21 Nisan 2018 Cumartesi

1917 EKİM SOVYET DEVRİMİ ve İSTANBUL'A KAÇAN BEYZ RUSLAR


RUS MÜLTECİLER (1918-1921) SOVYET DEVRİMİNDEN                      İSTANBUL'A YIĞILMALARI

Salt Türkiye’ye İspanya Yahudilerinin Hıristiyan engizisyonundan kaçanlar, sonra Alman Nazileri toplama kamplarından canlarını zor kurtarıp kaçanların sığındığı ülke değil, 1917 Sovyetler Devriminden kaçanlara da ev sahipliği yapmıştır. Museviler en ilginci de, Sovyetlerin kuruluşunda katkıları olanlar da zamanla devrim kendilerini yer hale gelince Türkiye de almışlardır soluğu..

Lev Troçki’nin Kaderi
1917 Ekim devriminin iki ünlü adından biriydi Lev Troçki, Lenin’in 1924’de, beklenilmedik bir anda ölümü üzerine Komünist Pati içi iktidarı ele geçiren Stalin’in 1925’te Savaş Komiserliği görevinden aldığı ve 1927’deki 15. Kongre’de Komünist Partisi üyeliğinden atılır. Ve ardından Kazakistan başkenti Almatı’ya sürgüne gönderdiği Troçki, 1929 yılında sınır dışı edilince, Stalin’in elinden canını zor kurtarıp Türkiye’ye sığınmıştır. Troçki, 4 yıl yani 1933’e kadar İstanbul-Büyükada da yaşamıştır.

Lev Troçki Büyükada’da kimlerle yaşar bir bakalım...
İnanılmaz ama gerçek; bu adaya, Kızıl Ordu’nun elinden canını zor kurtarmış devrim karşıtları da oradalar. Yani, Beyaz Rus soyluları, Rus prensleri, Heybeli’ye, Burgaz’a Büyükada’ya Kınalıada’ya önceden yerleşmişlerdi. Tam manasıyla Troçki, Stalin’in elinden kaçarak 17 Devrim düşmanlarının aralarına düşmüştür. Hatta ne gariptir ki, Lev Troçki’nin komşuları arasında Rus Çarı’nın yakın çevresinden dükler, kontlar, baronlar, generaller de vardır.

Jak Deleon, 1917’den sonra kaçarak İstanbul’a sığınan Ruslar hakkında ilginç, kaynak sayılabilecek kitabında Beyaz Rusların İstanbul’a 1919’da nasıl gelmeye başladıklarını ele almış ve yazmıştır.

1918’de ülkede kanlı bir iç savaşın patlamasının başlamasından hemen sonra Troçki, “Savaş Komiserliği”ne getirilmiştir. Troçki’de, o güne kadarki gönüllü askerliği zorunlu duruma getirerek orduyu yeni baştan örgütlemiş ve “Kızıl Ordu”yu kurmuş; bu yeni orduyu da, hem doğudaki, Amiral Kolchak’ın, hem de güneydeki General Denikin’in Beyaz Ordularını yenerek, kanlı karşıdevrimin, kanlı bir biçimde bastırılmasını sağlamıştır.

İşte böyle, 1919’un başlarından itibaren akın akın gelip İstanbul’a sığınan bu Beyaz Ruslar da, Kızıl Ordu’nun önünde canını zor kurtarıp kaçmış General Danikin’in askerleri, subayları, onların eşleri, çokluk çocukları ve yakın akrabaları da adalardadırlar. Bütün buNları dağıtan Kızıl Ordu’ya emir veren Troçki’nin de, bir gün kaçarak sığındığı yerde, General Danikin’in sığınmacı komşusu oluvermişti.

Jak Deleon’un sözünü ettiği "Spassibo Bosphorus” dediği araştırmasında, 1917 devriminden kaçıp Türkiye’ye gelen Rusların kapılarını açmıştır. 1917 devriminden kaçan Rusların sayısı bazı kaynaklara göre 40 bin, kimi kaynaklara göre ise 150-200 bini bulduğu doğrultusunda (1)

Yine aynı kaynakta verilen bilgilere göre, 1919-1921 yılları arasında İstanbul’a sığınan Beyaz Ruslar sayısının 200 binin bile çok üzerinde olması gerekir. Sadece, “14 Aralık 1920’de, kayıtlara göre 7802’si yaralı ve hasta olmak üzere tam 118 bin 963 kişi Moda Kıyılarına ayak basmış” deniyor. O günlerde Moda Kıyısına ayak basanlardan biri olan Alexis Tchebycheff, gene aynı kaynakta o günleri şöyle anlatır: “kırım kıyıları, Romalı askerlerden canlarını kurtarmaya çalışan Hıristiyanlarla doluydu sanki. Çar Nikola’nın ünlü Beyaz Ordusu tümüyle parçalanmış, subaylar, erler, soylu hanımefendiler genelev kadınları birbirlerine karışmışlardı. Kızıl Ordu Kafkasya’yı da almış, Kırım’ı kuşatmıştı Sivastopol’ü (Sebastopol) ulaşması an meselesiydi. Bolşevikler, özellikle Beyaz Ordu mensuplarına acımasızca davranıyor, gördükleri yerde kılıçtan geçiriyorlardı. General Wrangel’in kaçmak üzere olduğu haberleri de Kızıl Ordu komutanlarının büsbütün galeyana getirmişti. Tek çare bir an önce gemilere atmakta yatıyordu” diye yazıyor. (2)

Sivastopol limanından kaçarak İstanbul’a sığınalar arasında Beyaz Rusya ordusundan ünlü komutan General Baron Wrangel de vardı. Yanına, Beyaz Ordu’nun kurmay heyetinden sağ kalabilmiş subayları da yanına alarak Korniloff destroyeriyle Amiral Dumesnil’in filosuna katılmış ve İstanbul’a gelmiştir.

Rusya’da 1917 Ekim Devriminden sonra, 1918-1921 yılları arasında Kızıl Ordu’dan İstanbul’a kaçan Beyaz Rusların sayısı 200 bindi. 1927 yılındaki sayımda 690 bindi. Düşünür müsünüz; daha 1918-1921 yıllarında İstanbul’un nüfuzu 500 bin falandı. Bu 500 bin nüfuz, 200 bin göçmen Beyaz Rus’u barındırıyor, yedirip içiriyordu.

Jak Deleon, şöyle diyordu: “İstanbul’daki Beyaz Rus olgusu 1918’den 1940’lara kadar sürdü. Beyaz Ruslar varlıklarını en çok duyumsattıkları yıllar 1918-1924 arasıdır. Bu yıllarda Beyoğlu Beyaz Rus istilasına uğramıştı sanki” diye yazmaktadır.

Spassibo İstanbul!
İstanbul’a o günlerde yerleşen kaçak Ruslar, 1924 yılında Rusça "spassibo" Rusça (Şükran, teşekkür) anlamına gelen, bir tür şükran belgesi niteliğinde sayılabilen bir kitapçık yayınladılar. Kitapçıkta “Senin İçin Türkiye” başlıklı bölümde de “İkinci vatanımızdayız, Gözyaşları ve umutsuzluk içinde, kıyılarına ayak bastığımız Türkiye’de sıcak bir dostlukla karşılaştık. Bu konuksever topraklar bizi bir kardeş kucağı gibi sardı ve ısıttı. İstanbul’da yeniden insan kimliğimize kavuştuk. Bir bölümümüz Batı Avrupa ve Amerika’ya gidiyor. Ama hiçbiri Türkiye’yi unutturmayacak, tümümü beraberinde Türkiye’den güzel anılar götürecektir. Bu nedenle kardeşçe şükranlarımızı ve yine kardeşçe elvedamızı lütfen kabul edin. Bu küçük kitabın amacı, İstanbul’da yaşayan her ulustan, her dinden insana Rus insanının şükranlarını sunmaktır Spassibo Constantinopole! Şükran sana İstanbul. Bize kollarını açtın, barındırdın, iş buldun, hayatımızı kurtardın. Sizleri hiç unutmayacağız. Seni hiç unutmayacağız, dünya güzeli şehir!” diye yazılıydı.  

Jak Deleon’un yukarıda sözünü ettiği kitapçığında anlattığına göre, 1918’den itibaren Kızıl Ordu’nun elinden zor kurtulup, çok zor şartlarda Türkiye’ye kaçanlardan yaşlı bir Rus: “Rusya’dan kaçarken hep, 1492 yılında İspanya engizisyonundan kaçan Yahudilere kapılarını açan tek ülke olan Türkiye, 1920’lerde de bizi geriye çevirmeyecektir elbette, diye düşündük” dediğini yazmaktadır.

1917 Rus devriminden sonra ülkeden kaçan, sayıları yüz binleri bulan Çarlık yanlısı Beyaz Rusların, canlarını zor kurtarıp İstanbul’a gelmişlerdi. Büyük çoğunluğu birkaç yıl kaldıktan sonra da başka ülkelere taşınmışlardı.

