13 Ocak 2019 Pazar

BEYŞEHİR TARİHİ ALAETTİN KEYKUBAT DÖNEMİ ve KUBAT-ABAT SARAYI



Beyşehir'in Alaettin Keykubat Dönemine Doğru

Osman Turan, “Selçuklular Zamanında Türkiye” adlı yapıtında: “Türk akıncılar Antalya civarına kadar indiler Bu durum imparatoru M.S.1142 baharında tekrar sefere çıkmaya mecbur etti. Bizans ordusu Beyşehir civarına kadar ilerleyip İstanbul-Antalya yolunu emniyete almak istiyordu. Fakat bu havalenin Hıristiyan halkı Türklerle dostluk ve ticaret yapmakta, onların adetlerine uymuş bulunmakta idi. Bu sebeple Yuannis’e itaati ret ve kendisine hakaret ettiler.

İmparator Beyşehir (Karalis) adalarına sığınan ve Sultan Mesut’a bağlı kalan halkı tenkile kara verdi; gemiler inşa ederek adalara sevk etti. Gemilerin bir kısmı fırtınada battı ise de adalar işgal edildi. Sultan’ı tercih eden halkı Konya’ya tatd eyledi” (1)

Osman Turan, aynı yapıtında: “Hıristiyan kaynaklarında inikas eder. Filhakika İskenderiye patrikleri tarihi Sultan Mesut’a ait ‘memleketlerin ve raiyyetin pek çoğu Rum olup iyiliğini ve adaleti dolaysıyla Hıristiyanlar onun idaresine rağbet ‘ ettiklerini kaydeder. Bizans kaynaklarında Hıristiyan ve Bizans’ın tebaası olduğu halde Beyşehir civarındaki halkın M.S.1142 seferinde İmparator Yuhannis’e karşı gelip Sultan Mesut’u tercih ettiklerini belirtmiştir” (2)

(1) Osman Turan, “Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi” 1984, s. 177
(2) Osman Turan a.y. s. 194

Beyşehir Gölü Kıyısındaki Kubadabad Sarayı
Antik dönemde adının Lykaonia olan Konya’nın güneyine düşen, yine antik adı Pisidia adıyla bilinen bölgeden alan üç Pisidia gölünün en büyüğü olan Beyşehir Gölünün güney kıyısında bulunan yer. Bir adı Dipoyraz Dağı olan 2992 metre yüksekliğindeki Anamas Dağı’nı dibine düşen bu yeri görüp beğenen Selçuklu Sultanı 1. Alâeddin Keykubad, Konya’nın yaz sıcağından kaçıp dinlenmek amaçlı 1235’te yaptırmıştır. Ancak Konya’yı Beyşehir’e bağlayan bu yazlık Kubadabad sarayın keyfini çıkartmadan Alâeddin Keykubat bir yıl sonra ölmüştür.

Anadolu Selçuklu hanedanlık yazlık sarayıdır... 
Anadolu Selçuklu hanedanları içinde en etkili sultan Alâeddin Keykubad olmuştur. Fars kökenli Selçuklu tarihçisi İbn Bibi yazılarına göre Alâeddin Keykubad’ın Beyşehir Gölü güney-batı kıyısında, Anamas Dağları eteğinde, Gölyaka (Hoyran) köyüne 3 kilometre uzaklıkta M.S.1236’da inşa edilen Kubadabad Sarayından söz eder.

Beyşehir Gölü Kıyısı ve Nişabur’la kıyaslanması…
Alâeddin Ata Melik Cüveyni’nin M.S.1260 yılında yazdığı “Tarih-i Cihan Güşa” (*) adlı yapıtında: “Eğer gökyüzüyle karşılaştırıp şehirleri yıldızların yerine koysak, Nişabur yıldızların arasında parlak Zühre yıldızının yerini tutar. Eğer onu insan organlarının birinin yerine koymak istersek, hiç şüphesiz gözün yerine koyarız. İnsan Merv-i, Bağdat’ı ve Küfe’yi ne yapsın? Nişabur dünyada insanın gözünün bebeği gibidir”

Çok yaşa Nişabur! Eğer yeryüzünde cennet varsa orası sensin. Eğer sen cennet değilsen, yeryüzünde cennet yok demektir. Bu sözlere benzer sözleri Alâeddin Keykubat, Alanya dönüşü Beyşehir Gölü kıyısına ulaştığında gördüğü güzelliğe hayran kalarak söylediği sözler Bibi. Beyşehir Gölü kıyısına gelindiğinde burasının İran kenti Nişabur’a benzetilmesi:

“Çok yaşa Nişabur! Eğer yeryüzünde cennet varsa orası sensin. Eğer sen cennet değilsen, yeryüzünde cennet yok demektir.” Şiirimsi sözlerin benzerini Alâeddin Keykubat, Alanya dönüşü Beyşehir Gölü kıyısına ulaştığında gördüğü güzelliğe hayran kalarak söylediği sözlerin bir benzerini, Antalya’dan Konya’ya dönüşünde, yol üzerine düşen Beyşehir Gölünün alüvyondan oluşan güney-batı kıyılarına hayran kalır. Şöyle der; “Cennet burası değilse neresidir” diyerek hayran kaldığı orada nasıl bir yazlık saray yapılabileceğini tasarlar, ilgili yerlere bu gölün kıyısına bir saray yapımı için emreder. Bizzat nasıl bir saray yapılacağını da kendisi planlar ve yapıya dair oldukça genel bilgiler bile verir. Sonuç olarak cennet gibi olan bu yöreye Kubadabad Sarayı yapılmış olur.

Hatta Amasya-Babailer isyanında (M.S.1240) Selçuklu Sultanı 2. Keyhüsrev zor anlar yaşar, Konya sarayından gizlice kaçarak Beyşehir Gölü kıyısındaki bu yazlık sarayda saklanır bir müddet.

İbn Bibi yazılarında anlatımlarına göre: “Buhayre-i Gurgurum” denilen bu yerin neresi olduğunu ve dahi bahsettiği “Gurgurum” denilen vilayetin neresi olduğu hakkında bir işareti bilgiyle tarif edilmemişti. İş böyle olunca, uzun zaman bu sarayın yeri ve adı terk edilmişlikten bilinmeden kaybolur gider ta ki M.S.1940’lı yıllara Zeki Oral’ın bu yeri bulup alana çıkarana kadar.

O zamanın Konya Müze müdürü M. Zeki Oral’ın Kubadabad Sarayının ören yerini bulup alana çıkarmasıyla 1949 yılında Konya Anıtlar Dergisindeki yazdığı bir makaleyle alana çıkmıştır. Kubadabad Sarayı kalıntıları hakkında araştırmalar sürdürülür ve sondaj çalışmaları yapılır, bulgular ve tarihin alana çıkmasıyla Türk-tarih bilimine zenginlik katışı Belleten dergisinde makaleler halinde yayımlanır. 

Kazılar ve yüzey araştırmalarından anlaşıldığına kadarıyla Beyşehir ve yöresi, yerleşim alanı olarak İ.Ö.6000 ile 7000 yıllara kadar uzanan bir tarihe sahip olduğu bilinmektedir. Yörede iz bırakan Hititler, Frigya, Lidya devletleri üzerine Romalılar, daha sonra Selçuklular eline geçmiştir. Hititlerden sonra en verimli çağını Eşrefoğlu Beyliği döneminde olur.

Eşrefoğulları Beyliği yıkıldıktan sonra Hamitoğullarının eline geçer Beyşehir. Karamanoğullarını eline geçiren Fatih Sultan Mehmet tarafından Beyşehir de Osmanlı topraklarına dâhil edilir.

(*) Alaeddin Ata Cüveyni, “Tarii Cihan Güşa” çevri: Mürsel Öztürk, TTK Yayınları, s.177

Kubat-Abat Sarayı ve Tarihi
Anadolu Selçuklu Türk Sanatı hakkında Alaettin Keym-kubat önemli yet tutar. Birçok yapıtlar bıraktığı Anadolu’da hala ayaktadırlar. Bu yapıtla, Alaettin Keykubat Konya, Kayseri’deki yapıları yanında bizim konumuz Beyşehir’de kendi adını vererek bayındır yaptığı Kubat-Abat sarayıdır.

