12 Aralık 2022 Pazartesi

OSMANLIYI ÇÖKERTEN TARİKAT ve CEMAATLERİN 300 YILLIK DEĞİŞMEZ DURUMU

17. Yüzyılda Tekkeler, Medreseler ve Kadızadeliler Harekâtı ve Günümüzede Değişen Birşey Yok

17. yüzyılda tarikat ve cemaatlerin güdümüne giren medreseler önce fikren kendilerine uymadıkları için tekkelere karşı anlaşmazlık savaşları verdiler. Bu zamanla boyutunu aşarak derinleşti, Osmanlı devletini çökertir duruma geldiler. Çünkü medreselerde gericilikle başlayan durgunluk, tekkelerdeki canlılığı yok etti, bağnazlığa işi vardırdılar...

17 yüzyıla kadar Osmanlı sultanları ve idarecilerinin ulema, şeyh, gibi kişilere hoşgörü ile bakıyor ve tolerans gösteriliyordu. Tarikat ve cemaatler bu hoşgörü ve toleransı istismar etmekte hiç geri durmuyorlardı. Genelde bu hoşgörü, Sünnilik adına oldukça toleranslı oluyorlardı ama onlar böş durmuyorlar, sürekli devletin atını oyuyorlardı. Bu arada Osmanlı tekke ve zaviyelere ise bu kadar hoşgörülü davranılmıyordu. Yani 17. yüzyılda git gide yüzünü tek yöne çeviren Osmanlı Devleti'nin siyasi fikri İslamcı şeriata muhalif hareketlere sert müdahaleleri olmakta idi. Cezalar ağır bicinde idamla, hafif biçimde sürgünle yerine getiriliyordu.

Osmanlı Devleti'nin 16. yüzyılın sonları ve 17. yüzyılın ilk yarısına kadar uzanan dönemdeki sıkıntılar, devlet ve toplumun nerdeyse tamamını yakından etkileyen olaylar, toplum kendisini gözden geçirmesine ve yeni tavırlar almasına neden oldu. 17. Yüzyıla gelindiğinde iyice ağırlaşmış şartlar, devletin içine düştüğü durum her kesimden insanları etkilemekteydi. Doğal olarak devlet idarecileri ve toplumun fertleri kendi seviyesine uygun tepkilerde göstererek çareler bulmaya çalışıyorlardı. Osmanlı bilim ve fikir adamları hal çaresi için “nasihatname” türü risaleler ile uğraşıyorlardı. Koçi Bey “Nasihatname” risalesini 4. Murat ve Sultan İbrahim'e sunmuştur. Yine aynı zamanda “Kitab-ı Müstetab”, “Hızırü'l-Mülûk”, “Kitab-ı Mesalihi'l-Müslimin” ve “Menafi'i'l-Mü'minin” adlarında kitaplar yazılmıştır.

Osmanlı Devleti'nde 17. yüzyıldaki medreselerle tekkeler arası kavgalarını veya bir diğer ifade ile şeriat ile tarikat anlaşmazlığı kavgaları meydana gelir. Osmanlı tekkelar karşıtı olurken, tarikat ve cemaatlerin medreselerinin koruyucusu oluyordu. İşte bu koruyuculuk 17. Yüzyılda ortaya çıkan gerici yobaz, Osmanlı kendi büyütüp beslediği Kadızadeliler hareketi, kendini sallar korkunç günlleri yaşatmaya başladılar...

İmam Mehmet Birgivi (1522-1573) Kimdir?
Gerçek adı, Takiyyüddin Mehmet olan Osmanlı ulaması olan İmam Birgivi yani Birgili diye ün kazanır. 1523'te Balıkesir'in Kepsut İlçesi'n
in Bektaşlar köyünde doğan Takiyyüddin Mehmet, ömrünün son 10 yılında Birgi'de bulunan medresede hocalık yapmasından dolayı Birgivi, yani Birgili diye ün kazanmıştır. Birgivi Mehmet, babası, Balıkesir’deki bir medresede hocalık yaparken ondan Arapça ve bazı dini bilgiler öğrendikten sonra oradan İstanbul'a gitti. İstanbul'da eğitimini tamamladıktan sonra çeşitli medreselerde hocalık yaptı. Edirne'de askeri görevlilerin miras işlerine bakma görevine atandı. Burada boş zamanlarında verdiği vaazlarda halkı Kur'an'a ve Muhammed’in sünnetine dönmeye çağırdı.

Birgivi'ye göre mezarlar üzerine türbe yapılmamalı türbelerde mum yakılmamalı, para ile Kur'an okutulmamalı ve savaş zamanı dışında çalgı dinlenilmemeliydi. Ayrıca ona göre para vakfetmenin caiz olmadığını söyleyince döneminin şeyhülislamı Ebussuud Efendi ile çatıştı. Şeyhülislam, Birgivi'ye halkın arasına fitne sokmaması tavsiyesinde bulundu. Dahi ancak, verdiği bunca ateşli vaazlara rağmen bir sonuca ulaşamayınca halkın oturmuş alışkanlıklarından dönmeyeceğini görünce, Edirne'den İstanbul'a gelerek bir Bayramiye tekkesinde inzivaya çekildi. Ancak bir süre sonra tekkenin şeyhi Abdullah Karamani'nin tavsiyesiyle insanları aydınlatmak için medrese hocalığına geri döndü. Ömrünün sonuna kadar Birgi'de medrese hocalığı yapan İmam Birgivi, 1573'te İstanbul'a gelirken 52 yaşında vebadan burada öldü ve Birgi'ye götürülerek orada defnedildi. İzmir-Ödemişin Birgi ilçesine bağlı bu kasabada İmam Birgivi'nin türbesidir her ne kadar sağlığında şiddetli bir biçimde türbe ziyaretlerine karşı olmuş olsa da en büyük evliya türbesi diye dua eden ziyaretçilerin uğrak yeri olmuştur.

Birgivi öldükten sonra…
17. yüzyılda Kadızadeliler hareketi ile İmam Birgivi en parlak günlerini yaşadı. Kadızadeliler hareketi bitirilse de Birgili’nin fikirleri çeşitli çevrelerce kabul edildi. Daha çok onun “Vasiyetname” adlı ilmihal kitabı en çok okunan kitabı oldu. Türk tarihinin en tutucu ve en bağnaz düşünürlerinden birisi olan Kadızadeliler hareketinin öncüsü Kadızade Mehmet Efendi, fikirlerinin en önemlisini İmam Birgivi Mehmet Efendi'nin, düşünsel yapısından almaktaydı.

Kadızâdeler hareketlerinin ana düşüncesinin unsuru Mehmet Birgivi'dir. İçinde yaşadığı buhranlı dönemi ve olayları fırsata çevirmiş, hal çareleri olarak teklif ettiği görüş ve düşüncelerini yazdığı eserlerinde toplamıştır. En bilinen yapıtı ise “Tarikat-ı Muhammediyye” olmaktadır.

4. Murat'ın devleti idaresini ele alır ve ıslahatlarına başlarken önce Osmanlı cemiyet düzenini bozan; Osmanlı toplum yaşamında yaklaşık yüz yıllık girmiş alışkanlıklar sürmekte ve toplum yaşamında yaygınlaşan bazı alışkanlıkların insanları miskinliğe sevk ettiği kahvehaneler ve tütün içmek gibi alışkanlıkların önünün alınması gerektiği düşüncesindeydi. Yani, keyif verici alışkanlıklara sert tedbirler almak, devlet ve ilim çevrelerinde pek taraftar bulamamıştır. 4. Murat'ın bu konudaki isteklerine ancak tek yasallık arz eden Kadızâdeliler olur.

17. yüzyılın ilk yıllarında itibaren güçlenen ve devlet yönetiminden de yakın ilgi gören Kadızadeliler, başında Kadızâde Mehmet Efendi adında İstanbul'da vaizlik yapan kişi bulunmaktadır. Bu kişinin fikri kaynağı ise Birgivi Mehmet Efendi'dir. Birgivi'nin bütün fikirlerine tam olarak bağlılık gösteren takipçileri, devletin sıkıntılarının nedeni olarak belirledikleri sorunların, “Bid'at” diye niteledikleri ve bu konuları vaaz verdikleri cami kürsülerinde, “vaaz-ı nasihatle” dile getiriyorlardı. İlk önceleri bu vaizlerin etkileri Osmanlı devletinin idarecilerinin istediği tarzda halka bilgi vermeleri memnunlukla karşılanıyordu. Osmanlı tarihinde “Hoca Nüfuzu” diye de adlandırılan bu konu, 17. Yüzyılda ciddi sıkıntılara neden olmuş ve halkı da oldukça uzun süre huzursuz etti.

4. Murat üzerinde nüfuz sahibi olan Kadızâde Mehmet Efendi'nin Osmanlı sarayına yakınlığı daha önce başlamıştır. 4 Murat üzerinde kurduğu nüfuz ile gittikçe etkisini artırmıştır. 3. Murat, Manisa'da şehzâdeliğinde tanıdığı Kadızâde Mehmet Efendi, Şeyh Süca-yi, tahta geçince İstanbul'a getirtmiş ve kendisine oldukça değer vermiştir.

Kadızâde Mehmet Efendi, 17. yüzyılın buhranlı günlerin getirdiği ağırlaşan şartların iktisadî, içtimaî ve siyasi zorluklara karşı yapılması bir layiha biçiminde 4. Murat'a sunduğu, üstadı Birgivi ve onun İbn Teymiyye’den esinlendiği “Tacu'r-resail fi Menahici'l-Vesail” adlı İbni Teymiyye'nin “es-Siyasetü'ş-şer'iyye adındaki devlet hakkındaki risalesinin çevrisiydi. Yani kısacası Kadızâdeliler, daha önceki ve sonraki Selefiler gibi, Osmanlının içine düştüğü buhrandan ancak Kur'an ve sünnete dönmeyle mümkün olacağı tersi, şartların devleti felakete götüreceği iddiasını savunmuşlardır.

Daha açıkçası, Kadızâde Mehmet Efendi, dine yararı olmadığı gibi, dünya içinde yaralı bir sunumu olmamıştır ancak devletin yıpratılmasında ve hatta çöküşünün hızlandırılmasında, Osmanlı toplumunun bozulmasında, huzursuzlukların artmasında derin katkıları olmuştur.

Kadızade Mehmet Efendi ve Mehmet Birgivi (1523-1573)
Her ikisi de İbn Taymiyye (1268-1328) izleyerek dini sosyal bunalımlı kaynağını dinde aramıştır. 17. Yüzyılda onun bu yaklaşımı vaizler, Kadızadeler topluluğunun hareketinde öncü rol oynamıştır. Mehmet Birgivi ’nin öğrencisi Kadızade ve ona bağlı “fakı” denilen bir topluluk vaiz, tartışmayı daha da tırmandırıp onun yolunu sürdürmüşlerdir. İstanbul camilerinde vaazlarında toplumu ikiye bölerek derin din savaşları ile derin bir toplumsal ayrışmalara neden olmuşlardır. Toplumların bütün adet ve göreneklerine karşı çıkmışlar, "peygambere göre uygun değildir" diyerek, toplumun örf ve adetlerine “bidat” yakıştırması yapmışlar, uymayanlara “kâfir” damgası vurmuşlardır. O dönemde kahve, tütün, türkü, raks, sema gibi şeylerin şeriata aykırı diyerek halkın beynini yıkamışlardır. Dahi, matematik ve akli bilimlerin medrese eğitiminden kaldırılmasını istemişlerdir.

