Şu
Bizim Şamanist Türkler Var Ya!
Türkler, Türkleri sürdüler. Türkler, Türkleri Orta Asya’dan kovaladılar.
Apar topar geldiler Anadolu’ya Türkleştirdiler. Yani, 11.Yüzyılda atalarımız
bir yarısı göçmek zorunda bırakılmışlar. Orta Asya’da İslamlaşan Türkler, uyup
Arap’ın kışkışına İslamlaşmamış Şamanist Türkleri sürgünlere mahkûm etmişler, işi
kendi aralarında kanlı savaşlara, sürtüşmelere kadar vardırmışlardır. En
belirgin nedeni, atlı göçebe Şamanist Türkler, İslamlaşmış, yerleşikleşmiş Türkler,
uymuşlar Arap’ın sözlerine, kendi kandaşlarına, “Kâfir” demeye başlamışlardır.
İşte bu “kâfir” Türkler,
ilk Müslüman olan Karahanlılar, bir bozkır düzeni yerine, klasik
İslam devleti düzenini kendilerine model seçmişler ama ilk zamanlarda göçebe
Şamanist bozkır Türkleri ile işbirliğini sürdürmüşler. Örneğin, Karahanlı
Sultanı Ali Tegin’in kendisi de Buhara’da sarayda değil de, göçebe savaşçı
Türkler arasında çadırlarda yaşamıştır.
Sonra olan olmuş...
Bu göçebe Türkler “sart” denilen Tüccar, çiftçi Müslüman Türklerin ekili arazilerine sürüleri
zarar verdikçe araları açılır ve kanlı düşman kardeşler olurlar. Çatışmalar
başlar, Devlete egemen yerleşik Türk Müslümanlar, Müslüman olmamış Şamanist
Türklerin sürülerini ekili alanlarda pervasızca otlatmalarıyla baş edemezler.
Bunlara karşı Karahanlı Devlet, kölelerden oluşan ücretli özel ordu kurarlar ve
dahi onları, göçebeliklerini unutturmak içinde uğraşırlar, başaramazlar...
Yay çekip ok atamasınlar diye başparmaklar kestirilir...
Daha sonra yine Türklerden oluşan ikinci Müslüman Devleti
Gazneliler ortaya çıkar. Karahanlılar Devleti gibi benzer göçebelerden
kaynaklanan sıkıntıları yaşarlar. Hatta Gazneliler, bu göçebe Türkler, iyi ok
atamalarını engelleyebilsek belki savaştan alıkoyup, yerleşik düzene
geçirebiliriz umuduyla, yay çekip ok atamasınlar diye erkeklerin
başparmaklarını bile kesmişlerdir...
İşte bu dönemlerde Selçuklular da, Karahanlılar ve
Gazneliler, Aral Gölüne dökülen Seyhan Irmağı kıyısında oturuyorlardı.
Karahanlılr, Gazneliler ve Samanoğulları ile sürekli savaş halinde, bir gün
biriyle, bir gün diğeriyle savaşarak bu devlet kurulmuştur. Yani, Selçuklular,
iki Türk Müslüman Devletle vuruşarak, kırışarak Müslümanlaşırlar. Abbasi
Halifelerinin yardımına bile koşarlar...
Türkler için, “savaşta melek, savaşta ifrit gibidirler”
özdeyişi vardır...
Rus Prof. Gordlevskiy, kitabında aktardığı, İranlı Ubeyd
Zakani’nin, “Risale-i Tarifat” adlı
yapıtında, Türkler için: “Türkler
Deccal’ın ön habercisidirler” dediğini
aktarır.
Hala Türkün,
Türk’e düşmanlığı Anadolu’da da sürmektedir. Örnek mi? Müslüman Kızılbaş-Alevi Türklere karşı, Müslüman Sünni egemen güçlerce 500 yıldan bu yana, bu topraklarda çeşitli
katliamlar ile yüz yüze getirilmişlerdir.
İslam’dan önce Türkler, birbirleriyle sürekli çatışmalar
yaptığı bir gerçektir. Ama Türkler hiçbir zaman Tanrı adına, din iman ve
cennete gitme adına birbirlerini öldürdükleri tarihte ala görülmemiştir.
Anacak, Türkler İslamlaştıktan sonra birbirlerini Tanrı-din adına, farklı
mezheplerinden dolayı birbirlerini öldürmeye başlamışlardır.
Anadolu’da Türkler, birçok beylikler kurmuşlar ve üç tanede
tarihe geçmiş güçlü devletler kurmuşlardır. 1. Selçuklu Devleti, onların mirası
üzerine 2. Osmanlı devleti, son olarak ta her ikisinin mirası üzerine Türkiye
Cumhuriyetini kurmuşlardır.