Selçuklu tarihçisi İbn Bibi’den aktaran Osman Turan, “Alaettin Keykubat Akdeniz sahillerine doğru hareket etti. Yolda Beyşehir Gölü üzerinde çok hoşlandığı bir yerde kendi adına “Kubat-Abat” mamuresinin inşasına başlanmasını (1) emretti…”

Osman Turan, “Keykubat devrinde medeniyet ve kültür hareketleri, iktisadi kalkınmayı da hızlandırdı. Sultan Alaettin, bu sayede büyük inşaat işlerine girişmiştir. Gerçekten de bu büyük Selçuklu Sultanı büyük şehirleri muhteşem surlarla çevirdikten başka cami, medrese, hastane, tersane, köprü ve kervansaraylar ile Türkiye’yi bezemiştir. Onun inşaatı arasında Alaiye, Beyşehir gölü üzerinde Kubat-Abat şehirleri… 

Kubat-Abat şehri, meyve ağaçları ve yeşillikleri, suları, havası ve gölün manzarası ile çok şirin bir yer idi. Bu güzel yer Sultan’ın dikkatini çekince, o zaman mimar ve av işleri emiri bulunan Saadettin Köpek’e burada, bu güzel yerde, bir mamure yapmasını emretti. Sultan kedi düşüncesine göre bu şehrin plan ve resimlerini  (suret-i nüsha) yaptırdı ve her mevkide bir saray resmi koydurdu. Sadettin Köpek, padişahın arzusuna göre, az bir müddet zarfında mukavves kemerleri ve mukarrnas eyvanları ile ruha ferahlık veren köşkler, güzel manzaralar, hoş havuzlar ve çardaklar yaptı. Duvarlarda renkli tezyinatı ve çeşitli süsleri ve resimleri ile firuze ve lacivert renkleri ile alami semayı andırıyordu.

Her köşesinde gül suyu gibi akan çeşmeler vardı; bunlardan biri göl tarafına akıyordu. Önünde bir bağ ve Çin ipeği gibi dalgalı mavi deniz bulunuyor ve uzaktan cennet gibi bir manzara beliriyordu.

Alaettin Keykubat, kışı Akdeniz sahillerinde geçirip, M.S.1228 senesi baharında Erzincan seferi için Konya ve Kayseri’ye dönerken, yolda Kubat-Abat’a uğradı; inşaatın tamamlandığını gördü ve çok beğendi. Buada avlanıp ‘kuy ve çevgen’ oynamakla bir ay kaldı. Sultan her sene Akdeniz sahillerine gider ve oradan dönerken bir müddette burada yaşar; eğlenir ve dinlenirdi. (2) Tarihçi İbn Bibi, Sultan Alaettin’i anlatırken, onun beğenerek dinlendiği, kışlamak üzere Akdeniz sahiline giderken, bu bölgenin bağlarını, meyve bahçelerini gölünü ve köşklerini anlatmıştır yapıtında. Yazları ise Alaettin Keykubat’ın Kayseri de yaptırdığı “Devlet-hane” oturduğunu, daha sonra ise kente bir fersah uzakta M.S.1225’te inşa ettirdiği “Keykubadiye” sarayına çekildiğini yazmıştır.

Beyşehir gölü kıyısında 1. Alaettin Keykubat (Sultanlı 1220-1237) tarafından inşa ettirilen Kubad-Abad” sarayı ve külliyesi; Selçuklu Sultanlarının Konya’dan Antalya’ya geliş gidişlerde kullandıkları saray statüsündeydi. Selçuklu tarihçisi İbn Bibi’nin kaydına göre av emiri ve mimar olan Sadettin Köpek’in 1. Keykubat’ın istekleri doğrultusunda yaptığı Kubat-Abat”  sarayının hemen batışındaki düzlükte onunla yeni adı taşıdığı anlaşılan bir de yerleşim ortaya çıkmıştır. (3) 1. Keykubat’tan sonra, 2. Gıyasettin Keyhüsrev ve diğer Selçuklu sultanları da ikamet olarak bir süre kullanmış, Anadolu’da Moğol karışıklıkları başladığında pek kullanılmaz olmuştur; unutulmuştur.

Beyşehir Gölü kıyısına ikinci bir kalıcı eser, 13. Yüzyıl sonlarına doğru Selçuklu sultanları tarafından önce Sahip Ata oğullarına, ardı da Eşerfoğullarına ikta olarak verilmiş olduğu görülüyor. 2. Keykavus’un iktidardan düşürülmesiyle M.S.1266’ya kadar tek başına Selçuklu tahtına oturan 4. Kılıç Aslan zamanında, Sahip Ata’nın oğulları Kütahya, Sandıklı ve Akşehir ile birlikte Gorgorum yöreleri ikta olarak verilmişti. (4) Bu arada güçten tamamen düşmüş, hiçbir yaptırımı olmayan Selçuklu sultanları kendi aralarında çekişirken, biz dönelim Eşrefoğlu Süleyman Bey’e.

M.S.1289’da ayaklanan Eşrefoğlu’na karşı harekete geçen 2. Mesut, “Viranşehir’e” gitmiştir. Anonim tarihin anlattığına göre, “Süleymanşehir” daha sonra “Beğşehir” adı verilen yer olsa gerek Selçuklu sultanları aralarında sürekli taht ayaklanmaları sonucu ve Moğol emirlerinin keyfi müdahalesiyle geçen son dönemler, Selçuklu sultanlarının Kubat-Abad’a bir daha hiç uğramadıkları; unutulmuş olarak atıl kaldığını göstermekte. Zaten devlette fiili olarak 1277’den sonra Moğolların hâkimiyeti alanına girmiştir.

Sonuç; devlet idaresinde ellerinde hiçbir şey kalmayınca, Selçuklu Sultanları öylesine yoksullaşmaya başlarlar ki, 3. Alaettin Keykubat Moğollarla bir olup, kendi ülkesini soymaya, zenginlerin mallarını gasp etmeye başlamıştı. (5) Demek ki bu şartlar altında Kubat-Abad kimsenin aklına gelecek durumda değildir artık, Kubat-Abad’a sığına olduğu sanılmamaktadır.

Sonuç; Alaettin Keykubat, imar edilmiş bir Anadolu miras bıraktıktan sonra, Anadolu Selçukluları sekteye uğrayarak Alaettin Keykubat’tan altı yıl sonra, Moğollara karşı Kösedağ savaşı ile Selçuklu devletinin yazgısı ivedilikle değişmeye başlar.

Bu konuda Vezir Mühezzibüddin Ali’nin Amasya Kadısı olan Fahretti’e söylediği sözler bu durumu nedeni anlamaya yeterlidir Bu akıllı vezir bozgun üzerine Amasya’ya varınca kadıya olayı gözyaşları ile herkesin ağlayışı karşısında anlatırken:

”Memleket işleri ve saltanat ahvali sultanın akılsızlığı, gençliğe ve nadanlığa, ayak takımı ve rezillerle oturup kalkması sebebi ile derekeye düştü; aşırı eğlencenin uğursuzluğu yüzünden bu hale geldi. Diye ifade kullanmıştır. Böylece felaketin ana nedenini belirtiyordu”.

Miroir Historial’da Beauvais’ye göre: “Türklerin mağlubiyetine hayret etmemelidir. Zira muharebenin başladığı gece sultan tamamıyla sarhoş idi. Sultanın kifayetsizliği, eğlenceye düşkünlüğü yanında şaşkın ve korkak tabiatı da kusurları arasında idi. Nitekim bu korkaklık sebebiyle Babai hareketinde asiler henüz Sivas tarafında iken Konya’da bile kendisini güvende hissedememiş; Kubat-Abat (Beyşehir gölü) üzerinde bir adaya sığınmıştı. Esasen Moğollara karşı bütün dünyada husula gelen korku ve yerleşen aşağılık duygusu, Türkler üzerinde de etkisini gösteriyor; onların yenilmez bir millet olduğu kanaati bütün dünyaya yayılmış bulunuyordu” (6)

Moğolların saldırıları sonrasında Anadolu’da istilanın dehşetin karşında halk ve daha çok zenginler şehirlerinden kaçarak daha güvenli yerlere taşınırlarken, bütün yollar perişan kaçan insanlarla doluydu. Selçuklu sultanı Gıyasettin Keyhüsrev kaçanların başında geliyordu. Babai isyanı sırasında Beyşehir Gölünde bir adaya veya Kubat-Abat sarayına sığınmıştı.