Kadızadeli, İslam’a aykırı 21 “bidat” olduğundan söz eder. Sözünü ettiği bidatlerinden bazıları şöyle:

1- Kur’an ve Ezanın makamlı okunması. 2- Sema ve devran gibi ritüellerin caiz olması.
3- Tütün, kahve ve keyif verici maddelerin haram olmaması. 4- Muhyiddin-al Arabî’nin kâfirliği. 5- Yezit’e lanet okunması, 6- Muhammed’in ölümünden sonra ortaya çıkan örf ve âdet ve gelenekler, 7- Kabir ve türbe ziyaretleri. 8- Büyüklerin el ve eteklerinin öpülmesi ve selam verirken eğilme. 9- Rüşvet, 10- “Emr bi’l-ma’ruf ve nahy’ani’l-mülk” (iyiliği emredip kötülükten men etme emrini izlemek) gibi şeylerin “bidat” olduğunu söyler.

Anadolu’da ve Rumeli’de halkın Hanefi Mezhebine zorlanması…
Anadoluya özgü, daha özgürlükçü Sünni Maturidilik anlayışına karşı aşırı Sünnilik eğilimli Kadı Zadeler sorununu Kâtip Çelebi “Mizan” da çok güzel özetler ve Kadızadeliler, Hambeli Mezhebi İbn Taymiyye yolunu izleyerek salt “Nass'a”, Kur’an ve hadise itibar ederler. Hanefi mezhepli Osmanlıda “istihsan” ve “içma-i ümmet” prensibiyle topluma mal edilmiş adetleri, toplumun iyiliği için kabul etme yanlısı idi; ancak çatışmaların aslı mezhep farkından kaynaklanmakta olduğu iddiası ile Osmanlı hükümdarı “imam” sıfatıyla Anadolu ve Rumeli’nde Hanefi Mezhebi doğrultusunda uygulanmasını emretmişti. Osmanlı din anlayışında sultanların, toplumun hangi mezhebi seçeceklerinde kara vermesi bir tür zorlamaydı. Ancak Osmanlı sultanı Anadolu ve Rumeli’nde yaptığı tek mezhebe bağlılık baskısını, Arap eyaletlerindeki dört mezhebin yürürlükte kalmasını onaylamıştır.

O zamanlarda Mevlevi Dedesi Sakib, Kadızade için: “Müslümanlar arasında taassup fitnesi uyandırdığını” söyler. 1651 yılına gelindiğinde, halk Kadızadelileri kendilerine yakın hissediyor, Kadızade vaazları halkı ayaklandırıp zalim saray ve ara zorbalarına karşı isyana kalkıyorlar ve Yeniçerileri bertaraf eden esnafı da yanlarına almışlardı.

Yaşar Ocak’a göre, Kadızade Mehmet, “Tacu’r-Resail fi Manahici’l-Vesail” başlığıyla padişaha bir layiha sundu. Bu layiha, Hambeli mezhebinden İbn Taymiyye’nin devlet idaresinden söz eden “Siyasetu’ş-Şer’iyye” adlı yapıtının çevrisinden ibaretti. (**) Mehmet Birgivi ve Kadızadeli’nin risaleleri, İbn Taymiyye’nin eserlerine dayanıyordu.

Kadızadelilere etki edip yön veren, Mehmet Birgivi’nin yazdığı “Tarikat-i Muhammedi’ye” bir tür ilmihal kitabı niteliğinde olurken diğeri “Vasiyetname” adlı yapıtı ise vaazlarını içeriyordu. Bugüne kadar halkın İslamcı anlayışını biçimlendiren bir yapıt sayılır.

Kadızade Mehmet Efendi, İbn Teymiyye ve Mehmet Birgivi’yi izleyerek dini ve sosyal bunalımın kaynağını dinde aramış ve 17. Yüzyılda onun bu yaklaşımını benimseyen vaizler topluluğu, Kadızadeler eylemlerinin öncüleri olmuşlardır. Osmanlı içinde Kadızadeler git gide tehlikeli boyuta geldikçe aşırı istekleri bitmiyordu. Onların vaazlarını dinleyen halk kitleleri ile devlet ve resmi ulemalar arasında gerginlik artarak son sınıra dayanmıştı. 17. Yüzyılda İstanbul’da Mutaassıp Kadızedeliler tehlikeli tartışmalar ile sufi tarikatlar arasında kavga şiddetiyle bitmeyen, ölümlere neden olmuştu. Bu olaylar Köprülü Mehmet Paşa’nın veziriazamlığına kadar sürmüştü. Köprülü Kadızadeli’yi ve ileri gelen vaizleri 1656’da sürgüne göndermiş, kargaşa bir zaman sükûna dönmüştür.

(*) Halil İnancık, “Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet” İş Bank Yayınları, 3. Baskı 2017, s.222
(**) Ahmet Yaşar Ocak, 17. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda Dinde Tasfiye Teşebbüslerine bir Bakış: Kadızadeliler Harekâtı” Türk Kültür Araştırmaları 1993, s.212-213.


Osmanlıyı Çökerten Dincilik Hareketlerinden Bir Örnek Kadızadeler

Osmanlı 16. Yüzyıl İtibarı ile özünden, kimliğinden uzaklaştı ve birçok devşirmelerin yönetimine girdi Osmanlı Devleti. Dinde dahi, Arap-Acem şeyhülislamların fetvaları ile Osmanlı sarayı dini safsata fetvalar verir duruma getirildi.

Osmanlının Balkanlarda ve Anadolu’da ki Hıristiyanlara ve Musevilere karşı gösterdiği hoşgörünün yarısını bile, kendisini kuran, mermer saraylara taşıyan Türkmenlere göstermiş olsaydı birliğini, dirliğini koruyabilirdi. Osmanlı inadına tersini yaptı, törelerden uzaklaştıkça dincileşti durdu; kendi Sünni inanç anlayışına terlim etti ve din dışı ilan eden Ebu Shuut gibi devşirme şeyhülislamların fetvalarına uyarak Türkmen Alevi-Kızılbaş-Bektaşileri imha yolunu gitti. Başaramadı; döktüğü kanla kaldı, kendisi de ayakta kalamadı...

Kadızade Harekâtının öncülerinden Birgivi Mehmet Efendi denen adam önderliğinde oluşan hareket, Osmanlı sarayına kadar sirayet ederek halk ve devlet nezdinde uzun sürecek huzursuzlukların ortaya çıkmasına büyük ölçüde neden olmuştur.

17. yüzyılda, devşirmelerin her tarafa sirayet ettiği Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu siyasi ve sosyal bunalımlar içerisinde katı Hambali mezhepli siyasal İslamcılık yolu olarak Kadızadeler harekâtı ortaya çıkmıştır. Bu Kadızadeler, Bütün bilimsel gelişmeleri, bilimi, tekniği reddedici eylemciler olarak ortaya çıkan, gelmiş geçmiş Türk tarihinde ilk kez dinde tasfiye hareketini başlatan Kadızadelere, çoğunlukla “fakih”, “fıkıh” bilgini, fakı denilen vaizlerden oluşan bu topluluklar, en çok İstanbul’a sonradan yerleşmiş taşralı, okuması yazması olmayan cahil insanlara hitap ederek ortaya çıkmışlardır.

Kadızadelere hareketinin en güçlü ve eylemlerde oldukları dönem daha çocuk yaşta tahta çıkan 4. Murad, Sultan İbrahim ve 4. Mehmet zamanlarına denk gelmektedir.

16. yüzyıl sonlarına doğru Anadolu’da Kızılbaş Türkmenler üzerindeki baskıların daha arttığı noktada dönemin Osmanlı Devleti içerisinde Celali İsyanları, dışarda uzun süre devam eden Batıda Avusturya ve doğuda İran savaşları vardı. Ülkede siyasi, sosyal ve ekonomik buhranlarla sarsıntılar geçirmekteydi.

Bu durumdan fakılar en çok fırsat bilip yaralanmışlardır. Bu durumdan kurtulmak için dönemin Osmanlı bilginleri çeşitli raporlar hazırlarlarken, ülkede biti kanlanan en etki cemaatlerden Kadızadeler, bu buhranlı dönemi fırsata çevirip, Peygamber dönemi ile hiçbir ilişkisi olmayan birçok uygulamanın yani bidatları dine sokuşturuyorlardır

Kâtip Çelebi bile, Osmanlı toplumundaki bağnazlıktan söz ederken bütün bilimsel araştırmalarında ilk delillerini hep Kur’an’da aramıştır. (1) Dini bağnazlık, devletin düşünce hayatında matematik gibi akli ilimlere ve tasavvufa karşı gittikçe güçlenen muhalefetle kendini göstermiştir. Bu eğilim günlük hayatta şeriat adına yapılan bütün kaba bağnazlık eylemleriyle gün yüzüne çıkmıştır. Bu fakılar zümresi, Osmanlı ilmiye sınıfının (ulemanın), molla, imam, vaiz gibi halkla iç içe olan en alt kademesini oluşturur. Kadızadeliler özellikle esnaf tabakaları üzerinde etkiliydiler. Çoğu eğitimsiz, sadece okur-yazar olan bu kesim dine sıkıca bağlı ve dini emirleri ayrıntılarıyla yaşamaya hazır bir topluluktu. Bu bakımdan cami vaazları Kadızadelilerin halka ulaşmaları için çok önemliydi. Onların merkezi camileri olan Fatih Camii’ndeki hararetli ve coşkun vaazları halkta büyük yankı uyandırıyordu. İçlerinden sıyrılan elebaşları, sarayda padişah ve şehzadelere hocalık yapmışlardır.

Kur'an ve Sünnet dışında İslam toplumunda benimsenmiş inanç ve adetleri bid’at diye damgalayan, her türlü yeniliğe karşı çıkıp halkı bunlara karşı kışkırtan bağnaz bir grup her dönemde var olmuştur.

Kadızadegiller
17. yüzyılda politik ve ideolojik farklılıklar oluşturarak ayaklanan Kadızadeler veya Fakılar, Osmanlı Devleti'nin sonunu hazırlayan 17. yüzyılda etkili bir biçimde baş gösteren siyasi-dini harekettir.

Kadızadeliler, yani, Osmanlı’nın IŞİD’çileri olarak, Osmanlı devletinde İslam’ı terör örgütü durumuna sokup, özellikle de Sultan 4. Murat zamanında çok büyük yıkıcı bir siyasi güç elde etmişlerdir.

1. İbrahim ve 4. Mehmet döneminde ise daha da çok radikalleşerek adeta devleti ele geçirmişlerdir. Artık onlar, padişaha her istediklerini yaptırabilmekteydiler; onların izni olmadan sarayda kimse bir göreve gelememekteydi. 15 Temmuz’da darbe girişiminde bulunan Fetöcülerin yapmak istedikleri de aynen Kadızadeler gibiydi, onlardan esinlenmişlerdi sanki.