Selçukluyu kuran göçebe Oğuzlar olmuş, güçlenip İslamlaştıkça
kendisini kuran, destekleyen göçebe Oğuz Türkleri dışlanmış, horlanmış, Türk
olan Sultanların adları Araplaştırılmış ve Farslaştırılmıştır. Sonuçta Türkmen
Babailer ayaklanmasından sonra dikiş tutturamamışlar 1240’tan sonra fazla
ayakta kalamayıp batıp gitmişlerdir...
Selçuklular battıktan sonra, onları mirası üzerine, önceleri
küçük bir aile olan, daha sonra Selçuklulara bağlı bir küçük beylik olan
Osmanlılar, çevresinde toplanan göçebe Türkler ve heterodokus tasavvufçu bilge
kişiler desteğinde 1299’da Osmanlı Devleti temeli atılır. Bu ilki Türk
devletinin kuruluşlarında Haçlılara karşı ölümüne göğüs geren adsız Türkler
olmuştur. Bu devletlerin her zayıf yanını kolladıkça Haçlılar harekete
geçmişlerdir.
M.S.1147’de Konya Savaşında Selçuklu Sultanı Mesut’a karşı,
İmparator Manuel Komnenos yönetimindeki Bizans ordusunu bozguna uğratıp
planlarını bozan göçebe Oğuzlar olmuştur. Bu göçebe Oğuzlar, Bizans Ordusunun
önüne tuzaklar kurmuşlar, baskınlar düzenlemişler ve sonuçta yenmişlerdir. Bu
savaştan sonra en çok Batılı kaynaklar, Anadolu’ya “Türkia” demeye
başlamışlardır. Yani, Türlerin ülkesi denmesi, bu savaşçı göçebe Türklerin
sayesindendir.
2. Haçlı Ordusu, Alman İmparatoru 3. Konrad ve Fransız Kralı
7. Louis yönetimindeki orduları, Anadolu’ya güçlü bir saldırıya kalkıştılar.
Göçebe Türkler karşısında Eskişehir dolaylarında bozguna uğradılar. Böylece bir
kez daha Selçuklular göçebe Türkler tarafından korundular...
Biraz geri gidersek, 1048’de Hasankale, 1071 Malazgirt, 1147,
Konya savaşı, Anadolu’nun Türkleştirilmesi açısından çok önemliydi, Türklerin
Anadolu’yu vatan yapmada dönüm noktasıydı. Dahi, 1176’da 2. Kılıçaslan’ın Konya
Savaşını yenmesinde gene göçeri Türkler ön plandaydı. Bu savaşa Bizanslı
tarihçiler “ikinci Malazgirt Savaşı” demişlerdi.
Sonuç, Selçukluları Anadolu’nun en güçlü hale getiren göçebe
Türk savaşçılardı...
İlginç olanı; Anadolu Selçuklu Devleti, bu göçebe Türklerin
savaşçılığıyla güçlenip genişledikçe, gelirleri arttıkça, değiştiler. Kuruluş
felsefelerinde fetih ve yağmacılığa dayalı göçebe devlet biçiminden, güçlenip
geliştikçe, bir feodal devlet konumuna dönüşüp tarıma, ticarete, zanaata dayalı
bir tür ekonomi siyaseti uygulamaya başlamaları 13. Yüzyılda Selçukluların
Bizans ile iyi ticari ilişkilere girmeleri ve hatta Selçuklu-Bizans savaşları
sırasında Hıristiyanların Anadolu içlerinden Bizansların yönetimindeki batıya
bölgelerine kaçmışlardı. O batı bölgelerine kaçan Hıristiyanların geriye,
Anadolu içlerindeki kendi köy ve kasabalarına dönmelerine bile izin verilmişti.
Daha açıkçası, Orta Asya’dan beri süregelen orduyu Türklerden
oluşturup, temizleme operasyonlarını yaptırdıkları Türkleri, temizleme
yollarına başlamaları, kendilerine göre ücretli askerlerden oluşan ordular
kurarak, ordudan türlü yöntemlerle temizleme yoluna gitmişlerdi. Bu; kendini
kuran, ayakları yere sağlam bastığını sanan Anadolu Selçukluları, savaşçı
Oğuzlardan söz ederlerken, onlara ilk kez, “Türkmenler” demeye başladılar.
Selçuklular bu “Türkmen” sözcüğünü bilinçli bir biçimde, göçebe
Oğuzlar anlamına, aşağılayıcı bir terim olarak kullanmaya başlamışlardır...