Bu kez de Tokat’tan Ankara’ya oradan da Antalya’ya gitti. Orada da kendisini emniyette görmeyince, Menderes havzasına vardı, Ancak Sulu bu durumu öğrenince Konya’ya döndü. Oradan ailesinin bulunduğu Kayseri’ye gelerek, hazinelerini, anasını kızını, cariyesini ve hizmetçilerini yanına alarak Klikya’ya kaçtı. Selman Zebil 2019 Antalya

(1) Osman Turan a.y, s.354
(2) Osman Turan, İbn Bibi’den aktarma, a.y. s.397
(3) İbn Bibi El Evamürü’l-Alaiye Fi’l-Umuri’l-Alaiye (Selçuk-Name) TCKB yayınları Mürsel Öztürk 1996, Ank. S. 362-363 100 metre arada
(4) Kerimüddin Mahmut-i Aksayai, “Umuri’l-Alaiye” (Selçuk-Name) Hazırlayan Mürsel Öztürk, TCKB Yayınları Ank. 2000, s. 56, Aktaran Ali Osman Uysal, “Eşrefoğulları Beyliği, TTK yayınları, s.75.
(5) Keramüddin Mahmut Aksarayi a.g.e. s. 227-236
(6) Osman Turan aktaran, ”Selçuklular Zamanı Türkiye” s.438


20 Aralık 2018 Perşembe

BEYŞEHİR'E TÜRKLER YERLEŞMEDEN ÖNCEKİ TARİHİ

BEYŞEHİR EŞREFOLLARI TARİHİ’NE GİRİŞ’TEN ÖNCE
                           (İlk Çağlarda Beyşehir)

Türklerin eline geçmeden önce Beyşehir ve dolayları Anadolu’da bilinen en erken yerleşim yerlerinden biridir. Araştırmalara göre günümüzden 10 bin yıl kadar uzanan bir tarihe sahiptir. Anadolu’da ilk köy tipi yerleşimlerin ortaya çıkışı da Beyşehir yöresinde başlamıştır. 1. 4. Jeolojik zamanda sıcaklığın artması ile Anadolu’daki kapalı havzalarda bulunan göllerin suları yavaş yavaş azalmaya başlamış, göllerin seviyelerinin düşmesine bağlı olarak çevrelerinde tarıma uygun geniş alanlar ortaya çıkmıştır.

Tarih boyunca insanlar uygarlıklarını su kıyılarında kurmuşlardır. Böyle olunca Beyşehir Gölü kıyısında, göl suları belirli bir seviyeye çekilince, ortaya verimli topraklarında çıkmasıyla buralarda ilk yerleşimleri kurmaya başlanmıştır. Dahi, Neolitik Döneme ait bu yerleşimler çoğunlukla İç Anadolu’da göller yöresinde kurulmuş, ilk tarım da İç Anadolu bölgesinde başlamıştır. İç Anadolu bölgesinde en kapsamlı yerleşim yeri başta Çatalhöyük olmuştur.

Beyşehir Gölü’nün doğu kısmında yer alan Erbaba yerleşim yeri olur. Yine bir başka, Beyşehir Gölü’nün kuzeyinde bulunan Çukurkent civarında buluna eski yerleşim yeri bulunmaktadır. 

Proneolitik ve Neolitik çağlarda iklimin bir hayli yağışlı ve serin olduğu dönemlerdir. Daha tahrip edilmemiş ormanlarda vahşi hayvanların yaşadığı çağlarda, insanlar, Bataklıklar ve yırtıcı vahşi hayvanlardan kendilerini korumak için bulundukları düzlüklere höyükler yapıyorlardı yırtıcı, vahşi hayvanları takip çok iyi korunmak için yapıyorlarmış höyükleri. Dahi, bu yığma höyüklerde barınaklarını da yapmışlar ve yiyecek tahıl ambarlarını da buralarda yapmışlardır. Ayrıca Beyşehir gölündeki balıklardan yaralanmışlardır. 

Bilindiği gibi Neolitik Dönemin en önemli özelliği insanların toplayıcılıktan üreticiliğe geçiş dönemine girmeleridir.  Kanıtı, bu döneme ait yerleşim yerlerindeki kazılarda arpa, buğday, mercimek gibi tahılların yetiştirildiği, sulama tarım yapıldığı ortaya arkeologlar tarafından çıkarılmıştır.

Beyşehir Gölü Havzası hakkında yapılan çalışmalar, bölgenin Neolitik Çağ sonrası yerleşilmeye başlanılmıştır. Kazılarda, Kalkolitik, Tunç ve Demir Çağı’na ait çok çeşit sayıda malzeme bulunmuştur. Bu da bize bölgede insan varlığının binlerce yıl sürdüğünü göstermekte olduğuna dair kanıttır..

Beyşehir Gölü Havzası, en kapsamlı uygarlık çağını Hitit İmparatorluğu Dönemi’nde yaşamıştır. Buda bize gösteriyor ki, Hititler dönemine ait, kalıcı arkeoloji anıtlarıyla herkesin bildiği tarihi Eflatun (*) Pınar ve Fasıllar anıtlarıdır. Bu iki önemli anıtı bu topraklar yüzyıllardır korumuştur. Maalesef Beyşehir yöresindeki bu yüzlerce yıllık anıtlar önemsenmemiş; varlıkları dünyaya ancak 20. Yüzyıla kadar duyuramamıştı.

Hitit Egemenliğinden son bulduktan sonra bölge, Demir Çağı yaşar. Beyşehir ve çevresi bu çağda, Frigler’in hâkimiyet alanına girer. M.Ö. 7. yüzyılda Lidyalılar, M.Ö. 546’da Persler, M.Ö. 333’te Makedonyalılar, M.Ö.120’de Romalıların egemenliği altına girer. En son da, Bizanslıların hâkimiyetinden Türklerin eline geçmişti.

Beş metre yükseklikte 0x095 boyutunda, üzerinde Grek harfleri
yazılmış son satırlık Yunanca bir kitabedir. Kitabeye göre Lukyanus 
(Lukianus) adlı bir genç ölmüş. Ailesi hatırasını yaşatmak için
bu abidenin önünde at yarışları yapılmasını istemiş, yarışları nasıl
yapılacağını da bu kitabede belirtmiştir.
Strabon, (3) “Antik Anadolu Coğrafyası” yapıtında, tarihi adı Karalis olan Beyşehir Gölü, onun küçüğü de tarihi adı Trogitis olan Suğla Gölü olmak üzere iki gölden söz eder. Bazı kaynaklarda eskiçağlarda bu gölün daha büyük olduğu ve sonradan küçüldüğü ve şehir merkezinin önemli bir kısmının eskiden su altında bulunduğu dair söylenceler vardır. Beyşehir, bu dönemlerde göller bölgesinin büyük bir bölümünü kapsayan Pisidia sınırları içerisinde gösterilmektedir

Pisidia bölgesinin sınırları kesin olarak saptanamamış olsa da kuzey ve kuzeybatıda Phrygia, doğuda Lykaonia, batıda Milyas Kabalis, güneyde Pamphylia, güneydoğuda Isauria ve Kilikia bölgeleriyle komşudur (4)

Uzun süredir Bizans yönetiminde olan Beyşehir ve yörelerinde 11. Yüzyılda itibaren görünmeye başlarlar. Büyük Selçuklu Sultanı Alpaslan, 1071’de Malazgirt Zaferinden öncesi çoktan Türkmenler Doğu Anadolu ve Orta Anadolu bölgelerinde yayılarak dolaşmaya başlamışlardı ama güvencede değillerdi. Ancak Alpaslan’ın Malazgirt Savaşından sonra Bizans ordusunda umutsuzlukla güç kaybetmeye başlaması sonucu Türkmenler için Anadolu güvenli hale gelmeye başlar. Bizans’ın güvencesi azaldıkça, Türkmenlerde özgüven armasıyla Anadolu’ya seller gibi akmaya başlarlar.  

Büyük Selçuklu Türkmenleri Orta Anadolu’ya kadar kısa sürede yığılmaya başladığında henüz Beyşehir uç bölgesi durumundaydı. Beyşehir ve çevresinde ve göldeki adalarda Türkmenler ile ticari ilişkiler içinde Rumlar yaşıyordu. Böylece zamanla bölge Türk âdet ve geleneklerini benimsedikleri belirtilmektedir (5)

Bizans Kaynaklarında Beyşehir ve Gölü
Bizans kaynaklarında Beyşehir adı şöyle geçer: “İmparator İoannes, Phrygia kenarından geçerek Attalos’un harika şehri Antalya’ya ulaştı. Civardaki bölge ve şehirlerde düzen ve asayişi kurmak için burada bir süre kalmak fikrindeydi. Çünkü bazı yöreler Türk boyunduruğuna boyun eğmişlerdi. Bunlar arasında hemen hemen bir deniz kadar büyük Pusguse (Karalis Bugünkü Beyşehir) Gölü de vardı. Gölün içinde birçok yerden sudan fışkıran küçük fakat çok müstahkem adaların ahalisi Hıristiyan olmakla beraber, bunlar o sırada kayıkları aracılığı ile Konya Türkleriyle canlı ilişkiler sürdürmekteydiler.

Böylece bunlarla Türkler arasında sadece kuvvetli bir dostluk kurulmakla kalmamış, bunlar adet ve gelenekleriyle hemen hemen Türkleşmişlerdi. Bu sebepten de sınır komşularının tarafını tutuyorlar ve Bizanslıları kendilerine düşman olarak görüyorlardı. Uzun bir alışkanlık işte milliyet ve dinden daha güçlü oluyor, bunlar akıllarını yitirmişçesine davrandılar, imparatora küfürler savurdular ve adalarını koruyan su engeline güvenip onun emirlerine açıkça karşı koydular. İmparator her ne kadar bunlara, gölün eskiden beri Bizans’a ait olduğunu eğer gerçekten istiyorlarsa, adaları boşaltıp açıkça Türklerin tarafına geçmelerini söyledi.

Eğer böyle yapmayacak olurlarsa imparator gölün, belki de uzun bir süre Bizans Devleti için kaybedilmesine hiç bir surette tahammül etmeyecekti. Fakat sözlerinin bir yararı olmadı. Bu yüzden de imparator icraata geçti. Gezi ve balıkçı kayıklarını birbirine bağlayarak sallar yaptırdı. Surları yıkan koçbaşlarını bunların üzerine yükleyerek müstahkem adalara karşı sevk etti. Böylece bu adaları zapt edebildi. Ama bu arada Bizanslılarda bazı felaketlere uğramaktan kurtulamadılar. Birkaç kez, gölde patlayan fırtına salları sürükleyip parçaladı, bunların yükü ya suların derinliğine gömüldü, yâda dalgalarla sürüklenip kayıplara karıştı.” (6)

Bizanslar için İstanbul-Antalya arasında kalan yol hattının stratejik en önemli bölgelerden biriside Beyşehir idi. Türklerin eline geçtikten sonra da Beyşehir stratejik önemini yitirmemiştir. Öneminden dolayı olsa gerek Anadolu Selçuklu Sultanı Alaettin Keykubat’ da Beyşehir Gölü batı kıyısına bir saray inşa ettirmiştir.

Alaettin Keykubat tarafından Konya-Antalya yolu üzerinde bulunan Beyşehir Gölü kenarında Anadolu Selçuklu Sultanı Alaettin Keykubat tarafından inşa ettirmiş olduğu şehir-saray uzun süre unutulmuş, maalesef acıdır ki, nerde olduğu dahi bilinmiyordu. Eşrefoğlu Süleyman Bey’in tarafından Eşrefoğlu Beyliği kurulduktan sonra 13. Yüzyıl sonlarına doğru Anadolu Selçukluların yazlık idari merkezi olan Kubadabad Sarayı Moğolların Anadolu’yu istilaları sonucu kasıp kavurmalarıyla terkedilmiştir, uzun yıllar unutulmuş gitmişti. Bu unutma işi ve tamamen terkedilmesi, şehrin kurucuları ve varlık nedeni olan Anadolu Selçukluları yönetici ve askerî sınıfının ortadan kalkması sonucunda gerçekleşecektir…

Kubadabad’ın ayakta olduğu dönemlerde; Anadolu Selçukluları tarafından çeşitli hizmetlerine mükâfat olarak kendilerine malikâne tarzında yerler verilmiş olan emirler siyasî durumdan surların Romalılar veya Bizanslılara ait olabileceğini ve bazı yerlerde duvar yüksekliğinin 2-3 metreden fazla olduğunu ifade etmektedir. Faydalanarak merkezle olan bağlarını koparmak suretiyle müstakil beylikler kurmuşlardır.

Kubadabad Sarayının Bunuşuna Dair birçok iddialar 
Rüçhan Arık, Kubadabad ile ilgili eserinde Kubadabad’ın keşfedilişi başlığında bu konuya değindikten sonra, 1908 yılında demiryolu güzergâhı için Anadolu’da araştırmalar yapan Graf Von Schweinitz tarafından görüldüğünü. Hatta Kız kalesinin bir fotoğrafının yayınladığını fakat neresi olduğu keşfedemediğini (7) söylemekte ve bu konuda Zeki Oral’ın ilk tanıtma yazılarını yazdığını dile getirilmektedir.

Kubadabad Sarayı bulunduktan sonra sarayla ilgili birçok yayın yapılmıştır.
Osman Turan tarafından dönemin kaynaklarına dayanılarak Beyşehir Gölü civarında olabileceği işaret edilmiş (8), daha sonra yeri Zeki Oral tarafından tespit edilmiştir. (9) İsmail Hakkı Konyalı ise, Kubadabad sarayının yerini kendisinin bulunduğu iddia eder. (10) Konyalı, “Kubadabad Sarayı yapıldıktan sonra burada aynı adlı şehrin ve vilâyetin çekirdeği olduğunu, bu civarda bir köyde bulunan mescit kitabesine göre de sarayın; kuruluşundan on sene kadar sonra vilâyet merkezi haline geldiğini” söylemektedir.(11)

Ruşen Arık, “Kitabeye göre 1235 yılında bu vilâyetin valisi Bedreddin Sütaş adındaki kişidir.” Diye açıklanıyor ve Kubadabad Sarayının bulunduğu yer tarif ediyor, şöyle, “Beyşehir Gölü’nün güneybatı kıyısında, Torosların bir kolu olan Anamas Dağları’nın eteklerindeki küçük alüvyon ovasında, göle doğru çıkıntı yapan kayalık tepe ile toprak tol denen bronz çağı höyüğü çevresine yayılan bir külliye, bir site harabesidir. Eski adıyla Hoyran, bugünkü adıyla Gölyaka denilen, Beyşehir’e bağlı beldenin 3 km kadar kuzeyindedir.” Diye tarif eder.(12)

Mehmet Yusufoğlu, “Kubadabad şehri Selçuklulardan sonra terkedilmiş olsa da, bölge halkı Selçuklu kültürüne ait örnekleri hala yaşatmaktadır. Örneğin Beyşehir Gölü’nün batı kıyısında bulunan ve o dönemde Kubadabad şehrinin mahalleleri durumunda olan Hoyran, Kurucuova, Muma ve Bademli köylerinde Selçuklu devri yemeklerinden olan  ‘Tutmaç’  adlı yemeğin hala yaşadığı söylenmektedir. 

Beyşehir’in En Eski Tarihinden Günümüze
Tarih, toplumların binlerce yıllık gelişim süreçlerini kayıt altına alana olgudur. Tarihi süreç içinde oluşan kültür yapılanması, kimlik kazanılması, birlikte yaşam, birlikte yerleşim yerlerinin oluşturulması, geçmişten beri süregelen insanlık yaşamı içinde kıyasıya mücadeleleri, savaşları, barışları, ilişkileri ele alan tarih, sosyal, kültürel ve aile ilişkileri tarihi kayıtlardan öğrenmektedir insanlar…

Tarihi, Pisidya bölgesi sınırlarında bulunan Karalis, Gurgurum, Pisidia Bölgesi’nin sınırlarını “Pisidialılar Pamphylia Ovası’nı çeviren dağlık arazide oturuyorlardı”  Bu dağlık bölgenin sınırları tarihte çok kez değişmiştir. Ancak Burdur, Eğridir ve Beyşehir göllerini içine alan, güneyde Antalya ile sınırlanan coğrafi bölge olarak tanımlanabilir

Anadolu’nun en önemli Hitit kentleri ve eserlerinin bulunduğu Pisidia Bölgesi’nde bulunmaktadır. Bu bölgede en önemli yeri ise Beyşehir ilçe sınırları içerisinde bulunan Eflatun pınarı ve Fasıllar Anıtlarıdır. M.Ö. 9. yüzyılın sonlarına doğru Frig sınırları içerisinde yer alan Pisidia Bölgesi, Frig etkisi, Hıristiyanlığın başlangıcına kadar sürmüş olduğunu gösteren epigrafik buluntular vardır. Frigya çöktükten sonra M.Ö.1579 yılından M.Ö. 548 tarihine kadar yaşamış olan Lidya’nın hâkimiyetine girmiştir (13)

M.Ö.547-546 yıllarında Perslerin Anadolu’yu ele geçirdiği tarihe kadar Pisidia’nın Lydia yönetiminde kalmış olması kuvvetle muhtemeldir. Bölge bu tarihten itibaren, Bütün Anadolu toprakları gibi, Büyük İskender’in Anadolu’yu fethine kadar Pers yönetimindedir.

Osman Turan’a göre, Beyşehir ve çevresinin Türklerin eline geçmeden önce, uzun bir süre Bizans hâkimiyetinde kalmış, Türklerin ancak Beyşehir bölgesindeki varlığının 11. Yüzyılın sonlarına doğru denk gelmiş olduğu bilinmektedir.