Vakanüvis Mustafa Naima Efendi, Kadızadeler bağnazlıkları hakkında verdiği bilgilere göre şöyle: “Bunların, başlangıçta dünya malına aldırış etmeden sade bir hayat yaşadıklarını, ancak siyasi sahneyi ele geçirince kendilerini ‘din yolunda gösterip’ her türlü entrikaya tevessül ettiklerini, sarayda işlerinin yürümesi için rüşvet almayı meşru gördüklerini” yazar.

Mustafa Naima Efendi’ye göre dahi, “Kadızadeler, pozitif bilimleri yasaklayan, İslam’ı kolaylaştırıcı ve birleştirici değil, her şeyi belirleyen ve zorba bir din gibi yaşatmaya çalışan bir softa ve bağnaz hareketi olarak ön plana çıkmıştır. Elebaşları kürsülerde vaaz ettikleri telkinlerin hiçbirini uygulamadan lüks içinde yaşarken halka şatafat ve israftan kaçmayı nasihat ettiler. Sarayda sultanların sofrasında mükellef ziyafetlerde bulunurlar ama halka gelince sünnet diye elle yemeyi telkin ederler” diye anlatıyordu.

Naima’nın yazdıklarına göre, bugünün siyaseti elinde bulundurduğu devleti Kadızadelerden farklı mı yönetiyorlar sanıyorsunuz.? Rüşvet yolsuzluk, insan kayırma, liyakatsizlikler hep din, iman adına yaptıkları bahanesine sığınmaktalar!

Kadızade Harekâtı, Sünneti ve onun Peygamberini anlamak yerine onu olduğu gibi Taklit etmek olarak gören, devinim halinde bulunan toplumsal süreçler içerisindeki gelişmeleri görmeyen, var olunan zamandan bağımsız düşünceler geliştiren

Birgivi Mehmet Efendi önderliğinde oluşan bu hareket, Osmanlı sarayına kadar sirayet ederek halk ve devlet nezdinde huzursuzlukların çıkmasına neden olmuştur.

17. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu siyasi ve sosyal bunalımlar içerisinde Kadızadeler harekâtı ortaya çıkmıştır. Bütün bilimsel gelişmeleri reddedici eylemciler olarak, gelmiş geçmiş Türk tarihinde ilk kez dinde tasfiye hareketini başlatan Kadızadelere, çoğunlukla “fakih”, “fıkıh” bilgini, “fak”ı denilen vaizlerden oluşan bu topluluklar, en çok İstanbul’a sonradan yerleşmiş taşralı, okuması yazması olmayan cahil insanlara hitap ederek ortaya çıkmışlardır.
Selman Zebil 12 Aralık 2022

Kaynaklar:
Katib Çelebi, Fezleke, c. 2.
Mustafa Naima Efendi, Naima Tarihi, C. 3
İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 3. Cilt, TTK Basımevi, 1988
Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğun Klasik Çağ, (1300-1600), İst. 2003
Semiramis Çavuşoğlu, “Kadızadeliler”, 24. cilt, TDVİA
Shaw, J. Stanford, Osmanlı İmp. ve Modern Türkiye, E yay. C.1, İstanbul 2008.
Burhan Oğuz, “Türk Halk Düşüncesi ve Hareketlerinin İdeolojik Kökenleri” c. 2.
Halil İnancık, “Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet” İş Bank Yayınları, 3. Baskı 2017
Ocak, A. Yaşar, Türkler, Türkiye ve İslam, İletişim Yay., İst. 2002.
Ahmet Yaşar Ocak, 17. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda Dinde Tasfiye Teşebbüslerine bir Bakış: Kadızadeliler Harekâtı” Türk Kültür Araştırmaları 1993

NOT: Osmanlıdaki bu zihniyet, günümüz Türkiye’sinde son zamanlarda Fetöcü darbecilerden kurtulup ta bir başka tarikat yuvası olan Süleymancılara ve Menzilcilere ödün vermeleri geçmişin akılsızlık çilesini anımsatıyor. Şemsettin Sami sözlüğünde; Melami anlamı için: “Hükema-i kelbiyyun (kinik) mesleğine karib (yakın) bir meslek-i kalenderanne ittihaz eden tarikatlardan birine tabii adam” olarak tarif eder

 



29 Ekim 2022 Cumartesi

DIŞGÖÇ SORUNU ve Ord. Prof. Dr. Philipp Schwartz (1894-1978)

 

Ord. Prof. Dr. Philipp Schwartz (1894-1978)

1930’lu yıllar Yeni Cumhuriyetin 10. Yıllarıydı...

Adolf Hitler faşizm zulmünden kaçıp Türkiye'ye sığınan, çok sayıda başta Alman bilim insanını güvenli ülke diye Türkiye’ye sığınırlar. Faşist Hitlerin Nazi Almayasından canını kurtaran Ord. Prof. Dr. Schwartz bunlardan en önemli biriydi. Faşizm zulmünde; yaşamları tehlike altında olan diğer 46 akademisyeni kurtaracak. Listenin başında 21 bilim insanıyla Türkiye kurtarıcı devlet olur.

Nasıl 1930’lu yıllar Almanya’da Hitlerin yaptığı bilim insanı kıyımı olduysa, bugün Türkiye’de “ulusal birliktelik” yerine 1930’ların Hitler Almanya’sı gibi, “ulusal bir utanç” veren “benden olmayan, benim düşündüklerimi onaylamayanlar” sığ düşüncesiyle bilim insanlarını ayrıştırıcı, horlayıcı tutulardan dolayı, iyi yetişmiş yetenekli gençler dahi “yeter artık” deyip son günlerde ülkelerini terek ederek Avrupa yollarına düşmelerine yol açan zihniyet benzer biçimdedir.

Atatürk ve Ekibi Ne Yapmışlardı!
Ankara'da kurulmuş uzun masanın başında dönemin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip oturuyordu. Sağ yanında hükümetin üniversite reformu danışmanı Prof. Dr. Albert Malche vardı. Masanın çevresindeki diğer koltuklar da bakanlık yetkililerine ayrılmıştı. Salona girip tek boş koltuğa oturdu ve toplantı başladı. Ortak dil olarak Fransızca seçilmişti. Yedi saat süren toplantıdan çıkar çıkmaz kendisinden büyük bir merakla haber bekleyen İsviçre'deki arkadaşlarına telgraf çekti:

Ord. Prof. Dr. Philipp Schwartz o sonrası anılarını şöyle anlatacaktı: “Üç değil, 30...” Daha sonra 30’u bile çoktan aşarak 1930'lu yıllarda “üniversitesini kurmakta” olan yeni Türkiye Cumhuriyeti, Alman Nazi zulmünden kaçıp Türkiye’ye sığınan 300 bilim insanının yerleşmesine sağlayanların başında Schwartz geliyordu. 

Ord. Prof. Dr. Philipp Schwartz, Yahudi kökenli Macar patologdu. Budapeşte Üniversitesi'ni bitirmiş, 1928 yılında Almanya'da profesör olmuştu. 1933 yılında Hitler zulmünden İsviçre'ye kaçmıştı. Ancak sadece kaçıp kendini kurtarmamıştı. Bir yandan da kendisi gibi zorda kalan Alman bilim insanlarını da örgütleme görevini yapmış, Yurt Dışındaki Alman Bilim Adamları Yardımlaşma Derneği (NDWA) aracılığıyla can alan Nazi faşizminin kaygısına düşmüş yüzlerce bilim insanının yalnızca canlarını kurtarmakla kalmamış, onların bilimsel etkinliklerini sürdürmelerine de olanak sağlamıştır Türkiye'de.

Philipp Schwartz, 1934’te geldiği Türkiye’de 1948’e gelindiğinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olur. 1953'te de Almanya'ya döner. Oradan daha sonra gittiği ABD'de 1977'de 83 yaşında yaşama veda eder.

Türkiye Bilim İnsanı Şu Son Günlerde Tersi Benzer Göçü Yaşıyor...
Ord. Prof. Dr. Philipp Schwartz'ın yıllar sonra yaşamına damga vuran olayların benzerinden söz eden Deutsche Welle'nin geçtiği bir haberinin başlığında: “Tehlike altındaki 46 bilim adamına davet” diyordu. Şöyle: Almanya'nın ünlü Alexander Van Humboldt Vakfı, yaşamı tehlike altında olan 46 yabancı bilim insanını araştırma enstitülerine davet etti. 46 bilim adamından 21'i Türkiye'den...” olması, Türkiye’yi yönetenlerin utancı olmasıydı.

Daha ilginci ise: “Merkezi Bonn kentinde olan Alexander Van Humboldt Vakfı'ndan yapılan açıklamada, Philipp Schwartz adlı girişime bağlı bursiyerler ocak ayından itibaren iki yıllığına Almanya'nın toplam 39 araştırma merkezinde görev yapacak. Söz konusu bilim insanları ülkelerinde savaş ortamı ya da siyasi soruşturmalar nedeniyle Almanya'dan destek talebinde bulundu. Bursiyerlerin çoğunluğu 21 kişi ile Türkiye'den geliyor, onu 18 kişi ile Suriye izliyor. Irak'tan üç, Tacikistan, Burundi, Yemen ve Sudan'dan ise birer bursiyer Almanya'ya geliyor.” Ülkeyi hangi ülkelerle kıyaslayın bakın, yeri nerde? Bu daha da Türkiye’yi yönetenlerin utancı olması gerektirmektedir. Ayrıca tamamı İslam ülkelerinden olmaları!..

İç savaş yaşayan, her dakika bombaların patladığı, can güvenliği olmadığı Suriye’den bile 18 bilim insanı, benzer kaderi yaşayan Irak’tan 3 bilim insanı olurken, Türkiye’den 21 bilim insanı kendilerini Türkiye’de güvende görmeyip tehlikede görmeleri utanç değil se nedir acaba?

1933'te Hitler faşizminden kaçıp yeni kurulmuş, genç Türkiye Cumhuriyeti'nde kendilerini yeniden yaşam güvencesine alan Schwartz. Aynı zamanda kendisi gibi Nazilerin zulmünden kaçan 300 bilim insanının Türkiye'ye gelmesini sağlamış ve yeni Türkiye Cumhuriyeti Üniversitelerinin gelişimine büyük katkı sağlamışlardır.

Bundan tam 83 yıl sonra ise Philipp Schwartz adına kurulan girişim dünyanın dört bir yanından “yaşamı tehlike altında olan” bilim insanlarını Almanya'ya getirip burs veriyor. Bunların içinde en büyük grubu Türkiyeli bilim insanları oluşturuyor olması yine utanç olmalıdır.

Aradan 89 yıl geçmiş, Almanya’da yaşanan utanç yerini kalkınmaya bırakmış, dünyaya lider ülke olmuş, Türkiye ise, dünyada otoriter ülkelerde bile bu kadar bilim insanı kıyımı olmazken Türkiye de acınacak durum, son günlerde 5000’den çok bilim insanı ülkesini terek ediyor, daha güvenli ülkelerde yaşamını sürdürmek için. Hatta daha kötüsü, ülkeyi terk edip, Türkiye dışındaki ülkelerde okuyup yeni bir yaşama atılmak için yaş düzeyi 15'e kadar inmiştir. 