Mevlana’nın Oğlu Veled, “Türkmenleri Kurban Et...”
Selçuklular da Türkmen sözcüğü, tarihi belirtilere göre, git
gide öyle bir duruma gelmiş ki, soykırım aşamasına gelmiştir. Mevlana’nın oğlu Veled
Çelebi, Selçuklu Sultanı Mesut’a bir Türkmen kırımı bile önerir, şöyle
der: “Âlem yıkıcı bu Türkmenler, öyle
zarar vermişlerdir ki, Şah’ım sakın sen onlara acıma, halkın yaşamasını
istiyorsan onların tümünü kurban et (öldür)" demiştir.
Prof. Stanford Shaw’un yazdığına göre Selçuklu Hükümdarı 2.
İzzettin’in annesi vaftiz edildiğini, sarayda da Gürcü Prensesinin Konya’ya
yanında papazlar ve kutsal (ikona) eşyalar ile gelmesine ses çıkarmaz. Osman
Turan, “Selçuklu Tarihi
ve Türk İslam Medeniyeti” 1965. S.257’de yazdığına göre, Hatta Gürcü
prensesin sarayda dinsel inançlarını yerine getirebilmesi için özel bir
ibadethane (chapelle) yaptırmıştır. Ama Türkmen sözcüğü bilinçli bir biçimde
aşağılayıcı göçebe kavramının karşılığı olarak kullananlar, dahi, git gide kendi öz kültürlerine bile
yabancılaşmaları, dahi, kendi öz dilleri olan Türkçeyi artık Selçuklu
saraylarında konuşulması yasaklayan Selçuklu Sultanlarıydı.
Öyle hal aldı ki, Selçuklu Sultanları, temelde kendilerinin
kökeninin Türk olduğunu gizleyerek, kendi ana dillerini bile yasaklayan, yerine
Arapça-Farsçayı dil diye seçmeleri; en acı tarafı ise, kendilerinden söz
ederlerken ya “Rumi” veya “İslamlar” diye söz etmişlerdir. Hatta önceleri
Türkçe adlarını, sonraları Keykubat, Keykavus, Keyhüsrev, Rüstem, Hürrem vs. gibi
birçok Farisi, 10 yüzyılda İranlı Fidevsi’n yazdığı “Şahname adlı destanımsı
kitapta geçen, kahramanlıklarını Turanîlere yani Türklere karşı yapmış hayali
savaş kahramanların adlarını kullanmışlardır.
Âşık Paşazade tarihinde göçeri “el-il”, Oruç Beğ Tarih-i Al-i Osman’ın da ve
Neşri Tarihinde “göçer konar
yürükler” diye geçer. Lakin
Selçuklular, “göçebe” anlamının Türkmen
sözcüğü anlamında kullanıldı. Yani Arapça-Türkçe karışımı bir dil olarak, dil
bilimcilerine göre “men” eski Arapçada “o kimse” veya “kim ki” anlamınadır. Türkmen sözcüğü, ilk kez 11.
Yüzyılda Müslümanlığı kabul eden Oğuz Türkleri için, yani göçebecilikten
yerleşikliğe geçmiş, kentli anlamına kullanılmıştır. Lakin Selçuklular da Türkmen
sözcüğü git gide, öyle bir hal almış ki, düşman hale getirilmiştir...
1176, Konya Savaşında tutsak düşen Bizans İmparatoru Manuel
Komnenos, törenle İstanbul’a gönderilirken, yolda üzerlerine yine Türkler
saldırınca, onu korumakla görevli birlik komutanı Selçuklu Beyi’nin, bu durma
şaşıran İmparatora “onlar Türkmenlerdir, bizden değildir” dediği bile söylenir.
Selçukluların giderek artırdıkları Türklere şiddeti
dayanılmaz boyutlara ulaşır. 13. Yüzyılda Türkler arasında aşağılanma,
horlanma, dışlanma, baskılar nedeniyle yer yer homurtular başlar. Bir gün
gelip, karşılarına başkaldırı olarak çıkar ve kurdukları devletin yıkıcı
unsurları da göçebe Türkler olur.
Tam bu sıralar Orta Asya’da Cengiz Kağan yönetiminde
Moğolların Orta Asya’yı kasıp kavurduğu günlerdir. İlk önce Moğol İmparatorluğu
1218’de Pekin’i, 1220’de Buhara’yı, 1221’de de Harezmşahlar İmparatorluğuna son
verirler. Böyle olunca, Moğolların baskılarından Oğuz Türkleri can havli ile
dalgalar halinde Anadolu’ya doğru yeni bir göç akımına başlarlar...