Haraşolar...
Rusça, haraşo: bir tür yün örgü (argo: Rus Kadını) anlamına kullanılmıştır...
Aynı kaynağa göre, bütün zorluklara rağmen, “Haraşo” diye adlandırılan, güzel ve açık saçık Rus kadınlarından kocalarını kıskanan Türk kadınları, “Asrı Kadınlar Cemiyeti” adlı bir dernek kurarlar. 1922’de bir basın toplantısı düzenleyip, Rus kadınlarının meyhanelerde, kahvehanelerde garsonluk yapmasının, tombala (3) oynatmasının, sigara satmasının yasaklanmasını ve “ahlaka mugayir” davrananların da sınır dışı edilmesi istenilmesi dışında Ruslarla Türkler arasında önemli bir sorun yaşanmamıştır.

Refik Halit Karay: “… Haraşoların derdiyle insanlar nasıl yandı, kavruldu, bunu deniz kenarlarının dilleri olsa da anlatsalar! Kim bilir kaç genç Florya Kumsalından Kalamış Körfezi’ne kadar o upuzun mesafeyi grupta ve mehtapta dalgalardan teselli aranmak, mahzun gönüllerini avutmak ve feryatlarına germi vermek için gezdiler, o yerlerde ağladılar, kaç kişi kaçar defa o yerlerde intiharı düşündüler ve inlediler.” Der. (4)

Geçmişte, Haraşolar yüzünden ülkede yaşanan manzara, nikâh bozup karısından ayrılanları mı dersin, Haraşalarla yeni nikâhlananlar mı dersin. Birçok evlerin, konakların arazilerin satılıp Haraşalarla yenip içilmesine mi dersin, ne derseniz deyin ama o günlerin tapu kayıtlarına bir bakmak gerekir, köşklerin, evlerin arsaların nasıl, niçin el değiştirildi.

Nataşalar...
Rusçada Nataşa, kadın adıdır, nasıl bizde çok kullanılan Ayşe, Fatma vs. gibi kadın adı ise, Ruslarda en çok kadın adı Nataşa’dır. (bir süreliğine Türkiye’de Nataşa, argo olarak başka amaçlı kullanılmıştır)

1917 Ekim devrimi sonucu, devrim karşıtlarından 200 bin Rus, Kızıl Ordu kıyımlarından kurtulabilenler çok zor şartlarda Türkiye’ye, kaçarak İstanbul’a kadın, erkek, çoluk çocuk gelmişlerdi. Bu gelen bazı Rus kadınlar, Türk erkeklerle zevk sefa sürmeye başlamaları sonucu, Türk kadınları erkeklerini kıskanmışlardır. Bu Rus kadınlara, “Haraşo” adını vermişlerdir. Yani değişen bir şey yok, gelinmiş 1990’lara, salt adlar değişmiş, 1920’lerin “Haraşo”su, 1990’larda olmuş sana “Nataşa” Halef, Selef olmuşlar.

Ne var ki, tarihin tekerrürü, “Haraşo” olmuş “Nataşa!”...
1917 Ekim Devriminin 1990 yılında son bulmasıyla da kapılar açılmış, yine Rusya’dan binlerce kadın Türkiye’ye akın etmişler, yine Türk kadınları, kocalarına tebelleş olan bu güzel Rus kadınlardan kocalarını kıskandıkları için, “Nataşalar” adını vermişlerdir.  

Halkımızın 1990’larda, yani Ekim 1917 Sovyet Devriminden yaklaşık 75 yıl sonra, başlayan “Nataşa” adını taktığı ve nerdeyse 15-20 yılı yakın süre dilden düşmeyen birçok Rus kızlarının Türkiye’de Türk erkeklere, gönül ilişkileri işçiliği yaptıkları süreçte takılmış bir argo addı “Nataşa.” Çünkü bu “Nataşalar” yüzünden birçok evlikler bitirdi, birçok yuvalar yıkıldı, birçok erkek karısını terk etti; çocuklar perişan bırakıldılar.

Bu furya, 1990’larda başlayıp 15-20 yıla yakın sürdü. Lakin 1920’lerdekinden farklı gelişmeler oldu. On binlerce Rus-Türk evlilikler ortaya çıktı ve “Nataşa” olayları yerini düzenli aileler ortamına evirildi. Rus gelinler, artık yukarıdaki bağlamda ele alınamaz ve onlar bizim vatandaşlarımız oldular, evlilikler yoluyla Türk vatandaşı oldular. Böylece onların evliliklerden doğan çocuklar, bizim çocuklar, hem Türkçeyi hem annelerinin dilini, kültürünü öğrenerek yetişiyorlar ülkemizde.
Selman ZEBİL

(1) Jek Deleon, “Beyoğlu’nda Beyaz Ruslar”, Ç. Gülersoy, Vakfı Kütüphanesi Yayınları İst. 1990 
(2) Jak Deleon, aynı yapıt, s.14-15.
(3) Demirtaş Ceyhun, “Ah Şu Bizim Kara Bıyıklı Türkler” 2017, ist, s.359
(4) Refik Halit Karay, “Haroşaları Azimet Münasebetiyle, Aydede 10 Nisan 1922” İnkılâp Yayınevi

19 Nisan 2018 Perşembe

ASYA'DAN "KAFİR" TÜRKLERİ, KOVAN MÜSLÜMAN TÜRKLER


Şu Bizim Şamanist Türkler Var Ya!
Türkler, Türkleri sürdüler. Türkler, Türkleri Orta Asya’dan kovaladılar. Apar topar geldiler Anadolu’ya Türkleştirdiler. Yani, 11.Yüzyılda atalarımız bir yarısı göçmek zorunda bırakılmışlar. Orta Asya’da İslamlaşan Türkler, uyup Arap’ın kışkışına İslamlaşmamış Şamanist Türkleri sürgünlere mahkûm etmişler, işi kendi aralarında kanlı savaşlara, sürtüşmelere kadar vardırmışlardır. En belirgin nedeni, atlı göçebe Şamanist Türkler, İslamlaşmış, yerleşikleşmiş Türkler, uymuşlar Arap’ın sözlerine, kendi kandaşlarına, “Kâfir” demeye başlamışlardır.

İşte bu “kâfir” Türkler, ilk Müslüman olan Karahanlılar, bir bozkır düzeni yerine, klasik İslam devleti düzenini kendilerine model seçmişler ama ilk zamanlarda göçebe Şamanist bozkır Türkleri ile işbirliğini sürdürmüşler. Örneğin, Karahanlı Sultanı Ali Tegin’in kendisi de Buhara’da sarayda değil de, göçebe savaşçı Türkler arasında çadırlarda yaşamıştır.

Sonra olan olmuş...
Bu göçebe Türkler “sart” denilen Tüccar, çiftçi Müslüman Türklerin ekili arazilerine sürüleri zarar verdikçe araları açılır ve kanlı düşman kardeşler olurlar. Çatışmalar başlar, Devlete egemen yerleşik Türk Müslümanlar, Müslüman olmamış Şamanist Türklerin sürülerini ekili alanlarda pervasızca otlatmalarıyla baş edemezler. Bunlara karşı Karahanlı Devlet, kölelerden oluşan ücretli özel ordu kurarlar ve dahi onları, göçebeliklerini unutturmak içinde uğraşırlar, başaramazlar...

Yay çekip ok atamasınlar diye başparmaklar kestirilir...
Daha sonra yine Türklerden oluşan ikinci Müslüman Devleti Gazneliler ortaya çıkar. Karahanlılar Devleti gibi benzer göçebelerden kaynaklanan sıkıntıları yaşarlar. Hatta Gazneliler, bu göçebe Türkler, iyi ok atamalarını engelleyebilsek belki savaştan alıkoyup, yerleşik düzene geçirebiliriz umuduyla, yay çekip ok atamasınlar diye erkeklerin başparmaklarını bile kesmişlerdir...

İşte bu dönemlerde Selçuklular da, Karahanlılar ve Gazneliler, Aral Gölüne dökülen Seyhan Irmağı kıyısında oturuyorlardı. Karahanlılr, Gazneliler ve Samanoğulları ile sürekli savaş halinde, bir gün biriyle, bir gün diğeriyle savaşarak bu devlet kurulmuştur. Yani, Selçuklular, iki Türk Müslüman Devletle vuruşarak, kırışarak Müslümanlaşırlar. Abbasi Halifelerinin yardımına bile koşarlar...

Türkler için, “savaşta melek, savaşta ifrit gibidirler” özdeyişi vardır...  
Rus Prof. Gordlevskiy, kitabında aktardığı, İranlı Ubeyd Zakani’nin, “Risale-i Tarifat” adlı yapıtında, Türkler için: “Türkler Deccal’ın ön habercisidirler” dediğini aktarır.