Ayrıca hangi ülkede bu kadar akademisyen kıyımı yapılmıştır. Bu kıyımdan payını alan Türkiye’de 2500’e yakın Akademisyen üniversitelerden atılmış ve onlarcası tutuklanmıştır. Ayrıca, ülkede 15 üniversitesini kapısına kilit vurulmuştur! Bu hal bir ülkenin utanç duyması gereği değil midir?

Türkiye’de Medya ve Cumhurbaşkanlığı Sistemi...
AKP ve lideri, ülkeyi iflasa sürüklüyor! Türkiye’de AKP iktidarının hiç sevmediği medya toplumudur. Bu hele birde kendilerini eleştirenlerden ise, katlanılacak gibi değil, gereği hemen yerine getirtilerek sus sopası tam ağızlarının ortasına vurulur.

Gazetecileri Koruma Komitesi ve Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü gibi medya kuruluşlarının açıklamalarına göre Türkiye’de “en çok tutuklu gazetecinin olduğu ülke” sıralamasında başlarda yere alan ülkeler içindedir. Bu bir bakıma Türkiye’nin dünya şampiyonu olduğunun göstergesidir.

Dünya’da en çok gazeteci tutuklu sayısını bile Türkiye kimseye vermemektedir...
Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ)'nin 2016 raporuna göre 81 tutuklu gazeteciyle Türkiye liste başı. 38 tutuklu gazeteciyle Çin ancak ikinci olabilmiştir. Üçüncü sırada ise Mısır 25 gazeteciyi tutuklamıştır.

CPJ'nin raporuna göre 1 Aralık 2016 itibariyle bütün dünyada 259 gazeteci tutuklu. Bunlardan 81’i Türkiye de olmaktadır. 15 Temmuz darbesi bahanesiyle ülkede ilan ettikleri OHAL ile kapatılan televizyon kanalları, radyolar, gazeteler, dergiler, haber ajansları vardır. Salt dünyada tutuklu gazeteci sayısı bile kendi başına Türkiye'de medyanın bu duruma getirilmesi “utanç” vericidir.

Ülkeyi yönettikleri 20 yıl boyunca akademi, medyasına, siyasetine kadar çatışmalı, kutuplaşmalı durum ile insanlarının can ve mal güvenliğini sağlayamayan bir ortama doğru son hızla ilerlemektedir. Birçok konuda ülkede yaşayan 85 milyon insana çağrı yaparak, birbirlerini suçlayan vatandaşların, birbirlerini CİMER’e ihbarda bulunmalarını sağlayan “muhbir vatandaş” yarattılar. Bunda bir yere kadar bunda başarılı oldular.

Hani, “Ya başkanlık ya kaos” demişlerdi. Şimdi Cumhurbaşkanlık sistemi yürürlükte, Recep Erdoğan başında ne oldu? Ortaya derin, telafisi git gide zorlaşan ortaya kaos Cumhurbaşkanlığı ortamında daha önce görülmemiş biçimde yürüyorlar. "Verin yetkiyi, görün faizle, dolarla nesil mücadele edilir görün” demişti, verildi yetki, görüldü etki, arttı dolar, enflasyon, zamlar, kederler.

Yararlanılan Kaynak: Prof. Dr. Philipp Schwartz, "Kader Birliği" Belge Yayınları, İstanbul 2003, s.84-85-100

Selman Zebil 29 Ekim 2022 Cumhuriyetin Kurulduğu tarih.


26 Ekim 2022 Çarşamba

GASPIRALI İSMAİL'İN YAŞAMI ve "DARRÜRRAHAT MÜSLÜMANLARI" ADLI ÜTOPYASI




Gaspralı İsmail’in Yaşamı ve “Darürrahat Müslümanları” Adlı Ütopyası Yazılarından

Yıl 1865, aylardan Şubat; Rusya’nın Selanik Konsolosu Leontyev’in raporunda şöyle geçiyordu:

“Trakya’da 700 haneyi vuran bir sel felaketi yaşandı… Her millet kendi felaketzedelerine ilgi gösterdi… Ermeniler soydaşlarına, Museviler kendi dindaşlarına, Ortodokslar ise Bulgarlara ve Yunanlara sahip çıktı… Herkese kiliselerde yemek veriliyor… Görüldüğü kadarıyla, zavallı Müslümanlar herkesten daha perişan durumdalar. Çünkü onlara sahiplik edecek hiçbir merci yok”

Yıl 1851, günlerden Nevroz, Kırım Yarımadası’nın güney ucunda, Bahçesaray’da Kafkasya Genel Valisi’nin tercümanı Mustafa Alioğlu’nun İsmail adında bir oğlu dünyaya gelir. O sonradan babasının soyluluk unvanına istinaden Gaspıralı İsmail ya da İsmail Garpinski diye anılacaktır.

İsmail önce, İslami kurallara göre eğitim veren bir okulda okur, ama anadilini bile öğrenemez. Sonra Moskova’da askeri okula devam edecektir. Ne var ki okulu bitiremez, çünkü Girit’teki Rum ayaklanması nedeniyle zorluklar yaşayan Osmanlı ordusuna yardım etmek için okuldan kaçar; 40 günlük bir yolculuktan sonra tam gemiye binmek üzereyken yakalanır… Geri gönderilir ama Moskova’ya da dönmez.

Gaspıralı, Önce Bahçesaray’da öğretmenlik yapar, Rus edebiyatı ve siyasetiyle ilgilenir. A. Herzen, D. Pissarev, N. Çernişevski, W. Belinski gibi Rus devrimcilerinin (Narodnikler) eserlerini ardı ardına okur ve çok etkilenir; onlar gibi halkçı olur.

Gaspıralı İsmail’in Paris Yılları
1872 yılında Kırım’dan ayrılarak önce İstanbul’a, oradan Viyana’ya ve Stuttgart üzerinden Paris’e geçer. Gaspıralı Paris’te iki yıl kalır. Ekmeğini kazanmak için ne iş olsa yapar; bir ara ünlü yazar Turgenyev’in sekreterliğini de yapar. Yerinde duramaz, Avrupa’nın kültür hayatını öğrenmek arzusuyla gezer ve okur; önce edebi, sonra siyasi ve ardından da felsefi eserleri. O yıllarda Paris de çok hareketlidir. 1871 Paris Komününün yıkılmasının üzerinden henüz bir yıl geçmiştir. İlerici ve sosyalist akımlarla tanışır. Her yere girip çıkar, Genç Osmanlılarla da ilişki kurar.

Türk ve Müslüman’sa Sahipsizdir
Rusya’da yaşayan Türklerin en büyük umudu, Osmanlı Türkleriyle birleşmek ve kurtarılmaktır. Bu amaçla, Kırım’dan İstanbul’a gelen, Gaspıralı İsmail 1874’teaskeri okula kaydolmak için İstanbul’a gelir, amacı Türk ordusunda subay olmaktır. Rus elçisinin müdahalesi sonucu başvurusu kabul edilmez.

Zor günlerdedir imparatorluk; 19. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı Devleti dağılmaktadır. Osmanlı aydınları ise ortak bir örgütte buluşamayacak kadar dağınıktır. İşte böyle şartlarda Gaspıralı, hem Türk aydınlarıyla birleşmek hem de Rusya’da yaşayan Türklerin öncü kesimlerini aydınlatmak için güçlü adımların atılması gerektiğinin bilincine varır. O halde 19. yüzyıl Türkçülüğü, sadece Aydınlanma ve çağdaşlaşma sürecinin değil, aynı zamanda ulusal varlığın korunmasının da ifadesi olarak doğar.

Gaspıralı İsmail iki yıl sonra Kırım’a döner, halkı tanımak için köyleri dolaşır, Rus halkçıları gibi o da halkın arasına karışır, Türk köylülerinin hayatını paylaşır. Bu arada Türk ve Rus gazetelerine Molla Abbas takma adıyla makaleler yazar. Halk Gaspıralı’yı bağrına basar, Bahçesaray’ın belediye başkanı olur. Beş yıl görevde kalır. Ama onun esas amacı halkı ve özellikle de köylüleri aydınlatmaktır. Okullar kurmak, gençleri eğitmek ve gazete çıkarmak için yetkililere başvurur. Gazete başvurusu, yayın Rusça-Türkçe olmak kaydıyla kabul edilir. 1883 yılında kolları sıvar ve Tercüman gazetesini çıkarır…

Rusya Toplumu ve Siyasi Koşullar
Rusya’nın ekonomik ve siyasi açıdan canlanmasına, Rusya’da yaşayan Türkler ayak uyduramazlar. Bu gerçeği kavrayan ve değiştirme yönünde adım atan ilk aydınlardan biri Gaspıralı olur... O önce Rusya’da yaşayan Türk ve Müslümanları aydınlatacak; sonra da bütün Türklerin ortak birliğini hedefleyecek girişimlerde bulunmak için girişimlerde bulunacaktı. Başta amacı “dilde, düşüncede ve işte birlik” sağlamaktı. Bu ülküsünü gerçekleştirip yaşama geçirmek salt ömrü değil, bütün servetini de harcar.

Ona göre; “Türkler yalıtılmışlıktan kurtulmalı, Avrupa’nın uygarlık dengini yakalamalıdır. Hatta o kaynaklardan beslenmelidir” Trakya’daki sel felaketinde olduğu gibi Osmanlı Türkleri, içinde bulundukları içler acısı durumdan kurtulmalıdır. İstanbul hükümeti Batının güdümünden çıkmalı; emperyalist ülkelerden bağımsız, toplumsal açıdan gelişmiş ve çağdaş bir düzen kurulmalıdır. Türkler için başka bir çıkar yol yoktur. Dahi, bütün Türk kavimlerinin konuşacağı ortak bir Türkçe geliştirilmelidir. İstanbul Türkçesinin dil yapısını bozan Fars ve Arap etkisinden kurtulmalı, dincilik adı altında yürütülen yobazlığa karşı durulmalı, halk din konusunda aydınlatılmalıdır.

Gaspıralı İsmail sadece gazete ve dergiler çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda eğitimde “Usul-ü Cedit” (Çağdaş Eğitim Metodu) yerleştirmek için okullar inşa eder, müfredat kitapları yazar, öğretmenleri bizzat eğitir. Türklerin yaşadığı bütün bölge ve ülkeleri dolaşır.

Gaspıralı İsmail’in Ütopyası
Türk ütopyalarının en seçkin örneklerinden olan “Darürrahat Müslümanları”, onun kaleminin parlak bir ürünüdür. Ayrıca kadınların içinde bulundukları toplumsal geriliği eleştirmek için “Kadınlar Ülkesi” adlı bir ütopya daha yazar.

Çıkardığı Tercüman gazetesinde Batılı ülkelerin kapitalist düzenini eleştiren yazılar yayımlar; sömürü ve eşitsizliği mahkûm eder, Avrupa’nın sosyalist akımlarını tanıtır. Gazetesinde R. Owen, C. Fourier, Saint Simon, Edward Bellamy gibi ütopik sosyalistlerden bahseder, onların eserlerini gazetesinde tefrika eder. Türkçülük düşüncesinin yaygınlaşmasını sağlar. Türk aydınları arasında baş gösteren “İslamcılık”, “Osmanlıcılık” ve “Türkçülük” tartışmalarına katılır. En doğru yolun Türkçülük olduğunu savunur.