Bundan dolayı Selçuklu-Türkler ilişkileri daha da sert bir
biçimde gerginleşerek düşmanlığa dönüşür. Anadolu artık gittikçe her geçen gün
kargaşa ortamına doğru sürüklenmektedir. Biryandan da Anadolu’ya akın akın
gelen göçebe Oğuz Türkleri, Anadolu’nun yerli nüfuzu Hıristiyanları oldukça çok
geçer, Hıristiyan nüfuz azınlığa düşer...
11. Yüzyılda Anadolu’ya gelen göçebe Şamanist Türklerin Orta
Asya’da yağma yapmaktan vazgeçmedikleri için, yağma yaptıkları yerleşik Müslüman
Türkler tarafından, bunlara Anadolu’yu göstererek yağma yapılacak en uygun
topraklar olarak olduğunu göstererek göndermişlerdi. 11. Yüzyılda Anadolu’ya
gelen bu Müslümanlığı kabul etmemiş Şamanist göçebe Türkler, Anadolu’da Sünni
Hanefi mezhebinden Müslümanlaşırlar...
13. Yüzyılda Moğol kasırgası önünden kaçarak Anadolu’ya gelen
göçebe Türkler ise Orta Asya’da iken Müslümanlaşmışlardı ama onlar salt Hanefi
mezhepli olmayıp çok farklı değişik mezheplere sahiptiler. Bu farklılık
Anadolu’da kısa sürede fark edildi, çok sayıda Anadolu topraklarında farklı
tarikatlar kuruldu. Bunlar Bektaşilik, Kadrilik, Melamilik, Yesevilik,
Mevlevilik vs. gibi belli başlı tarikatlardı...
13. yüzyıldan itibaren kurulan bu tasavvufi disiplinli Türk
tarikatları, İslamiyet’in kurallarına sıkıca sarılmak yerine, eski dini
gelenekleri, töreleri ve Şamanizm dini İslamiyet’e uyarlanmış halde birer Mehdi
Babalar, Abdallar 13. Yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başlar ve böylece
Anadolu’da farklı bir görünüm ortaya çıkmaya başlar. Farklı görümlerin
sergileyen farklılıklar, Anadolu’da ne kadar ezilen, horlanan, dışlanan, gale
alınmayan göçebe Türklerin gözünde, Baba İshak, Barak Baba, Sarı Saltuk Baba
gibileri birer peygamber sıfatı taşırlar. Anadolu göçebe Türkler arasında Baba
İlyas, “Baba Resul”, yani peygamber Baba olarak anılır olmuştu.
Daha çok Anadolu’da 13. Yüzyıldan itibaren gelişen
tarikatlar, pekte Arabî İslam kurallarına uymazlar, müziği, semahı, İslam’ın
hor görmeyeceğini iddia ederek dini ayinlerin bir parçası yaparlar. Daha
Şamanist etkisinden arınmamış bu Anadolu’daki yeni Müslüman Türkleri çok
kolayca etkilemiş “Dede”, “Baba” veya “Abdal” diye nitelenen dervişler birer kurtarıcı gözle görülmüşlerdir. Hatta bu
babalar ve dervişler salt dini ritüellere değil, gaziler harekâtına
katılmışlar, savaşarak da böylece kitleler yön vermişlerdir.
13. yüzyıl Anadolu’ya Türkistan’dan gelmiş Türkmen Babaların,
Yesevi dervişlerinin, Horasan Erenlerinin, Bektaşi Babalarının, Abdalların
hepsi de, ezilmiş, horlanmış, sahipsizleştirilmiş, zulüm görmüş Türklerin hiç
kuşkusuz aksakalı uluları, pirleri ve birer kurtarıcı Mehdileriydiler. Gösterişten
uzak bu aksakalı pirler, ulular Anadolu’da Şaman din adamları gibi
giyiniyorlardı. Ozandılar, yol gösterendiler, Türk töre ve geleneklerine
bağlıydılar, bir lokma, bir hırka, akşam olunca başlarını altına yastık bir
taş, bir kaşık, bir tastı bütün varlıklarıydı.
Selçuklu ve Osmanlıların aslını inkâr edip öz dilini yasaklayıp
Farsça, Arapça konuşmuyorlardı. Göçebe Türklerin anladığı dil arı Türkçe
konuşuyorlardı. İslam’ı da Şamanist bir düşünce ile buluşturarak
basitleştirerek yorumlayıp anlattıkları için herkes anlıyordu. Yani Arapçanın
anlaşılmaz karmaşasından arındırılmış tük dili ile toplumlara hitap
ediyorlardı.