Hala Türkün, Türk’e düşmanlığı Anadolu’da da sürmektedir. Örnek mi? Müslüman Kızılbaş-Alevi Türklere karşı, Müslüman Sünni egemen güçlerce 500 yıldan bu yana, bu topraklarda çeşitli katliamlar ile yüz yüze getirilmişlerdir.

İslam’dan önce Türkler, birbirleriyle sürekli çatışmalar yaptığı bir gerçektir. Ama Türkler hiçbir zaman Tanrı adına, din iman ve cennete gitme adına birbirlerini öldürdükleri tarihte ala görülmemiştir. Anacak, Türkler İslamlaştıktan sonra birbirlerini Tanrı-din adına, farklı mezheplerinden dolayı birbirlerini öldürmeye başlamışlardır.

Anadolu’da Türkler, birçok beylikler kurmuşlar ve üç tanede tarihe geçmiş güçlü devletler kurmuşlardır. 1. Selçuklu Devleti, onların mirası üzerine 2. Osmanlı devleti, son olarak ta her ikisinin mirası üzerine Türkiye Cumhuriyetini kurmuşlardır.

Selçukluyu kuran göçebe Oğuzlar olmuş, güçlenip İslamlaştıkça kendisini kuran, destekleyen göçebe Oğuz Türkleri dışlanmış, horlanmış, Türk olan Sultanların adları Araplaştırılmış ve Farslaştırılmıştır. Sonuçta Türkmen Babailer ayaklanmasından sonra dikiş tutturamamışlar 1240’tan sonra fazla ayakta kalamayıp batıp gitmişlerdir...

Selçuklular battıktan sonra, onları mirası üzerine, önceleri küçük bir aile olan, daha sonra Selçuklulara bağlı bir küçük beylik olan Osmanlılar, çevresinde toplanan göçebe Türkler ve heterodokus tasavvufçu bilge kişiler desteğinde 1299’da Osmanlı Devleti temeli atılır. Bu ilki Türk devletinin kuruluşlarında Haçlılara karşı ölümüne göğüs geren adsız Türkler olmuştur. Bu devletlerin her zayıf yanını kolladıkça Haçlılar harekete geçmişlerdir.

M.S.1147’de Konya Savaşında Selçuklu Sultanı Mesut’a karşı, İmparator Manuel Komnenos yönetimindeki Bizans ordusunu bozguna uğratıp planlarını bozan göçebe Oğuzlar olmuştur. Bu göçebe Oğuzlar, Bizans Ordusunun önüne tuzaklar kurmuşlar, baskınlar düzenlemişler ve sonuçta yenmişlerdir. Bu savaştan sonra en çok Batılı kaynaklar, Anadolu’ya “Türkia” demeye başlamışlardır. Yani, Türlerin ülkesi denmesi, bu savaşçı göçebe Türklerin sayesindendir.

2. Haçlı Ordusu, Alman İmparatoru 3. Konrad ve Fransız Kralı 7. Louis yönetimindeki orduları, Anadolu’ya güçlü bir saldırıya kalkıştılar. Göçebe Türkler karşısında Eskişehir dolaylarında bozguna uğradılar. Böylece bir kez daha Selçuklular göçebe Türkler tarafından korundular...

Biraz geri gidersek, 1048’de Hasankale, 1071 Malazgirt, 1147, Konya savaşı, Anadolu’nun Türkleştirilmesi açısından çok önemliydi, Türklerin Anadolu’yu vatan yapmada dönüm noktasıydı. Dahi, 1176’da 2. Kılıçaslan’ın Konya Savaşını yenmesinde gene göçeri Türkler ön plandaydı. Bu savaşa Bizanslı tarihçiler “ikinci Malazgirt Savaşı” demişlerdi.

Sonuç, Selçukluları Anadolu’nun en güçlü hale getiren göçebe Türk savaşçılardı...
İlginç olanı; Anadolu Selçuklu Devleti, bu göçebe Türklerin savaşçılığıyla güçlenip genişledikçe, gelirleri arttıkça, değiştiler. Kuruluş felsefelerinde fetih ve yağmacılığa dayalı göçebe devlet biçiminden, güçlenip geliştikçe, bir feodal devlet konumuna dönüşüp tarıma, ticarete, zanaata dayalı bir tür ekonomi siyaseti uygulamaya başlamaları 13. Yüzyılda Selçukluların Bizans ile iyi ticari ilişkilere girmeleri ve hatta Selçuklu-Bizans savaşları sırasında Hıristiyanların Anadolu içlerinden Bizansların yönetimindeki batıya bölgelerine kaçmışlardı. O batı bölgelerine kaçan Hıristiyanların geriye, Anadolu içlerindeki kendi köy ve kasabalarına dönmelerine bile izin verilmişti.

Daha açıkçası, Orta Asya’dan beri süregelen orduyu Türklerden oluşturup, temizleme operasyonlarını yaptırdıkları Türkleri, temizleme yollarına başlamaları, kendilerine göre ücretli askerlerden oluşan ordular kurarak, ordudan türlü yöntemlerle temizleme yoluna gitmişlerdi. Bu; kendini kuran, ayakları yere sağlam bastığını sanan Anadolu Selçukluları, savaşçı Oğuzlardan söz ederlerken, onlara ilk kez, “Türkmenler” demeye başladılar. Selçuklular bu “Türkmen” sözcüğünü bilinçli bir biçimde, göçebe Oğuzlar anlamına, aşağılayıcı bir terim olarak kullanmaya başlamışlardır...

Mevlana’nın Oğlu Veled, “Türkmenleri Kurban Et...”
Selçuklular da Türkmen sözcüğü, tarihi belirtilere göre, git gide öyle bir duruma gelmiş ki, soykırım aşamasına gelmiştir. Mevlana’nın oğlu Veled Çelebi, Selçuklu Sultanı Mesut’a bir Türkmen kırımı bile önerir, şöyle der: “Âlem yıkıcı bu Türkmenler, öyle zarar vermişlerdir ki, Şah’ım sakın sen onlara acıma, halkın yaşamasını istiyorsan onların tümünü kurban et (öldür)" demiştir.

Prof. Stanford Shaw’un yazdığına göre Selçuklu Hükümdarı 2. İzzettin’in annesi vaftiz edildiğini, sarayda da Gürcü Prensesinin Konya’ya yanında papazlar ve kutsal (ikona) eşyalar ile gelmesine ses çıkarmaz. Osman Turan, “Selçuklu Tarihi 
ve Türk İslam Medeniyeti” 1965. S.257’de yazdığına göre, Hatta Gürcü prensesin sarayda dinsel inançlarını yerine getirebilmesi için özel bir ibadethane (chapelle) yaptırmıştır. Ama Türkmen sözcüğü bilinçli bir biçimde aşağılayıcı göçebe kavramının karşılığı olarak kullananlar, dahi, git gide kendi öz kültürlerine bile yabancılaşmaları, dahi, kendi öz dilleri olan Türkçeyi artık Selçuklu saraylarında konuşulması yasaklayan Selçuklu Sultanlarıydı.

Öyle hal aldı ki, Selçuklu Sultanları, temelde kendilerinin kökeninin Türk olduğunu gizleyerek, kendi ana dillerini bile yasaklayan, yerine Arapça-Farsçayı dil diye seçmeleri; en acı tarafı ise, kendilerinden söz ederlerken ya “Rumi” veya “İslamlar” diye söz etmişlerdir. Hatta önceleri Türkçe adlarını, sonraları Keykubat, Keykavus, Keyhüsrev, Rüstem, Hürrem vs. gibi birçok Farisi, 10 yüzyılda İranlı Fidevsi’n yazdığı “Şahname adlı destanımsı kitapta geçen, kahramanlıklarını Turanîlere yani Türklere karşı yapmış hayali savaş kahramanların adlarını kullanmışlardır.    

Âşık Paşazade tarihinde göçeri “el-il”, Oruç Beğ Tarih-i Al-i Osman’ın da ve Neşri Tarihinde “göçer konar yürükler” diye geçer. Lakin Selçuklular, “göçebe” anlamının Türkmen sözcüğü anlamında kullanıldı. Yani Arapça-Türkçe karışımı bir dil olarak, dil bilimcilerine göre “men” eski Arapçada “o kimse” veya “kim ki” anlamınadır. Türkmen sözcüğü, ilk kez 11. Yüzyılda Müslümanlığı kabul eden Oğuz Türkleri için, yani göçebecilikten yerleşikliğe geçmiş, kentli anlamına kullanılmıştır. Lakin Selçuklular da Türkmen sözcüğü git gide, öyle bir hal almış ki, düşman hale getirilmiştir...

1176, Konya Savaşında tutsak düşen Bizans İmparatoru Manuel Komnenos, törenle İstanbul’a gönderilirken, yolda üzerlerine yine Türkler saldırınca, onu korumakla görevli birlik komutanı Selçuklu Beyi’nin, bu durma şaşıran İmparatora “onlar Türkmenlerdir, bizden değildir” dediği bile söylenir.

