cuğun etrafında, bu defa da bir dişi kurt dolaşmaya başlamış. Kurt da çocuğa ya­naşarak memesini çocuğun ağzına ver­miş ve iyice emzirdikten sonra yine ora­dan uzaklaşmış. Bütün bu olan biten şeyleri, Hun hükümdarı da uzaktan seyredermiş. Bunları görünce, çocuğun kut­sal bir yavru olduğunu anlamış ve hemen alıp adamlarına vermiş. İyi bir bakımla büyütülmesini emretmiş. Çocuk büyüyerek bir yiğit olmuş. Hun hükümdarı da onu ordularından birine komutan yapmış. Gittikçe gelişen ve başarı kazanan çocuğa gönül bağlayan Hun hükümdarı, babasının eski devletini ona vererek, onu Wu-sun kralı yapmış…”

Tarihin eski ve karanlık çağlarından bir uğultu ile gelen bu mitolojik ses, bize böylece Orta Asya’daki ilk “kurt efsanesini" haber veriyordu. Dikkat edilirse, ef­saneye neden olan olaylar, Büyük Hun Devleti içinde geçmiş ve yine bu devletle ilgili tarih haberleri içinde yer almıştır. (De Groot, II, s. 23)

Türk mitolojisinde bunun gibi, hayat ağacı ya da taşı, kral kurban etme, keçi, inek, ait birçok benzerlik bulmak olası.


İsveçlilerin Atası Oden, Uygur Kralı Buku Tegin mi?

Abdullah Gürgün, kitabında; İsveç mitolojisinde Oden’in “Hugin” (Hafıza) ve “Munin” (düşünen) adlı iki kuzgunu (ravn) vardır. “Hugin” ne olduğunu “Munin” ise ne olacağını ifade eder. Oden’in diğer hayvanları ise “Freke” ve “Gere” adlı iki kurttur. İki kargası ve iki kurdu olan Oden’in özelliklerinin Uygur Hakanı Buku Tegin’le olan benzerliğine dikkat çekiyor: “Türk destanlarında Buku Tegin’in de üç kargası olduğu söylenir. Kurt motifi ise Türk destanlarının vazgeçilmezidir. Yine Stockholm yakınlarındaki Birka antik kentinde yapılan kazılarda bulunan mezarlar Altaylarda bulunanlarla aynı özellikleri gösteriyordu.”

Prof. Dr. Sven Lagerbring’in, İsveççenin Türkçe ile benzerlikleri üzerinde, İsveç kaynaklarına dayanarak, şağıdaki bilgileri bana İsveç’e yerleşmiş Ali Riza Ergüven İsveççe ile Türkçe cümle yapısının aynı olduğunu aşağıdaki örnekle göstermektedir. İsveççede, belirtici son ekler (artikel), Türkçedeki gibi sona gelir: “Appna dörr” (açık kapı) gibi.

İsveçli Türk Dili Doçenti Gunnar Jarring, 22.08.1985 tarihinde Svenska Dagbladet gazetesinde, “Rünik yazının kökenini Hazarlar’da aramak gerekir” diye yazmıştı.
Kâzım Mirşan, İsveç’teki Gotland adasındaki yazıları, ”On-Uyul” tipi, ön-Türkçe yazı olarak okumuştur. Aynı tip yazılar M.Ö.600-300 tarihleri arasında ABD-Kensington kentinde Massaschussettes’de ortaya çıkmıştır. Bu yazılar ABD’ye o tarihte Norveçli Türkler ile taşınmışlardır. Doğu Perinçek’in de söylediği “Ön-Türk Kültürü” dünyaya böyle yayılmış olduğu konusunda açıklamalar yapar.

Norveç ve Kalmar Birliği (Kalmarunionen)
İskandinavya tarihinde en güçlü kuruluşlardan biri olan “Kalmar Birliği”dir. En önemli özelliğine ve kim tarafından, nasıl kurulduğuna baktığımızda Kalmer Birliği,1. Margrete adlı bir kadın tarafından kurulmuş olduğudur. Kalmar Birliğinin kurucusu Kraliçe 1. Margrete birliğin ilk kadın kurucu kraliçesi, bir erkek kralın karısı falan değildir, Kocası 17 yıl önce ölmüş, Kalmer Birliğini kuran ve ülkeyi direk yöneten kraliçedir.

Kalmar birliği, 1397'de Norveç, İsveç ve Danimarka arasında kurulan Kalmer Birliği 126 yıl sürmüş 1523'de İsveç bu birlikten ayrılır. Böylece Kalmer Birliği, Norveç-Danimarka arasında 10 yıl daha sürdürse de 1533’de onlarda dağılır ve Kalmer Birliği son bulur.

Dağılan Kalmer Birliğinden 3 yıl sonra 1536’da Norveç-Danimarka Krallığı (Kongeriket Danmark og Norge) Başkenti ise Kopenhag (Köbenhavn) olur.

Vikingler
İlk kez Vikingler tarihte “Viking Milli Birliği” 970’de kurulur. Bu birliği sağlayan Viking lideri olan 1. Harald Gormsson Bléttönn (910-987) Norveç’te de hâkimiyetini sağlar ve ülkenin doğusunu Danimarka’ya bağlar. Bu kralın adı, “Blé”=mavi, “tonn”=diş yani Mavi diş anlamına gelir...

Viking Döneminde Samiler
Viking çağında İskandinavya yarımadanın büyük bir bölümünü Ural-Altay dilinden Uralca bölüm dili konuşan Samiler yurt edinmişlerdi (1) Orta İskandinavya ve Kuzey Norveç sahiller Samiler ülkesi olduğunu mezar kazılarında meydana çıkan arkeoloji malzemeler bir yol göstermektedir. Ayrıca, İskandinavya kuzeyinde yaşayan Samiler, genetik (mitokondrik DNA) araştırmalarında Sami halklarının genetik donanımı Avrupa’nın diğer halklarından oldukça farlıdır.

Samiler hakkında yazılı kaynaklar sınırlı. Lakin Samilerin İskandinavya’da Vikingler döneminde yaşadıkları bir gerçek olsa da Samiler hakkında söylenilen her şey (2) başkalarının ağzından çıkmadır. Sami’yi anlatan sözcük, eski kuzey dilinde “Finn”
Sözcüğü “Finmark” (Samilerin ormanı veya sınır bölgeleri) anlamına gelmektedir. Samiler kendi dillerinde ise “Saama” 13. Yüzyıldan kalma İzlanda Sagaları “semsveinar”, eski kuzey dilinde “sveinn” (genç adam) söylemleri de geçmektedir.

M.S.890’da Wessex Kralı Alfred Samiler için “Skridefinnas” (kayak yapan Sami) “savar’ın komşuları olarak betimlemiştir. 11. Yüzyılda Bremen’li adam da İsveçliler ile Norveçliler M.S.1150-1175’de Norveç’te kaleme alınmış “Historia Norwegie” de Samileri ve Şamanizm’i anlatılır. Orada Norveç’i batıdan doğuya uzunlamasına üç bölgeye ayırır. Kıyı bölgeleri, dağlar ve Finnar’ın ormanları.

Norveçliler ülkelerini başka, dahi, Hint-Avrupa dilinden olmayan birileri ile paylaşıyordu. Her bakımdan Norveçlilerden farklı olan bu ülkedaşları hakkında Snarri Sturlusson, Finn adında, daha doğrusu “Finn” bir adamdan söz eder: “Ufak tefek ve çevik biridir. Kayakta ve ok atmakta usta, tipik bir Sami’dir” Diye geçer. Norveçliler arasında, İsveçlilerin bölgesinde yaşayan bazıları Hıristiyanlaşmış “Skritefini” den söz etmiştir.

M.S.1150-1175’de Norveç’te kaleme alınmış “Historia Norwegie” de Samileri ve Şamanizm’i anlatılır. Orada Norveç’i batıdan doğuya uzunlamasına üç bölgeye ayırır. Kıyı bölgeleri, dağlar ve Finnar’ın ormanları.

Norveçliler ülkelerini başka, dahi, Hint-Avrupa dilinden olmayan birileri ile paylaşıyordu. Her bakımdan Norveçlilerden farklı olan bu ülkedaşları hakkında Snarri Sturlusson, Finn adında, daha doğrusu “Finn” bir adamdan söz eder: “Ufak tefek ve çevik biridir. Kayakta ve ok atmakta usta, tipik bir Sami’dir” Diye geçer.

Samiler eski dinleri gereği şifacı, danışman ve büyü ustaları Şamanlık dininde olduğu için, Şaman dinine göre büyü ve büyücülük safhaları vardır. Büyü; Şamanlık dininde sembolik bir gücü temsil eder. Orta Asya’da olduğu gibi Samilerde de bu güce saygı duyuyorlardı. Kuzey halkların Hıristiyanlığın gelişine karşı birlikte mücadele etmişlerdi. 12. Yüzyılda bir Sami Şaman çekici bulunmuş, ona şifa için fal ve büyü yaptırmak için gidenler; Norveç en erken Hıristiyanlık kanununda, Hıristiyanların fal baktırmaları veya şifa bulmak için “Fannar” ülkesine (3) gitmelerini yasaklamıştır.

Norveç’te Diğer İskandinav Ülkelerinde Yer Adları
Demir çağından beri başlıca yer adları, “satad” eski İskandinavca “satadir”, “by”, “bø”, “land” ve sæter”, “set” otlağı ve sürülebilir araziler için kullanılmıştır. Genellikle yerleşim yerlerinin coğrafi durumuna göre adları: “Ekeby” (ekiby) “Meşe korusu yanındaki çiftlik” “Myrby (myriby) “Bataklığın yanındaki çiftlik. “Şöby” ise, “Göl ve deniz kıyısında çiftlik” Norveç’te, başlıca ad öğelerden biri “rud” 12.13.yüzyıla ait bir yerleşim yerine yerleşen insan adı, araziyi ilk yerleşime açan kişinin adı olma ihtimali yüksek.

Ortaçağda yer adları sıklıkla arazilere yerleşen, tarıma açan veya tarıma açılması ifadesine gelen “ryd”; “rud”; rød”; “rønning”; “sved”; “fall” (kesilen orman) gibi pek alar örnektekiler gibidir. Dahi, “boda” (barakalr, ahırlar) ve “böle” (çiftlik) gibi adların Norveç dahil, İskandinavyanın her yerinde görülebilmektedir.

Ayrıca İskandinavya ülkelerinin adları Viking çağından daha eski olduğu söylenir. Örneğin “Denmark” (Danmark) anlamı “Ayıran orman” anlamınadır. Yani, “Mark sözcüğü ve "danir" denen bir halkı içerir. Bu ad bir “pars-pro-toto” olarak köken itibariyle, Schlswig güneyindeki Saksonlardan ayıran ormanı adlandırır. Bura sakinlerinin adı da “Danir” olması muhtemeldir.

İsveçlilerin köken adı “Sweden, svaer ile “halk” anlamına gelen asıl anlamı "svea"-riki"si anlamına gelen “Sviariki” karşımıza çıkar. İsveç’in bugünkü halinde “Sverige” oluşur.

Norveç adının köken anlamıyla, “Kuzey yolu” (Norway, Norge, Noreg) Proto-Nordik dilinde “Nord(r)vegr” den gelir. Öteki İskandinavya ülkeleri gibi bir yerleşimci adını içermeyen Norveç adı, Trøndelag ve Hålogaland’a doğru izlenen yolun adır. Bu yolun “Nordwegh” Othera’nın Kaupang’a ülkesine doğru gidereken geçtiğini anlattığı M.S.890 yıllarından kalma ünlü tarifinin bulunduğu yol (4) boyunca yer alan topraklarla özdeşleş ki, bu ülkenin adı olur.

Eski Kuzey dilinden örnek verirsek “Nordrvegr”, benzeri “Vestrvegr” (batıya uzanan ülke), “Sudrvegr” (güneye uzanan ülke” olurken, “Austrvegr” “doğuya uzanan ülke) olmaktadır.


(1) Stefan Brink-Neil Price,“Viking Dünyası” Inger Zachrisson “Samiler Kuzey Halklarıyla Etkileşimleri” s.50
(2) L.I. Hansen ve Olsen, “Samenes Historie Fram Til 1750, OsloCoppelen Akademisk Forlag”
(3) K. Bergsland, “Om Middelalderens Finnmarker” (Norsk) Historisk Tidsskrift1 1970
(4) J. Bately ve A. Anglert’ten alıntı, “Viking Dünyası” s.86

(*) Doğu Perinçek, “8 Eylül tarihli Aydınlık gazetesi ve 15.09.2013 Pazar Makalesinde”
(**) Burak Kılıç “Zaman” yazarı


3 Mart 2021 Çarşamba

BİR ÜLKEYİ BATIRMAK İÇİN ÖNCE TARIMINI BİTİRECEKSİN

TÜRKİYE’DE TARIM OLAYI

Topraklarının 23 milyon hektarı %3,3 bölümünde sebze, %13,2’lik bölümünde ise meyve üretimi yapılıyor. 2002 yılında 27 milyon 856 bin hektar idi, şimdi gelinen nokta, 23 milyon hektar tarımda kullanılıyor. Yani dünya da toprak kaybeden dünya rekoru bizdedir...

2003 yılında sebze tohum ithalatı 764 bin ton olurken, 2014 yılına gelindiğinde 3 milyon 185 bin tona çıkmıştır. Bu tohumların nerdeyse tamamını İsrail ve Hollanda’dan alıyoruz.

Cumhuriyet Döneminde Fındık
1925 yılında çıkarılan 407 sayılı yasa ile Rize’de fındık yetiştiren iller arasına alındı...

1927 yılında çıkarılan 6207 sayılı hükümet kararnamesiyle fındık fidanlarının ihracatı yasaklandı...

1930 yılında İş Limitet Şirketi kuruldu...
1931 yılında fındık ticaretine başlandı...
10 Ekim 1935’te “birinci Ulusal Fındık Kongresi toplandı. Toplantıda fındığın yetiştirilmesinden satışına kadar, özellikle kalite ve standardizasyon konuları işlendi ve çeşitli raporlar kongreye sunuldu ve Fındık Nizamnamesi İstasyonu kuruldu...

1936’da Giresun’da Fındık İstasyonu kuruldu...
1 Kasım 1937’de Atatürk TBMM açılış konuşmasında  “Önümüzdeki yıl içinde, fındık başta olmak üzere diğer belli başlı ürünlerimizi de ilgilendiren birlikler kurulmalıdır” emrini verdi...

28 Temmuz 1938’de Giresun’da Tarım satış Kooperatifleri Birliği (FİSKOBİRLİK)
6 Kasım 1940’da, merkezi Giresun da olmak üzere, Karadeniz Bölgesi Fındık İhracatçılar Birliği kuruldu...

7 Kasım 1957’de 2. Ulusal Fındık Kongresi toplandı. Bundan 47 yıl sonra 10-14 Ekim 2004’te yine Giresun’da 3. Milli Fındık Şurası toplandı

1965 yılında kurulan Fındık İstasyonu, Fındık Araştırma Enstitüsü adını aldı
1983 yılında  “Fındık üretiminin planlaması ve dikim alanlarının sınırlandırılması”  amacıyla 16/6/ 1983 yılında 2844 sayılı yasa çıkarıldı. Ondan sonra fındıktaki oyunlar sahnededir...    

Michele Ferrero (1925-2015)
Dünyada, fındıktan yapılan 1 milyon kilo Nutella satılmaktadır...
Nutellayı keşfeden Micele Ferrero, ilk kez Nutella, İtalya’nın Piyemonte bölgesindeki Alba kasabasında yaşayan annesi Piera ve babası Pietro Ferrero’nun İkinci Dünya Savaşından sonra bir pastaneden fabrikaya dönüştürdüğü markayı dünya devi haline getirmeyi başardı. Ferrero öldüğünde dünyanın en zenginleri arasında geride 24 milyar dolar servet bırakmıştır.  

Ferrero Eli Karadeniz Fındığında...
Dünya devi olan Michele Ferrero Şirketi, hep kendi geliştirdiği markaları satarken, ilk kez dışarıdan şirket satın aldı: Türk Oltan Gıda idi. Daha sonra Ferreo Fındık İthalat İhracat ve Ticaret AŞ” olarak değiştirdi. Neden yapmasın ki; dünya fındık üretiminin %85’ini Türkiye karşılıyordu. Dünya çikolata devleri fındığı bizden alıyordu...

Şimde gelinen nokta; İtalya ile Türkiye nerdeyse aynı yıllarda bu yarıştan karlı çıkarken Türkiye fındık ülkesi olmasına rağmen markalaşamadan bitti. Bizden fındık alıp işleyen Michele Ferrero’nun yıllık cirosu 11 milyar dolar olmaktadır.

Ferroro Fındık İthalat ve İhracat AŞ, Türkiye’ye yerleşti. Türkiye’de Düzce’de 2, Trabzon’da 2, Ordu’da 1 olmak üzere, 5 fındık kırma tesisi kurdu. İki fındık seçme tesisini de Trabzon ve Düzce’de kurdu. Ayrıca Trabzon’da fındık entegre tesisi var.
Türkiye’de 500 milyon dolar cirosu olan bu Ferrero Fındık İthalat İhracat ve Ticaret AŞ’nin en büyük tedarikçisi ise AKP kurucusu Cüneyt Zapsu olmaktadır...

AB’nin Türk Tarımı Üzerindeki Niyeti
Türkiye AB Gümrük Birliğine 1895’de girdi. Sanki AB’ye tam girmiş gibi milletçe çok sevindik. AB’ye tam üye olan Yunanistan 1981’de AB’ye girdi, gümrük Birliğine ise 1986’da girdi. Keza İspanya da öyle: AB’ye 1986’da girdi, Gümrük Birliğine ise 1995’te girdi. Sorulması gereken soru: Türkiye neden tersini yapıp önce Gümrük Birliğine girdi de hala AB’ye tam üye olamadı?

2007 Martında AB tarafından hazırlanan Türkiye İlerleme Raporunu 83 bin sayfadan 46 bin sayfasını AB’ye giriş için öngörülen tarımsal konulardır. AB, Dünya Tarım Örgütü (WHO) denilen örgüt, Türkiye de tarım nüfuzunu %34’ten %8’e düşürülmesini şart koştu...

Bu ağır tarım siyasetini kimlerin dayattığı belli, AB; kimlerin evet deyip boyun eğip kabul ettiği Türkiye’yi yönetenlerde belli.

AKP Yöneticisi Ethem Sancak’ı tanırsınız, eski solcu, Recep Erdoğan’ın yandaşıdır.21 Eylül 2007’de Radikal’de şöyle yazıyordu: “Darbeleri tarihe karıştırmak için Türkiye’de köylülüğü tasfiye edelim”  diyordu. Şimdi ne oldu? Türkiye’de “köy”  statüsü kalmadı, köy diye bir yerleşim yeri yok artık. Ne var, her köy bir mahalleye dönüştürüldü. 

2002’de buğday üretimi 19.5 milyon ton iken bu rakam 2014’de 19 milyon tona düştü.
2002’de Türkiye’de arpa üretimi 8.3 milyon ton iken 2014’te 6.3’e düştü.
2002’de Türkiye’de pamuk üretimi 2.5 milyon ton iken 2014’te 2.2 milyon tona düştü.
2002’de Türkiye’de şeker pancarı üretimi 16.5 milyon ton iken 2014’de 16.4 milyon tona düştü...

Yabancıların mısır şurubu için kullandığı mısır üretimi Türkiye’de 2002’de 2.1 milyon ton iken 2014’de 6 milyon tona çıktı. 

Sami Güçlü’den Mehdi Eker’e Tarım Siyaseti
AKP, her seferinde 2002 öncesini “eski Türkiye” diye dillerine dolarlar dururlar..
Sami Güçlü, AKP kurucularındandı. 3 Kasım 2002’deki seçimlerde Konya milletvekili olarak meclise girdi. İlk kabinede, “Tarım ve Köyişleri Bakanı yapıldı.

AKP’nin ilk Tarım ve Köyişleri Bakanı Sami Güçlü, yerli üreticiyi korumak için 2004’te “yerli ürün alana ithalat izni”  uygulamak istedi. ABD, “uluslararası ticaret yasasıyla uyuşmadığı”  gerekçesiyle Türkiye’yi, Dünya Ticaret Örgütü’ne şikayet etti ve ardından dava açıldı.

Sonuç ne mi oldu? Recep Erdoğan devreye girerek ABD’ye davayı kaldırttı, ardından da 2 Haziran 2005’te Tarım ve Köyişleri Bakanı Sami Güçlü koltuğundan indiriliverdi. Neden? Düşündürücü değil mi?

Nakşibendî tarikatının en yüksek seviyesinde bulunan, Diyarbakırlı bir ailenin, Diyarbakır Milletvekili Mehdi Eker’e devredildi. Mehdi Eker, 2005-2015 yılları arasında, 10 yıl sürecek olana Tarım ve Köyişleri Bakanı yapıldı.

Sami Güçlü’nün ayağının kaydırılmasında, Mehdi Eker’in rolü olduğunu WikiLeaks belgelerinde ortaya çıkmıştır.

Sami Güçlü bakanlık koltuğundan iç açıcı bir biçimde indirilmedi. TBMM Genel Kurul’unda Tarım Sigortası Yasası görüşmeleri sırasında “bakan” olarak hükümeti temsil ediyordu. O anlarda, başbakan Recep Erdoğan tarafından görevden alındığından bilgisi yoktu. Ancak görevden alındığını, TBMM Genel Kurulunda bulunan AKP’li milletvekillerinin cep telefonlarına gelen mesajla öğrendi. Sami Güçlü, genel kurulu ter etti ve de kurucusu olduğu AKP ile de yollarını ayırdı.

10 yıllık Tarım ve Köyişleri Bakanlığında yaptıklarını anlattığı, “Türkiye Tarımının Değişim ve Dönüşüm Süreci”  adlı kitabını yazmış. Orada başarılarını ballandırarak şöyle anlatır: “Eski Türkiye olarak tabir ettiğimiz 2002 yılı öncesi yıllarda her sektörde olduğu gibi özellikle tarım alanında da inanılması güç ama birçok ihmal ve eksiklik adeta alışkanlık ve ilkel haline geldi, tarım alanındaki gerileme ‘kader’ gibi algılandı...”  diyordu.

Hatta dahası:  “Bizden önce Türkiye’de maalesef tarımın değeri ve önemi bilinmemekteydi. Türkiye’de bizim iktidarımıza kadar, tarıma yeterince önem verilmediği için geçmiş hükümetler döneminde uygulanan tarım politikaları da çoğunlukla vasat ve günü kurtarma çabasıyla oluşturulmuş bir anlayıştan öteye geçememiştir.”

Bunları kitabında yazan Mehdi Eker, Türkiye’yi küresel çetelerin eline nasıl düşürdüğünden asla söz etmeyecektir. Hatta Sami Güçlü’yü etkisiz duruma sokan, küresel ağababaları onu o bakanlık koltuğuna oturttuğunu asla anlatmayacaktır.

2002-2014 yılları arasındaki tarımdaki çöküşten asla söz etmeyecektir...
AKP iktidarı döneminde ülke nüfuzu 10 milyonun üzerinde artarken, kişi başına tarım payı %35,4’ten %22,3’e kadar düştüğünden hiç söz etmeyecektir.215 yılı itibariyle ülkede ekilmeyen arazi büyüklüğü iki Trakya bölgesi kadarına ulaştı.

2002’de tarımda istihdam %34.9 iken 2015’de bu sayı 21.1’e düştü...

İşin düşündürücü tarafı ise, gıda ham maddeleri ithalatı 3 milyar 995 milyon dolar iken 18 milyar 60 milyona yükselmiştir. Yine 2015 yılında Türkiye 12 milyar 457 milyon dolarlık tarım ürünü ithal etti.

Haydi, bakalım tarımda nerelere geldik görelim...
AKP iktidarı, 2005 yılında “Toprak Koruma ve Arazi kullanımı Yasası”  çıkardı. Sonuç; Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye’de son 10 yılda ekilen ve dikilen tarım arazisinin yaklaşık %8.2’sini, toplam tarım alanının da %5.2’sini kaybetti. Yani AKP’nin çıkardığı bu yasadan sonra 10 yıl içinde Türkiye’nin toplam tarım alanı %5.22, yani, 2 milyon 113 bin hektar azaldı...

Fransız Tarım Bakanından ödül alan Türk Tarım bakanı Mehdi Eker...
2012 yılında AKP Hükümetinin Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker’e Fransa hükümeti tarafından  “Tarım alanında Şövalye Liyakat Nişanı” verildi. Bakan Eker, Şövalye Liyakat Nişanı’nı Paris’te düzenlenen bir törende, Fransa Tarım Bakanı Stephane Le Foll’ün elinden aldı.

Mehdi Eker, orada yaptığı konuşmada, 1883’den bu yana verilen şövalye liyakat nişanının ilk kez bir Türk bakana verildiğini söyleyerek:  “Şövalye Liyakat Nişanını, dostluğumuzun her gün geliştiği bir ülkenin bakanından almaktan onur duyuyorum”  diyordu.

Dış Ticaret Müsteşarlığı verilerine göre 2008 yılından beri Fransa’nın tarımda yaşadığı krizin atlatılmasında, Türkiye 2010-2012 yılları arasında Fransa’dan 250 milyon dolar tutarında canlı hayvan ve et ithal ederek bu ülkenin tarım alanındaki krizin atlatılmasına katkı sağlamıştır.
   
Mercimek

Anayurdu Anadolu olan mercimek AKP’nin tarımın her alanında olduğu gibi mercimek tarımını da yok etti.1990 yılında 846 bin ton mercimek üreten ve dünya mercimek ihtiyacının %47’sini karşılayan Türkiye, 2018’de mercimek ithal eder duruma getirilmiştir.

1990’lı yıllarda Türkiye’de 5.37 milyon dönüm alanda kırmızı mercimek tarımı yapılırken, 2014 yılına gelindiğinde %60 azalarak 2.3 milyon dekara düşmesine nerden olunmuştur. 

Bu arada Kanada ne yapıyor?
1870 yılında Türkiye’den götürdüğü kırmızı mercimek tohumlarını, soğuk iklime dayanıklı hale getirmek için genleriyle oynayarak, kendi ülkesinde üretmeye başladı. Böylece Kanada dünyanın en çok mercimek ihracatı yapan ülke durumuna geldi.

Mercimek ülkesi iken Türkiye, Kanada’ya 1970 yılında mercimek tohumlarını Türkiye’den götürmüşken, bugün bile bize yılda 300 bin ton mercimek satmaktadır.

Diğer bakliyat üretiminde de bataktayız...
1990 yılında 2 milyon 13 bin ton bakliyat üretimi yapan ülkeydik...
2015 yılına gelindiğinde bakliyat üretimi 1 milyon 79 bin tona gerilemiştir..

Nohut
1990 yılında 860 bin ton nohut üretimi ile dünya ihracatının %62’sini karşılarken Türkiye 2016’da Türkiye nohutta %19.3’e düşmüştür. Daha beteri, Türkiye gümrük vergisine rağmen yılda 30 bin 446 ton nohut ithal eder duruma düşürülmüştür.

Kuru Fasulye
1990 yılında Türkiye’de kuru fasulye dikilen arazi 171 bin hektar idi. Bu rakam bugün 70 bin hektara düştü ve düşmeye devam etmektedir. Artık Türkiye yılda 50 bin ton kuru fasulye ithal ediyor. Bir zamanlar Türkiye’de, fakirin sofrasını süsleyen kuru fasulyeyi bile ithal eder olduk.

Kısacası Türkiye 1980 yılında 7 bin 600 ton kuru fasulye, 88 bin 500 ton nohut, 102 bin ton mercimek ihraç ederken, bu üç üründen asla ithalatına gerek duyulmazken, 2017 yılına gelindiğinde ithal yapar duruma getirildik...

1980 yılında Türkiye’nin tarımsal ihracatı 2 milyar dolar iken, ithalatı sadece 50 milyon dolardı. Özal’dan Erdoğan’a kadar tarımda kıyım yapılarak bu günlere geldik.

AKP’nin tarım siyasetiyle gelinen nokta: Kuru fasulye, nohudu, bezelyeyi, buğdayı, mısırı, ayçiçeğini, pamuğu ve mercimeği Amerika’dan alıyoruz.

Yararlandığım kaynak: Soner Yalçın, "Saklı Seçilmişler"  yapıtı

2 Mart 2021 Salı

EVDE ALEVİ; OKULDA SÜNNİ OLMAK!


 

Evde Alevi, Okulda Sünni Olmak
Bir Alevi, evde ailesiyle Alevi, okulda, din derslerindeki Sünnilik eğitim ve öğretiminin kati surette eleştiri ve tartışma kabul etmeyen bir öğreti biçimi ile bu öğretide insanları manipüle edilerek, belirli seçimler yapmaya ve belirli ideolojik amaçları doğrultusunda eğitim ve öğrenime zorlanan çocuk, okulda Sünni’dir…

Açık biçimde bu şu demek oluyor, Alevi bir çocuk “evde Alevi, okulda Sünni” olmaya zorlanıyor. Bu zor yaşama çekiliyorlar. Bu zorlamayı yaşayan bilir, yaşamayana ise hikâye gibi gelir. Yüzyıllardır bu “Alevi-Sünni” ayrımına yönelik zorlama davranışın devlettin isteği doğrultusunda yapılmakta olup, Anadolu’da devletin var olma temelini atanların Kızılbaş hetrodoks Türkmenler olmasını görmezden gelmesidir. Çadırdan mermer saraylara çekilip ayaklarını yere sağlam bastıklarına sanan Osmanlı, kendisini kuran Türkmenleri zamanla kurdukları devletin yönetilmesinden uzaklaştırıldılar, yerlerini devşirmelerle doldurdular…

Dikkat edilirse, Anadolu’da Türkmen isyanlarının temelinde bu dışlanmışlık yatar ve isyanların patlak vermesinden dolayı, kurucusu oldukları Osmanlıdan, vergi, kayıt ve bürokratik hal alma siyaseti yüzünden derin zıtlaşmalar ile derin ayrışmalar başlar ve Osmanlı’dan Türkmenler soğur ve uzaklaşmaya başlarlar…

Bazılarına Göre Türk Olmak İçin Alevi Olmamak Gerekli!



Yani Türküm, Aleviyim demek, bu ülkede oldukça çok kişilerin zihninde, “ikisinin bir arada olması olanaksız” diye düşünürler. Akıllarınca Türk olmak için aranan, “Sünni Müslüman olmaktır” diye düşünürler. Hatta ülke, bayrak, sancak, vatan, ordu, devlet Sünnilik ideolojisi uğruna var olduğunu sanırlar. Bu zorlukları yaşayan bilir, hiç zorluk çekmeyen elbette bilemez ancak ahkâm keser. Hal bu ise, Atatürk bu konuda Laiklik ilkesini getirmiş, bütün vatandaşları eşitlemiş ama uygulamada düzen bir türlü, siyasileri getirisi için tutturulamamış, inceden kanayan bir yara olarak kalmıştır.

Bilip bilmeden kimi Türkçü, kimi Osmanlıcı, kimi İslamcı olmaya çalışıyor, birbirleri ile tek birleştikleri nokta Atatürk ilkeleri ve devrimlerine düşmanlıkta benzer fikirde olmalarıdır. Bu durumu, yıllardır Türkiye’yi yöneten siyaset insanları yaralanmış, kimi İslam’ı kullanarak, kimi milliyetçiliği kullanarak, kimi de Osmanlıcılığı kullanarak siyasi arenada roller almışlar; birçokları da iktidarda bu yüzden kalmışlardı

1950’den beri çok partili sistemde siyaset arenasında iktidarı elinde tutanlar, ülkede yaşayan bütün insanları “Anadolulu uygarlığının parçaları” diye kucaklamamış, hep tek taraflı, saplantılı, düşük ideolojik anlayışlarına uygun kişileri kucaklamışlar, diğerlerine üvey evlat gözüyle bakılmıştır. Hiç kimsenin aklına “gelin, sorunları çözelim, bir bütün olalım” deyip siyaseti daha uygar biçimde yapmadılar; yapılmıyor.

Bir Sünni inanca sahip kişi, göğsünü gere gere, “ben Sünni Müslüman olmakla gurur duyuyorum” diyebiliyor sorunsuz. Ama aynı sözleri, bir Alevi, “ben Alevi-Müslümanım” demesi çok zordur. Çünkü toplum buna alışık değildir. Eğitim sistemi sürekli Sünnilik tezler üzerinden eğitim vermektedir. Birinde açıkça gurur duyulan; ötekinde gurur yerine ezikliğin verdiği nefret, bilinçaltına yerleşen oluyor. Bazen de boğuyor insanı.

Yaşama ortak başlamak çok mu zor?
Kâbus görmek, bir tarafı neşelendirmek, insanın doğduğundan itibaren ailesinden gördüğü itikat ile dışardaki yaşanan itikat arasında, yaşadıkça, gördükçe farklılıkları seçmeye başladıkça, aynı milletinden “gurur duyması” ama “gurur duyduğu” aynı milletinden inançta dışlanması ve içine kapanmasını başka bir millete bu durumu anlatamazsınız. Düşünün, bir insan çocukluğumdan beri Türk olduğu için gurur duyuyor ama ine yazık ki, insanlarda büyük bir hastalık hali, “sen neye benim gibi Sünni değilsin de Alevisin” kıvamına göre, “neden tavşan eti yemezsiniz”, “Aleviler mumsöndü yaparlarmış” doğrumu? Gibi birçok saçma sapan iftiralar “en candan” bildiğin Sünni bir arkadaşından bile daldığın sohbetin derinliğinde duyabiliyor, sıcak ortamda birdenbire buz kesiliyorsun...

Bu gibi ezici, aşağılayıcı sorular hoş olmaz ama bir ruh halin o anda devre dışı kalabiliyor. Çocukluk yaşamın (60’lı-70’lı yıllarda) aklına geliyor. Daha kapalı, “dışa sır vermeyen” bir toplum içindesin, “aman Alevi olduğunu ağzı karalardan gizle” diye nasihatler ile büyürsün, bir şey yapmasınlar diye. Evde Alevi, dışarda Sünni gibi yaşarsın…

Daha rahatlıklar olsa da, bu kez senin Alevi olduğunu bilen komşularından, “siz değil ama Aleviler şöyle böyle” diye başlayan sözlerle karşılaşır, üzülürsünüz. Komşunun yerici ama ona göre zevk verici sözleri şöyle sürer; “Siz o bildiğimiz Aleviler değilsiniz, bizim gibisiniz” gibi sözler rahatsız eder seni. En iyi bildiğin arkadaşın bile bir gün lafı dalaştırır, bir sohbet anında, “sen üzerine alınma ama” diye başlar Aleviler hakkında olumsuz sözlerine; döndürür, dolaştırır, eveler geveler, sözü en sonunda gediğine kor: “Yahu şu Alevilik nasıl bir şey” anlatsana; siz yapmazsınız ama Aleviler mumsöndü yaparlarmış, nasıl olur o işler” derler. Sıdkın sıyrılır, yıllarca candan arkadaş bildiğin, bir anda nefreti oluverir…

Madem dilimiz Türkçe, mademki bir ulustan gelmeyiz, mademki bu ülke ortak yurdumuz, neden İslam’ın ayrı yorumlarından olduğumuz için neden birbirimizin inancına saygılı değiliz de, neden birbirimize içten içe ince bir kabullenmeme var?

Ben, bir Sünni Türk ile neden yan yana huzur içinde yaşamayayım, sen de bir Sünni olarak neden benim ile yan yana yaşamak istemeyesin. Artık modern dünyadayız!

Kısacası; Anadolu Aleviliği Türkiye Cumhuriyetinin yararınadır…
Bugün Türkçe dil konuşuluyorsa, kırsalda yaşayan Türkçe dilli Yunus Emre, Seyit Nesimi, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Şah İsmail (Hatai) Kaygusuz Abdal, Kazak Abdal, Virani, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu gibi birçok Türkmen ozanların sazlarının tellerinden dökülen deyişlerdendir. O Türkçe dilli ozanların ve onlar ile iç içe yaşadıkları toplumların sayesindendir. Türkçeyi baltalayan, budayan, Türkçenin biçimini ve özünü bozan “Osmanlıca” diye yoz bir dil yaramaya çalışan Osmanlılara karşı koydukları için düşmanlaştırılanlar da onlardı…
Selman ZEBİL 2021










28 Şubat 2021 Pazar

TÜRKÇE'NİN KÖKENİ ve NİTELİK YAPISI


GÜNEŞ DİLİ KURAMI

En eski uygarlıklar nerelerde kurulmuştur, bunları kimler kurmuştur, en eski kök dil hangisidir? Bu arayış, konuya emek verip araştırma yapanların çoğunluğunu, ister istemez Orta Asya’ya yani Türklere ve Türkçeye götürüyordu. Türkçe’nin ortaya çıkışına verilen tarih, en az 8500 yıl olmak üzere 11 bin yıla dek gidiyordu.

Viyana’dan Gelen Dosya
Türkçe’nin yabancı sözcüklerden arındırılması ve gerçek değerinin ortaya çıkarılması çalışmalarının yoğun olarak sürdüğü günlerde, 1935 yılında, Atatürk’e Viyana’dan bir dosya gönderilir. Gönderen Doktor Phill H. Kvergiç’tir. “Türk Dillerinin Psikolojisi” başlıklı ve o güne dek yayınlanmamış bir çalışmayı içeren dosya, Atatürk’ün ilgisini çeker ve incelenmesi için Dil Kurulu’na gönderir. Dil bilimciler, çalışmanın bilimsel yeterlilikten yoksun olduğuna karar verir. Ancak, Atatürk’ün üstelemesiyle incelemeye alırlar. Naim Nazım, Hasan Reşit ve Abdülkadir İnan’ın yer aldığı bir kurul kurulur. İşte “Güneş Dil Kuramı” bu kurul tarafından oluşturulur.

Viyana Üniversitesi’nde yetişmiş olan Kıvergitsch, sosyoloji ve antropoloji yöntemi ile elde ettiği bilgileri, S. Freud’un psikanaliz görüşleri ile birleştirmiş, bu yöntemi dil akrabalıklarının araştırılmasında kullanmıştı. İleri sürdüğü kuramın özü, Türkçenin eskiliğine ve başka dillerle kaynaşıp onlara kaynaklık ettiğine dayanıyordu. Görüşünü kimi seslerin değişkenliğine ve bunların gelişimine bağlıyordu.(1)

Phill H. Kvergiç, çalışmasında Türk dilinin dünyanın en eski dillerden olduğunu ve Türkçenin başka bazı dillerle akrabalığı olabileceğini ileri sürüyordu. Ona göre; dünya dillerindeki birçok sözcük Türkçeden türemiş, Türkçe insanoğlunun konuşmaya başladığı dönemlerden beri bütün dillere sözcük vermişti. “Güneş Dil Kuramı” Atatürk’ün Atatürk’ün isteğiyle Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde incelenmeye alındı. İbrahim Necmi Dilmen, Hasan Reşit Tankut, Saim Ali Dilemre, Agop Dilaçar, İsmail Hami Danişment, Ragıp Hulusi Özdem gibi dilciler konu üzerinde çalışmaya başladılar. Türkler büyük göçlerle Asya, Avrupa ve hatta Amerika’ya kadar gitmiş, Türk dili ve kültürü taş ve maden devrinden beri, dünyanın hemen her yerine götürülmüştü. Yerel diler etki altına alınmış, Türkçe bir kültür dili haline gelmişti.

Birçok Batılı dilbilimci, Türkçe’nin niteliği konusunda, 19. Yüzyıldan beri araştırmalar yapmıştı. Ünlü Alman Dilbilimcisi Friedrich Maks Müller, Türkçe için şunları söylermiş: “Türk dilini incelerken, insan zekâsının dilde başardığı büyük mucizeyi görürüz. Hiçbir dilin anlatamadığı ya da ancak birçok sözcükle anlatmaya çalıştığı anlam inceliklerini, Türk dili tek bir sözcükle anlatabilir”.(2) Fransız Dilbilimci Jean Deny’in yargısı farklı değildi, diyor ki: “Orta Asya’nın doğal ortamından böyle bir dil nasıl çıkabilir. Türk dilini, biz ünlü bilginlerden oluşmuş bir kurulun ortak çalışma ürünü olarak görmek gerekir. Ancak, böyle bir kurul bile, bu dili yaratan insan aklının yerini tutamaz” (3)

Türkçe, sözcük bakımından zengindi ancak gerçek zenginliğini tek bir sözcük kökünden çekim ekleri aracılığıyla sözcük türetme yeteneği ve ses çeşitliliğiydi. Türkçede her sözcük kökü, çok sayıda neredeyse sonsuz yeni sözcük üretme olanağına sahipti. (4) Türkçe bu yapısıyla; Çince, Japonca, Tibetçe gibi ses vurgusuna dayanan Tek Heceli Dillerden ve İngilizce, Fransızca, Arapça gibi sözcükleri değişik biçimler gösteren Çekimli Dillerden çok daha üretken ve yalın bir dildi. Ses zenginliği; İngilizce, Fransızca, Arapça ve Farsçadan iki kat daha fazlaydı. (5) “Güneş Dil Kuramı” na yönelme, dil ve tarih araştırmalarının yoğunlaştığı bir döneme denk gelmesi, ilgiyi arttırdı.1936 yılında Hattuşaş (Boğazköy) kazılarıyla Eti (Hitit) uygarlığına ulaşılması, ilgiyi heyecana dönüştürdü. Eti dilinde kimi sözcükler Türkçeydi ve Türkçe binlerce yıl geçmişe gidiyordu. Kazı bulgularıyla Avrupalılar da ilgilendi. Bu eski ve gelişkin dilin, ‘hangi Avrupa dilinden doğduğuna’ dair yazılar yazıldı, ilişkileri olmamasına karşın Eti uygarlığı sahiplenilmeye çalışıldı.

Dillerin Kaynağı
Dilin kaynağı konusunda değişik kuramlar vardır…
Dili yaratan, ortak çalışmaya dayanan iş ise, (örneğin büyük bir kayayı ya da ağaç gövdesini kaldırmaya yönelen ortak girişim) gücü bir noktada toplayacak bir ses uyumuna gereksinim vardır. Dilin başlangıcı bu gereksinimin olması gerekir. Konu iş yani üretim olduğunda, iş ve üretim yapan yani uygarlıklar kuran toplumların kıdemine bakmak gerekecektir. En eski uygarlıklar nerelerde kurulmuştur, bunları kimler kurmuştur, en eski kök dil hangisidir? Bu arayış, konuya emek verip araştırma yapanların çoğunluğunu, ister istemez Orta Asya’ya yani Türklere ve Türkçeye götürüyordu. Türkçe’nin ortaya çıkışına verilen tarih, en az 8500 yıl olmak üzere 11 bin yıla dek gidiyordu. (6) Binlerce yıl önceden başka dillere çok sayıda kural ve kök sözcük veren Türkçe’nin, ‘Güneş Dil Kuramı’ gibi bir araştırmaya konu olması bilimin gözden kaçıracağı bir olay değildi. Atatürk bunu görmüş ve bilim insanlarını bu konuda çalışmaya davet etmişti.

Bulguların KanıtladığıAmerikalı tarihçi ve arkeolog Pumpelly’nin, başlangıcını M.Ö.9 bine götürdüğü (7) Orta Asya kültürü; 8.binde hayvancılığa, 6.binde maden işçiliğine geçmiş, (8) son 5 bin 500 yılı kanıtlı olmak üzere tarıma başlamıştı. (9) Türkler; başka uygarlıklar henüz ‘ata binmeyi bilmezken’, ‘tahta, deri gibi dayanıksız madenler gibi dayanıklı malzemeleri işlemiş’, ‘Toprağı ekip biçmiş’10, yazıyı ve abeceyi (alfabeyi) bulmuş ve kentler kurmuştu. (11)

Türk Kurganları
Kurganlar (Tümülüs de denilen mezarlar), Orta Asya kültürünün en eski ve önemli ürünleridir. Ural Dağları’ndan Yenisey Nehri dolaylarına dek, tüm Güney Sibirya’da ve Kırgız steplerinde binlerce kurgan bulunmuştur. Açılan kurganlarda dönemin uygarlığını yansıtan; altın, gümüş, bakır ve demirden yapılmış alet ve süs eşyaları ortaya çıkarılmıştır. Tunç devri kurganlarında bulunan; kılıç, ok ucu, süngü, mızrak, üzengi, miğfer gibi savaş araçları; orak, kayçı (makas), biz, burgu, kazan, tava gibi tarım ve ev eşyaları; küpe, bilezik, düğme, ayna gibi süs aletleri dönemlerini aşan bir gelişkinliğe ve inceliğe sahiptiler. (12)

Orta Asya’da göçebe boylardan başka, gelişkin bir yerleşik yaşam vardı. Bunların bir bölümü, tarihçiler tarafından saptanan ancak yerleri bulunamayan, yok olmuş kentlerdir. Otrar, Sağnak, Yangı-Kent, Sürkent, Şelci, Atbaş, Talas, Almalık, Sus, Çağdal, Nuket, Barshan, Cent, Suyap böyle kentlerdir.(13)

Son dönemlerde yapılan kazılarla, yalnızca Çin Türkistan'ında kumlar altında elliden çok, daha önce bilinmeyen kent yıkıntısı bulunmuştur. (14)

Tarihçi V. A. Ranov yalnızca Gobi Çölü’yle Issıq Köl’e varan bir çizgi üzerinde, 100 kadar yerleşim yerinin yer aldığını ileri sürmüştür.(15)

Türkler, dünyanın değişik bölgelerine gittiklerinde, buralarda ya tek başlarına ya da yerel topluluklarla kaynaşarak ileri düzenler geliştirdiler. Dünyanın ilk uygarlıklarını kurdular, insanlığın yol göstericisi oldular. Çevrelerindeki insanları içlerine alarak, kendileriyle birlikte onları da ilerlettiler. Eski medeniyetleri kuranlar Türklerdi. Yaşattıkları gelenekleriyle dünyaya gösterdikleri bu gerçek, arkeolojik buluşlarla kanıtlandı.(16)

Türklerin büyük göçlerle yayılışı ve dünyaya yaptığı etki konusunda, son dönemde yapılan araştırmalar şaşırtıcı bulgulara ulaşıyor. Örneğin, Matlok adlı Amerikalı, “Ey İnsanlar Hepiniz Türk’sünüz” adını verdiği kitabında, Hindistan’daki dinleri inceliyor ve Budizm’i Türklerin kurduğunu söylüyor. Önsözünde, kitabını ‘ülkelerine ayak bile basmadığı Türklere saygısı nedeniyle’ yazdığını söylüyor. İnsanlığın beş kökensel ırktan türediğini ileri sürerken, Türkleri başköşeye oturtuyor ve “Yeryüzünde yaşayan herkes kendi neslinin izlerini doğrudan ya da dolaylı olarak Türklere dek sürebilir” diyor. (17)

İngiliz tarihçi Sir Canon George Rawlinson (1812-1902), Sümerlerin Asya’dan gelmiş Türk kavmi olduğunu ileri süren ilk akademisyenlerdendir. Tezlerine kanıt olarak, Sümer diliyle Türkçenin benzerliğini göstermiştir. Sümer dili de bitişimli dildi ve Sümercede Türkçeye benzeyen kelime sayısı hayli fazlaydı. Sümerlerin ataları Türk’tü. İsviçre Cenevre Üniversitesi Rektörü Prof. Eugene Pittard (1867-1962), Türk göç dalgalarının, Avrupa’ya yaptığı etkiyi inceledi ve uygarlığın kökünün Asya olduğu tezini ileri sürdü. Kvergic, Pekarski, Barenton, Vaux, Diniker, Quatrefages de Breaud, Topinard, Villenoisy gibi bilim insanlarının çalışmaları; “Güneş Dil Kuramı”nın düşünsel kaynağını oluşturacak bilgiler içeriyordu.(18)

Güneş Dil Kuramının Başına Gelen
Güneş Dil Kuramı, Atatürk öldükten sonra kimsenin öngöremeyeceği kadar geniş bir çevrenin saldırısına uğradı. Savunmak ya da araştırmak bir yana adından söz etmek bile, ilkel milliyetçiliğin, ırkçılığın ya da kafatasçılığın göstergesi sayıldı. Akla hayale gelmez saldırılara uğradı. Hitler’in bakış açısıyla eş tutuldu. Sağlığında Atatürk’ün çevresinde olanlar bile saldırıya katıldılar. “Güneş Dil Kuramı” ‘daha doğmadan öldürmek için her şey yaptılar. Bu kuramın geliştirilmesi için kurduğu Türk Dil Kurumu bile saldırganların içinde yer aldı.(19)

Atatürk’ün önem verip araştırılmasını istediği Güneş Dil Kuramı, o öldükten sonra bütün devrimlerinde olduğu gibi bir kenara bırakıldı. Kendisini Atatürkçü olarak tanıtanlar bile, bu araştırmayı ‘Kemalist aşırılık’ olarak gördü, birçok kesim alay konusu yaptı. Örneğin, İbrahim Necmi Dilmen, Ankara Üniversitesindeki ‘Güneş Dil Kuramı’ ile ilgili derslerine son verdi. Öğrencileri bunun sebebini sorduklarında; “Güneş öldükten sonra onun teorisi nasıl hayatta kalabilirdi” diye bir yanıt vermişti. (20) Oysa Atatürk; ‘Türkçe dünyadaki en eski dillerden biridir, hatta en eski dildir ve dünyadaki diğer dillerin pek çoğu Türkçeden doğmuştur’ demiş, kendinden sonra gelenlerden, ‘Güneş Dil Kuramı’ araştırmalarını genişletilerek sürdürülmesini istemişti. (21) Selman ZEBİL 2021


Kaynaklar:
(1) https://www.cokbilgi.com/yazi/gunes-dil-teorisi-zeynep-korkmaz/
(2) S. Kemal Karaalioğlu, “Sözlü/Yazılı Kompozisyon, Konuşmak ve Yazmak Sanatı” İnkilap Yay. 28.Basım, sf.7
(3) Prof. İlhan Arsel, “Arap Milliyetçiliği ve Türkler” Kaynak Yay. 6.Bas., İst.-1998, sf.384
(4) Orhan Hançerlioğlu, “Türk Dili Sözlüğü” Remzi Kit, İst.-1992, sf.159
(5) Nurettin Sevin; ak. Seyit Kemal Karaalioğlu, “Sözlü /Yazılı Kompozisyon Konuşmak ve Yaşamak Sanatı” İnkilap Yay., 28.Bas., sf.13
(6) https://odatv.com/gunes-dil-teorisini-bir-de-sosyalistlerden-okuyun-3107171200.html
(7) Jean Paul Roux, “Orta Asya” Kabalcı Yay, 2001, sf.36
(8) Hulki Cevizoğlu, “Tarih Türklerle Başlar” Ceviz Kabuğu Yay, 2002, sf.102 ve 75
(9) Türk Tarihinin Ana Hatları” Kaynak Yay, 2.Basım 1996, sf.326-327
(10) Ord. Prof. Zeki. Velidi Togan, “On Yedi Kumaltı Şehri ve Sadri Maksudi Bey”, İstanbul Burhabeddin Matbaası, 1934, sf.41-44
(11) a. g. e. sf.330
(12) Haluk Tarcan, “Ön Türk Tarihi”, Kaynak Yay., 1998, sf.68
(13) Ord. Prof.Zeki Velidi Togan “On Yedi Kumaltı Şehri ve Sadri Maksudi Bey”, İstanbul Burhabeddin Matbaası, 1934, sf.41-44
(14) a.g.e. sf.330
(15) Haluk Tarcan, “Ön Türk Tarihi” Kaynak Yay. 1998, sf.68
(16) Leon Cahun “Fransa’da Arî Dilleri Takaddüm Etmiş Olan Lehçenin Turani Menşei” https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/214376) Gökhan Yavuz DEMİR
(17) https://odatv.com/gunes-dil-teorisini-bir-de-sosyalistlerden-okuyun-3107171200.html
(18) ‘Soner Yalçın’http://www.hurriyet.com.tr/gunes-dil-teorisi-gercek-mi-safsata-mi-16619603
(19) agy.
(20) https://gizliilimler.tr.gg/Atat.ue.rk-ve-G.ue.nes-Dil-Teorisi.htm
(21) https://odatv.com/gunes-dil-teorisini-bir-de-sosyalistlerden-okuyun-3107171200.html