En büyük destekçisi ise varlıklı bir aileden gelen kayınvalidesi Fatma Hanım olur. O, damadının Aydınlanma davasına öylesine inanır ki en son, çeyizinde sakladığı ziynet eşyasını bile ona davası uğrunda harcaması için verir.


1894 yılında Tercüman’ın Osmanlı topraklarına girmesi yasaklanır. Bunun üzerine İstanbul’a gelir, Jön Türklerle de görüşmeler yapar. Osmanlı ve Rusya'da yaşayan Türklerin karşılıklı ilişkisinin gelişmesine katkıda bulunur.

1908 yılında Jön Türk Devrimini hararetle destekler…
1911 yılında Hüseyinzade Ali Bey’le birlikte İttihat ve Terakki’nin Merkez Yönetimine seçilir. Yusuf Akçura’nın yayımladığı Türk Yurdu’nda yazıları yayımlanır.

Kaspıralı İsmail, Almanlarla İttifaka kaşı, Türk-Rus Dostluğunu Savunur
Her zaman Türk ve Rusların kader birliğine vurgu yapar iki halkın dostluğunu savunur. Bu nedenle 1. Dünya Savaşı’na giden koşullarda Osmanlı’nın Almanlarla ittifakına karşı çıkar. Ona göre savaşta en çok Rusya ve Osmanlı zarar görecektir. 1914 yılında Rusya’da yapılan seçim faaliyetlerine katılmak üzere yollara düşer. Petersburg yolunda hastalanır ve birkaç ay sonra da baba ocağında hayata gözlerini yumar.

Ölümü Türk dünyasında geniş bir yankı uyandırır…
Cenazesine o günün koşullarında6 bin kişi katılır. Gaspıralı için “dava adamı ayakta öldü” denir…

Onun kurduğu okullar, Sovyet Devrimi’ne kadar çağdaş kuşaklar yetiştirmeye devam ederler. Gazetesi Tercüman, kızının denetiminde bir 4 yıl daha çıkar. Kızı Şefika Hanım sonradan Türkiye’ye yerleşir ve 1975 yılında vefat eder.

Türkiye’nin halkçı, Türkçü kuşağın gelişmesinde onun da büyük payı vardır. Türkiye’nin kaderinde bu kuşak önemli büyük roller almışlardır. Atatürk’le birlikte Cumhuriyet Devrilerini gerçekleştirmişlerdir. Ancak üzülerek söyleyelim ki, Gaspıralı İsmail hakkında Türkiye’de solcu, sosyalist geçinenlerle, dinci yobaz tayfalar hiçbir bilgiye sahip değiller.

Aslında 19. yüzyılın devrimci akımı olan Türkçü-halkçı akım, 1930’lu yıllardan sonra ayrışmaya uğrar; solcular Türkçü-halkçı, sağcı milliyetçilerse halkçı-devrimci damardan koparak (*) birbirine yabancılaşırlar.

(*) Sadık Usta, “Odatv.com

19. yüzyılın Türkçülük eylemleri, sosyalist teoriden besleniyordu. Nitekim Hüseyin Cahit Yalçın anılarında o dönemin kültürel iklimini, “O zaman hepimiz sosyalistik” diyerek açıkça ifade eder. Onlar Namık Kemal'in vatanseverliğini bayrak edinmiş, Batı kapitalizmine karşı ulusal ekonomiyi savunuyorlardı; onlar dinci bağnazlığa karşı Aydınlanma düşüncesinden yanaydılar; Türk dilinin yabancı etkiden kurtarılmasını teşvik ediyor, halkçı-devrimci tutum alıyorlardı.

Şaşırtıcı ama gerçek: Bugün hâlâ ciddi bir Gaspıralı arşivine sahip değiliz. Onun çalışmaları Amerika, Rusya, Gürcistan, Türkiye ve Azerbaycan arasında dağılıp gitmiştir. Çıkardığı gazete ve dergilerdeki makalelerin bir kısmı büyük bir özveriyle Yavuz Akpınar, Bayram Orak ve Nazım Muradov tarafından bir araya getirilmiştir.

Son söz: Yusuf Akçura, Gaspıralı için “Türk milletinin muallimi” demiştir. Kırım Türkleri ise onu “Türklerin Babası” olarak sayarlar.

Yararlanılan Kaynak: "Seçilmiş Eserleri" Ötügen Yayınları

Selman Zebil 26 Ekim 2022






                            


GASPIRALI İSMAİL (1851-1914) HAYATI ve ENGİN GÖRÜŞLERİ




GASPIRALI İSMAİL (1851-1914)

Türk dünyasının büyük düşünürü, yetiştirdiği en büyük zekâ, güçlü mücadele adamı ve gerçekten inanmış idealist kültür milliyetçisi, değişimci, yenilikçi düşünürüdür.

Gaspıralı İsmail, Kırım-Bahçesaray’a iki saatlik aradaki Avcıköy’de dünyaya geldi. 1853-1856, Kırım Savaşı bütün şiddetiyle süren dönemde geçen çocukluğu Kırım-Türk kültürünün beşiği olan Bahçesaray’dır. Orada Türk kültüründen silinmez izler bırakan evler, sokaklar, Hansarayı, hanlar, camiler olmuştur. İsmail Bey daha 10 yaşındayken Akmescit Lisesine gönderilir. Orada iki yıl kaldıktan sonra Varonej şehrindeki askeri okula gönderilir. Daha sonra, Moskova Askeri İdaresi’ne gitti. Gaspıralı İsmail’in o dönemde en çok etkisinde kaldığı Rusların Türk karşıtlığından beslenen Panslavizm siyaseti olur. İsmail Bey, bu tutuma karşı kor ve bu yüzden okuldan ayrılır. Oradan ayrıldıktan sonra İsmail Bey, Zincirli Medresede Rusça öğretmeni olarak göreve başlar. Bu görevi sırasında da bolca kitaplar okuyarak zenginleştirir fikirlerini.

İsmail Bey, zenginleşen kafasında oluşmaya başlayan fikirlerini çalıştığı medresede uygulamaya çalışır. “Yenilikçi” fikirlerini “usul-ü Cedit” (yeni metotlar) ile öğrencilerini bilinçlendirir.

İsmail Bey’in en büyük hedeflerinden biri, İstanbul’a gelerek subay olmak ister. Yarıda bıraktığı eğitiminin subay olmaya engel olacağını düşünerek, eğitimini tamamlamak üzere 1871 yılında Paris’e gider. 1874 yılına kadar Paris’te kalır ve İstanbul’a döner ama isteği olan subaylığa ulaşamaz. 1875 kışında Kırım’a döner. 1878 yılında Bahçesaray Belediye Başkanlığına seçilir. Bu görevi sayesinde idealindeki yenilikçi görüşlerini uygulayacağını sanıyordu ama çok engellerle karşılaştı.

Gerçekte bütün uygulamaları Türk birliğinin daha ileri bir merhalesi olarak İslamcı bir nitelikte taşıdığı gerçeği vardı. Yani, fikir yapısı Türkçü olduğu kadar, İslamcı bir niteliği de vardı. Nitekim 1907 yılında, Kahire’deki “İslam Kongresi” toplayabilmek için büyük güç sarf ettiği bilinmektedir. Yine 1910 yılında Hindistan’a gider ve orada Bombay’da “Encümen-i İslamiye” toplantısına katılarak görüşlerini anlatır.

Gaspıralı İsmail, Meşrutiyetin ilanından sonra 1909’da tekrar İstanbul’a döner ve İstanbul da dönüşü büyük bir heyecanla karşılanır. Türkiye Türklüğüne büyük bir ilgi duyarak sarılan İsmail Bey, Kırım’da Rus basına karşı Türkiye’yi savunmaktan Türkiye aleyhindeki yazılara yanıt vermekten asla çekinmemiştir. 1. Dünya Savaşı arifesinde tekrar İstanbul’a gelen İsmail Bey, Türkiye’nin savaşa girmemesi konusunda uyarmalar yapar ama dinletemez...

Gaspıralı İsmail Bey’in Seçme Bazı Sözleri ve Görüşleri:
“...İngilizler Müslüman halklara uyguladıkları kötü muameleye Rusya’da çok az adam aşinadır. Bu sistem çok iyi düşünülmüş olabilir; amma onu, İngiliz kibirliliği ve soğukluluğu bozuyor. Eğer İngilizler de Ruslar gibi uyumlu, sade yaratılışlı olsalardı, tamah ve açgözlülüklerine rağmen Doğu onlara meftun olurdu.

İngilizler son zamanlara kadar, güya Halife ve Müslümanların dostu olarak doğuda ilerlediler. Onlar Fas’ı Fransa’dan, İspanya’dan koruduklarına; Halife’yi İran ve Rusya’ya karşı daima müdafaa ettiklerine; Mısır’ı Fransa pençesinden kurtarmak için geçici olarak zapt ettiklerine; Hindistan’da hâkim değil, yerli mihracelerin ve halkların dostu olduklarına Doğuya inandırmışlardı.

İngilizler kendi fikirlerince, Müslümanları daha fazla inandırmak için “Hindistan Müslüman ülkesidir ve bu ülke Müslümanları, Britanya hâkimiyeti ile ulaştırılmalıdır”

Diyerek Mekke Şerifinden fetva almağa bile Muvaffak oldular. “Siz bize ticari imtiyazlar veriniz, bizde sizin taç ve tahtınıza, Kur’an’ınıza dokunmayarak, sizi koruyup uygarlığın nimetleriyle ihtiyacınızı karşılayalım” derler.

...Ermenistan’la ilgili çevrilen dolaplar, Türkiye’yi sıkıştırmak, onu reformlar yapmaya ve halka özgür müesseseler vermeye zorlamak isteği ile izah edilir. Aynı zamanda İngilizler, olayları kasıtlı olarak tahrif ederek Rusların, Müslümanlar ve tüm Müslümanlar için “iflah olmayan düşman” olduklarına Müslümanları inandırıyorlar. Ama Ermeni olayları ve Mısır’ın çok uzun süreli korunması İngiliz oyununun üzerindeki perdeyi kaldırdı ve Doğu, İngiliz dostluğunun tüm tarihine eleştirici bir gözle bakmaya başladı” der Gaspıralı Seçilmiş Eserleri S. 130- 140

Gaspıralı İsmail ve Kadınlar Hakkında Görüşleri
O, bir toplumun gelişmişlik düzeyini kadınların gelişmişlik düzeyiyle kıyaslar. Kadınları aydınlatmak ve çağdaş yaşama katmak için “Âlem-i Nisyan” (Kadınlar Dünyası) adında bir gazete çıkarır ve çalışmalarına ortak ettiği kızı Şefika Hanımı başına getirir. Çocuklar için “Âlem-i Sübyan” (Çocuklar Dünyası) yayımlar. Gaspıralı yıllar içinde “Şafak”, “Tonguç”, “Tan Yıldızı”, “Kamer, Mirat-ı Cedit” (Yenilik Aynası), “Tercüman” gibi gazete ve broşürler yayımlar.

Bunlarla da yetinmez, Rusya’daki bütün Türkleri örgütlemek için Müslüman-Türk Kongresi’nin kuruluşuna önayak olur. Bu kongrelerin etkisi Türkiye’ye de yansır. Kırım ve Kafkasya kökenli olan birçok aydın, Osmanlı topraklarında “Türkçü-Halkçı-Sosyalist” akım içinde etkin roller üstlenirler. Gaspıralı, aynı zamanda akrabası olan Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali, Mehmet Emin Resulzade, Sadri Maksude Aksal gibi Türkçü-halkçı aydınlarla da sürekli görüş alışverişinde bulunur. Dahi, Gaspıralı, Türk insanını aydınlatmak için birçok siyasi, toplumsal ve kültürel içerikli makaleler yazar…

“...Dünyada ne kadar er kişi var ise o kadar da kadın-kız vardır. Bundan böyle insanlığın yarısı kadınlar olduğu halde rahat, saadet ve mutluluğa, insanlar açısından kadınların ne kadar önemli oldukları anlaşılıyor.

Eğer kadınların kötü oldukları hükmedilirse, yarım dünyanın kötü olduğuna hükmedilmiş olur. Eğer kadınların iyi olduğu hükmedilirse yarım dünyanın iyiliğine hükmedilmiş olur.

Gerçekten de bir şehrin, vilayetin cemaati veyahut milletin kadınları cahil ise, toplumun ve ümmetin yarısı cahil olması lazım geliyor. İnsanoğlunun yarısını oluşturan kadınların ne kadar büyük tesirleri olduğu azıcık mülahaza ve tefekkür (düşünmek) tayin ve beyan olunur.

‘Biz kadınız; bizde ne iş ne ehemmiyet vardır’ deyip hata etmeyiniz. Dünyanın ve beni âdemin tam yarısı olmanın dışında, bazı konularda er kişilerden daha büyük derece de bulunuyorsunuz... İnsanı doğuran, doğurduktan sonra büyüten, besleyen, dil öğreten, terbiye eden, bilgi ve ahlak güzelliği bakımından olgunlaştıran sizlersiniz. Bundan dolayı kadınlar ‘insancıklar’ değildir. Her biri koca bir insandır. İnsanlığa pek büyük hizmet eden insandır.

...Malumdur, bir milletin kadınları sağlam vücutlu, namuslu, çalışkan, bilgili olursa, bütün milli yapı dahi kavi bedenli, namuslu, gayretli ve âlim olur. Bunun aksi olarak kadınları zayıf, namussuz, gayretsiz cahil olarak milletin bireyleri dahi bu noksanlıkları taşımaktadır.

Dişi insanları üç büyük görevi vardır: Biri kadınlık, biri analık, biri eşliktir...
Fakat erlerinde böylece üç görevi vardır: Biri kocalık, biri atalık, biri eşliktir...
Bunun için diyoruz ki, kadınlar büyüktürler; insan topluluğunun hem yarısı hem esasıdır.

...Kocaya varan bir kadın çocuk doğurur, ana olur. Bu konu daha büyük bir konudur. Kadınlık analık ile kemal bulur, analık ile güzelliğe erer. Kadın evin gülü ise, ana cennetidir. Çocuğuna bakmak, emdirmek, terbiye etmek, dünyada öncelikle bilinmesi gerekenleri öğretmek ananın borcudur...

...Kadınlar insan olduğundan ve insan evladı terbiye edeceğinden dişi hayvan gibi cahil ve bilgisiz kalsalar dünya ve ömür fena olur. Eğitim ve bilgi bütün Müslim (erkekler için) ve Müslime’ye (kadınlar için) farz edilmiştir. Biraz düşünülürse bunun yüceliği ve değeri anlaşılır.” Der Gaspıralı İsmail, Seçilmiş Eserleri Ş. 287- 88- 89- 90 Ötügen Yayınları

Gaspıralı İsmail’in çağdaşlaşma hakkındaki görüşleri: “Muhafazakârcılık, Kadimcilik, ceditçilik ve yenilikçilik...

“...İstanbul’da önceleri bulunmayan mühendislik mektebi tesis edip (yenilikçi sultan Mahmut) İstanbul’da bulamadığı öğretmenleri ve ustaları Avrupa’dan getirmesi ve devre göre gereken yeniliklere, yüce şeriata aykırı ve geçmiş kuşaklara ihanet sayılır cahilce bağnazlık, eskiye bağlılık. Toplumsal, ekonomik, kanun ve kurallardan habersiz yaşayan doğulular, ‘bu bize gerekli değildir, bu bize yaraşmaz, geçmiş kuşaklar böyle etmişler; şeriat bunu kabul etmez. Varsın kâfirler kazansın, bize eldeki yeter’ diye manasız dayandırmalarla cahil halka yakışır tarzda savsatalar ile insan hayatı için gerekli olan, çağa göre gerekli tekbirlerden açıkta kaldığımız alandadır...”

İslam dünyasını kaplamış gericilik ve bağnazlığın sonuçlarına bakıldıkça kan ağlamak olası değildir. İpten iğneye kadar, kalemden kâğıda kadar, gömlekten başımızdaki sarığa kadar kullandığımız hep eşya yabancı üretimdir. Türkiye’de bir deyim vardır, adına atasözü derler ‘asılırsan İngiliz ipiyle asıl’ diye çarpıcı bir deyiş, ipin bile dışarıdan geldiği gerçeği.

...Cava’dan (Endonezya) Mağribe (Fas) kadar kamçı, yumruk, çizme, ökçe yiyoruz, hayvan suretinde kullanılıyoruz. Han ya da Şah namlılarını almış, iki gözü kör olmuş müstebitlerimiz (despotlar) bir ecnebi yüzbaşı gördük de kalkıp el kavuşturmaya mecbur bulunuyorlar da bizler yine de bir şeyler diyemiyoruz, hissetmiyoruz. Böyle lazımdır sanıyoruz...

...Utanılacak ve esef edilecek bu hallerimizi başka anlama çekme ve yorumsuz bırakmıyorlar. ‘Allah böyle uygun görmüş, bu haller bir günah karşılığı, bağışlama sebebi’ imiş. Eğer millette azıcık çaba, ısrarla gayret gösterme belirtisi kalmış ise bunu dahi bilerek değil, cahil ve gaflet ile çürütüp ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Bunun ile beraber, güya müdafaa ettikleri din ve şeriatı batırmakta olduklarından haberleri olmuyor.

...Bizim Rusya ve Maveraünnehir muhafazakârları şu derece gafil ve cahildirler ki, asrımızın en büyük bilginleri olan Şeyh Cemalettin Afgan-i, Şeyh Muhammed, Abdullah-i Mısri, Manastırlı İsmail Hakkı gibi ünlü bilginlere nazar-ı hakaret ile bakıyorlar...

Başka bir deyişle, muhafazakârlık toplumsal kanunlara ve mantığa dayanırsa ziyan etmediği ve bazı sıralarda ecelden men ederek vatan ve millete fayda getirdiği görülmüştür. Lakin İslam dünyasında, Batı da olduğu gibi içtimai, siyasi muhafazakâr yoktur. Ancak aşırı gericilik ve tutuculuk vardır. Şöyle ki, etkileme gücü ve hareketlerinden koruma değil, milli düşüş ve çöküş geliyor.” Aynı Yapıt S.272- 286

Yağmur yağar içeriz, yerden çıkar biçeriz...
Türk dünyasının öncü ışıklarından olan Gaspıralı İsmail 1907’de, Tükenmiş bir ulusun yoluna devam etmesi için, Türklerin yapmasını istediği Mısır’da yankı uyandıran bir konuşmasının bir bölümü şöyle:

“...Şimaldeki (kuzey) Kazan’dan, Cenup’taki (güney) Mısır’a. Mağrip ’teki (batı) Fas’tan, Şark’taki (doğu) Java’ya nazarı teftişle (dikkatli inceleyerek) bakılırsa millet-i İslam-iye (İslam milletleri) asarı tem ed dünden ve irtikalden (yüksek dereceye çıkma) ziyade asarı tedend-i (aşağılama, gerileme) görülecektir. Medreseler ve mektepler harap ve faydasız bir haldedir. (...) Hüner; marifetle hâsıl (ortaya çıkan, görünen) ettiğimiz şey pek azdır. Bereketli topraklarımızda birçok şeyler hâsıl ediyor. (...) Bunları nakleden ecnebi (yaban) gemicilere vermeye mecburuz...

...Hazerat (saygı duyulmak üzere büyüklere verilen unvan, hazret) ‘Yağmur yağar içeriz, yerden çıkar biçeriz’ ile bugün dünyada ömür sürmek mümkün ise yarın böyle haybeci geçinmek ve rızk kesp etmek mümkün olmayacaktır. Bu miskinlik, bu faaliyetsizlik, bu hünersizlik bizleri bitirecektir. Ecnebisizlik ve yalını Müslüman işçileriyle İslam hükümetlerinde iş göremiyorlar. Demir yolu, liman rıhtımı, kanal, fabrika tesis olunacaksa ecnebi mühendislerine muhtaç oluyoruz...

...Umumi İslam’ın teessüflü (kederli, tasalı, acımalı) bu haline sebep nedir? Maarifsizlik, (eğitim) cahil denilirse bunların sebebi nedir suali geliyor (...) Demek istiyorum ki, Arap, Türk, Fars ve Hint akvamı İslam-iyenin (İslam ulusları) bugünkü düşkünlüğü hilkat (yaratılış) ve tabiatlarından ileri gelen bir hal değildir. Böyle ise faaliyet ve temeddün (uygarlaşma) yollarımızı kestiren ‘din-i Mübin-i İslam mı?’ İşsizlik, sanatsızlık, nadanlık (bilmezlik, cahillik) hep bizde fikir ve akıl hareketsizliği, yani Şark (doğu) âleminde bir fikir, bir eser edip zuhuruna (varlığına) karşı Garp (batı) âleminde yüz fikir, yüz eser ve yüz edip (bilgin) baş gösterdiği ilave olunursa halimiz ne kadar müşkül (zor) olduğu daha güzel anlaşılmış olur...” Der.

Yüz yıldan fazla bir zaman geçmiş Gaspıra’lının Mısır’da yankı uyandıran yukarıdaki sözlerini söyleyeli. O günden bu günümüze ne değişti ki? İslam âlemi günümüzde bile değişikliğe iki adım bile atamadı. Yağmurdan yağan suyu içti, yerden biten otları yedi durdu. Batıya hep kuşkuyla baktı durdu, batının geliştirdiği teknolojiye gıpta etti durdu, kızdı, öfkelendi Batısız da edemedi...

Gaspıralı İsmail Bey, 11 Eylül 1914 Cuma günü Kırım-Bahçesaray’da vefat etti. Ertesi günü muhteşem bir kalabalıkla muhteşem bir cenaze töreni düzenlenerek Mengligiray Han Türbesi yanındaki toprağa verildi.
Selman Zebil 26 Ekim 2022

13 Ekim 2022 Perşembe

SIĞINMACI GÖÇÜ ARTIK İSTİLAYA DÖNÜŞMEYE BAŞLADI

Sığınmacı Göçü Olmayı Aşmış, İstila ve Güvenlik Sorununa Dönüşmektedir

Türkiye’ye ülkenin geleceğini karışıklara sokacak göç istilası vardır; buna daha doğrusunu söylersek bu sığınmacı göç olmaktan çoktan çıkıp, ulusal kültürel dokuyu da değiştirebilecek bir tür istilaya dönüşmüştür. Bu hal, ulusal güvenlik sorununu da yanında taşımaktadır. Bu soruna daha fazla geç kalınmadan biran önce el atılmalıdır.

Ülkede beleşten vatandaşlık alan Suriyeli, Afganlı, Iraklı, İranlı, Pakistanlı, Somalili, Sudanlı, Mısırlı Türk vatandaşlığı alanların başını çekmektedir. Recep Erdoğan’ın bunu yapmasında amacı, Türkiye’nin nüfus dengesini bozup değiştirmek Türkleri, Türk kimliğini silmek değilse nedir? Anadolu’da Laz’ı, Çeçen’i, Çerkez’i, Kürdü, Türk’ü. Arnavut’u Arap’ı bizimdir, birlikte Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıyız, aynı kültürde bütünleşmiş durumdayız.

Bütünleşmede, uyum sağlamada zorluklar bulunan yeni vatandaşlık verilen bu kadar değişik milletlerden, bu kadar değişik kültürlerden gelen yığınlarca sığınmacılara salt siyasi çıkar uğruna vatandaşlık vermek ülkeye hıyanetliktir. İlay Aksoy DP Göç ve Sosyal Başkanı açıklamalarına göre; Bunlar bazı kentlerde kedi aralarına Türklerin giremediği kedi mahallerini, gettolarını oluşturmuşlar! Dahası, dolan gettolardan taşarak yeni gettolar oluşturduklarını söylüyordu. Salt İstanbul’da 2,5 milyona yakın yabancıların yaşadıkları söyleniyor.

İstanbul’da kendilerine oluşturdukları mahallelerde kalabalıklar halinde görünseler de birçoğunun oralarda kayıtları var ama kendileri adreslerinde yoklar, bul bulabilirsen! Nerede oldukları, ne iş yaptıkları, kimler ile ilişkiler içinde oldukları belirsiz.

Son günlerde Afganistan’dan sürüler halinde 15-35 yaş arasında erkeklerden oluşan Afganlı sığınmacılar kevgire dönmüş sınırdan giriş yapmışlar, yapıyorlar da. Ne kadar Afganlı ülkeye giriş yapmış, ülkeyi yönetenler bilmiyor. En kötü tarafı, Amerika ne kadar Afganlı Türkiye’ye giriş yaptığının sayısını biliyor.

Parayla vatandaşlık satmak...
Nerde kaldı “Milli ve Yerli” ülkede yabancılara 250 bin dolara daire satıp eline kolayca al sana vatandaşlık diyen bir başka ülke var mı bilmem ama Türkiye’yi yöneten, milli, yerli, beka propagandası yapanlar, parası karşılığında Türk kimliği vermeleri, hele işin içinde MHP varsa daha da vahimidir.

En tuhaf yanı, devleti küçük düşürücü olanı, 250 bin dolara ev alan kişi, tek başına vatandaş olmuyor, en az iki karısı olan İslam ülkesinden biri, en az üçer, dörder çocukları ile birlikte iki karısını da vatandaşlık alma hakkına sahip oluyor. Yasaya göre üç yıl sonra evini satabiliyor ama vatandaşlığı ebedi kalıyor iyi mi!


Türkiye’de ev alan kişinin, Türkiye medeni yasalara göre iki karı ile nikahlı olmak yasaktır. Siyasi iktidar buna da bahanesi, “efemdim onların şeriat yasalarına göre birden fazla evlikler vardır” diyerek niyetlerinde taşıdıkları için işi savsaklamaktadır.

Bir Türk iki karısıyla nasıl uygar Avrupa ülkelerine, benim inancıma göre birden fazla kadın ile evlenme vardır” deyip gidemiyorsa, Türkiye’ye nasıl iki, üç karılı İslam ülkelerinden gelip Türkiye’ye yerleşebiliyorlar?

Bir örnek daha verirsek: Suriyeli sığınmacılar, bedava doktor muayenesinden geçiyorlar, devletin ödediği ilaçları bedava alıyorlar. Birçoğu vatandaşlık almışlar. Suriyeli ailelerin yarısı Türkiye’de ailenin yarısı Suriye’ye rahat girip çıkıyor, çoğu zaman Suriye’de yaşıyorlarmış. Ancak Suriye’de yaşayan sağlık sorunu olma durumunda Türkiye’ye gelip bedava muayene olup, bedava ilaçlarında alıyorlar mış!

Ayrıca, Türk toplumunu oluşturan bu ülkenin öz unsurların siyasi geleceğinin ortak kaderini paylaşmayan, Suriyeliler seçimlerde oy vererek, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının gelecek kaderinde rol oynayacaklardır!..

Yabancılara topluca tek imza ile vatandaşlık verme yetkisi...
Sonuç: Türkiye 2017’de itibaren tek adam otoritesini kullanarak ülkede ne kadar sığınmacı varsa bir imza ile topluca vatandaşlık vermek vardır. Bu durum ülkede egemenliğin tek adamın isteği ile başkalarına vermektir. Geçici Koruma Maddenin 11. Maddesine göre, Recep Erdoğan, sığınmacılara topluca tek imza ile vatandaş yapma yetkisine sahiptir. Neden acaba bu yetkiyi eline aldı dersiniz?..

Dahi ayrıca söylencelere göre, daha hiç Türkiye’ye gelmemiş kişilere bile vatandaşlık verildiği söylenmektedir!..

Selman Zebil 13 Ekim 2022

  


29 Eylül 2022 Perşembe

AHMET AĞAOĞLU TÜRK DÜŞÜNCE TARİHİN EN ÖNEMLİLERİNDENDİ





AHMET AĞAOĞLU (Azerbaycan Şuşa 1869-1939'da İstanbul'da öldü)

Türk düşünce tarihinin en önemlilerinde olan Ahmet Ağaoğlu, Türkiye ve Azerbaycan'da iz bırakan aydın Ahmet Ağaoğlu, ana vatanı Azerbaycan olsun hem de yaşamının bir bölümünü geçirdiği Türkiye'de gazeteci, hukukçu, siyasetçi ve eğitimci olarak, Türk ulusunun aydınlanması ve gelişmesi için uğraşılarında derin izler bıraktı.

Ahmet Ağaoğlu, üniversite yaşamından ölümüne kadar geçen zorlu bir yaşamında yazdığı birçok makalede Doğu'nun ve İslam dünyasının uyanışı, çağdaşlaşması ve demokrasi anlayışlarını anlatarak ömrünü harcadı.

Eylem ve düşünce insanı olan Ağaoğlu’nun anavatanı Azerbaycan'da Ermeni saldırılarına karşı kurulan ilk milli partinin başında yer alan, Türkiye'de ise İttihat ve Terakki Partisinde etkin görev aldı, gazeteci kimliği ile de Türk basınının öncüleri arasında yer alarak yazılarını yazdı.

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan beş yıl önce 1918’de Azerbaycan Cumhuriyeti kurulur,

Azerbaycan tarihinde Avrupa'da ilk eğitim alan ilk Azerbaycanlı Ahmet Ağaoğlu idi.

1889'da Paris'te Sorbonne Üniversitesi Hukuk Fakültesine girerek Azerbaycan'dan Avrupa'ya eğitim almaya giden ilk Azerbaycanlı olur...

Okulunu bitirip ülkesine döner ve “Neşr-i Maarif” adında bir cemiyet kurdu, Azerbaycanlılar arasındaki var olan mezhep ayrılıklarının oluşturduğu olumsuzlukları dağıtmak için uğraştı, din insanlarının yozlaşmaları karşında, kadın haklarıyla ilgili kitaplar yazdı.

1905'te Kafkasya'da başlayan Ermeni-Türk çatışması patlak verince Türk toplumunun silahlı düşmana karşı savunmasını üstlenen “Difai Partisini” adında bir parti kurdu.

Ancak Rus Çarı, Türk aydınlarına baskı ve takipleri ve baskıları artırınca Bakü'den 1909'da ayrılarak İstanbul'a geldi. İstanbul'da önce maarif müfettişliği görevine getirildi, daha sonra ise Süleymaniye Kütüphanesi Müdürlüğüne atandı.

Aynı zamanda Ağaoğlu, İstanbul Darülfünununda Rusça ve Türk-Moğol tarihi dersleri verdi, 1911'de ise “Türk Yurdu” ve 1912'de “Türk Ocağı” cemiyetlerinin kurucuları arasında yer aldı.

Siyaset yapmayı sürdürmek için memuriyetten istifa ederek “İttihat ve Terakki” kuruluşuna katıldı ve 12 kişilik yönetim kurulu arasında bulundu. 1914'te gelindiğinde ise, Afyonkarahisar'dan milletvekili olarak seçildi.

1918'de Azerbaycan bağımsızlığını ilan edince Bakü'yü Ermeni ve Bolşevik çetelerden kurtarmak için Anadolu'dan yola çıkan “Kafkas İslam Ordusu” komutanı Nuri Paşa'nın yanında siyasi müşaviri olarak ülkesi Azerbaycan’a döndü, yeni kurulan Azerbaycan Cumhuriyeti Meclisine seçildi. 1918 sonbaharında gelindiğinde İstanbul'a geri döndüğünde İngilizler tarafından tutuklandı ve ittihatçılarla birlikte Malta'ya sürgüne gönderildi.

1921 yılına gelindiğinde, Malta sürgününden serbest bırakılınca Anadolu'ya geçen Ağaoğlu, Millî Mücadele'ye katıldı ve Atatürk'ün başkanlığındaki Ankara hükümeti tarafından Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürlüğüne atandı. Ayrıca Anadolu Ajansı (AA) ilk yönetim kurulu başkanlık görevini aldı. Anadolu Ajansını şirket durumuna getirilmesinin ardından 21 Mayıs 1925'te yapılan ilk yönetim kurulu toplantısında Anadolu Ajansın Yönetim Kurulu Başkanı seçildi...

Ahmet Ağaoğlu, “Hakimiyet-i Milliye” gazetesinde başyazar olarak yazılar yazmaya başladı. TBMM’ne Kars'tan ikinci ve üçüncü dönem milletvekili olarak seçildi. Bu arada, siyasetinin yanında eğitimciliği de sürdürdü, Ankara Hukuk Mektebinde anayasa dersleri verdi.

1930'a gelindiğinde, Atatürk'ün isteği üzerine “Serbest Cumhuriyet Fırkası” adıyla parti kuruluşuna katıldı, daha sonra bu parti kapatılınca siyasetten uzaklaşarak, İstanbul'a taşınarak Darülfünun denen okulda hukuk tarihi profesörü olarak görevini sürdürdü.

Emekli olduktan sonra boş durmadı, değişik gazetelerde yazılar yazmasını sürdürdü ta ki 19 Mayıs 1939'da İstanbul'da ölümüne kadar.

Ancak ölmeden önce çocuklarına vasiyeti, "Boynunuz bükülmesin; insan boynu yaş ağaç gibidir. Bir kez bükülürse bir daha kalkmaz. Yalnız maddi zevkler için boyun eğerek yaşayıp ölmek sefil bir gerçektir. Fakat haksızlığa boyun eğmeden, birine yaranmadan yaşayıp ölmek maddi zevk vermese de ihtişamlıdır.” Diyen nasihati olur.

Babalarının nasihati yolundan giden çocuklarından oğlu Samet Ağaoğlu, Demokrat Parti döneminde çalışma, ticaret bakanlıkları ve başbakan yardımcılığı görevlerinde bulundu.

Kızı Süreyya Ağaoğlu ise 1928'de serbest avukatlık ruhsatı alarak, "Türkiye'nin ilk kadın avukatı" unvanı aldı. Diğer kızı, Tezer Ağaoğlu (Taşkıran) bir erkek okuluna atanan ilk kadın öğretmen oldu. Babası ve ağabeyi gibi Tezer Ağaoğlu, TBMM'de yedinci dönemde Kastamonu, sekizinci ve dokuzuncu dönemlerde Kars milletvekilliği görevlerinde bulundu... Yararlanılan Kaynak AA (Anadolu Ajansı)

Selman Zebil

24 Eylül 2022 Cumartesi

DÜNYA ÜZERİNDE DEVLET YÖNETİM BİÇİMLERİ

Devlet Biçimleri ve Hükümet Sistemleri

Devlet Kavramı: Devlet, toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal açıdan örgütlenmiş çoğunlukla devleti oluşturan unsurlar, tüzel ulus devletin bütünlüğünü oluşturanlardır.

Bu unsurlar ulus olma bilinciyle, özgürce yaşayabilecekleri, egemenliklerini kendi kendilerine sürdürebilecekleri soyut bir kavramdır devlet.

Ulus denince de; sınırları belirlenmiş bir bölgede birbirlerine çeşitli ortak bağlarla bağlı olarak birlikte yaşayan iradesini gösteren topluğun adıdır. Bu topluluğun bir devlet egemenliği altında ve yetki alan ve sınırlarını çizen torak parçasına ise ülke denir.

Bir Ulusun Egemenliği: Sınırları belirlenmiş, yeryüzü parçası üzerinde yaşayan insan toplulukları bu sınırları belirlenmiş topraklar üzerinde kurdukları, devredilemez sınırsız egemenlikleri, bölünmez mutlak bir güç olan bütünlükleri ile üstün bir irade çerçevesi içerinde örgütlü olarak yaşamalarına da egemenlik adı verilir.

Ulusların Birlikçi, Birleştirici (Üniter) Yapıları
Tek bir ülke üzerinde, tek bir milletin, tek bir egemenliğe tabi olmasıdır. Birlikçi devlette siyasi otorite tek bir merkeziyetçi otorite ile sağlanır. Yasama organının yaptığı kanunlar ülkenin bütününde geçerlidir. Şu anda bütün Avrupa ülkelerinde bu birlikçi, birleştirici yapı geçerli ve uygulanır durumdadır.

Bölgeli Devlet: Bölgeli devletler üniter devletler gibi tekçi devlet yapısına sahip olmakla birlikte millet anlayışında çok ciddi bir farklılık göstermektedir. Üniter devlette tek bir millet anlayışı esas alınırken, bölgeli devlette ülke çeşitli bölgelere ayrılmıştır ve her bir bölge farklı millet anlayışına sahiptir. (Örnek: İspanya, İsviçre)

Federasyon: Eyalet, kanton ve benzeri küçük devletçiklerin birleşerek oluşturdukları devlet modelidir. Her bir küçük devletçik kendi yasama, yürütme ve yargı organlarına sahiptir. İç yapılarında özerk, dış yapılarında ise federasyona bağlıdırlar. Federasyona bağlı devletçiklerin bağımsızlıklarını ilan etme hakları yoktur.

Cumhuriyet: Devlet biçimi olarak cumhuriyet egemenliğin toplumun tümüne ait olduğu devlettir. Geniş anlamda cumhuriyet hükümet biçimi olarak cumhuriyet. Dar anlamda cumhuriyet, devletin temel organlarının seçim ilkesine göre kurulduğu hükümet sistemidir.

Hükümet sistemleri temel olarak kuvvet birliği ve kuvvetler ayrılığı olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Kuvvetler birliği, yasama ve yürütme erklerinin tek bir organda birleştiği hükümet sistemidir. Bu erkler yasamada ya da yürütmede birleşebilirler.

Egemenliğin Tek Kişide Toplanması
Bu durum, monarşi devletlerde olur. Monarşilerde egemenliğin halkın elinde olmaz, tek kişiye ait olduğu devletlerde olur. Monarşik devletlerde hükümdar aynı zamanda devlet başkanıdır ve bu yetkiyi yaşamı boyunca elinde bulundurur.

Birde teokratik (din üzerine kurulu devlet anlayışı) devletler vardır ki, egemenliğin kaynağının dine dayandığı devlet anlayışıdır. Teokratik devletlerde din adamları yetkiyi Tanrı’dan aldıkları ve sözlerinin geçerli olmasıdır. Böylece, dini otorite organları devlet idaresini elinde tutar.

Oligarşi Devlet: Egemenliğin belli bir sınıf veya gruba ait olduğu devlet biçimidir. Oligarşi devletlerde genellikle yönetimdeki grup, askeri siyasi veya maddi olarak ülkenin önde gelen gruplarından birisidir. 
Oligarşi, küçük ve ayrıcalıklı bir grubun iktidarda olduğu yönetim şeklidir. Oligarşinin üyesi ya da destekçisi olan kişi ya da grupları tanımlamak için "oligark" terimi kullanılır.

Mutlak Monarşi: Monarkın yanında devlet iktidarını paylaşan bir makamın olmadığı, bütün devlet yetkilerinin monarkta toplandığı monarşi biçimidir. Hükümdarın yetkileri sınırsızdır.

Diktatörlük: Yasama ve yürütme erklerinin tek bir kişi ya da grubun elinde toplandığı hükümet modelidir.

Diktatör, Zorba, buyurgan, elinde mutlak ve sınırsız bir otoriteye sahip olan yöneticilere verilen tanımdır. Bir diktatör tarafından yönetilen ülkelere ise diktatörlük denilmektedir.

Totalitarizm, bütün yetkilerin merkezîleştirildiği, devlete mutlak itaat beklenen, diktatörlük vari yönetim. Totalitarizmde bireysel özgürlüklere izin verilmez ve bireyin yaşamının tüm alanları devlet kontrolüne bırakılır.

Totaliter Diktatörlük: Kişisel ve siyasal özgürlükleri devletin güvenliği için sınırlandırabilen, bireye oldukça sınırlı bir yaşam sahası tanıyan diktatörlüklerdir. Devlet resmi bir ideoloji çerçevesinde şekillendirir ve muhalif fikirlere imkan tanımaz.

Otoriter Diktatörlük: Devletin kişiler ve gruplar üzerinde sıkı bir denetim sağladığı ve muhalif fikirlere sınırlı olarak yer verdiği diktatörlüklerdir.

Kuvvetlerin Yasama Organında Birleşmesi
Yasama ve yürütme yetkilerinin yasama organında birleştiği hükümet sistemine, meclis hükümeti sistemi adı verilir.

Kuvvetler Ayrılığı Sistemleri
Kuvvetler ayrılığı ilkesi yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin ayrı ayrı organlara verildiği bir ilkedir. Bu şekilde, iktidarın sınırlanması, temel hak ve hürriyetlerin güvence altına alınması, devlet organları arasında denge ve kontrolün sağlanması amaçlanmıştır. Kuvvetler ayrılığı kendi içinde ikiye ayrılmaktadır.

Parlamenter Sistem
Kuvvetler ayrılığı ilkesinin yumuşak biçimde uygulandığı, yasama ve yürütme kuvvetleri arasında bir etkileşimin bulunduğu ve yürütmenin yasama organının içinden çıktığı hükümet sistemidir. Yürütme yasamaya karşı sorumludur.

Yasama organı genelde bir meclis biçiminde oluşturulur; ancak bu meclisin tek ya da iki heyetten oluşması parlamenter sistem için önem taşımaz.

Yürütme organı düalisttir. Yürütme yetki veya görevi, sorumsuz ve tarafsız bir kişi ile işlerin sorumluluğunu üstlenen bir kurul arasında paylaştırılmıştır.

Hükümet, devlet başkanının mutlaka meclis içinden atayacağı bir başbakanın meclis içinden veya dışından seçeceği bakanlardan oluşan listesinin devlet başkanı tarafından onaylanması ile kurulmuş olur.

Hükümet yürütme yetkisi çerçevesinde yapılan bütün işlemlerden meclise karşı siyasal olarak sorumludur.

Yürütme organının da belli şartlar altında yasama organının görevine son vermesi mümkündür. Bu şartlar ülkelere ve anayasalara göre değişir.

Başkanlık Sistemi
Yasama ve yürütme kuvvetlerinin birbirinden sert bir şekilde ayrıldığı hükümet sistemidir.

Bu sistemde yürütme gücü, halk tarafından seçilen bir başkan tarafından, tek başına kullanılır. Yine halk oyu ile seçilen yasama erki başkanı düşüremediği gibi, başkanın da yasama erkini feshetme yetkisi yoktur. Başkanın Meclise karşı siyasi sorumluluğu söz konusu değildir.

Yürütme organı tek kişiliktir...
Başkan halk tarafından seçilir.
Başkan yasamanın güvenine dayanmaz.
Başkan yasama organını feshedemez.
Aynı kişi hem yürütmede, hem yasamada görev alamaz.
Başkan yasama organının çalışmasına katılamaz.

Yarı Başkanlık Sistemi
Devlet başkanının halk tarafından seçildiği ve önemli siyasal yetkilerle donatıldığı parlamenter rejime yarı başkanlık sistemi denir.

Yürütme organı iki başlıdır.
Başkan doğrudan halk oylamasıyla seçilir ve önemli siyasal yetkilere sahiptir.
Başbakan ve Bakanlar Kurulu, yasama erkine karşı sorumludur.

Paramiliter güç, işlev ve örgütlenme olarak askerî ancak düzensiz gönüllülerden oluşan devletçe desteklenen bir tür yapı. Terim Yunanca harici anlamına gelen para ve asker anlamına gelen militar sözcüklerinden türemiştir.

Selman Zebil 2022

Yaralanılan Kaynaklar
Ahmet Taner Kışlalı, "Siyasal Sistemler" İmge Kitabevi Yayınları / Siyaset Dizisi, Ankara, 2006
Ayferi Göze: "Siyasal Düşünceler ve Yönetimiler" Beta Yayınları, 1987 İstanbul.
Thomas Bernauer, Detlef Jahn, Patrick Kuhn, Stefanie Walter: Einführung in die 

TÜRK DESTANLARINDA AĞAÇ ve AĞAÇ KÜLTÜ 3. BÖLÜM

Osmanlının Kurucusu Osman Bey’in Ağaç Görmesi Hakkında Rüyası Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemine ait tarihi kayıtlar ve menkıbelerde de ağ...