Selçukluların giderek artırdıkları Türklere şiddeti dayanılmaz boyutlara ulaşır. 13. Yüzyılda Türkler arasında aşağılanma, horlanma, dışlanma, baskılar nedeniyle yer yer homurtular başlar. Bir gün gelip, karşılarına başkaldırı olarak çıkar ve kurdukları devletin yıkıcı unsurları da göçebe Türkler olur.

Tam bu sıralar Orta Asya’da Cengiz Kağan yönetiminde Moğolların Orta Asya’yı kasıp kavurduğu günlerdir. İlk önce Moğol İmparatorluğu 1218’de Pekin’i, 1220’de Buhara’yı, 1221’de de Harezmşahlar İmparatorluğuna son verirler. Böyle olunca, Moğolların baskılarından Oğuz Türkleri can havli ile dalgalar halinde Anadolu’ya doğru yeni bir göç akımına başlarlar...

Bundan dolayı Selçuklu-Türkler ilişkileri daha da sert bir biçimde gerginleşerek düşmanlığa dönüşür. Anadolu artık gittikçe her geçen gün kargaşa ortamına doğru sürüklenmektedir. Biryandan da Anadolu’ya akın akın gelen göçebe Oğuz Türkleri, Anadolu’nun yerli nüfuzu Hıristiyanları oldukça çok geçer, Hıristiyan nüfuz azınlığa düşer...

11. Yüzyılda Anadolu’ya gelen göçebe Şamanist Türklerin Orta Asya’da yağma yapmaktan vazgeçmedikleri için, yağma yaptıkları yerleşik Müslüman Türkler tarafından, bunlara Anadolu’yu göstererek yağma yapılacak en uygun topraklar olarak olduğunu göstererek göndermişlerdi. 11. Yüzyılda Anadolu’ya gelen bu Müslümanlığı kabul etmemiş Şamanist göçebe Türkler, Anadolu’da Sünni Hanefi mezhebinden Müslümanlaşırlar...

13. Yüzyılda Moğol kasırgası önünden kaçarak Anadolu’ya gelen göçebe Türkler ise Orta Asya’da iken Müslümanlaşmışlardı ama onlar salt Hanefi mezhepli olmayıp çok farklı değişik mezheplere sahiptiler. Bu farklılık Anadolu’da kısa sürede fark edildi, çok sayıda Anadolu topraklarında farklı tarikatlar kuruldu. Bunlar Bektaşilik, Kadrilik, Melamilik, Yesevilik, Mevlevilik vs. gibi belli başlı tarikatlardı...

13. yüzyıldan itibaren kurulan bu tasavvufi disiplinli Türk tarikatları, İslamiyet’in kurallarına sıkıca sarılmak yerine, eski dini gelenekleri, töreleri ve Şamanizm dini İslamiyet’e uyarlanmış halde birer Mehdi Babalar, Abdallar 13. Yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başlar ve böylece Anadolu’da farklı bir görünüm ortaya çıkmaya başlar. Farklı görümlerin sergileyen farklılıklar, Anadolu’da ne kadar ezilen, horlanan, dışlanan, gale alınmayan göçebe Türklerin gözünde, Baba İshak, Barak Baba, Sarı Saltuk Baba gibileri birer peygamber sıfatı taşırlar. Anadolu göçebe Türkler arasında Baba İlyas, “Baba Resul”, yani peygamber Baba olarak anılır olmuştu.

Daha çok Anadolu’da 13. Yüzyıldan itibaren gelişen tarikatlar, pekte Arabî İslam kurallarına uymazlar, müziği, semahı, İslam’ın hor görmeyeceğini iddia ederek dini ayinlerin bir parçası yaparlar. Daha Şamanist etkisinden arınmamış bu Anadolu’daki yeni Müslüman Türkleri çok kolayca etkilemiş “Dede”, “Baba” veya “Abdal” diye nitelenen dervişler birer kurtarıcı gözle görülmüşlerdir. Hatta bu babalar ve dervişler salt dini ritüellere değil, gaziler harekâtına katılmışlar, savaşarak da böylece kitleler yön vermişlerdir.

13. yüzyıl Anadolu’ya Türkistan’dan gelmiş Türkmen Babaların, Yesevi dervişlerinin, Horasan Erenlerinin, Bektaşi Babalarının, Abdalların hepsi de, ezilmiş, horlanmış, sahipsizleştirilmiş, zulüm görmüş Türklerin hiç kuşkusuz aksakalı uluları, pirleri ve birer kurtarıcı Mehdileriydiler. Gösterişten uzak bu aksakalı pirler, ulular Anadolu’da Şaman din adamları gibi giyiniyorlardı. Ozandılar, yol gösterendiler, Türk töre ve geleneklerine bağlıydılar, bir lokma, bir hırka, akşam olunca başlarını altına yastık bir taş, bir kaşık, bir tastı bütün varlıklarıydı.

Selçuklu ve Osmanlıların aslını inkâr edip öz dilini yasaklayıp Farsça, Arapça konuşmuyorlardı. Göçebe Türklerin anladığı dil arı Türkçe konuşuyorlardı. İslam’ı da Şamanist bir düşünce ile buluşturarak basitleştirerek yorumlayıp anlattıkları için herkes anlıyordu. Yani Arapçanın anlaşılmaz karmaşasından arındırılmış tük dili ile toplumlara hitap ediyorlardı.

Gelirsek Babailer isyanına, Babailer isyanı,13. Yüzyılda Anadolu’nun Türk tarihine en önemli damgasını vuran olaylardan biri ve Türkler için bir dönüm noktası olmuştur. 1237’de 1. Sultan Alâeddin’in genç yaşta ani ölümü üzerine yaratılan kargaşa ortamında, ezilen, horlanan, kimsesizleştirilen, insan yerine konulmayan göçebe Türkleri de yanına alarak yürüyüşe geçen Baba İshak’a karşı Selçukluların topladığı paralı Gürcü ve Frank askerleri ile bastırıldılar. Ama takatten düşen Selçuklular 1243’de bu kez Moğollara karşı Kösedağ Savaşında yenik düştüler, Anadolu bütünüyle Moğol istilası altında 1243’ten 1336’ya kadar 100 yıla yakın süren Moğol valilerin yönettiği ülke durumunda kaldı.

Müslümanlaşmışlar, Şamanizm’e Cilala Yapmışlar...
Yine söylersek, Osmanlı devletini Müslüman Türkler kurmuştur, kuşku yok. Ama bu Müslümanlık, Arap-Acem Müslümanlığından çok farklıydı. Bu konuda Prof. Osman Turan, “Selçuklular Devri” kitabında, Türk Müslümanlar için: “çok satı” der. Ve “Türk İslam Medeniyeti” kitabında Fuat Köprülü: de, Anadolu Türklerinin Müslümanlık anlayışı hakkında ise: “Bu Türk aşiretler genellikle Müslüman olmakla birlikte, her tür bağnazlıktan uzak, din kendileri için, çapraşık ve gerçekleştirilmesi zor hükümlerine uymaktan çok eski budunsal geleneklerinin dıştan Müslümanlık cilasıyla cilalamış basit bir şekline uygun eski Türk Şamani, dış görünüşü İslamlaşmış bir devamı”  diye yazar. 

Ziya Gökalp ise, “Türkçülüğün Esasları” yapıtında: "Türkler eski dinlerinde zühdü ibadetleri yoktur” diyerek, Türklerin hiç bir zaman dine aşırı düşkün olmadıklarına açıklık getirmiş olur. Yani, kısacası, aşırı bir dine bağlılığı, din bağnazlığı yoktur...

Prof. Stenford Ahaw: “Büyük bir gelir kaynağını karatmamak için bile olsa, halkı kütleler halinde din değiştirmelere zorlama gibi bir çaba göze çarpmamaktadır” der.
Selman ZEBİL

Yararlanılan Kaynaklar:
Prof. Osman Turan, “Selçuklular Devri” yapıtı
Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi" 
Fuat Köprülü, İslam Medeniyeti” yapıtı.
Aşık Paşa, "Garib-Name" 1,2,3,4,5 ciltler
Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar 
İlhan Arsel, "Arap Milliyetçiliği ve Türkler
John Freely, At Üstünde Fırtına (Anadolu Selçukluları)
Julius Wellhausen, İslamiyet'in İlk Devirlerinde Dini-Siyasi Muhalkefet Patiler" 
Bahattin Ögel, "İslamiyet'ten Önce Türk Kültür Tarihi" 
Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sufiler Kalenderiler" 
Ahmet Yaşar Ocak, "Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler" 
Ahmet Yaşar Ocak, "Babailer İsyanı" (Aleviliğin Tarihsel Altyapısı, Yahut Anadolu İslam'ı-Türk Heterodoksinin Teşekkülü) 
Halil İnancık, "Makaleler" 
Faruk Sümer, "Oğuzlar, Tarihleri-Boy Teşkilat-Destanları"
Faruk Sümer, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü" 
Abdülkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Materyaller ve Araştırmalar
Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgaları, (Celali İsyanları)
Burhan Oğuz, "Türk Halkının Kültür Kökenleri" 2. cilt
Claude Cahen, "Türkler Nasıl Müslüman Oldu" 4. Baskı
Jean-Paul Roux, "Türklerin Tarihi, (Pasifik'ten Akdeniz'e 2000 Yıl)
Wilhelm Radloff, "Türklük ve Şamanlık" 3. Baskı
B.Y..Vladimirtsov, Moğolların İçtimai Teşkilatı, (Moğol Göçebe Feodalizmi) 
V.V. Barthold, "Moğol İstilasına Kadar Türkistan"
Mikail Bayram, "Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi"



13 Nisan 2018 Cuma

DP ve MENDERES DÖNEMİ (1950-1960) İÇ ve DIŞ GÖÇLERİN BASLADIĞI DÖNEM OLUR


Şatafatlı günlerinde Menderes meydanlarda

Köylülükten kentliliğe, çiftçilikten işçiliğe; kendine efendilikten, başkasına kulluğa Türkler

DP ve Menderes Dönemi (1950-1960) İç Göç ve Dış Göçlerin Başladığı Dönem Olur

27 yıllık CHP tek parti yönetimine son verilen 1950 seçimlerini DP kazanmış, 14 Mayıs 1950’de iktidarı eli geçirmiştir. 14 Mayıs 1950’den sonra, büyük göç, köylerden kentlere bir tür iç göç olarak başladı; bütün toplum ayaklanır gibi köyleri boşaltıp büyük kentlere korkunç bir biçimde, başta İstanbul’a akın ettiler...

1950’lerde daha 1 milyonu bile bulmayan nüfuzu, 1960’lara gelindiğinde 1.5 milyonu çoktan aşmıştır. 1970’lerde ise, 2.5 milyonu çoktan aşmış, 1990’larda ise 10 milyon iken, 2018’de ise 16 milyonun üzerine doğru koşmaktadır.

1950’de ülkenin toplam nüfuzun %25’i kentlerde iken, %75 nüfuz kırsal kesimlerde oturmakta idi. Aradan geçen 60 yıl içinde bu oran tam tersine dönmüş, kırsal kesimlerde oturan nüfuz, %25’e inmiş, kentlerde oturan nüfuz ise %75’e yükselmiştir.

Daha ilginci, 1950’lerde başlayan iç göç, ülke sınırlarını aşarak dış göçüde tetiklemiştir. 2. Dünya Savaşının yaralarını sarmaya, harabeye dönmüş yıkıklarını yeniden onarmaya, işçi gücü kalmamış fabrikalarının iş gücü olmaya çağrılmışlar. Ülke sınırlarını aşarak dış göçe katılıp, daha karasabanın sapından tutup ilkel metotlarda çiftçilikten başka bir bilgisi olmayan yağız Türkler, işçileşmeye doğru başta Almaya olmak üzere Avrupa ülkelerinin işçi açığını kapatmak için işçi göçü olarak gönderilmişlerdir.

Almanya, iş gücü açığını kapatmak üzere, ikili anlaşmalarla 1960’larda Türkiye’den konuk işçiler almış, ilk gelen işçileri tren istasyonunda bando-mızıkasıyla karşıladılar.

Türkleri kitaplardan tanıyan Almanlar, yakından görmek için karşılama törenine binlerce Alman katılmış, alkışlarla karşılamışlardır. Bu konuk Türk işçiler, önceki konukluklarından vazgeçip, Almanya’ya yerleşmeye başlamışlar, Almanya’yı, şairin dediği gibi  “Acı vatan” yapmışlar. Dahi, Avrupa’nın bütün devletlerinde var olmuşlar, arkası kesilmemiş, Afrika, Asya, Amerika, Kanada, Avustralya’ya gibi, bütün dünyaya dağılmışlar. Kimi yasal yollardan, kimi değişik yöntemler kullanarak çeşitli yollarla, kimisi kaçak yollardan, çoluk çocuk göç etmişler. 10. Yüzyılda Orta Asya’dan başlayan Türk göçü, 21. Yüzyılda bitmiş değildir, hızıyla sürmektedir.

Peki, bu göçlerin temelinde ne var? Elbette ekonomik şartlar, hala bu toplumun genlerinde diri duran göçebecilik kalıntıları, yüz yıllar geçse de, vazgeçilmez tutkudur. Öyle siyasilerin, arada bir görece özgürlüklerden açılım yapsalar da, Türklerin, göç özgürlüğünü frenleyememişlerdir.

Keşke cezası idam olmasa

Gelelim işin gerçeğine...
Örneğin Türk toplumu, gezmekten (turist) ülke, ülke dolaşmaktan hoşlanmazlar, ülkelerin tarihleri, yaşam şartlarını merak edip, gidelim, gezelim, görelim diye bir gelenekleri yoktur. Hala Türk insanının %80’ı yurtdışı gezisi yoktur. Yurtdışına akınla işçi olmaya, işçileşmeye gider, yani ekonomiktir göçü. Yani kısacası bu ülkede, 15 yaşın üstünde pasaport sahibi %8 ve ancak nüfuzun %21’idir bu

1950 seçimlerinden galip çıkan DP, siyasi ekolünün ve dahi, bilimsel bir bilgi birikimi, daha çok taşralı aydın ve tüccar ve daha çok CHP’ye kırılgan, öfkeli toprak ağaları DP’ye desteklerini esirgemediler. Ama DP, ülkede siyasi boşluğu asla dolduramadı, büyük toplumsal deprem yarattı ancak. Oy uğruna ülkede ayrılmaların önünü açtı. Toprak ağaları ağa-maraba düzenine döndü. Aşiretler de öyle, kırsal kesimlerden kentlere, köylülükten kentliliğe, çiftçilikten işçiliğe; kendine efendilikten, başkasına kulluğa, yani, sokakları süpüren, evlerde temizlik yapan, inşaatlarda ameleliğe akın akın aktılar kentleri doldurdular. Kentlerin kıyılarındaki hazine arazilerine gecekondular yaparak yerleştiler, kentlerin doğan dokusunu bozdular. Yani kentleri kuşattılar, git gide bu kuşatmalar, çarpık bir kentleşmeye doğru, arabeskleşerek doğru ilerlemiştir. Keşmekeş halde DP, kentlerin kuşatılmasına karşı duracağı yerde, teşvik bile etmiştir. Hazine arazileri yağmalanmasına adeta göz yummuştur. 

Selman Zebil 2018 Antalya

  

  

18 Mart 2018 Pazar

ÇANAKKALE 1915 GÜRBÜZ ÇOCUKLAR SAVAŞI


Çanakkale Savaşı

Hey be utanmaz adam! Bugün aldığın her nefes 103 yıl önce son nefesini veren 14-15 yaşlarındaki gençlerin sayesindendir…

İngiliz Subay onlara “Gürbüz çocuklar ordusu” diyordu:

“Ölü askerleri vardı; 14, 15, 16 yaşlarında ve inanın ki, gülüyorlardı. İlk kez kaybedeceğimizi o gün hissettik”  der.

Çanakkale Savaşı, bir insan bilinçli bir biçimde dürtü, belirli bir amaç için eyleme geçiren güç ve kabiliyetli davranış güdüsü sonucu başarıldı. Çanakkale Savaşı, bu milletin Kurtuluş Savaşının da yapabilirliğine ilham kaynağı olmuştur.

Dünya; Mustafa Kemali Çanakkale Sava ile tanıdı…
Atatürk’ün oluşturduğu ulus devlet Türkiye’nin ulusal birliğinin teminatıydı...

Kınalı Hasan ve Çanakkale Savaşı
Yüzbaşı Sırrı Bey, talim yaptırırken askerler arasında saçları kınalı Hasanı görür ve bu saçları kınalı Hasanı yanına çağırır, saçlarındaki kınanın ne anlama geldiğini sorar. Hasan utanarak, üzülerek şöyle der: 

“Komutanım buraya geleceğim vakit anam yaktı bu kınayı. Bende niye diye sormadım” der

Yüzbaşı Sırrı Bey: “Öyleyse bir mektup yazda sor bakalım anana, bizde öğrenmiş olalım” der. Bu soruya karşı Kınalı Hasan’ın yanıtı: “Ben yazı yazmasını bilmem ki komutanım” olur.  

Yüzbaşı Sırrı Bey: “Öyleyse sen söyle bölük yazıcısı yazsın köyüne, bakalım ne cevap gelecek?”

Bölük yazıcısının yanına gelen Kınalı Hasan söyler, o aynen şöyle yazar:  “Anacığım, kumandanın saçlarımdaki kınayı sordu, ben bilemedim. Kınanın bir manası varsa bildir de kumandanıma söyleyeyim” 

Böylece yazılan mektup Yozgat’a yollanır. Aradan iki ay geçer, birkaç mektup yanında Kınalı Hasan’ın anasından da bir mektupla mektubun yanıt gelir. Yüzbaşı Sırrı Bey açar mektubu okumaya başlar. Hasan’ın anası şöyle der mektupta: “Yavrum, Hasanım, Kınalı Kuzum, mektubun geldi, sanki dünyalar benim oldu. Köy kâtibi okudu, ben ağladım, kumandanın pek sevmişsin, ne güzel…

“…Kumandanın saçlarındaki kınayı sormuş. Bunda bilmeyecek ne varmış ki yavrum? Bizim buralarda kurban edilecek koçların başlarını kına ile süslerler. Bende dört kardeşin içinden en çok seni sevdiğim için seni vatana, millete ve Allah yolunda kurban olarak seçtim. O yüzden başını kınaladım” der. Anası Hatçe.

Yüzbaşı Sırrı Bey, mektubu okudukça gözleri doluşur, akar gözyaşları. Sonra posta erini çağırır: “Şu Yozgatlı Kınalı Hasan’ı bul getir, mektubu ona ben okuyacağım, onun okuması yok” der. .

Çok geçmez, posta eri geri döner: “Kumandanım Hasan bir hafta önce Arıburnu’ndaki şiddetli çatışmada Hakk’a yürümüş” der. Yüzbaşı Sırrı Beyin gözyaşları bir kat daha artar. İşte Çanakkale Savaşı böyle kazanıldı.

İllere Göre Çanakkale Şehitleri
Tarihi geçen en acımasız en kanlı savaşlarından biridir Çanakkale Savaşı. 253 bin birçok milletlerden şehitler verilmiştir toprağa. Şu anda, Anadolu toprakları üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki illerimizden Çanakkale’de şehit düşenler

0-100 arası: Adıyaman 11, Afyon 95, Amasya 32, Artvin 10, Bayburt 21, Bingöl 8, Bitlis 59, Diyarbakır 49, Gümüşhane 39, Isparta 55, Kars 1, Mardin 7, Muş 7, Ordu 56, Rize 71, Samsun 44, Siirt 40, Sivas 25, Tokat 47, Tunceli 30, Van 36’dır.

100- 500 arası: Aksaray 285, Antalya 183, Bartın 254, Elazığ 159, Erzurum 109, Giresun 114, Hatay 283, Kahramanmaraş 213, Kırıkkale 232, Kırklareli 366, Kırşehir 448, Malatya 141, Trabzon 155, Urfa 383

500-1000 arası: Adana 842, Bilecik 854, Burdur 606, Çankırı 972, Edirne 858, Eskişehir 843, Gaziantep 502, Kastamonu Kayseri 771, Kocaeli 583, Muğla 671, Nevşehir 525, Niğde 509, Sakarya 526, Uşak 818, Yozgat 661, Zonguldak 753 olmuştur.

1000 üzeri ise: Ankara 1772, Aydın 1746, Balıkesir 2779, Bolu 1405, Bursa 3737, Çanakkale 1783, Çorum 1333, Denizli 2195, İçel 1218, İstanbul 1648, İzmir 1720, 2425, Konya 2683, Kütahya 1487, Manisa 2174.

SİZİN ÇANAKKALENİZ ON HİROŞİMA EDER
Turgut Özal ve yanında zamanın Milli eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler vardır. Ülkeye Japon eğitim heyeti gelir; gerektiği kadar ikili işbirliği gerçekleştirilir. Japon heyet ülkede bazı bölgelerde temas ve incelemelerde bulunurlar ve sonra Bakanlıkta toplanırlar, Türk yetkilere incelemelerini aktarırlar.

Japon heyeti, bizimkilere ilginç sözleri olur: “Sizin çocuklarınıza milli şuur yok” derler.

Bizimkiler hemen yanıt vermeye çalışırlar: “Bizim Çocukların damarlarında kan milli duygumuzun kaynağıdır” derler.

Bizimkiler şaşkın ve Turgut Özal’ın: “Nasıl?” sorusu üzerine Japon heyet: “Sizin geçlerinizde milli şuur var mı?" 
Japon uzmanlar anlatmaya başlarlar: “Biz gençlerimize daha ilköğretime başlamadan testler uygularız. Okula başlayacak çocuklarımıza milli ruh şok laması yaparız. Örneğin; uçak gibi hızlı giden trenlerimize önce toplu halde bindirir, bir tur yaptırır ve çok katlı yollardan da geçen tren, onları şöyle bir sarsar. Mini mini çocuklarımız teknolojinin bu baş döndürücü sonucunu görerek şok olurlar. Sonra dev teknoloji merkezlerimiz olan fabrikalarımızı gezdirir, ülkemizin gücünü gösteririz. Bu şoktan sonra Hiroşima’ya götürürüz. Bölgeyi aynen koruruz. Bombalanmış bu bölge hakkında bilgilendirir; değil hayvan, bitkinin bile yeşermediği, hiçbir canlıya hayat hakkı tanımayan atom bombasının etkilerini gösteririz.

Ve deriz ki; eğer sizler çalışmaz, sizden öncekileri geçemezseniz vatanınız, işte böyle düşmanlar tarafından bombalanır. Hiçbir canlı yaşamayacak biçimde size bırakıp giderler. Çalışırsanız, bindiğiniz hızlı trenleri bile geçecek yeni vasıtalar yaparsınız. Gerisi sizin bileceğiniz iş! Çocuklarımız bununla ikinci bir şok daha yaşarlar. Sizlere şunu hatırlatalım ki, Türkiye de birçok teknik elemanımız bulunmaktadır. Bunların herhangi birine bu konuyu sorabilirsiniz” derler.

“Peki, Türkiye için tespitiniz var mı? Gözlemleriniz nedir?” Der bizimkiler.

“Elbette var” der Japonlar, şöyle sürdürürler: “Bizimkilerden daha çok önemli! Bir tanesi Çanakkale Savaşlarının olduğu bölgedir. Bu bölge gençlerinizin şok olması için yeter de artar bile.

İşte bu bölge Çanakkale Savaşlarını en acımasız savaşlardan olduğu, 1 metrekareye 6 bin mermini düştüğü savaş. Bu savaştan Türklerin galip çıkması, o kadar çok güçlü ve birçok milletlerden oluşan müttefikler ve gelişmiş teknolojileri karşındaki olmayacak bir şeydi ama galip gelmişti, emperyalistlere meydan okumuşlardı. Selman ZEBİL







22 Şubat 2018 Perşembe

NORVEÇ-SVALBARD ADASINDA KÜRESEL TOHUM AMBARI

Felaket Ambarı Norveç-Svalbard
Norveç'in Svalbard takım adası olan Spitsbergen
adasında 130 mt. dağın altında küresel tohum anbarın
girişten görünümü
Norveç hükümeti tarafından 2008 yılında yaptırılan tohum deposu, Norveç’in kuzeyinde Svalbard takımadası Spitsbergen adasında bulunan donmuş bir dağın 130 metre altına kadar oyulmuş yerde, Küresel Tohum Ambarı” adı verilen bir ambar kuruldu. Buna bir de “Felaket Ambarı” adı da veriliyor. İçinde, dünyanın dört bir yanından getirilmiş yaklaşık 3 milyona yakın değişik tohumları, dünyada bir felaket oluşumundan korumak için inşa edilmiştir. Resmi bilgilere göre bu depo her türlü nükleer saldırıya karşı dayanıklıdır. Ayrıca bu buz dağının içine oyularak yapılan ambarda 1000 yıla kadar bozulmadan kalabilecek bir duruma sahiptir. 

Norveç Hükümetinin 2008 yılında yaptırdığı bu adı geçen tohum deposu, Uluslararası Gıda Örgütü’nün emrine devredilmiş olup, bu gün buradaki çalışmaları Uluslararası Gıda Örgütü yürütüyor. Değişik ülkelerde 1757 tohum depolama bankası var iken, küresel güçlerden Finans kaynağını ise Rockefeller Vakfı, Henry Ford Vakfı, Syngenta Vakfı, Bill Gates Vakfı gibi vakıflar bu Norveç’in Svalbar’daki tohum ambarına neden gereksinim dudular acaba?

ABD ve Tohum
ABD Irak’ı işkâl etmeden önce, Irak Tarım Bakanlığı’nın yedeklediği tohumların bir bölümünü Suriye-Halep’teki Tarım Araştırmalar merkezine göndermişti. Suriye de de iç savaş çıkınca Halep’teki değerli tohumlara ne oldu derseniz, Norveç’in Svalbard Adasında kurulan tohum deposuna aktarılmıştır. Dahi, Afganistan, Ruanda, Etiyopya, Somali, Kamboçya’da çıkan çatışmaların ilk etkilenen tohum merkezleri oldu...

Norveç-Svalbard'daki Küresel Tohum
Ambarının içten görünümü


Ama Irak’ı işkâl eden ABD’nin o günkü Başkanı George W. Bush’un ağzından çıkan ilk sözü: ”Bizim Irak’ta bulunma nedenimiz, buraya demokrasi tohumlarını ekmektir.” ABD ne yaptı? Irak işgalinde ilk işi tarıma el atmak oldu. ABD Tarım devi Monsanto’dan “Irak böceğine dayanıklı tohum” getirdi, köylülere bu tohumları dayattı. Köylülerin Amerikan Monsento’yla yaptığı sözleşmeye göre, tohumlar bir dahaki hasat yılında kullanılmayacaktı. Yoksa bir çuval tohum bedelinin 120 katı para cezası ödemek zorundaydılar.

Irak köylülerinin elindeki son kalan doğal tohumları, Irak İşkâl Valisi Paul Bremer, kendi gelecekleri için depolanmak üzere Norveç’teki Svalbard Tohum Depolama merkezine taşıdı...   

Kıyamet Deposunda Ölüm Tohumları!
Alman asıllı ABD’li gazeteciden ürkütücü iddia: “Kıyamet Deposunda Ölüm Tohumları”  deposu, “Kıyamet Tohum Deposu” olarak bilinen, Norveç’in Kuzeyindeki  Svalbard adlı saz kış soğuk olan bir adaya kurulmuştur. İnsanın aklına: Hangi kıyameti bekliyor? Diye düşündürücü fikirler geliyor.  Acaba bu, küresel güçlerin dünyayı ele geçirme planlarının bir parçası mı?

Alman asıllı Amerikalı araştırmacı-gazeteci F. William Engdahl, tarım sektörünü elinde tutan GDO devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler bildiklerini iddia ediyor. Svalbard hariç dünyadaki diğer tohum depolarını bekleyen kıyamet nedir? Esas ‘amaç ari üstün ırk yaratmak mı yoksa istenmeyen ırkları yiyeceklerle kısırlaştırmak mı?” diye bir düşünce öne sürüyordu.

Alman asıllı Amerikalı araştırmacı-gazeteci F. William Engdahl’ın bu proje ile ilgili dehşet verici kuşkuları var.  Engdahl, tarım sektörünü ellerinde tutan GDO (genetiği değiştirilmiş organizma) devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler bildiklerini düşünüyor. Spitsbergen’in buzlaşmış kayalıklarının altında “dünyayı ekonomik ve genetik olarak ele geçirme” planlarının yattığını iddia eden Engdahl, teorisini ambar projesi finansörlerinin kimlikleri ve geçmişleri hakkında ayrıntılı hatırlatmalar yaparak ispatlıyor.

Nisan 2009’da Türkçeye çevrilen, “Ölüm Tohumları Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar”  adlı kitabın da yazarı olan Engdahl ile “kıyamet muhafızları” dediği finansörlerin kimlikleri, neler yaptıkları ve Svalbard Küresel Tohum Deposu üzerindeki hedefleri hakkında konuştu. Bakın o bildik finansör küresel güçler burada da sahnedeler: “Öncelikle, bu ambarın Global Crop Diversity Trust (GCDT- Küresel Hasat Çeşitliliği Örgütü) aracılığıyla işletildiğini söylemeliyim. Nisan 2009 rakamlarına göre 123 milyon dolarlık bir finansmanları var. Roma’da kurulan bu örgütün başında Kanadalı Margaret Catley-Carlson bulunuyor. 1998’e dek New York merkezli Nüfus Konseyi’nin de (Population Council) başkanıydı. Bu konsey John D. Rockefeller’ın nüfus popülasyonunu düşürmek amacıyla 1952’de kurduğu, aile planlaması adı altında gelişmekte olan ülkelerde kısırlaştırma çalışmaları yürüten bir konsey.

F. William Engdahl 
Diğer GCDT üyeleri arasında Hollywood Dream Works Animation’a başkanlık eden Lewis Coleman da var. Coleman ABD’nin en büyük Pentagon anlaşmalı askeri endüstri şirketi olan Northrup Grumman Corporation’ın da kurul başkanıydı. 

Örgütün finansörleri ise; geçen yıl şirketin aktif yönetiminden çekilerek kurduğu Bill-Melinda Gates Vakfı aracılığıyla kendini Asya ve Afrika’daki çiftçilere yardıma adayacağını beyan eden Microsoft’un kurucusu Bill Gates!

Dünyanın en büyük patentli GDO tohum ve tarım kimyasalları devi ABD’li DuPont/ Pioneer Hi-Bred. Yine bir ABD’li GDO devi Monsanto. İsviçre menşeli GDO tohum ve tarım kimyasalları şirketi Syngenta! 1970’lerde 100 milyon dolarlık bir kaynakla ‘Yeşil Devrim’ diye bilinen tohumda gen devrimini başlatan ve tarımsal değişim ile ideal genetik saflığı sağlama çalışmalarını yürütmek üzere dünyanın en büyük vakıflarından birini kuran petrol devi Rockefeller! ABD, İngiltere, Norveç, Almanya, İsviçre ve Kanada’dan da devlet fonları aktarılıyor.

Dünya’da Az Gelişmiş Ülkelerin Yerli Tohumlarını Depolarlarken
Kendilerinin ürettiği GDO (genetiği değiştirilmiş organizma) tohumları az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yayarak tarlalardan orijinal tohumların kökünü kazıyan şirketler, şimdi dünya üzerindeki tüm orijinal tohumları olası bir kıyamet günü için kutuplarda buzdan bir adaya saklıyor. Dünyanın pek çok ülkesinde ‘zaten var olan’ tohum depolarına ne gibi bir felaket gelecektir ki, Svalbard’a muhtaç kalınacaktır?

F. William Engdahl kimdir? 1944 yılında ABD’nin
Minneapolis eyaletinde doğan Engdahl, Princeton
Üniversitesi’nde hukuk, Stockholm Üniversitesi’nde
de ekonomi okudu. İlk kitabı dünya 
ilgilendiren
GDO’lu yiyecekler ve ne amaçla üretildiğine dair
Ebu Garib tohumları nerede? Nükleer savaş, iklim değişimi veya meteor düşmesinin dışında bir felaketten mi söz ediyorsunuz?

“Evet, planlı bir felaketten söz ediyorum. Bunu anlamak için yalnızca 2003 Amerikan bombardımanından sonraki Irak’a bakmak yeterli. Irak medeniyetlerin beşiği ve binlerce yıl önce buğday tarımının doğduğu yerdir. Ebu Garib’de yüzlerce yılda geliştirilen buğday tohumu çeşitlerinin yer aldığı bir tohum bankası bulunuyordu. Amerikan bombardımanından sonra tohum mahzeni tarihe karıştı. Artık kimse o tohumların nerede olduğunu bilmiyor.

Düşünün, dünyadaki bütün tohum çeşitleri NATO destekli Svalbard’da bir araya getirilip kontrol altına alındığında, dünyadaki diğer paha biçilmez tohum bankalarını savaşlar ve terörist eylemler ile yok etmek çok kolay olacak! Sonrasında da Monsanto ve DuPont gibi devler kendi GDO tohumlarını tüm dünya çiftçilerine tekelden sunabilecekler. Yani bütü tohum çeşitlerini ele geçirdikten sonra dünyanın diğer tohum bankalarını, tekel oluşturabilmek amacıyla yok edebilirler.”

ARİ IRK Yaratma ‘Projesi’ ve ROCKEFELLER
Hayır, bunu açıklamak için önce kıyamet muhafızlarının kimliklerinden ve geçmişte neler yaptıklarından biraz söz edelim. Rockefeller 1971’de Uluslararası Tarım Araştırmalarında Küresel Danışmanlık Gurubu olan CGIAR’ı kurdu.

CGIAR, üçüncü dünya ülkelerinin bilim adamlarının ve agronomistlerinin (tarım uzmanı) ‘modern tarım ürünü’ kavramlarında uzmanlaşmaları ve ABD’de öğrendiklerini ülkelerine götürmeleri ile yakından ilgilendi. GDO’lu ‘Gen Devrimi’nin yaygınlaşması için paha biçilmez bir etki şebekesi oluşturdular.

CGIAR, daha etkin olabilmek için BM Gıda ve Tarım Örgütünü (FAO), BM İlerleme Programı’nı ve Dünya Bankası’nı da işin içine dâhil etti. Böylelikle Rockefeller Vakfı 1970’lerden itibaren küresel tarım politikalarını şekillendirebilecek konuma geldi. Ve başardı. CGIAR aslında Rockefeller ailesinin on yıllar süren bir planının parçasıydı. Bu plan ‘Proje’ olarak adlandırılan, üstün ırk yaratma planıydı.

Rockefeller Hitler’in de finansörüydü. Üstün ırk yaratma projesi tam olarak nasıl bir şey? (*)

Rockefeller Vakfı’nın ve zengin finans kurumlarının 1920’lerden beri genetik olarak üstün ırk yaratmayı meşrulaştırmak için kullandıkları öjenik bilimi daha sonradan genetik mühendisliği olarak değiştirilmiştir. Hitler ve Naziler buna "Ari Üstün Irk" diyorlardı. Hitler’in öjenik çalışmaları da bugün Svalbard’a milyonlarca dolar akıtan Rockefeller Vakfı tarafından finanse edilmişti.