26 Şubat 2021 Cuma

RUS ELÇİSİ ROSTONSKİ'NİN "PİS TÜRK" DEDİĞİ ve 2. ABDÜLHAMİT


Abdülhamit ve Milli Kimlikle Hesaplaşması

Hesaplaşması Kendi öz askerine ve Türk olma kimliğine hakaret eden Rus elçisi Rostovski öldürülmesi üzerinde ezik, mahcup hal alan Abdülhamit’i savunurlarken, Atatürk’e küfrü hak saydılar, İslam tasavvurları kendi ellerinde sandılar hep. Dahi; etnik milliyetçiliğe karşı çıkıyoruz dediler, Müslüman kardeşliği adına bu milleti bu siyasi İslamcılar pek çok densiz sözlerle milli kimlikten uzak tuttular. Yani, Türk gençliğinin bir kısmını kendi tarihine düşman yaptılar…

Lakin Tarihe bir bakın, bunca İslam dünyasındaki birçok İslam devletlerini Küfredip durduğu Batılı sömürgeci güçler tarafından kurdurulduğu bir gerçek olduğunu görmezden gelemezler. Ama bakın tarihe, Türkler tarihte kurdukları devletlerin tamamını kendileri bileklerinin gücüyle kurmuş olduklarını göreceklerdir.

Aleksandır Arakadiyeviç Rostovski (1860-1903)

1895 yılında Manastır’a Rus diplomat olarak atanmıştır. Bu Rus diplomat, diplomatik kurallara aykırı davranmasıyla tanınır. Ukala tavrıyla zalimane tutumuyla Osmanlı tebaasını hep küçük düşürücü anlayışıyla halkın sürekli tepkisini çekmiş, her daim olay çıkartan, Müslüman halk tarafından sevilmeyen biriydi.

Bu Rus Konsolos, bir gün aracının arkasına asılan bir çocuğu bizzat kendisi çok kötü biçimde döverken, konsolosun elinden bir Osmanlı neferi kurtarmıştır. Yine bir başka, kendisini tanımayıp selam vermeyen Osmanlı neferini azarlar ve tokatlar. Bütün bu olaylar, Manastır’da bulunan İngiliz Konsolosu Mc Gregor tarafından İngiltere Dışişleri Bakanlığına sunduğu raporda anlatmıştır. O tarihte Manastır’da 13 ülkenin Konsoloslukları vardır.

8 Ağustos 1903’de Manastırda Rus Elçisi Aleksandır Arkadiyeviç Rostovski, Rus Konsolos Rostovski aracıyla Nüzhetiye Karakol önüne geldiği zaman, orada görevli bulunan Halim adında Osmanlı askeri, muhtemelen kendisini tanımayıp selam vermemiştir. O anda konsolos üzerinde resmi elbise de yoktur. Halim Askerin kendisine selam vermeyişine hiddetli biçimde kızarak, Rostkovski, Osmanlı askerine  “Pis Türk”  diyerek ağır biçimde küfürler ederek aracından inerek askeri kamçılamaya başlar; askerde tabancasını çekerek konsolosu öldürür.

Görgü tanıklarına göre tabancasına davranmış olan konsolosa iki el ateş etmiştir.

Olaydan sonra bu tabanca Konsolosluğa götürülüp teslim edilmiştir. Manastır Valisi Âlim Rıza Paşa, konsolos için bir doktor gönderir. Ancak bu Ruslarca kabul edilmez.  Olayın yakınında bir yerde bulunan ve silah sesini duyan, “Erkan-ı Harp (Kurmay) Yüzbaşı (Enver Paşa) Enver, derhal müdahaleye gelir ve Halim adlı askerin elindeki silahı alır. Asker soğukkanlı bir biçimde  “Ben vurdum”  der ve silahını Enver’e teslim eder.

Ruslar bu olay üzerine Osmanlıya, diplomatik tahammüllere uymayan sert biçimde  “Nota” verirler. Paniğe kapılan o zamanın padişahı Sultan Abdülhamit’tir. Derhal faillerin araştırılması ve en kısa sürede cezalandırılması emrini verir. Ruslar olayın iyice araştırılıp bütün suçluların cezalandırılmasını isterler, gerekli tedbirleri almadığı gerekçesiyle Vali Ali Rıza Paşa'yı sorumlu tutarlar. Bunun üzerine de Osmanlı yönetimi Vali Ali Rıza Paşayı İstanbul'a uğratmadan doğrudan Trablusgarp'a tayin ederler. .

Konsolos Rostkovski'nin Cenazesi Manastır'da 19 Ağustos 1903 günü abartılı bir törenle kaldırılırken, Osmanlı iki Taburluk bir kuvveti güvenlik için görevlendirmiştir.

Cenaze 19 Ağustosta Manastır'dan alınarak Selanik'e getirilmiş, oradan da deniz yoluyla bir Gambot ile İstanbul Boğazından geçerek, 26 Ağustos 1903’de Odesa'ya ulaşmış ve orada toprağa verilmiştir. Bu arada Abdülhamit’in oğlu Şehzade Ahmet Rus konsolosluğuna taziye gönderir.

Bu cenaze töreninde Yüzbaşı Enver Birliğiyle törene katılmak istememiştir. Ancak Cenazenin geçişi sırasında beş adet top atışını görevi gereği yaptırmıştır. Sonra Yüzbaşı Enver Bey (Paşa) bu olay için çok utandığını ifade etmiştir. Dahi, bu olaydan sonra Yüzbaşı Enver, Sultan Abdülhamit ile olan gönül bağını tamamen koparmıştır 

31 Mart 1903 günü bir Arnavut Neferi Topraklarında bulunan  Batılı Sefirler Sultan Abdülhamit'e, Rumeli’de faaliyet gösteren Çetelere şiddet uygulanmaması konusunda  baskı yapmaktadırlar. Ağır hakarete uğrayan ve kendisine silahını çekmeye çalışan Rus konsolosunu öldürdü diye derhal idam edilen Asker Halim idam edilir. İki Osmanlı subayı bu idam olayına, “konsolosta şöyleydi, böyleydi”  gibi laflar ettiler gerekçesiyle o iki yüzbaşıda idam edilir. O iki yüzbaşının ve Halim askerin bulunduğu kışla ya çok şiddetli cezalar verilir. Sonuçta bütün bu tavizleri çaresiz kalan Osmanlı Sultanı Abdülhamit, Rumeli’ni kaybetmemek için vermişti ama Rumeli’yi kısa bir süre içinde kaybetti.

Kaynaklar:  Kazım Karabekir, “Hayatım” da yazdığı anıları. 
Enver Paşa “El yazıları” ve Araştırmacı yazar Cengiz Özakıncı

BÜYÜK İSRAİL PLANI ve KÜRESEL GÜÇ OYUNLARI KIYAMETİN HAYALİ BİR REÇETESİ Bu makale Internationalist 360 tarafından yayımlandı. Espen B. Øyul...