Konya, Anadolu Selçukluları kurucusu Kutalmış oğlu Süleyman Şah tarafından Bizanslılardan alınmıştır. Süleyman Şah, Konya ile birlikte Konya’nın batısındaki Takkeli Dağ’daki Kevele kalesi ile birlikte birçok kaleyi de ele geçirmişlerdir.

Selçukname’ye göre Kevele kalesi ve batısındaki Pisidia kaleleri de aynı yıl veya bir yıl sonra alınmıştır. Pisidia’daki Krallığa (Viranşehir), Gurgurum, Misthia (Fasıllar), Vasada (Yunuslar) ve başka bütün kaleler 1078 veya 1079 yılında Anadolu Selçuklularının yönetimi altına alınmış, 1219 yılından itibaren istikrarı bir biçimde idare edilmiştir, ta ki, ülke Moğol istilası sırasına kadar.

1. Alaattin Keykubad’ın ölümü ile Selçuklu Devletinde siyasi kargaşa yaşanmış (Osman Turan, 1984), Anadolu Selçuklu Devleti’nin Moğol istilası ile güç kaybetmesi üzerine Viranşehir, Anadolu’ya Selçuklularla birlikte gelen, Eşrefoğlu Süleyman Bey’in idaresine geçmiş ve Süleymaniye, Süleymanşehir, Beyşehir adını almıştır.(14)

Osmanlı Sultanı 1. Murat Beyşehir’de…
13. yüzyıldan itibaren Beyşehir, Anadolu Selçukluları, Karamanoğulları, Eşrefoğluları, Hamitoğulları ve Osmanlıların hâkimiyetine girmiştir. 1466 yılına kadar Osmanlılarla Karamanlılar arasında pek çok kez hâkimiyet değiştirmiştir. Beyşehir’in Osmanlılara ilk geçişi 1. Murad zamanıdır. Tarihi kaynaklarda şöyle, 1. Murad burayı “Hamit oğlu Hüseyin Bey’den, Akşehir, Beyşehir, Seydişehir, Yalvaç, Karaağaç ve Isparta’yı şer’i usulle sattı. Murad Han Gazi adamlar gönderdi. Satın aldığı ülkeyi idare etmeye başladı. Hisarlarına kendi kullarını koydu. Etrafını da kendi beratıyla tımar olarak dağıttı. Bu fethin süresi 28 Mart 1380-16 Mart 1382 kadar sürdü”

Dr. Nazmi, 1922 yılında yayımlanmış olduğu kaynakta, Sultan 1. Murat’ın Hüdavendigar memleketini, Karamanoğlu Alaattin Ali Bey’in tecavüzünden kurtarmak maksadıyla Konya’ya geldiğinde Beyşehir’e de uğrayıp Eşrefoğlu Camiin hünkâr mahfilinde namaz kıldığı ifade edilmektedir. (15)

1389’da Karamanoğlu Alaeddin Bey, 1392’de Yıldırım Bayezid, 1402’de Karamanoğlu 2. Mehmet Bey, 1414’te Çelebi Sultan Mehmet, 1435’te Karamanoğlu İbrahim Bey, 1436’da 2. Murad tarafından alınan şehir, 1466 yılında kesin olarak Osmanlı yönetimi altına girmiştir. (16)  SELMAN ZEBİL 2018

Kaynakçalar:
(*) Eflatun Pınar Anıtı, bazı kaynaklarda kutsal bir anıt olarak nitelendirilmektedir. Buradaki kaynak, büyük bir güçle topraktan fışkırır ve doğal bir kaya seti ile toplanarak çok küçük ölçüde bir kaynak gölü oluşturur. Hititler bu küçük gölün kıyısına önyüzünde kabartmalar olan bir kült düzseti yapmıştır. Anıtın resim ve çizimleri için Bkz. Rudolf

1) Beyşehir Bölgesinde bulunan tarihi kalıntı Eflatun,
(2) Hasan Bahar, Demir Çağı’nda Konya ve Çevresi, Konya 1999.
(3) Strabon, “Antik Anadolu Coğrafyası” çev. Adnan Pekman, İstanbul 1993, s.49-50’de
Strabon, Psidialılar için, “Bu insanların çoğu Torosların tepesinde oturur, fakat bazıları da Pamfilya kentleri olan Side ve Aspendos’un üst tarafında, zeytin ağaçlarıyla dolu tepelerde otururlar” demektedir. Pisidialılar hakkında Strabon, “Anadolu”, s.52-54.
(4) Mehmet Özsait,” İlk Çağ Tarihinde Pisidya;” Ve “Helenistik ve Roma Devrinde Pisidya Tarihi, İstanbul 1985; Veli Sevin, “Anadolu’nun Tarihi Coğrafyas”ı 1, Ankara 2001, s.153-155.
(5) Osman Turan, “Türkiye”, s.177. Fuad Köprülü, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu”, Ankara 1994, s.79; W. M. Ramsay, Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası, (Çev. M.Pektaş), İstanbul 1961, s.82.
(6) Niketas Hkoniates, Hıstorıa, Çev. Fikret Işıltan, Ankara 1995, s.24-25.
(7) Rüçhan Arık, “Kubadabad Sarayı”, İstanbul 2000, s.44
(8) Osman Turan, “Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar, Metin, çev. ve Araştırmalar”, Ank. 1988, s.14
(9) M. Zeki Oral, “Kubadabad Bulundu”, Anıt, s. 10 Kasım 1949; ve M. Zeki Oral, “Kubadabad Çinileri”, Belleten, S.66, Ankara 1953
(10) İbrahim Hakkı Konyalı, “Kubadabad Sarayı Beyşehir”, s.170;
(11) İbrahim Hakkı Konyalı, Beyşehir, s.165-193,373;
(12) Rüçhan Arık, “Kubadabad Sarayı”, 2000, s.45 ve 48
(13) Mehmet Yusufoğlu “Selçuk Devri Yemekleri Herise ve Tutmaç”, Konya, Anıt, S.16,1950, s.11
(13-14) İbrahim Hakkı Konyalı, 1991
(15) Dr. Nazmi, “Türkiye’nin Sıhhî ve İçtimaî Coğrafyası”, Ankara 1922, s.155.)
(16) Mehmet Akif Erdoğru,”Osmanlı Yönetiminde Beyşehir” Sancağı1992)







16 Aralık 2018 Pazar

BEYŞEHİR TARİHİNDE EŞREFOĞLU BEYLİĞİ


BEYŞEHİR'DE EŞREFOĞULU SÜLEYMAN BEY ve EŞREFOĞLU CAMİİ TARİHİ

Selçuklu Sultanı 3. Keyhüsrev’in annesi, Eşrefoğlu Süleyman Bey’i saltanat naibliği, Karamanoğlu Güneri Bey’i ise beylerbeyi görevi ile Konya’ya çağırdı. İsmail Hakkı Konyalı, “Akşehir Tarihi”(*) adlı yapıtı, Kendilerine bağlı Türkmenler ile birlikte şehre gelen Süleyman ve Güneri Beyler, iki şehzadeyi 15 Mayıs 1285’te tarihi törenle Konya Selçuklu tahtına oturttu. Ancak, bir süre sonra Vezir Sahip Ata Fahrettin Ali’ye mensup olan Has Balaban, ordusu ile Konya üzerine yürüyünce Karamanoğlu Güneri Bey Karaman topraklarına dönerken, Eşrefoğlu Süleyman Bey de önceki Beylik merkezi Gorgorum’a (Gökçimen köyü) çekildi.

1288’de Selçuklu-Moğol ortak ordusu Karaman’a karşı harekete geçtiler. Larende (Karaman) bölgesini tahrip etmeye başladı… Yine de her iki müttefik olan Süleyman Bey, Güneri beyler gelen tehlikeyi sezdiler, hemen Konya’ya haber göndererek Selçuklu Sultan 2. Mesut’tan özür dilemek istediklerini açık bir dille barış istediler. Bu istekleri yerine getirmeleri için Sultan 2. Mesut, tahtında Eşrefoğlu Süleyman’a ve Karamanoğlu Güneri Bey’e eli öptürüp itaatlerini aldıktan sonra yerlerine geriye dönmelerine izin verdi.

Tatlıya bağlanan barış görüşmelerinden sonra Eşrefoğlu Süleyman Bey, döndüğü ülkesi Gorgorum’dan (Beyşehir yakınlarındaki Gökçimen) taşındığı, daha sonra Beyşehir’de, İçerişehir adı verilen yerde imar işlerine başlar. Bu şehir çevresi surlarla çevrili, kale kapısından kente giriliyordu. Hala ayakta olan sadece o kale kapısı kitabesinde 1290 tarih ile dört satırlık bir yazı yer alıyor. Yazıda: Buranın Eşrefoğlu Seyfettin Süleyman Bey tarafından inşa ettirildiği. Sultan 2. Mesut’un adının da bulunduğu kitabenin ilk satırındaki söz, şehrin bu sıralarda Süleyman Bey’in adına nispetle, “Süleymanşehir” diye anıldığını göstermektedir. Süleyman Bey’in kitabede “Emirü’l-Kebirir’lmu’azzam” olarak anılması da dikkate değer.

Süleyman Bey, şehrin imarı ile meşguldü. Beyşehir-İçerişehir denilen yerde, hala kalıntıları görkemli bir biçimde ayakta duran, camisi, kadınlar ve erkeklere has şırıl şırıl suları akan hamamı, hanı, Eşrefoğlu Camisi karısında bulunan otuz bir dükkânlı bulunan bir bedesteni bulunmaktadır.

Eşrefoğlu Camii birinci kitabede Caminin yapılıma başlaması M.S.1297 yazken, büyük kapıdan içeri girilen kemer üzerindeki ikinci kitabede ise caminin yapımının bitimi ise M.S.1299’da tarihinde tamamlandığını yazmaktadır.

Eşrefoğlu Süleyman Bey, M.S1299 veya M.S.1300’de Bağımsızlığını ilan etmiş Beyşehir’de Selçuklu Sultanı Gıyasettin 2. Mesut adına Süleyman şehrinde gümüş dirhem sikkeler kestirmişti. Daha önce de Sultan 3. Alaettin adına gümüş sikkeler kestirmişti. Ondan sonra Eşrefoğlu Süleyman Bey, Ağustos M.S.1302’de ölmüştür. 
 
(*) İsmail Hakkı Konyalı, “Akşehir Tarihi” adlı yapıtı s.54

1 Kasım 2018 Perşembe

TOROS DAĞLARININ DİK DURAN YÖRÜKLERİ İDİLER


BOYDAN BOYA TOROS YÖRÜKLERİN AŞKI AMAÇI
Toroslar; bu halkın esir edilemez mahal-i olmuştur…

Ne Osmanlıyı takmıştır, ne Acem şahını, ne de çölden sunulan Emevi zırvasını. Sığınmıştır kervan geçmez, yolu yolağı olmayan dağlara. Demiştir; “kapına gelirse öşürcü padişah adamı, yüzünü bile gösterme, uzat vergini kapı aralığından gitsin.” His ve duyguları kalem ile ak kağıda dökmeye güç yetmez Yörükleri yazmaya!

Kendine özgü olgun kültürleri vardı, sistem her defasında müdahale etti, huzur vermedi. “Benim sisteminde olacaksın”  baskısını her gelen hükümdar artırdı, onlar yılmadılar…

Torosları mekân seçtiler…
Sarp yamaçlar, karlı tepeler, dağ koyakları, buz gibi sular şırıl şırıl akan…

Son Yörük inerken, son çadır sökülürken, son keçiden süt sağıldığında son kervan düzülüp yola, ovaya doğru süzülürken son nefesi vermek gibi bir şeydi, dönüp geriye, bir daha Toroslara sahip olamam hüznüyle yerleşik düzene geçmekti zorlanan...

Toros dağları, yalçın kayalıklar, sarp dağlar arasında dar geçitler, dik uçurumlar, sisli zirveler, karı eksik olmayan dağların dorukları, eteklerinde buz gibi su akan, bin bir çiçek açan yaylaları, yamaçları, bazen sert bazen yumuşak esen rüzgârların estiği çam, ladin, sedir, ardıç ormanlara karıştığı Toros Dağları. Akdeniz’e ivedilikle, kaya kovuklarına gire çıka, eğrile kıvrıla, bazen sakin, bazen delicesine akarak kendine uzanan dalları yalayarak Akdeniz’e ulaşmaya çalışan görkemli akan ırmaklar…

Yörükler yurdu…
Sancılanıp, kıvrılıp çalı dibinde doğuran cefakâr anaların yurdu…

Mezarları olup ta, mezarlıkları olmayan göçerler yurdu…

Bir ateş dumanı görürsen, git bak orada bir Yörük obası var, yaşam sürüyor demekti. Orada çilekeş, cefakâr ama mutlu insanlar yurdu var demekti. Ne ateş yanar oldu, ne duman tüter, dağlar kimsesiz, Yörükler anasını kaybeden öksüz gibi kaldılar...

Sevdiği dağları, doğduğu çalı dibini unutmaz; ‘vay dağlar, karlı Boranlı yaylalar’, der duru. Torosların yaylalarında özgür, başına buyruk iken çadırından ayrılışı ölüme bir adım daha erken yaklaşmasıydı. Çünkü dağların havasına, suyuna, doğasına alışmış âşıktı. En çokta özgürlüğüne alışmış Yörük için kentlere yerleşip oturmak gurbettir ona, kafeste bülbül gibidir, özlem dağlara, yaylalara, yaşamayan bilemez… 

Dönüp bir bakalım neler çekmişler, nelere karşı koyup onurlarını korumuşlar!

OZAN DEDEMOĞLU Osmanlı İskân Siyasetine İsyanı

Ozan Dedemoğlu, Oğuz Boylarından Boz-Ok-Beğdilli budunu kolundan olup, yaşamının bir bölümünü Gaziantep, Maraş bölgeleri göçerilerinden olduğu söylenir.
  
Dedemoğlu, 17. Yüzyıl sonlarına doğru 18. Yüzyıl ortalarına kadar yaşamış; yaşadığı dönem, ülke iç savaşlara, zulümlere, sürgünlere doymaz bir biçimdedir. Dedemoğlu, oldukça güzel ve düzgün bir dil kullanarak, savaşları, zulümleri, baskıları, sürgünleri deyişlerinde yeri yerinde anlatmıştır.

Dedemoğlu, şimdiki Suriye sınırları içerisinde kalan Rakka bölgesinde sürgün yaşadığı, daha sonra tekrar Anadolu’ya döndüğü deyişlerinden anlaşılmaktadır.

Dahi, Dedemoğlu, Türkmen aşiretlerin toplanıp, istişare yaptıklarına dair yeni iskân tabi tutuldukları yerlerin adlarını verir deyişlerinde. Bu yer adları, Akçakale, Goncan, Colap, Seylan, Şirvan ve Ören gibi yerler işte deyişinin biri aşağıda:

Toplandık aşiret geldik CULAP’a (Fırat suyu)
Baş bend Firuz Bey değil mi?
Emretti Beyler, konduk yan yana
Hacı Ali’nin yurdu SEYLAN değil mi?

Ondan aşağı Budak düzüldü
Bend sahih ismi ismine yazıldı
Orda Berk Ağa’nın keyfi bozuldu
Torunların yurdu ŞİRVAN değil mi?

Yurt verildi Ulaş’ın beyine
Oda kondu Berk Ağa’nın sağına
Firkat geldi AĞCAKALE (Akçakale) dağına
Bayındırın yurdu gonca değil mi?

DEDEMOĞLU Haymanların kurulsun
Çekilsin bayraklar, mehter vurulsun
Döğülsün kahfen harbin çağrılsın
Abdalların yurdu ÖREN değil mi?

Doğu Toroslar bölgesinde bir dram yaşanır Türkmen, Arap ve Kürt aşiretler yan yana yaşadıkları ve Türkmenlere karşı öyle bir hal alır ki, bezdirici, bıktırıcı, saldırıları hat safhada rahatsızlıklar verir olur. Bu durum karşısında Dedemoğlu bir deyişinde şöyle der:

Ömrümde sevmezdim Arabı Kürdü,
Geldi çadırını dibime kurdu. 

Ozan Dedemoğlu, Türklerin lojistik bölgesi Horasan’dan Anadolu’ya yapılan Türkmen göçleri, her ne kadar Anadolu’yu Türk yurdu haline getirmiş olsa da, zamanla muktedirler yönetimi ellerine geçirdiklerinde, Anadolu’yu Türk yurdu yapanları perişan etmekte hiç sakınca görmemişlerdir. Baskılarla, kıyılmalarla zorunlu göçlerle, zorunlu iskânlara zorlanmışlardır.

Aşağıdaki deyişinde net bir biçimde anladığımıza göre salt Anadolu bağlantılı olmadığını, kökeni, Türkmen yurdu Horasan bağlantılarının da diri olduğunu görürüz: 

Çıktık Horasan’dan sökün eyledik
Düşürdüler bizi tozlu yollara
Omuzda parlayan kargı cıdanlar
Alıp aşırdılar karlı dağlara

Bölük bölük oldu yüklendi göçler
İhtiyarlar atlı yayadır gençler
Başımıza geldi gördüğü düşler
Düşürdüler bizi görülmedik ellere

Gâhî konduk gâhî göçtük yollara
Bilip bilmediğin gurbet ellere
Âlem dağlarında şu daz çöllerde
Bizden sonra bir ad kalsın dillere

Oradan yüklendik geldik Culub’a (Fırat suyu)
Seksen dört bin hane gelmez hesaba
Deve, koyun hayli insan kalaba
Susuz hayvan inileşir çöllere

DEDEMOĞLU derki aşkın bağından
Aşırdılar bizi Yozgat Dağından
Anadolu Sivas şehri sağından
Göçtüğümüz destan olsun dillere.

Dedemoğlı’nun yukarıdaki deyişinden anladığımız kadarıyla 84 bin hane-çadır olarak Osmanlının iskân siyasetinin kurbanları olarak Rakka’ya sürgün edildiklerini deyişlerinde söylemektedir.

Tarihin tozlu sayfalarında kalan Rakka (Şimdi Suriye sınırları içerisinde bir bölge) çöllerine Türkmen sürgün günleri, Osmanlının kan, zulüm, gözyaşı, ölüm, iç içe, içler acısı bir durumdu. Rakka’ya sürgün edilirler. Beydili Türkmenleri 16.18. Yüzyıla kadar süren bir coğrafya da iskâna zorlanırlar.

Türkmenler fırsat buldukça kaçarak gizliden eski yurtlarına dönerler, genellikle Toroslar da dağlık, ormanlık, Osmanlı adamının ulaşamayacağı yerlere perem perçem yerleşirler; oralarda yaşamaya başlarlar. Bazı Türkmenleri, Osmanlının yerleştirdiği Kürt aşiretleri aralarında ve Kürt aşiretleri içinde yaşamaya başlarlar. Süreç içinde birçok Türkmen Kürtleşirler. Batıdaki Akrabaları Türk kalırken onlar Kürtleşirler.

Arap aşiretlerin ve Kürt aşiretleri arasında yaşama tutulan Türk oymaklar içinde fırsatını bulup bölgeden kaçanlara Osmanlılarca “kaçkıncı” adı verilen Türkmenler genellikle Toros, Canik, Munzur dağlarına sığındılar. 

PİR OZAN GEVHERİ 16. Yüzyılda yaşamı Türkmen ozanı şöyle sesleniyordu:

Başına bir hal gelirse
Dağlara gel dağlara gel
Seni saklar vermez ele
Dağlara gel dağlara gel

Bu canım aşka düşeli
Aşk odu ile pişeli
Yeşil dağlar menefşeli
Dağlara gel dağlara gel

Rakibe miktarın bildir
Yanına civanlar uydur
Zamane dostundan yeğdir
Dağlara gel dağlara gel

Gevheri düşmüş dillere
Diyar-ı gurbet illere
Billahi vermem ellere
Dağlara gel dağlara gel.


DADALOĞLU (1785-1868)
Avşar Boylarındandır. Osmanlı 1865 yılında göçebe boyları yerleşik düzene geçirmek amacıyla “Fırka-i İslâhiye” kararıyla eyleme geçer. Yalınız bu öyle sanıldığı gibi kolay olmuyor. Bu iklim değişimi yıllarca acılarla dolu geçmesini sağlamış. Avşarların yetiştirmiş oldukları çok hayvanları var, yeni yerleşik yaşama uyum sağlamaları hayli güçlükler içinde geçer. Bu olan biten rahatsız olan Dadaloğlu “Fırka-i İslâhiye” kumandanı Derviş Paşa’ya ve genelde Osmanlının Türkmen siyasetine çatar:

Derviş Paşa yaktı, yıktı elleri
Soldu bütün yurdumuzun gülleri

Aşağıdan iskân evi gelince
Sararıp da gül benzin solunca
Malın mülkün Seyfi  (Alıcı avcı kuş) gözlüm kalınca
Kaypak Osmanlılar size de aman mı?

Dadaloğlu, Avşar Türkmenlerinden olup 18. Yüzyıl içinde doğduğu, 19. Yüzyıl içinde öldüğü bilinmektedir. Gerçek adı Veli i olup mahlasını Dadaloğlu olarak kullanmıştır. Dadaloğlu’nun yaşadığı Orta Toros Dağlarında Gâvur Dağı, Bulgar Dağı, Ahır Dağı, Çukurova’dır. Ayrıca, Orta Anadolu ve güney illerinde yaşayan konargöçer Avşar, Sıkıntı, Kırıntı, Bozdoğan, Karsantı, Berber, Menemenci gibi Türkmenlerin içinde yaşamıştır. Dadaloğlu Toros dağlarında dolaşan göçebe Avşar Türkmenlerinden olduğu kesin kanıtı:

Kalktı göç eyledi Avşar elleri
Ağır ağır giden iller bizimdir.

Dadaloğlu, Türkmenlerin yerleşik yaşam zorlanarak geçirilmelerine en ağır tepkisini kor ve deyişlerinde yerleşik yaşama geçmek istemeyen Türkmen oymaklar için sesi ve sözlü tarihi olur. Osmanlı tarım arazilerinde çalışmayı önerirse de onlar yine de geleneksel göçebe yaşamlarını sürdürmek isterler, itaat etmezler.  

Türkmenler, (Yörük taifesi) Osmanlının zorunlu sürgün ve iskân siyasetine karşı koyarak obaları hınçla haykırarak Osmanlı Devleti ile savaşlarını deyişlerinde duru ve yalın bir dil kullanarak Osmanlıya karşı halkı savaşa teşvik ediyordu. Göçebe toplum ruhunun bir geleneği olan  “anca beraber, kanca beraber” ilkesi vardır. Her türlü eylem birlikte yapılır, birlikte karara başlanır. Her şeyde “biz” vardır, “benlik” yoktur. Dadaloğlu bu ilkeye sadık kalarak bakın nasıl seslenir:

Kalktı göç eyledi Afşar elleri
Ağır ağır giden eller bizimdir
Arap atlar yakın eyler ırağı
Yüce dağlan aşan yollar bizimdir.

Belimizde kılıcımız kirmanı
Taş deler mızrağımız temreni
Hakkımızda devlet vermiş fermanı
Ferman padişahınsa dağlar bizimdir

Dadaloğlu’m yarın kavga kurulur
Öter tüfek davlumbazlar vurulur
Nice koç yiğitler yere serilir
Ölen ölür kalan sağlar bizimdir

Aslında Dadaloğlu normal yaşamında doğa ve aşk deyişleri söyler, her türlü güzel şeyleri sever, onların üzerine deyişler düzen biridir. Dadaloğlu’nu içinde yaşadığı durum ve toplumsal duyuş onun, Osmanlının yaptığı “İskân” ve “Sürgün” siyaseti zoruna gider ve öylesine bir nefret dönüşür ki deyişlerinde açığa çıkar:

Ilgınca sılgınca görünen dağlar
Yoksa Türkmen ili başın duman mı?
Deli gönlüm kayıp coşunca
Hey ağalar coştucağım güman mı?

Aşağıdan akça koyun geliyor
Bezirgânlar koç yiğide gülüyor
Kitabın dediği günler oluyor
Yoksa gün döndü de ahır zaman mı?

Aşağıda akça kuğum ötüyor
Katar başı mayalarım çökünce
Şah’tan ferman Türkmen ili göçünce
Daha da hey Osmanlıya aman mı?

DADALOĞLU’M derki gördüm düşümde
Yiğide at verirler on beşinde
Alışkın piştovla dağlar başında
Azrail’den başkasına aman mı?

Benzer deyişin bir başka söyleniş biçimi daha var ki şöyle:

Ilgıt ılgıt seher yeli esiyor
Gâvur dağlarının başı dumanlı
Gönül binmiş aşk atına aşıyor
Bire beyler cünunluğun zamanı mı?

Aşağıdan iskân evi gelince
Sararıp ta gül benzimiz solunca
Malım mülküm Seyfi gözlüm kalınca
Kaypak Osmanlı size aman mı?

Aşağıdan iskân evi geliyor
Bezirgânlar koç yiğide gülüyor
Kitabın dediği günler geliyor
Yoksa devir döndü ahir zaman mı?

Aşağıda akça çığın ötünce
Katar başı mayaların sökünce
Şah’tan (Padişah’tan) ferman Türkmen ili göçünce
Daha da hey Osmanlıya aman mı?

DADALOĞLU’M sevdası var başımda
Gündüz hayalimde gece düşümde
Alışkan tüfekle dağlar başında
Azrail’den başkasına aman mı?

Toros Dağların uçsuz bucaksız sarp yerlerine, bir yarısı Suriye içlerine doğru kaçarlar. Aslında Osmanlının amacı, yerleşik düzene geçmelerine dair onlara iyi bir yaşam alanları açmak değildi, böyle bir projeleri de yoktu. Osmanlı Avşarları iyi denetleyebilmek, kolay baskı altına alabilmek için böyle bir yola girmişti.

Osmanlı İskân siyasetine isyanın açıkça yapmış olduğunu gösteren deyişi:

Kaypak Osmanlılar size aman mı?
Şah’tan (Padişah’tan) ferman Türkmen ili göçünce
Daha da hey Osmanlı aman mı?

Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahınsa dağlar bizimdir.

Dadaloğlu’nun Osmanlı’ya “kaypak” demesine neden, Osmanlı Avşarları (1) Uzun Yaylaya yerleştirme sözü verir. Avşarlara verdiği bu sözden cayarak yerine getirmez, Uzun Yaylaya Çerkez göçmenleri yerleştirir. Ayrıca Dadaloğlu, Doğu Kozan Ağası Yusuf Bey’i hile ile yakalamış, bu nedenle de Dadaloğlu’nun diline  “Kaypak Osmanlı” yerleşmiş olur.

Dahi, Osmanlı Mescit Paşa şöyle tehdit eder Avşarları: “…uslu durmazlarsa atlarını ve burnu hızmalı kızlarını Adana pazarında satarım”  der. Bunu duyan ozan “namus ve ar” eder kendine, Osmanlı’ya başkaldırı (2) eylemine girişir ve şöyle der deyişinde:

Feke’de bir kıyımdan söz ediliyor ki gelinlerin dul kaldıklarını dile getiriyor.

Şu Feke’nin hanımları
Talim bilmez âlimleri
Kör olası Derviş Paşa
Hep dul koydu gelinleri

Gitti cerit (cirit?) gitti gide Avşarlar
Gider oldu namusumuz arımız
Kavga kuruldu da kılıç çalındı
Hey ağalar nerde vardı yarımız

Büyük bir halk ozanı olan Dadaloğlu en güçlü deyişleri yanında, yaşadığı bölgenin dövüşlere de boynu eğik değildir. Haksızlığa karşı tepkili olmuştur her daim:

Ölürüz de kömür gözlüm ölürüz,
Dost ağlasın zalim felek utansın
Kıyamette kavuşmak var biliriz,
Dost ağlasın, kahpe felek utansın

Bir çıkmaza girdi bugün yolumuz
Geçit vermez sağımızla solumuz
Kalır gayri burada ölümüz
Mert ağlasın, namert olan uttansın

Avşar ili yaylasına göçmedik
Aşın yiyip, sularını içmedik
Tenhalarda kendimizden geçmedik
Can ağlasın, hain felek utansın

DADALOĞLU’M yine coştu çağladı
Ak üstüne karaları bağladı
Firkat oldu yüreciğim dağladı
Ben ölende Çapanoğlu utansın

Dadaloğlu’nun umutsuzluğa düştüğü deyişin:

Yine tuttu Gâvur dağı dumanın
Hançer vurup açarladı yaramı
Sana derim Mıstık Paşa ereni
İçindeki bunca beyler nice oldu

Sabahaca kandilleri yanardı
Soytarılar fırıl fırıl dönerdi
Ha deyince beş yüz atlı binerdi
Sana inip konan beyler nice oldu

Ağlayı ağlayı DADAL’IN şöyle
Vefasız dünyayı şu insan neyler
Bir yiğidi bir kötüye kul eyler
Şimd’en sonra yaşaması güç oldu.

Osmanlı Türkmenleri cezalandırmak için Rakka’ya Abbas Paşa adlı birini görevlendirmiştir. Abbas Paşa, İskenderun’dan karaya çıkarak Rakka’ya gelişini Avşar Türkmenlerinden Dadaloğlu da deyişini söyler:

İskeleden kalktı ol Abbas Paşa
Kızıla boranlı dağ var önünde
Elbeyli beylerin at başı çekmez
Çevrilip konacak yer var önünde

İllerinde Osman Bey, zorbaların başı
Aşireti var, çıplak eder savaşı
Keser kelleler, basar üleşi
Kartallar dönecek yer var önünde

Küçük Ali oğlu da, haykırır kakar
Düşman görünce belini büker
Cimbulat kılıçla demir bent büker
Omuzu kalkanlı er var önünde

DADALOĞLU der; ordan geçerse
Elbeyli Türk’ün yolun açarsa
Akan kanlı Murat köpük saçarsa
Seyit Battal gibi er var önünde.

KUL SADUN ve Osmanlı İskan Siyaseti
Orta Toroslardan Rakka ve Civarında iskân için sürülmüştür. Orada, Türkmenlerin Arap ve Kürt aşiretleriyle savaşlarını anlatan ozan Kul Sadun, deyişinde ise Arap kabilelerin baskıları ve Halep Valisi Abbas Paşa’nın Arap kabillerinin yanında yer alarak Türkmenlere zulmü destek olmasından, çok olumsuz şartlar geçirir bölgede. Bu nedenle bazı Türkmenler Anadolu içlerine, Konya, Karaman, Kütahya gibi yerlere kadar göç ederler. Bazıları da daha önceki ata yurtları olan Yozgat, çorum, Ankara, Kırşehir ve Çankırı yörelerine yerleşirler. Ozan Kul Sadun bu duruma şöyle der deyişinde:

Rakka çöllerinden gelen gaziler
Rakka’nın gonca gülü soldu mu?
Yeniden bir haber duydum oradan
Cerit Bekir öldü derler, öldü mü?

Cerit Bekir öldü ise kırıldı kilit
Yolumuza kötü bir kara bulut
Kürdülü Kerim’le Bayındır Halit
Kolu bağlı cellâtlara vardı mı?

KUL SADUN’um der ki bulmadık vefa
Hükmümüz geçerli şol Kaf’tan Kaf’a
Ulaşlu oğlu Hacı Mustafa
Alayları bölük bölük böldü mü?

 KARACAOĞLAN (1606-1679)
Karacaoğlan, Adana’nın Farsak köyünde doğduğu; Torosların Gavurdağı yörelerindeki Türkmenlerin içinde yetiştiği söylenir. Esmer kara yağız olduğundan adına Karacaoğlan denmiş. Gezdiği yerler ise Konya, Ankara, Karaman, Adana, Halep, Mardin, Diyarbakır kentler olduğu söylenir. Ayrıca Suriye, Mısır, Trablus ve Rumeli bölgelerini gezmiş olduğu söylenir.

17. Yüzyılda Orta Toroslar ve Çukurova’da yaşadığı bilinen Karacaoğlan deyişlerinde çok yalın, katıksız arı duru Türkçe kullanan Karacaoğlan, daha çok aşk ve doğayla iç içe olma yanında ayrılık, gurbet, sıla özlemi, sevda, acı, dostluk, yoksulluk, zulüm, ölüm içerikli, insanın doğasında var olan temaları çok işlemiştir. Hep duygularını, düşüncelerini, işin puştluğuna kaçmadan içten ve gerçekçi bir bakışla, kendine özgü bir deyiş yapısı içinde söylemiştir. Mezarı Mersin’in Mut ilçesi Çukur köyünde olduğu sanılmaktadır. Bize en çok Karacaoğlan’ı tanıtan ve deyişlerini derleyen Nüzhet Ergun olmuştur.

Dinleyin ağalar size bir şey söyleyim
Hatırdan gönülden geçici olma
Bir yiğidin amanını kesişin
Sırrını ellere açıcı olma

Meclise varışın kâmili dinle
El iki söylerse sen birin söyle
Elinden geldikçe iyilik eyle
Sakın ol başlara kakıcı olma

Karacaoğlan kalk gidelim buradan
Allah’ımız seni beni yaratan
Sakın kendini haramdan zinadan
İnsanı insana takıcı olma.
Selman ZEBİL

(1) Ahmet Z. Özdemir, “Avşarlar ve Dadaloğlu” Ank. 1985, s. 93
(2) Battal Pehlivanlı, “Dadaloğlu, Yaşamı, Sanatı, Şiirleri”  İst. 1984 s.24-27

TURANCI-TÜRKÇÜ-SOSYALİST ETHEM NEJAT (1881-1921)

ETHEM NEJAT (1887-1921) Annesinin adı Cavide, babasının adı Hasan'dır. Anne tarafından dedesi Ahmet Cavit Paşa, Çerkes İttihat ve Teavün...