Rockefeller Vakfı Third Reich’s Kaiser Wilhelm Institutes’nün ari ırk öjenik çalışmalarını finanse ediyordu. 2. Dünya Savaşı’nda Amerika resmi olarak savaşa Hitler Almanya’sının karşısında olarak girerken, Rockefeller Standard Oil Group, illegal olarak Alman Luftwaffe ve Wehrmacht birliklerine petrol nakline devam etti. Bununla ilgili Amerika senato araştırması da yapıldı.

Rockefeller Vakfı insanı ‘gen dizilimlerine’ indirgemeye çalışan sözde moleküler biyoloji bilimini yaratmıştı ve sonunda insan özelliklerini dilenilen şekilde değiştirmeyi amaçlıyorlardı. Hitler’in öjenikçi bilim adamları 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sessiz sedasız ABD’ye götürülmüş ve çeşitli yaşam formlarının genetik olarak tasarlanması konusunda ilk adımları atmışlardır.”

Gıdalar ile negatif öjenik Amaç tarım yani gıdalar üzerinden üstün ırk yaratmak mı?

Aslında daha da kötüsü, Rockefeller, Carnegie, Harriman ve diğer zengin elit aileler tarafından fonlanan öjenik (üstün ırk yaratma) lobisinin 1920’den beri biricik amacı ‘negatif öjenik’tir. ‘Negatif Öjenik’ istenmeyen soyların sistemli bir şekilde yok edilmesidir. Aile Planlaması Enternasyonal’in kurucusu, koyu öjenikçi ve Rockefeller ailesinin yakın dostu Margaret Sanger 1939’da Harlem’de ‘Negro (Zenci) Projesi’ adı altında bir proje başlattı. Bu projenin ne olduğunu bir arkadaşına yazdığı mektupta açıkça dile getiriyordu: ‘Negro (Zenci) nüfusu ortadan kaldırmak istiyoruz’

20 yıllık kısırlaştırma projesi. Negatif öjenik bir kısırlaştırma projesi mi?
“Örnekler üzerinden gidelim. Küçük bir Kaliforniya biyoteknoloji şirketi olan Epicyte, yendiği takdirde erkeği kısırlaştıran bir mısırı genetik mühendisliği marifetiyle geliştirdiklerin açıkladı. Epicyte, Svalbard’ın iki destekleyicisi olan DuPont ve Syngenta ile teknolojilerini yaymak için ortaklık kurmuştu. Çok ilginçtir ki Epicyte, genetiği değiştirilmiş sperm öldürücülü mısırı ABD Tarım Bakanlığından (USDA) aldığı araştırma fonuyla geliştirmişti.

Bir başka örnek; 1990’larda BM Dünya Sağlık Örgütü Nikaragua, Meksika ve Filipinlerde 15 ila 45 yaşları arasındaki milyonlarca kadının tetanosa karşı aşılanması için bir kampanya başlattı. Erkekler de tetanos olabilirdi ama aşı erkeklere yapılmadı. Bu şüphe uyandırıcı durumdan ötürü Katolik bir kilise organizasyonu olan Comite Pro Vida de Mexico (Meksika Yaşam Komitesi) aşıları test ettirdi...

Test sonuçları gösterdi ki Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) yalnızca çocuk doğuracak yaştaki kadınlara dağıttığı aşıların Chorionic Gonadotrophin (hCG) içerdiği ortaya çıktı. Doğal bir hormon olan hCG, tetanos toksoid taşıyıcılarıyla ile birleştiğinde kadınların hamile kalmasını engelleyen antikorları üretiyordu. Daha sonradan ortaya çıktı ki Rockefeller Vakfı, Rockefeller Nüfus Konseyi, Dünya Bankası ve ABD Ulusal Sağlık Enstitüleri, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) için tetanos taşıyıcılı bir kısırlaştırma aşısı üretmek için 1972’de 20 yıllık bir proje başlatmışlardı. Ayrıca Svalbard Kıyamet Tohum deposunu ev sahibi Norveç hükümeti kısırlaştırıcı aşının üretilmesi için 41(**) milyon dolar bağış yapmıştı!”

Hibrid tohumlarla tekel tuzağı. Rockefeller’in gelişmekte olan ülkelerde yürütmüş olduğu ve hala devam eden Yeşil Devrim çalışmalarına da bu açıdan bakınca korkunç görünüyor…

“Rockefeller Vakfı 1946’da Nelson Rockfeller ile Pioneer Tohum Şirketi kurucusu Henry Wallace’ın Meksika’ya yaptıkları bir geziden sonra sadece adı yeşil olan Yeşil Devrimi başlattı. Neydi Yeşil Devrim? 60’larda Rockefeller’in çalıştığı Meksika, Hindistan gibi ülkelerde daha çok ürün veren ıslah edilmiş tohum çeşitleriyle açlık sorununu büyük ölçüde çözmeyi vaat ediyordu. Yıllar sonra, Yeşil Devrim’in aslında Rockefeller ailesinin ileride tekelleştirebilecekleri bir tarım işi geliştirme planı olduğu ortaya çıktı; tıpkı yarım yüzyıl önce petrol endüstrisi işinde yaptıkları gibi.

Nasıl tekelleştiler?
“Yeşil Devrim gelişmekte olan piyasalarda yeni hibrid tohumların üretilmesine (***) dayanıyordu. Hibrid tohumlar üreyemedikleri için çiftçilerin her sene tohum alması gerekiyordu. Hibrid tohum patentlerinin DuPont-Pioneer Hi-Bred’in ve Monsanto’nun başını çektiği bir avuç dev tohum şirketinin elinde toplanması daha sonra GDO’lu tohum darbesi için yolu açtı. Hibrid tohumlar ve bu tohumların ihtiyaç duyduğu kimyasal gübreler, çiftçileri tarım ve petrokimya şirketlerine bağımlı hale getiriyordu. Bu gübreler Rockefeller kontrolündeki büyük petrol şirketlerinin ürünüydü. Ot ve böcek ilaçları da petrol ve kimya devleri için ek pazarlar oluşturuyordu. Yeşil devrim aslında bir ‘kimyasal darbeydi’. Gelişmekte olan ülkelerin yüksek miktardaki gübre ve ilaç girdisini finanse etmeleri mümkün değildi. Bu nedenle Dünya Bankası’ndan kredi notu alarak ve ABD hükümetinin garantisi altındaki Chase Bank ve diğer New York bankaları aracılığıyla özel borçlar aldılar.”

Sonuç?
“Bankalara ve tefecilere borçlanan çiftçiler genellikle topraklarını kaybettiler. İş aramak için şehirlere göç ettiler; fabrikaların ucuz işçi açığı da kapanmış oldu.

Peki ya bugün?-Bugün de Gates ve Rockefeller Afrika’da Yeşil Devrim adı altında bir projeye daha milyonlar yatırıyor. Amaç yine GDO tohumların ve kimyasalların yaygınlaştırılması. Bunun için pek çok teşvik ve kampanyalara başvuruyorlar.
Patentli biyolojik silah”

Büyük bir tekelleşme tehdidiyle karşı karşıyayız…
“Amaçları tüm tohumları patentlemek ki kendilerinden izinsiz kullanılamasın. Sonra küçük çiftçileri adım adım lisans parası ödemeye mahkum edecekler, ödemeyenlere de patent ihlalinden ceza verilecek. Plan işlerse tüm dünya birkaç tohum devinin kölesi olacak. Washington’dan gelen emirler doğrultusunda Washington’un siyasetlerine karşı olan üçüncü dünya ülkelerine tohum vermeme olasılığı için de kapıyı aralayacaktır bu. Ayrıca pirinç, mısır, buğday ve soya gibi dünyanın temel gıda üretimi için patentli tohumların üretimi korkunç bir biyolojik silah olarak da kullanılabilir. Genetik müdahalelerle öldürücü gıdalara çevrilebilirler.”

Yarlanılan Kaynak: 
F. William Engdahl kimdir? 1944 yılında ABD’nin Minneapolis eyaletinde doğan Engdahl, Princeton Üniversitesi’nde hukuk, Stockholm Üniversitesi’nde de ekonomi okudu. İlk kitabı dünya ilgilendiren "GDO’lu Yiyecekler ve Ne Amaçla Üretildiğine Dair."
(*) Bütün kötülüklerin altında Rockefeller Şirketi çıkmaktadır
(**) Bazı gereksiz gördükleri ırkları kısırlaştırmak amaçlı
(***) Hibrid tohum üretmekteki amaç

TURANCI-TÜRKÇÜ-SOSYALİST ETHEM NEJAT (1881-1921)

ETHEM NEJAT (1887-1921) Annesinin adı Cavide, babasının adı Hasan'dır. Anne tarafından dedesi Ahmet Cavit Paşa, Çerkes İttihat ve Teavün...