Gelirsek Babailer isyanına, Babailer isyanı,13. Yüzyılda
Anadolu’nun Türk tarihine en önemli damgasını vuran olaylardan biri ve Türkler
için bir dönüm noktası olmuştur. 1237’de 1. Sultan Alâeddin’in genç yaşta ani
ölümü üzerine yaratılan kargaşa ortamında, ezilen, horlanan, kimsesizleştirilen,
insan yerine konulmayan göçebe Türkleri de yanına alarak yürüyüşe geçen Baba
İshak’a karşı Selçukluların topladığı paralı Gürcü ve Frank askerleri ile
bastırıldılar. Ama takatten düşen Selçuklular 1243’de bu kez Moğollara karşı
Kösedağ Savaşında yenik düştüler, Anadolu bütünüyle Moğol istilası altında
1243’ten 1336’ya kadar 100 yıla yakın süren Moğol valilerin yönettiği ülke
durumunda kaldı.
Müslümanlaşmışlar,
Şamanizm’e Cilala Yapmışlar...
Yine söylersek, Osmanlı devletini Müslüman Türkler kurmuştur,
kuşku yok. Ama bu Müslümanlık, Arap-Acem Müslümanlığından çok farklıydı. Bu
konuda Prof. Osman Turan, “Selçuklular Devri” kitabında, Türk Müslümanlar
için: “çok satı” der. Ve “Türk İslam
Medeniyeti” kitabında Fuat Köprülü: de, Anadolu Türklerinin Müslümanlık
anlayışı hakkında ise: “Bu Türk
aşiretler genellikle Müslüman olmakla birlikte, her tür bağnazlıktan uzak, din
kendileri için, çapraşık ve gerçekleştirilmesi zor hükümlerine uymaktan çok
eski budunsal geleneklerinin dıştan Müslümanlık cilasıyla cilalamış basit bir
şekline uygun eski Türk Şamani, dış görünüşü İslamlaşmış bir devamı” diye yazar.
Ziya Gökalp ise, “Türkçülüğün Esasları” yapıtında: "Türkler eski dinlerinde zühdü
ibadetleri yoktur” diyerek, Türklerin
hiç bir zaman dine aşırı düşkün olmadıklarına açıklık getirmiş olur. Yani,
kısacası, aşırı bir dine bağlılığı, din bağnazlığı yoktur...
Prof. Stenford Ahaw: “Büyük bir gelir kaynağını karatmamak için bile olsa, halkı kütleler
halinde din değiştirmelere zorlama gibi bir çaba göze çarpmamaktadır” der.
Selman ZEBİL
Yararlanılan Kaynaklar:
Prof. Osman Turan, “Selçuklular Devri” yapıtı
Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi"
Fuat Köprülü, İslam Medeniyeti” yapıtı.
Aşık Paşa, "Garib-Name" 1,2,3,4,5 ciltler
Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar
İlhan Arsel, "Arap Milliyetçiliği ve Türkler
John Freely, At Üstünde Fırtına (Anadolu Selçukluları)
Julius Wellhausen, İslamiyet'in İlk Devirlerinde Dini-Siyasi Muhalkefet Patiler"
Bahattin Ögel, "İslamiyet'ten Önce Türk Kültür Tarihi"
Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sufiler Kalenderiler"
Ahmet Yaşar Ocak, "Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler"
Ahmet Yaşar Ocak, "Babailer İsyanı" (Aleviliğin Tarihsel Altyapısı, Yahut Anadolu İslam'ı-Türk Heterodoksinin Teşekkülü)
Halil İnancık, "Makaleler"
Faruk Sümer, "Oğuzlar, Tarihleri-Boy Teşkilat-Destanları"
Faruk Sümer, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü"
Abdülkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Materyaller ve Araştırmalar
Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgaları, (Celali İsyanları)
Burhan Oğuz, "Türk Halkının Kültür Kökenleri" 2. cilt
Claude Cahen, "Türkler Nasıl Müslüman Oldu" 4. Baskı
Jean-Paul Roux, "Türklerin Tarihi, (Pasifik'ten Akdeniz'e 2000 Yıl)
Wilhelm Radloff, "Türklük ve Şamanlık" 3. Baskı
B.Y..Vladimirtsov, Moğolların İçtimai Teşkilatı, (Moğol Göçebe Feodalizmi)
V.V. Barthold, "Moğol İstilasına Kadar Türkistan"
Mikail Bayram, "Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi"