22 Ekim 2023 Pazar

FİLİSTİN TOPRAKLARI ÜZERİNDE İSRAİL NASIL KURULDU

 2. Abdülhamit’in, Musevilerin Filistin’de Toprak Almasına izin vermiştir

2’nci Abdülhamit zamanında Rothschildler’in, Filistin’de koloniler kurdukları, Abdülhamit’in Filistin’de yaşayan yerli ve yabancı Musevilerin toprak satın almalarına izin verdiği ortaya kanıtlarıyla çıkartılıyor.

Tarihçi Doç. Dr. Sezai Balcı ile Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu kişiler tarafından Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki belgelerin araştırmalarıyla gün yüzüne “Rothschildler ve Osmanlı İmparatorluğu” başlıklı çalışmayla ortaya çıkar. Böyle olunca da, Yahudi kökenli Rothschild Gizli örgüt İlluminati’nin 13 üyesinden biri olduğu öne sürülen Rothschild Ailesi’nin Osmanlı padişahları ile gizli para ilişkileri olduğu da gün yüzüne çıkartıldı.

Milliyet gazetesinden Mert İnan’ın haber bilgilerine göre, Rothschild Ailesi ile Osmanlı Devleti arasındaki ilk temas, 2. Mahmut döneminde başlamış. Bu ilişki 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan itibaren kesintisiz devam ediyor. Osmanlı, Temmuz 1853’te 40 bin tüfek, 2 bin şişhane, 10 milyon fişek, 50 milyon kapsül satın alırken, bu silahlar için Rothschildler’e 10 milyon 514 bin 976 kuruşluk ödeme yapıldığı Maliye Nezareti’nin orijinal nüshalarında yer alıyor.

2’nci Abdülhamit’in faizle Rothschild Ailesi’nden iki kez borç aldığına dair belgeler oluşturuyor.

1891’de alınan 6 milyon 316 bin 920 sterlin tutarındaki borcun faizi belgelerde yüzde 4 olarak belirtiliyor. Söz konusu geri ödeme süresinin 60 yıl olarak tanzim edildiği arşivlere yansımış.

İşte 2. Abdülhamit’in yaptığı borçları da genç Cumhuriyet yıllarca ödemişti. 1894 yılında alınan bu borç ile 2’nci Abdülhamit tarafından 1894’te de ikinci borç tutarı ise 8 milyon 212 bin 340 sterlin. 61 yıl vadeli olarak alınmıştır. İşte 2. Abdülhamit’in aldığı borç, 15 Ekim 1955’e kadar geçerli olduğu için, her yıl 329 bin 249 sterlin tutarındaki meblağın İngiltere Bankası’na ödeneceği belgelerde yer alıyor.

Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal eden Rothschild borçları, Lozan Antlaşması gereğince Rothschild Ailesi’ne geri ödeniyor. Rothschild üyeleriyle görüşen Osmanlı hükümdarları 2. Mahmut, Abdülmecit ve 2. Abdülhamit aile üyelerine birçok defa nişan takdim ediyordu.

2. Abdülhamit’in 1888’de, Baron Rothschild ile görüşmesi o dönem Beyoğlu’nda çıkan “Moniteur Européen” gazetesi tarafından tespit edilirken, gazetenin, 30 Temmuz 1888 tarihli haberine kitapta yer veriliyor.

2. Abdülhamit, Rothschild ile 27 Temmuz 1888 Cuma günü öğleden sonra gerçekleşen görüşmede kendisinden Anadolu Demiryollarının yapım işinin üstlenmesi teklif ederken, Rothschildler’e hususi olarak yaptırdığı 10 bin sigarayı hediye ediyor.

Bu görüşmenin detayları o dönemki Moniteur Européen Gazetesi tarafından şöyle aktarılıyor:

Bu arzu Cihanbani Mösyö Rothshild’ce büyük mahzuziyeti elbetmiş olup mumaileyh tetkik keyfiyet edeceğini vaat eylemiştir. Baron’un mazhar olduğu envaı iltifatlardan başka avdeti esnasında Zât Hazret Padişahî kendisine bilhassa imal ettirilmiş on bin adet sigara hediye buyurmuşlardır…”

2. Abdülhamit ve Arminius Vambery (Raşit Efendi) (1832-1913)

Gerçek adı Hermann Wamberger, Bamberger ya da Vamberger gibi pek çok karışık adlarla bilinen Vambery, Macar kökenli, fakir, dindar bir Yahudi ailenin oğlu olarak Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırları içinde, bugünkü Slovakya’da bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya ayağı aksak olarak geldi. 12 yaşından itibaren çalışmak zorunda kaldı, terzi çıraklığı, sonrada özel öğretmenlik yaptı. Bu arada etnografya ve filoloji alanlarında araştırmalar yaptı. Dahi kendi kendini yetiştirdi, çok sayıda dilde yetkinlik kazandı. Önce Avrupa dillerini, daha sonrada Türkçe, Farsça, Arapça dillerini iyi bir biçimde öğrendi.

Vambery bir müsteşrik ve Türkolog, gezginci. Macarca, Armin Vambery, Almanca Hermann Macar halkının Asya menşelerini bulmak için 22 yaşında İstanbul’a geldi. İstanbul’da Asıf Bey ve daha sonra Rıfat Paşa’nın hizmetinde Frenk lisanları muallimi (Avrupa dilleri öğretmeni) olarak çalıştı. İstanbul’da bulunduğu 1857-1863 yalları arasında, farklı Türk ağız ve lehçelerini öğrenme fırsatını buldu. Aynı zamanda Türk Tarihinden bazı yapıtların çevrilerini yaptı ve ayrıca Osmanlıca-Almanca bir sözlük de yayınladı. 2. Abdülhamit, ona bir gün: “Reşit Efendi, sağıma bakıyorum casus, soluma bakıyorum casus, arkama dönüyorum hainler. Şu an karşımda sen varsın ve bir tek sana güveniyorum” der sonra gözlerinden yaş gelen Abdülhamit, Raşit Efendi’ye sarılmış, farkında bile değil onun bir casus olduğundan.

Aynı akşam Raşit Efendi, İngiltere’ye hemen bir mektup yazmış: “Sayın kraliçem, Abdülhamit Han artık sadece bana güveniyor” diyordu. Bu mektubu İngiliz arşivlerinden bulan Mim Kemal Öke olur. İşte Osmanlıyı son günlerde bunlar yönetiyorlardı…

1898 yılında yazdığı kitabında: “İstanbul’da ki Türkler arasında Türk ulusçuluğu sorunuyla ya da Türk dilleriyle ciddi bir biçimde ilgilenen bir kişiye rastlamadım” der.

Osmanlı yıllarca ezik, horlanan, itilen kakılan bıraktığı Türkmenlerin akıbetini yaşamaya başladığı ortam gelmiş, Karlofça Antlaşması’yla başlayan süreçte Osmanlı kimliği gittikçe Batılılar karşısında ufalanır ve ezikliği yaşamaya başlar. Akçalı durumu çökmüş, Sultan Abdülaziz’in son dönemleri, Kırım Savaşıyla (1854) Londra ve Paris gibi Batı kentlerinde bazı firmalardan aldığı paralarla daha çok borçlanmaya başladı. Bu alınan borç paralar, yatırıma yatılıp istihdam için kullanılmaz, daha çok boşalmış İmparatorluk hazinesinin tam takır kasaları, Batılı bankerlerden alınan paralarla doldurulmaya çalışılır ama her geçen yıl 14 milyon lira faiz ve anapara ödenmek zorunda kalınır. Borcu borçla ödemek durumuna düşen Osmanlı, Galata sarraf ve bankerlerinden yeni borçlar alarak günü savuşturmaya başlarlar. Sonuçta Osmanlı, borç taksitlerini ödeyemez duruma gelir, Avrupa nezdinde git gide itibarı sarsılır, rezil olur. Arkasından zarar gören alacaklılar Paris ve Londra elçiliklerine akın ederler, Avrupa gazeteleri Osmanlı karşıtı ağır eleştirili yazılar (*) yazmaya başlar.

Artık Osmanlı Devleti, Batılı güçlü devletlerin emri altına alınmıştı. Batılı güçlü devletlerin verdiği emirleri yerine getiren bir tür ezik devlet olmuştu. Osmanlı Devleti biçimsel özelliğini, bağımsızlığını kaybetmiş, Batılı devletler tarafından denetlenen yarı sömürge bir devlet olmuştu. 2. Abdülhamit döneminde Batılılar alacaklarını toplayacak bir kurum oluşturdular. Alacakları karşılığında Osmanlı devletinin önemli gelir kaynaklarını oluşturan tuz, tütün, damga, alkollü içki ve balık vergilerinin bir bölümüne el atılarak doğrudan alacaklarını sağlama yoluna gittiler. Borç ödeme ve alacakları dağıtmak için İstanbul’da “Düyunu Umumiye İdaresi” (Genel Borçlar Yönetimi) kurulur. İş böyle gelişince Osmanlı maliyesi, alacaklı yabancı devletlerin denetimi altına girer. Hatta Balkan Savaşlarından sonra Edirne’nin geri alınması için yapılan savaşta Osmanlı Devleti bu kurumdan borç almak durumunda bile kalmıştır.  

(*) Abdurrahman Şeref Efendi, “Tarih Muhasebeleri” Ank.1985, s.114-115  

Vambery bir müsteşrik ve Türkolog, gezginci ve büyük kuşkularla Britanya Krallığı emrinde çalışan bir casus, adı Macarca, Armin Vambery, Almanca Hermann Vambery, gerçek adı Hermann Wamberger, Bamberger ya da Vamberger gibi pek çok karışık adlarla bilinir.

Asıl üzerinde durulması gereken, Macar İlimler Akademisi desteğinde, Sünni bir derviş kılığında 1861-1964 yıllarında, Batılılara kapalı bir bölge olan Ermenistan, İran ve Türkistan’ı gezdi. Bu gezisi boyunca coğrafya, etnografya ve filoloji alanlarında önemli bulgularla döndü.

Dahi, Vanbery, İngiltere Jeoloji Enstitüsünün hizmetinde ve Britanya Krallığının emrinde bir casus olarak Raşit Efendi Müstear adıyla, önce İstanbul’dan gemiyle Trabzon’a, oradan katır üstünde kervanlarla Tebriz ve İsfehan’a seyahat etti. Oradan Tahrana ulaştı. Tahran’da bir süre Osmanlı elçiliğinde kaldıktan sonra Hazar Denizinin güneyinden Buhara, Semerkant ve Hive’ye gitti, oradan Herat ve Tahran üzerinden Osmanlı topraklarına döndü. İstanbul üzerinden ülkesi Macaristan’a geri döndü.

Bu seyahatleri hakkında 1864 yılında yayımladığı “Travels and Adventures in Central Asia” adlı yapıtı, Avrupa’da büyük ilgi uyandırmış, bölgenin hâkimiyeti için Rusya ile rekabet içinde olan İngiltere’nin iştahını iyice kabartmıştır.  

Bu Asya seyahatinden sonra 1864 yılında, Londra’da büyük heyecan yarattı. 1905 yılına kadar dönemde Budapeşte Üniversitesinde Fin-Ugor savına en sert bir biçimde karşı çıkar, kendisine göre Macar dili sadece Ugor öğelere sahip bir Türk dilidir. Vambery’nin bu tezi, günümüzde artık kabul görmemektedir. Çağdaş dilbilimcilerine göre Macarca, güçlü Türkçe etkilerine sahip, köken itibariyle Ugor bir dildir. 

Vambery’nin bir oğlu olur (1872-1948) Adı Rüstem Vambery.

Rüstem Vambery Macar ceza hukukçusu ve siyaset adamı olur. Budapeşte Üniversitesi Hukuk Fakültesi üyesi oldu, 1919 yılında Prof. unvanını aldıktan sonra fakültenin dekanı oldu. Bir ara Macar Milli Meçlisinde de milletvekilliği taptı.

Vambery’yi İstanbul’daki teması sırasında Osmanlı Padişahıyla tanıştıran kişi, yıllarca Osmanlı Devletinden Dâhiliye Nezaretinin Sıhhiye Müdürlüğünü ifa etmiş Macar asıllı hekim Dr. Soma Wellsch (1866-1926) olmuştur. Kaynak: İngiliz casusu "Vambery'nin Günlükleri"

Thodor Herzl, Siyonizm ve Vambery

Vambery Abdülhamit’in güveni kazanmış, 1900 yılının haziran ayında 2. Abdülhamit’in huzuruna çıkmış, ondan Siyasi Siyonizm’i destekleyen Vambery, Siyonizm’in fikir babası Theodor Herzl’a için Sultandan görüşme talebinde bulunmuş ama bu görüşme için başarılı olamamıştı.

Aşağıdaki harita, Yahudi-Siyonizm’in hedeflediği “Büyük İsrail” topraklarıdır. Nil nehrinden Fırat nehrine kadar uzanan, Suriye’yi, Ürdün’ü, Lübnan’ı, Kuveyt’i tamamen yutuyor. Suudi Arabistan’ı, Mısır’ı, Irak’ı ve Türkiye’yi bölerek oluşması hayal edilen “Büyük İsrail” toprakları haritasıdır.

Siyonizm’in babası Theodor Herzl, yazdığı mektuplarda 2. Abdülhamit için Avrupalı Musevilerin konuştuğu Yidiş dilinde aşağılayıcı bir biçimde “mamser-ben-mennide” (fahişenin oğlu, piç) ifadelerini kullanıyordu. Ancak Vambery 1901 yılında Herzl’in Sultanın huzuruna çıkmasına sağlayan bir randevu ayarlayabilir. 

Herzl 16 Haziran 1900 tarihinde Vambery Tirol’da ziyaret. Şöyle bir günlük yazdı:

Genişlemesi Hayal edilen israil toprakları
“Yetmiş yaşındaki bir aksak Macar Musevi’sinin şahsımda hayatımda gördüğüm en ilginç insanı tanıdır. Kitaplarını Alman dilinde yazan, 12 dili aynı mükemmellikle konuşan daha fazla Türk mü yoksa İngiliz mi olduğuna bir türlü karar bir adam hayatında 5 ayrı dine geçerek bunlardan ikisinde rahip oldu. Bunca dini bu kadar yakından tanıyınca ateist olması normal karşılanmalıdır. Şark ülkelerinden bana 1001 Gece Masalı gibi olayları anlattı, Sultan’la (2.Abdülhamit) yakın olan ilişkisi gibi şeylerden söz etti. Ayrıca bana ant içerek İngiliz ve Türk ajanı olduğunu söyledi. Macaristan’da Profesörlük unvanı salt göstermelikmiş. Yahudi düşmanı bir toplumda yaşadığı bunca çileden sonra, bana çok sayıda belgeyi gösterdi. Bunlardan bazıları Sultan’ın kendi eliyle yazmıştı; ancak Türkçe yazdığı için okuyamıyordum ve içeriği hakkında bir şey diyemem. Oradayken yanımıza gelen William Hechler’i kaba bir biçimde yanımızdan kovdu, benimle yalınız olmak istiyordu.

Büyüyen İsrail toprakları 1947-1949-2967 

Sözlerine şöyle başladı: “Ben paranın peşinde değilim, zengin biriyim. Altından biftek yenmez. Çeyrek milyonum var ve sermayemin faizlerinin yarısını bile harcamıyorum. Size yardım edeceksem, dava uğruna yardım edeceğim. Benden bütün planlarınızın bütün detaylarını, para vs. hususunda öğrenmek istedi. .

Sultan’ın kendisinden Avrupa basınında lehinde bir kamuoyu oluşması için çalışmasını istediğini söyledi. Bu konuda yardım etmemi istedi. Bense yarım ağızla yanıt verdim. Konuşurken arada konuyu değiştirip başına gelen, oldukça ilginç olayları anlattı. Bejamin Disraeli sayesinde İngiliz ajanı olmuş. Türkiye’de önceleri kahvehanelerde şarkıcı olarak başlamış, arada geçen bir buçuk yıl içinde Sadrazamla ahbap olmayı başarmış. İsterse Yıldız Sarayında (İmparatorluk Sarayı) konaklayabilirmiş. Ancak suikast kurbanı olmaktan korkuyormuş. Sultanın sofrasında, hem de samimiyetten elleriyle yemek yiyormuş, ancak zehirlenmekten korkuyormuş. Yüzlerce böyle ilginç şeyler anlattı. Ben ona dedim ki, …Sultana beni kabul etmesini söyleyin, birincisi, basında ona değerli hizmetler sağlayabildiğim için, ikincisi salt huzuruna çıkışımın bile onun Avrupa’daki itibarını yükselteceği için Dilmaç (tercüman) olarak ona tercih ettiğimi söyledim. Ancak yaz yolculuğunun meşakkatlerinden dolayı çekiniyor. Zamanım bittiğinde, benim için harekete geçip geçmeyeceği meçhul kalmıştı… Ancak bana vedalaşırken sarıldı ve beni öptü… “diye anlatır.

Herzl’e Vambery’nin anlattıklarından biri, maddi bakımdan herhangi bir ihtiyacı bulunmadığını söyler. İşini para için değil de adil bir dava için gördüğünü, Siyonizm’e dertsek vermek için yaptığını söyler. Aralık 1900 yılında gazetelere Osmanlı Devleti’nin siyasi Siyonizm Filistin’e göçlerin önlenmesini sıkılaştığı yazdı. Bunun üzerine Herzl Vambery’ye 28 Aralık 1900’de şu satırları yazdı: “Bana kalırsa bu hiç kötü bir alamet değil, aksine iyi bir işaret. Fahişe (Osmanlı devleti) fiyatını yüksek tutmak istiyor, onun için sahip olunamayacağını söylüyor. Yanılıyor muyum?” der.

Bir Filistin topraklarına Yahudi göçüyle ilgili pazarlıklar var. Bir yandan da Musevi bankerlerin Osmanlı İmparatorluğuna verecekleri hatırı sayılır (5000 pound) bir kredi anlaşmasına dair arabuluculuk yapar, bundan alacağı komisyondan söz edilir.

Herzl Ocak 1901’den itibaren işlerin istenildiği gibi gitmeyişinden Vambery aracılığıyla tehditler savurur. Padişah’ı yola getirmeye çabalar. Osmanlılar, Yahudilerin isteklerine biraz daha ılımlı yaklaşmayacak olursa, Yahudiler Osmanlı’nın bütün para kaynaklarını kesebileceklerini ima eder.

Dahi aynı yıl Hewrzl Vambery’den, kendisi ve Siyonistlerin Osmanlı Padişahı için neler yapabileceklerine sahip olduklarına dair Padişah’a anlatmasını ister. Hatta Fransızlara karşı aciz düşmemek için ona bir torpidolu bir muhrip gemisi bile gönderebileceğini söyler. (Hatta Midilli adasını, Fransızların itilaflı bir alacağı yüzünden savaş gemileriyle işkal etmişler, ancak Osmanlı devleti taksitle ödemeyi kabul ettiği için çekilmişlerdi.)

Herzl, Vambery’ye Filistine yerleşmek için taşınacak Yahudiler için bir gemi temin etmesini ister. Bu geminin temini için 300,000 bin Hollanda florini teklif etti. Parayı istediği gibi harcayabilecekti, artanı da kendine saklayabilecekti, önemli olan sonuca ulaşmaktı.

İşte böyle bir düzen içinde, kendi söylediğine göre paraya ihtiyacı olmayan Vambery, Herzl’in teklifini kabul etti, gerektiğinde Osmanlı Devleti’nde kendisi önemli bir görev alacak hatta padişahı bile devirecekti.

Herzl, İtalyan ilk Siyonistlerinden Meranolu Tobias Marcus vasıtasıyla Vambery ile tanıştı. Herzl’e 13 Eylül 1898 tarihinde mektup göndererek Marcus, Vambery’yi şu sözlere tarif etmiştir: “Daha önce söylediğim gibi, Vambery oldukça karmaşık bir şahsiyettir. Dâhiyane bir insan, ancak zarafet, eğitim ve karakterden yoksun bir. Kendini beğenmişliğiyle toplumda saygınlık sahibi, herkese tepeden bakar. Her türlü din ve milliyetçilikten nefret eder. Güya kendisi çağın en büyük hür düşünen kişi, kendini kozmopolit bir insan olarak görmektedir. Öte yandan İslam’ı ve aynı anda İngiltere’yi övüyor. Genelde bakılırsa, kendini fazlasıyla beğenmiş ve çelişkili karaktere sahip, sözlerine her zaman itibar edilmemesi gereken, yine de son derece dikkatli yaklaşılması gereken bir insandır, zira aleyhtarı olmak ziyadesiyle tehlikelidir” diye anlatır.

Vambery ve Drakula

Ayrıca 1897’de Vambery, Bram Stoker adlı yazarın yayınlanan tanınmış “Drakula” adlı romanı ilham kaynağı olur. 1890 yılında Stoker Vambery ile karşılaştığında, Vambery kendisine Romen Prens Vlad 3. Draculea’nın (Darakula) efsane hikayesini anlatmış. Bu tarihi kişilkten hareket ederek, Stoker Romanının kahramanı “Vampir Durakula”yı yarattı. 

Kaynaklar: Theodor Herzl, “Mektuplar ve Günlükler, 7 ciltlik yapıtı

Osmanlıcası çeviren A.H. Abdurrahim: “Bir Sahte dervişin Asya’yı Vustada Seyahati”

Abdurrahman Şamipaşazade çevri, “Bir Sahte Dervişin Orta Asya’da Seyahati, Kitapevi Yayınları 2009

Kemal Öke Mim, “Saraydaki Casus: Gizli belgelerle Abdülhamit Devri ve İngiliz ajanı Yahudi Vambery”, İrfan yayınları İst. 2009 ve “İngiliz Casusu Prof. Arminius Vambery’nin Gizli Raporlarında 2.Abdülhamit ve Dönemi, Üçdal Neşriyat 1983

Cemal Kutay, “Sahta Derviş” Aksoy Yayıncılık İst. 1998

http://www.etymonline.com/index.php?search=vampire

Hazırlayan Ali Akyıldız ve Zekeriya Kurşun: “Osmanlı Arap Coğrafyası ve Avrupa Emperyalizmi” adlı yapıt

 Selman Zebil 22 Ekim 2023 

 

19 Ekim 2023 Perşembe

GERÇEK HAYAT DERGİSİ ve FİKİR BABALARI ABD

AKP’Cİ GERÇEK HAYAT DERGİSİ ve FİKİR BABALARI ABD

Albayraklar gurubundan Yeni Şafak Gazetesi İcra Kurulu Başkanı Mustafa Albayrak’a ait olduğu ve genel yayın yönetmenliğini Kemal Özer'in yaptığı “Gerçek Hayat” adlı dergi 27 Temmuz-2 Ağustos 2020 tarihlerini kapsayan sayısının kapağının üst bölümünde: “Artık Ayasofya ve Türkiye hür yazının altında ise: “Şimdi değilse ne zaman, sen değilsen kim? Hilafet için toparlanın” yazıyordu. Ayrıca resimde göründüğü gibi dergi kapağındaki yazıların üstünde Arap harflerle Osmanlı Alay Sancağı yazısı bulunuyordu.

Gerçek Hayat Dergisinin hilafet çağrısı: “Ya şimdi yahut bir asır daha esarete devam. Hilafet İslam ümmetinin birliği, birlikteliği, dayanışması demektir. Kafa dengi ülkelerin yöneticilerinin bir araya gelip, merkezi İstanbul ve Topkapı olan İslam Birliği müessesesi kurulmalı" diye yazıyordu.  

Bu adı geçen derginin kapağındaki yazıdaki anlatımlar, sosyal medyadan büyük tepkiler alır...

Yeni Şafak’ın çıkarttığı “Gerçek Hayat” adlı haftalık dergisinin 2020 tarihli kapağında hilafet ilanı çağrısında bulunuyor. Gitgide Türkiye, bir avuç radikal ve marjinal İslamcının, tarikatın ve cemaatlerin kafasıyla yönetilmeye başlayan bir ülke olma yolunda ilerlemektedir. Bu yol ateşli bir yoldur, bu ateşle oynadıklarının farkında bile değiller...

Aslında Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan kısa süre sonra hilafet kaldırılmıştı. Hilafetin kaldırılışını bir türlü içlerine sindiremediler. Ayrıca hilafetin kaldırılışı Batılıların gündeminden de hiç bir zaman düşmedi. Bazen Türkiye’de hilafet tartışmaları olur, bu tartışmaların arkasında Batılı güçler olduğuna hiç kuşku yok. Çünkü Batı güçlerin çıkarları söz konusuydu.

ABD’de işleyen CİA’nın “Think Tank” adlı yeni düşünce kurumu olan Rand Corporation’un 2004’te hazırladığı “Sivil Demokratik İslam” raporunda başta Türkiye’de ve diğer İslam ülkelerinde hilafetin yeniden canlandırılması gerektiği açıklanmaktadır. Yine 2004’te bir başka Amerika’da CİA dahil bütün istihbarat kurumlarının bağlı olduğu Ulusal İstihbarat Konseyi’nin, “Geleceği haritalandırmak” adlı bir rapor 2020 yılı içinde hilafet senaryosundan söz edilmiştir. O raporda halife öyle sembolik falan değil, güçlü ama Batıya bağlı bir figür olması öngörülüyordu...

Amaçları; böylece İslam dünyasına yeniden kendilerine bağlı biçim verme planına BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) ile ilk temelini atmaktı. Bu planla Amerika ve Batı, Müslüman dünyasının gündemine hilafet tartışmasını da sokuyordu. İşte tam bu günlerde AKP iktidarı yanlısı Gerçek Hayat Dergisi 2020’de hilafet çağrısı yaptığı günler ile örtüşüyordu. Bunun tesadüf falan olduğunu sanmıyorum. Yani ABD, Türkiye’de hilafet tartışmalarının fitilini ateşliyordu. Bütün dünya İslam ülkelerinin aklını başına almalı, oyuna gelmemelidir...

Amerika’nın eski başkanlarından Bill Clinton, başkanlığı döneminde yaptığı bir açıklama var. Diyor ki: “Bir halife istiyoruz, (İslam dünyası için) Beyaz Sarayda onunla görüşelim. Müslümanlarla sorunu bir tespihin imamesi gibi tek adamla çözelim” demişti. Böylece açık biçimde Müslüman ülkelerine demokrasi değil de tek adam lideri istiyorlar.     

Dr. Yalçın Koçak, “Tiran” adlı bir kitap yazdı. Ünlü küresel mühendislik yapanlardan İngiliz Arnold Josef Toynbee’nin yazdığı ve orijinal metni Kaliforniya Üniversitesi kütüphanesinde bulunan ve gizli tutulmuş bu metinde, Garbiyat Enstitüsü: “Güney Müslümanlığı, Eş-arilik (Fastan Arabistan’a) bizim için tehlike olmaktan çıkmıştır. Bir şeyhi satın alır, hepsini yönetiriz.

Bizim için Kuzey Müslümanlığı, Maturudilik, (İstanbul’dan Buhara’ya Türk bölgesi) tehlikedir. Bunlar bilimle barışıktır. O nedenle her zaman Atatürk gibi bir asi çıkarabilir. Önlemi şimdiden alınmalıdır” diye yazar.

Arnold J. Toynbee (1889-1970) Ünlü İngiliz Tarih ve Siyaset Bilimcisi 1922’de şöyle yazıyordu: “Güney Müslümanlığı” olarak tanımladığı Suudi Arabistan-Kahire eksenindeki Müslümanlığın Batı Medeniyeti için bir tehlike olmaktan çıktığına dikkat çektikten sonra “Kuzey Müslümanlığı” olarak tanımladığı Buhara-Semerkant-İstanbul eksenindeki İslam anlayışının hala Batı için tehdit oluşturduğuna dikkat çekiyordu. Böylece Arnold J. Toynbee, Kuzey Müslümanlığının mutlaka kontrol altına alınması gerektiğine vurgu yapıyor. “Kuzey Müslümanlığı” gerçek anlamda Türk coğrafyasını kapsamakta olup, buna bir bakıma “Türk Müslümanlığı” denebilir. (Türkiye’de ve Yunanistan’da Batı meselesi, 1922)

Kurak çöl ortamına alışık, Güney Müslümanlığının belli başlı karakteristikleri ve farklı yaşam tarzlar ile göçebe, sürekli sınırları aşan, gittiği yerleri yurt edinen atlı, oklu ve sürüleri ile yaşam arasında farklar derindi. Güney Müslümanların karakteristik yapısını ele aldığımızda, Batı emperyalizminin ve onların güçlerinin yanında varlıklarını sürdürmek isterlerler. Buna karşın ise Kuzey Müslümanlığının önde olanı Türkler, her zaman emperyalistler ile asla işbirliği içinde olmadılar. Bunu Batı ve İngiliz emperyalistleri çok iyi biliyorlar. Dolaysıyla Batılıların Anadolu’da oluşturulmaya başlanılan tarikatlar ve cemaatlerin amacı ve gerçeği, insan ruhunun terbiye etmek, “evet efendimci, biat kültürü” üzerine Batının planlarıyla bağlanması için kurulmadır.

İslam dinini cemaat ve tarikatların elinde yozlaştırması Batının uzaktan beri amacının bir parçasıdır...

Muhammed İslam’ın peygamberi iken bile kimse ona, tarikat şeyhine bağlanır gibi bağlanmazken, kafasıyla, çükü yer değiştirmiş, para ve apış arası severliği dışında hiçbir marifeti olmayan, sefil seviyesiz, beleşçi tipler, kişilerin dini duygularını kabartıp, müritlerini soyan bir şeyhe bağlanılması gerektiği şartını getirmişlerdir. “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytan olur” gibi din dışı sözlerle varlıklarını sürdürmektedirler.

Dönelim bu günlere...

Tek adamın ağzından çıkanları, tek bir imama yani halifeye bağlı bütün Müslümanlara komuta yapacak, Müslümanların toplumsal yaşamlarına kadar din kisvesi altında müdahale edecek, yani Batılıların istediği emperyalizmin hizmetinde İslam dünyasını tek adam tertipleyip düzenleyecek öyle mi? İstenilen sistem her haliyle öyle!

AKP, Türkiye’ye başta Afganlı ve Suriyeli olmak üzere Pakistanlı, Iraklı, İranlı, Somali, Sudan, Ürdün gibi ülkelerden, söylentiye göre AKP’nin ümmet sevdasına hizmet edecekler hesabıyla 10 milyonun üzerinde sığıntıları ülkeye sokmuş durumda. ABD ümmet ve hilafet projesine göz kırpmış durumda; aslında hilafet senaryosunun bir parçasıdır ABD.

Son söz: Bu akıl almaz hilafet projesi Türkiye’de gerçekleşirse bilin ki, Türkiye’nin ulusal yapısı çöker, ulusal değerler yok olur, ne devlet kalır ne de ülkede ulusal birlik. Ancak vurdulu kırdılı, çok kimlikli birbirinin kanını akıtan topluma dönüşür. 

Selman Zebil 19 Ekim 2023   

28 Eylül 2023 Perşembe

TÜRKLER'DE "ULUS" ÖNÜNDE "MİLLET" DEYİMİNİN GİZLİ ANLAMI "ÜMMET" TUZAĞI MI?

Saplantı Hastalığı ve Batıya Son Olarak Sığınmacı Kozu

Asla Türk'üm demem, ben Türk değilim" diye kadında burada

Önce Recep Erdoğan sığınmacı konusunda ilk başta saplantılı “ümmetçi” ideolojik çizgisinde “yeni Osmanlıcı” siyasetinin bir tür kendisini İslam dünyasında egemen kılma aracı olarak kullandı. Bu saplantısının hedefe ulaşmasının zor olduğunu yarı anladı, yarı beyni bulanık bir durumda. Ülkedeki sığınmacı oranının günümüzde %12’ye kadar çıktığı bir gerçeği ile ülke karşı karşıyadır. Şimdi de görüyoruz ki, sığınmacılar hakkında Amerika’da, sığınmacı sorununu, Batı ile pazarlık konusu yapıp sığınmacıları koz kartı.

Recep Erdoğan, sığınmacı sorunu konusunda seçimlerde etkili konu olmuştur. Erdoğan’ın sığınmacılar konusunda seçimden önce başka seçimden sonra başka sözler söylemesine alıştı halk. Ancak artık sürdürülemez durma geldiğinin de farkındadır.

Türklerde “Ulus” Önünde “Millet” Deyimi Sürekli Engel Olmuştur.

Bu beleşçiler ulus karşıtı, İslamcı ümmetçiler

Kavram kargaşası var. Recep Erdoğan’ın “her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına alırım” demesi ile “tek millet” siyaseti, çözülmesi karmakarışık çelişkiler yumağı. Recep Erdoğan her daim, siyasi gereksinimine göre “millet” deyimini aslında “ümmet” anlamında kullanıyor, bunu da kendisini ayakta tutan dayanağı MHP’yle işbirliğinden olsa gerek, “millet” ulus anlamında kullanılıyor görüntüsü veriyor ve hatta şimdi de kafa karıştıran, ülkede milletin çeşitliğini yansıtan “yeni anayasa” tasarımları var.

Recep Erdoğan’ın 2014’deki seçimden öncesi: “Kılıçdaroğlu Alevi, Demirtaş Zaza, (Ekmeleddin) İhsanoğlu zaten yerli değil ama ben Sünni’yim, Sünni” sözleri niyetinin su yüzeyine çıkması ile “Sünni-İslamcılık” zihniyetinin sergilenmesiydi...

Kavramsal soruna gelirsek: Millet, Arapça bir dine-mezhebe bağlı cemaat demek. Ümmet genel olarak Arapça kavim, halk ve özellikle İslam toplumu demektir. Bu deyimle uluslaşmanın tamamen karşısında ve ideolojisi olarak özellikle Türkiye’de ve bu topraklara çok geç girdi. Arapça millet kavramının “ümmet” kavramın olduğunu Türkiye Cumhuriyeti kurulurken millet sözcüğü güncellenmesiyle “ulus” kavramı ile aynı anlamda kullanılmaya başlamıştır. Şeriatçılık özlemi çekenler “millet” sözcüğünü, dolaylı olarak “ümmetçi” yerine arkadan dolanarak kullanırlar. Yani Latince “nation” (ulus) Arapçada “millet” aynı kavramlar olmasa da Türkçede “ulus” yerine dilimizden düşürmediğimiz “millet” deyimini sürdürmek, Türkçe “ulus” kavramına tam olarak benimseyip geçememek ve “millet” deyimini “ulus” anlamını özünden saptırarak kullanmak, “millet, milliyet” kavramından dolayı birçok sorunlara yol açarak Türk halkının önüne çıkmaktadır...

Asla Irkçılığın İlacı “Ümmetçilik” Olamaz!

Öyle Araplara “Bir milletiz” mesajı vermek çok geçmişlerde denendi, tutmadı, şimdi eskilere dönüp yeniden kampanya yaparak, “millet” deyiminin aslında “ümmet” anlamındadır. Birçok kişi bunu farklı bir sözcükmüş gibi kullanarak “ulus” anlamında olduğunu sanır. Bu dolaylı, dolambaçlı kullanılan “millet” sözcüğü Osmanlı, dört millet olarak kullandı. Bunlar: “Müslüman, Rum Ortodoks, Ermeni Katolik ve Yahudi milleti” diye. Bu videoyu izleyen Araplar öyle sanıldığı gibi “Bir milletiz” mesajından “ulus” anlam çıkarmazlar, tersine “ümmetçilik” yeni yeni bir Osmanlıcılık olarak görürler ve AKP ve Türk-İslamcı çevreler ile yakınlaşma değil de daha çok düşmanlaşarak uzaklaşırlar... 

İktidar Yanlısı Sosyal Medyada Operasyonun Hedefi ve Yeni “Ümmetçilik” Kampanyası

İktidara yanlısı gazetecilerin Arapçı sevdaları “Millet” diyerek dorusu “ümmetçilik” çağrısıdır yaptıkları!..

İktidara yakın bir grup gazeteci, bir yerden yönlendirilen, Gerçek Hayat dergisi, kampanyanın, “İslam âlemine” seslenen video gösterisinde kimisi Türkçe kimisi Arapça seslenerek “Biz bir milletiz” (Aslında amaç ümmetiz) mesajı vermişlerdir. 

İktidar yanlısı bu Arapçı gazetecilerin Türkçe ve Arapça “Biz tek milletiz” Gazeteciler, sözüm ona, ırkçılıkla mücadele adı altında sinsi planlarla ülkeyi Araplaştırmak ve Arap dünyasına “millet” adı altında “Ümmetçilik” çağrısı yaparak “tek millet” mesajı veriyorlardı. Yani, “Biz tek ümmetiz” demek yerine, şimdilik, (bir bakıma da millet, ümmet anlamına gelir), millet örtüsü altında yatan sevdaları “ümmetçilik” olup bir gün üzerindeki örtünün kalktığında görün gerçek niyetlerini.

AKP iktidarına yakınlığıyla bilinen gazeteciler, dini içerikli “Gerçek Hayat Dergisi” hesabından, Arap dünyasına görüntülü ve sesli olarak hazırlayıp yayınladıkları videodan seslenerek, “Türkiye'de bazı kişilerin nefret tohumları ektiği” iddiasıyla Türkçe ve Arapça “Biz bir milletiz” başlığıyla çağrı yapan bir video yayınladılar. 

Hep bir ağızdan Arap-Türk Kardeşliği çağrısı yapanlar

Şöyle sesleniyorlardı: “Bu çağrıya kulak verin” başlığıyla AKP’li gazeteciler Arap dünyasına, “Türk olduğunu iddia ederek ırkçılık yapanların Türk milletinin değerleriyle alakası olmadığı” iddiasında bulunanlar Türkçe ve Arapça, “Türkiye’de bazı kişilerin nefret tohumları ektiğini” iddia eden gazeteciler Aralarında Asla Türk’üm demem, Türk değilim! diyen Esra Elönü, Türk diye bir millet yoktur” diyen Yasin Aktay, Özlem Doğan, Hikmet Genç, Hacı Yakışıklı, Taha Hüseyin Karagöz, Yakup Köse, Öznur Sirene, Turan Kışlakçı, Kemal Özer, İsmail Halis, Tacettin Kutay, Yusuf Alabarda, Baki Yaya, Ahmet Yusuf ve Ürdünlü gazeteci Nidal Siyam gibi kişilerden oluşuyordu.

15 yerli bir Ürdünlü gazetecinin “Millet” deyimiyle” aslında “Ümmetçilik” çağrısındaki videoda Türkçe ve Arapça şu sözleri kullandılar:Türk milletinden yeryüzündeki bütün Müslümanlara selam olsun. Bu çağrıya kulak verin. İman edenler bir bedendir ve bu bedeni bölmek istiyorlar. Her toplumun içinde iyi insanlar olduğu gibi kötü insanlar da vardır. Son günlerde Türk olduğunu iddia eden bazı şahıslar ülkemizde ırkçılık tohumları ekiyor. Bu tehlikenin farkındayız ve Türk gazetecileri olarak bu çağrıyı yapma gereği duyduk...

100 yıl önce yaptıkları gibi bugün de Müslümanların arasına fitne sokmaya çalışıyorlar. "Biz Türkler tarihin her devrinde misafirperverliğiyle ile anılmış ve Müslümanları bağrına basmış bir milletiz. Türk olduğunu iddia ederek ırkçılık yapanların Türk milletinin değerleriyle uzaktan yakından alakası yok. Azınlık bir grubun yaptığı bu ırkçı saldırılar, Türk milletini temsil etmiyor. Hiçbirimiz ırkçılığı kabul edemeyiz. Irkçılık İslam’da yasaktır. Biz hep birlikte bir halkız, Türk’üz, Kür’üz, Arap’ız, Gürcü’yüz ve diğerleriyiz. Hepimiz aynı milletin birer parçalarıyız. Ten rengimiz farklı olsa da kalplerimiz renksizdir. Irkçılık insanlığın ilerlemesini engelleyen bir hastalıktır. Biz Müslümanlar ezelden ebede dek kardeşiz ve öyle kalacağız. Biz tek milletiz.!” Diyorlardı. 

18 Temmuz 2011 sayısında Fetö’ye övgüler yağdıran, yere göğe sığdırmayan, bu “Gerçek Hayat Dergisi (@Gercek_Hayat), Fetö’ye hasret sözleri şöyle: Vatan size hasret” manşeti yanına Fetullah Gülen’in fotoğrafının kullanıldığı dergi kapağında, Fetullah Gülen başta olmak üzere adı konulmamış bir sürgün yaşıyor. Türkiye sürgündeki değerlerinin Esat Coşan ve Ahmet Kaya gibi vatana hasret vefat etmesini istemiyor. Kemal Burkay dönüyor ya diğerleri…sözlerine yer vererek manşet atmıştı.

Yine dergi kapağında 16 Temmuz günlükleriyle bir direnişin şanlı hikayesi…” dikkat çeken bir başka başlıklı yazısıydı.

Bir zamanlar Fetö’ye övgü yağdıran Gerçek Hayat dergisine şimdi ise Arap dünyasına ümmetçilik çağrısı yapmaktadır.

Aslında kim Atatürk’e düşmansa, videoda o isimlerden seçilmiş kişiler ses vermişlerdir.

Gürsel Tekin, bu videonun işleniş biçimine tepki kor ve şöyle seslenir: Bizim bir millet olduğumuzu bir biz mi biliyoruz? Bizim vatandaşımız Suudi Arabistan’a vizeyle gidiyor. Suudi Arabistan’a gitmeye kalkan Etiyopyalılar yolda vuruluyor, Afganlar ülkeye sokulmuyor. Biz bir millet değiliz. Bu ülkenin insanları da ne Suudi Kralının tebaası ne bilmem ne emirinin kulunun. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları tek millettir. Bu ülkede bizim. Parasını basanın, kafasına esenin dünyanın öte yakasından kalkıp basacağı paspas değil.” Demiştir.

Toplumsal Olarak “Dinci-Laik” Kutuplaşma Tehlikesi ve İslamcı Gazetecilerin Rolü

Türkiye'de son günlerde artan İslamcı Gazetecilerin siyasi-ideolojik Arapçılığın temsilcileri midirler?..

Günümüz Türkiye’sinde en tehlikeli gelişme siyasi ortamını belirleyen en önemli faktör, tek adam yanlı karaları ve muhalefete ağır söylemleri ile başlatılan, gittikçe derinleşen çatışmalara kadar varabilecek toplumsal kutuplaşmadır.

Ülkede oldukça yüksek düzeyde seküler cumhuriyetten yana ağırlık verirken, kitleleri İslami değerleri benimsemiş kitle dindar kitleleri karşı karşıya getiren Recep Erdoğan ve AKP iktidarı ve yanlıları olan kesim ile muhalif kesim ve kentsel uyumda ve git gide muhafazakarlaşan kırsal kökenli alt ve orta sınıflar arasında sertleşmeler kendisini göstermektedir.

Bu derinleşen kutuplaşmalar salt toplumun siyasi ve ahlaki konsensusunu oluşturan değil, ortak yaşamda siyasi ve etik değerleri de yanında yıkmaktadır.

Ortak bir orta yol ve değerler sistemi her geçen gün din ve toplumsal yapıya kendi düşüncesine uyarlayarak uygun biçime getirerek amaca ulamak için güçlendikçe her şeyi denemektedir. Git gide birçok bası ve yayın kurumları ve onların gazetecilik kimliğinin dışına çıkmış gazeteciler mahkûm edilerek iktidarın siyasetinin ideolojik alanına hapsolmuş durumda olup, salt iktidarın yardakçılığı yapma zavallılığındalar. Toplum önünde gerçek gazetecilerin gündemini, neyin doğru haber neyin haber değeri olmadığını ve haber dairelerinin yazım çizgilerini belirlemektir. Ancak ulusun imaj inşası, İslamcı çizgide giden ideolojik saplantılı iktidara bir süreliğine iktidarın muhalefete karşı ideolojik çatışmasında ideolojik taraflar olarak hizmet etmesi, kişilik kaybıdır. Bir başka deyişle, bir ulusal toplumluluğa doğru, tarafsız gazeteci kimliğiyle haber üretmesi gerekir ve gazetecilik alanındaki ahlakını gösterir.

Ümmetçi tarikat liderleri ve müritleri

Ülkede birçok sözüm ona gazeteci kimliğiyle çıkıp ortaya videodan seslenerek iktidar yanlısı, ümmetçi sevdası ağırlıklı gazeteciler kendilerine sanki kutsal görev yapmışçasına, Bu İslamcı gazeteciler, Arap imajının, Araplaşma sevdasının bir tür kusmuğuydu. Bu İslamcı gazeteciler aralarında haber üretme sürecinden nasıl siyasi ve siyasetin kurguladığı gerçeği gün gibi su üstüne çıkıvermiştir.

En temel sorun, Türkiye’deki İslamcılar Osmanlı’dan beri bir türlü kendi öz kimliklerini “ümmetçi” bir kimlik altında sakladı durdu. Arapların öz kimliklerini ise “Arap Kardeşlerimiz” diyerek Arap ulusçuluğunu tanımlayarak, kendi ulus kimliğine gelince “ümmetçi” bir havaya büründürerek saptırmışlardır. Bu siyasal İslamcı çevrelerin saptırmayı ortak dini ve tarihi gelenek haline getirmişlerdir.

Türkiye’de İslamcı gazetecilerin gündelik çalışma yaşamlarında Orta Doğu’yla ilgili haberleri yorumlarken, aralarında tartışırken ve haber metnine yazarken Arap insanını tanımlayıcı ve kategorize edici belirli birtakım temsiller, yankılama yapan tipler ve kodlar kullanırlar. İşeri Arap toplumuna bütün Müslümanların, Başta Türklerin Arap dünyasına nasıl baktığını ve Arap dünyasını nasıl yorumladığını siyasi olanaklarını zorlayarak “ideal bir toplum” olduğuna dair beyanda bulunurlar. Bu da gösteriyor ki, Türkiye’de gazetecilerin hangi ideolojik saplatışında oldukları doğrultusunda kanalize edildikleri olduğu, gündelik haberlerde nasıl İslam-ideolojik eylemci olarak çalıştıkları görülebiliyor. Böylece bunda ülkede bir tür “Laik-Dinci” ideolojik kamplaşma olduğunun en belirgin kanıtlarından biri olduğunu ve çatışan toplumsal grupların farklı toplum ve ulus kimliğinin gelişmesine, siyaset ve medya gücünü kullanarak yaymaya ve kitleleri harekete geçirmeye çalışmaları engel olmaktadır.

İdeolojik olarak, Arap kimliğinin temsilinde, Araplardan daha çok dinci-İslamcı, laiklik karşıtı ve dünya görüşünün ve siyasi rolünü, Arap İmajı Arapların toplumsal imajı ve onlara iliştirilen kimlik, Türk milli kültürünün ve kimliğinin inşasında önemli rol oynamıştır. Bu bir “ötekileştirmedir” ve siyasi ve kültürel olarak kendimizi tarihsel olarak Arap toplumundan ayırma tarzımız, Türkiye’deki ülküsel toplum ve ulus anlayışının gelişimine ışık tutmuştur.

Bu akıllanmanın ve aklı başına gelmenin tarihsel gelişim, 1. Dünya Savaşı’ndaki Arap İsyanları ve toplum üzerindeki Osmanlı ve Arap etkisinin azaltılmasına yönelik erken Cumhuriyet dönemini reformlarıyla ciddi ölçüde şekillenmiştir. Arap İsyanları, Türkiye’deki Arap kimliğini, “hain”, “bizi sırtımızdan bıçaklayan”, “güvenilmez” yankılamalarını kodlamış; Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla gelişen Türk ulus-devlet fikri ve Türk milliyetçiliği, Türklüğü esas alırken Arap kimliğini dışlamıştır.

Türkiye’de erken dönem Cumhuriyet devrimlerinin seküler ve aydınlanma devrimleri, kökten İslamcılar geri kalmışlığın Arapçı yanı ağır basarak sürdürülmesinden yana sürekli eylemdeydiler. Bunu kullanırlarken de 1950’den itibaren daha ağırlıklı 1960’larda başlayıp, 1970’ler de hızını artarak, 12 Eylül askeri darbe ile 1980’lerde “komünizm tehlikesi” hep ileri sürülerek, can yeleği gibi Türk-İslam Sentezcileri önde olmuşlardır. Bu bir bakıma “Yeni Osmanlıcılık” tutkunlarının türemesinde ve Osmanlı tarihine Türkiye’de yeni bir bakış açısıyla taraftar kazanılması ile Kemalizm’in seküler dokusunu ve önemini yaralayarak Türkleri, İslam dini ile yücelteceği tezini bu şekilde Müslümanlık ile Türk kimliğini İslam dini ile sentezlemeye amacında uğraşı verdiler. Hatta Türk-İslam Sentezcileri hakkında, “İslami yücelten Türklerdir ve İslam’ın bugünkü güçlü konumu Türklerin savaşçılığı sayesindedir. İslam’ın yüceltilmesinde Araplar ise ikincil konumdadır ve hatta zaman zaman “geri kalmış” kültürleri ile İslam dinini zayıflattıkları, lekeledikleri iddiasında bulunurlar. (J. White,Muslim Nationalism and the New Turks Princeton: Princeton University Press.2013)

Arapları tanımlayıcı, Arap toplumunu ve söylemlerini temsil eden tipler, Türk-İslamcı ideoloji arasındaki bağ kurmaya çalışmışlardır. Bu çalışma için kullanılan veriler ise, araştırmanın “İslamcı” akımlar artarak, daha cesur biçimde 21 yıllık AKP iktidarında yoğun biçimde ülke kendisini Orta Doğu siyaseti ve “Arap Baharı”, “Filistin sorunu”, Mısır’da ... Darbesi ile “Müslüman Kardeşler” yankılanmasından Mursi iktidarının darbe ile çöküşü karşısında taraf olan Recep Erdoğan ve başında bulunduğu AKP, Ortadoğu’da gelişmeleri kendisine görev bilmiş, ülkeyi uzun süre İsrail, Suriye, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri, Irak, Suudi Arabistan gibi İslamcı Ortadoğu ülkelerine kendisini odaklayarak 10 yıldan fazla süre Türkiye’yi bu ülkeler düşman görmelerine neden olmuştur.

Çünkü, bu süreçte en ilgi çekici konu, Ortadoğu insanlarının selefi İslamcı anlayışları ve onların Türklere bakışlarını İslamcı bir halife olmakla düzeleceğini, bu halifenin de Recep Erdoğan’ın hayallerinde yaşattığı kendisi olacağını, bütün Arap dünyasının kendisine biat edeceğini sandı. Bu gösterdi ki Arap toplumunu hiç tanımladığı anlamına geliyordu ki 10 yıldan fazla süre Katar dışında diğer Arap Körfez ülkelerinin, Erdoğan’ın İslam Halifeliği ülküsünü sezip karşı kabullenilmez cephe oluşturmalarına neden olması sonucu ülke çok zarar gördü ve şu günümüzde yaşanan ekonomik krizlerin nedenidir. Son günlerde bazı Erdoğan yanlısı gazetecilerin devreye girerek Arap imajı inşa etme uğraşıları da boşunadır.

Arap-Türk İki Kardeş midirler? Arap Toplumu Aynı Düşücede mi?

Söyledikleri “İki kardeş toplum” gerçeğinin altında yatan sinsi amaç “ümmetçilik” arzuları yatmaktadır...

Daha önce bu kadar Arapçılık yapan sözüm ona gazeteci geçinen AKP iktidarı yanlısı gazetecilik görevini siyasi bir patiye bağlayan ve o partinin lideri karşısında “evet efendimci” el pençe divan duran gazeteciler, Türkler ile Araplar arasında yeni bir ilişki ve yakınlık kurma yalakalığında sınır tanımaz bir durumda, kendilerinde gururlu, gurursuz bir biçimde seslenişler sunmaları, Türkiye’nin Arap dünyası ile gelişmelere hizmet edecek sanmaları, dünya siyasetinden ne kadar tutarsız ve anlaşılmaz olduklarını göstermişlerdir. Onlar sanıyorlar ki, Araplar ile kardeşlik kurularak, “Osmanlı’nın yeniden doğuşu ve halifelik hayalleri Arap toplumlarıyla bağlantılı olarak, büyük bir memnuniyetle kabul edilerek “ümmet” toplumu kurma çabalarının bir başlangıcı olacağını sanıyorlar.

Ulusal aidiyeti, ulusal kimlikten ayıran İslamcılık doğrusu, Türkleri ulusal kimliklerinden ayrıştıran tek referans, İslamcılık ideolojinin ana unsuru “ümmetçilik” bütün Müslümanlarını bir çatı altında toplayarak birleştirilmiş Müslüman ulusların ulus kimliklerini yok ederek “ümmetçi” kuruluşunu hedefleyen siyasi bir yapılanmadır. Bu konuda, İslamcılık ile milliyetçilik arasındaki uyuşmazlık açıktır. Ancak dikkat edilmesi gereken ise ağır basan galip gelebilir.

Ümmetçi düşünce, Türkçü milliyetçilik ile çelişmektedir, çünkü “ümmetçi” ülküde, Müslüman dünyasındaki bütün ulusal sınırların kalkması ve ulusal kimliklerinin yerini din adına “ümmetçi” ayrımlar hiçbir sınıf ya da rütbe farkı olmaksızın bütün Müslümanların eşit statüde bir arada yaşamasıyla gerçekleşebilir iddiası vardır. Ancak uygulamada böyle bir şeyin asla geçekleşmesi ve birlikteliği olası değildir. Alası olması için tek şey, ümmetçilik ancak tek dilli, tek ulusun birlikteliğinde gerçekleşmesi olabilir, yani çok uluslu, çok kimlikli, dinin çok mezheplisi kimselerin bu çağda birlikte “ümmet” olmaları olası değildir ve toplumların ulus olma ülküsüne zıtlıklar içerir.  

Bu bir ideal daha önce İslam toplumlarında geçmişte yaşanmıştır; bir yararı olmamıştır Yeniden eski yaşanmışa dönmek akılsızlıktır. İslamcılık, yeniden tarihte yaşandığı gibi Müslümanlara dayatılarak formüle edilmesi ve uygarlıkta ilerlemesi gereken topluma uyarlanması abesle iştigaldir. İslamcılık sevdalısı gazeteciler, Türklerin ve Arapların İslamın şemsiyesi altında bir arada, huzur ve güven içinde yaşadıklarını, yeniden bu düzene geçilmesi gerektiği iddiasındalar. Bu ya tarihi gerçekleri görmemek veya art niyetlilik veya da menfaatçi bir zihniyet işin içinde yatmaktadır.

Suriye’deki iç savaşa ilişkin tartışmalar ve haber üretim süreci bakmak gerekir...

Nalan, ümmet fikrini destekleyen ve basında kurgulanan Esat rejimine karşı 2012’den bu yana katı bir muhalif tutum takınan Recep Erdoğan Suriye lideri Esat’a “zalim Esad” diyor Esat’a karşı savaşan Sünni Müslümanlara da “özgürlük savaşçısı” statüsü veriyordu. Suriye’de Müslümanların Müslümanlara karşı veya “iyi” Müslümanlarla “kötü” Müslümanlar arasında iç savaş yapılıyordu.

23 Eylül 2011’de Suriye iç savaşın başladığı günlerde bir haber-videoda “Esad rejimine bağlı askerler, Şam yakınlarında bir camide kutsal mekâna saygısızlık ettiler” diye propaganda bilgiler sunulur. Bu haber-video tam bir güvenirliği ve inanırlığı olmayan internet sitesinden alınmış olduğu kanıtlanır. Videoda, aralarındaki Arapça konuşmaları alt yazı ile sunmaları ve haber-videoda askerlerin, camide sigara içmeleri ve aralarında gülüşmeleri gösterilmekte; “Esad askerleri namazla alay etti” gibi yorumlar verilmekteydi. Haberin bu durumuyla, kanalın sadık dindar Sünni Müslüman izleyici kitlesinde, Alevilere karşı bir öfke uyandıracağı planı açıktır. Bunlar, İdeoloji organize yalan haber üreten sayısız fırsatçı temsilcilerden biriydi.

İslamcı gazetecilerin çalışma deneyimleri, siyasi yaşamın zihinlerinde gizlenmiş, sürekli seküler yapıyı ve Kemalist düşüncenin yaşamasını kendilerine tehlikeli tehdit olarak görmeleri hastalığı içindedirler. Böylece, araştırmacı gazetecilik yerine, haberin üretme yerine ağırlık verdikleri İslamcı zihniyetli gazetecilerin Kemalistler ve seküler yapıya ve koruyucu güçlerle olan bitmez kin ve nefret yüklü uğraşıları sürmekte olup, buradaki temel eylemcilik durumları korkuya dayalı olup, bir gün gelebileceğini düşündükleri “seküler baskı rejimi” ile karşı karşıya gelebilmektir. AKP yönetimine kadar İslamcılar, sürekli kendilerini eküler bir baskı rejiminin değişmeyen kurbanları olarak görürdüler, sürekli kendine tehdit oluşturabilecek “Kemalist ordu ve sivil elitler” olarak tanımlayan İslamcılar ve İslamcı gazeteciler daha çok kariyerlerini güçlendirme değil de sosyal ve kültürel varoluşlarını da tehdit eden bir unsur olarak gördüler. 21 yıllık AKP iktidarı döneminde siyasi güç elde ettiler ancak yine de seküler güçler karşında sürekli tetikte olmaları da geri tutmadılar.

Daha doğrusu bu İslamcı yapıdan olanların Ortadoğulunun kaderine ortak, kendilerini sürekli kurbanlık olmaktan geri durmadılar. Çünkü, Türk İslamcı gazetecilerin, Orta Doğu haberlerinde sıkça görülebilen bu kurban ölçümleri, Arap toplumlarını kapsayacak biçimde ve onların kompleksli siyasi koşulları ve kendine özgü yaşam tarzlarını anlamlandıracak biçimde kapsamlıdır. Onların dindar kimliğinden dolayı “seküler zalim” mazlum kurbanlar ise bütün İslam dünyasıdır.

Yani, kurban kimliğinin yakıştırılması bütün Müslümanlar, karşısına seküler zalimlerdir. Ortadoğu’da olumsuz gelişen acılı olayların İslamcılar tarafından paylaşılması, Türkiye iç siyasetinin ayrılmaz bir parçası ve önemli sorunu oluşturulmaktadır.

Son 15 yıldır Ortadoğu’yu oluşturan Arap toplumlarının siyasi yaşamlarında birçok değişimlere neden olmuştur. Mısırlı, Iraklı, Sudanlı, Somalili, Tunuslu, Filistinli, Suriyeli ve Libyalı Müslümanların aynı şartlarda aynı seküler baskı rejimi altında yaşadıkları bir gerçektir. Sonunda, “Arap Baharı” adıyla birbirinden farklı güç dinamiklerine geliştiler, ülkelerini daha da karanlığa sürüklediler. Son söz olarak, Türkiye’deki İslamcı gazetecilerin seküler güçlerle karşı yürüttükleri güç mücadelesi Arap isyanlarındaki kitlesel hareketi sonucu parçalanma olduğunun farkına varmalılar artık. Müslümanlık itikadı uğruna “ümmet” içinde, birbirine bağlayan ulus kimliklerini eriterek yok etmek artık bu çağda yok oluştur.

Michael Mann’ın ski kurumsal ideolojilerin ve pratiklerin artık işlemediği kriz zamanlarında, insanlara denenmemiş toplum tezleri sunan ideolojiler daha güçlü, çekici ve görünür hale gelir. Der. (M. Mann., 2012, “The Sources of Social Power” (Vol. 3), Global Empires and Revolution,1890-1945. Cambridge: Cambridge University Press.Selman Zebil 29 Eylül 2023







22 Eylül 2023 Cuma

Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih’in Atatürk’e ve Türklere Hakaretine AKP ve Liderinin Suskunluğu!

 

Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih’in Atatürk’e ve Türklere Hakaretine AKP ve Liderinin Suskunluğu!


Kuveytli yazar Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih’nin, Atatürk'ü hedef alan hakaret dolu sözlerine tepki yağdı. Buna AKP'nin sessizliği düşündürücü! Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Atatürk’ü çirkin sözlerle hedef alan Kuveytli yazar Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih ithamlarına ilişkin AKP'den ve iktidar kanadından daha bir açıklama gelmezken; muhalefetten birçok kişi söz konusu alçakça işlenmiş sözlere teki koydu ve sert çıktı...

Atatürk’e hareket eden Atatürk düşmanlığı içine sinmiş olan Kuveytli yazar Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih sınırları aşarak, Mustafa Kemal Atatürk’ün fotoğrafıyla uygunsuz, yakışık almayan hareketlerle saygısızlık eden 17 yaşındaki İmam Hatip lisesi öğrenciye, “kahraman öğrenci diyerek övgüler düzerek destek verdi.

İstanbul Valiliği, bir lisede çekildiği iddia edilen görüntülerde Atatürk fotoğrafına uygunsuz davranışlarda bulunan 17 yaşındaki çocuğun, uygunsuz görüntüler nedeniyle yığınla halkın tepki vermesinden dolayı İstanbul Valiliği öğrencinin gözaltına alındığını duyurdu. Bu gösteriyor ki, çağdaşlıktan, bilimden ve değer yargılarından uzak eğitim sistemi olduğu!

Daha önceleri de defalarca Atatürk’e ve Türk Milletine karşı çirkin söylemleriyle gündem yazıp çizen bu Kuveytli Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih adlı kişi, 17 yaşındaki Atatürk’e hakaret eden öğrenciye destek verdiği şu densiz paylaşımda bulundu: “Bu kahraman öğrenci, Türkiye’de istediği üniversitede öğreniminin tüm masraflarını karşılayacak, ben de aşırı Kemalistler tarafından yargılanırsa onu savunacak avukatın ücretini karşılayacağım. Hesabını bilen varsa bana göndersin veya benimle iletişime geçmesini sağlasın.”

Bu Kuveytli, Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk düşmanı Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih’in sosyal medya hesabından Atatürk’e yönelik kullandığı “Eşcinsel” olduğu iddiasıyla iğrenç hakaret içerikli yazılarını, Atatürk ve Türk Halkı’na yönelik birçok sayıda paylaşımı olduğu görüldü.

Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih, Trabzon’da bir Türk vatandaşının Arap bir turiste yumruk atarak bayıltması üzerine sosyal medya hesaplarından Türkiye’yi hedef alan açıklamalarda bulundu. Abdulaziz, attığı bir Tweette ise Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ı etiketleyerek Atatürk’e yönelik çok çirkin sözler söylemesi dikkatleri çekti.

Kuveytli Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih’in denen Kuveytli yazarın, Mustafa Kemal Atatürk’e yönelik kabullenilmez itham ve hakaretlerini, her sosyal medya paylaşımı sonrası harekete geçmeyen, sessiz kalan hatta nerdeyse “biz diyemedik sen bari de” der gibi AKP ve liderinin sessizliği unutulur gibi değil...

Kuveytli yazar Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih, şöyle yazıyordu: “Türk Vatandaşlığının çok ucuz bir yatırım olduğunu bir gün bir Arap’ın Türkiye Cumhurbaşkanı olmasını ve Atatürk’ün heykellerini yıkmasını diledi. Kuveytli yazarın paylaştığı Türk pasaportu hala Araplara ait sosyal medya hesaplarından kampanya olarak paylaşılıp reklamları yapılıyor.” Paylaşımı yapar.

Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih Türker’e “Barbar” ve “Vahşi” Diyerek Saldırmaktadır

Bitmedi, Kuveytli yazar Abdulaziz, bir başka paylaşımında da Türk tarihi ve Türkler hakkında şu skandal sözleri: “Barbar” bir başka gün ise “Vahşi” dediği paylaşımlarında görülmektedir.

Eğitimciler, başta İmam Hatip okullarında Atatürk düşmanları yetiştiriliyor...

Atatürk’ün fotoğrafına saygısızlık yapan 17 yaşında bir genç tutuklandı. Bu konuda Eğitimci Kadem Özbay, “Ne yazık ki doğduğundan beri hep aynı iktidarın yönetiminde, aynı değerleri aldı. Bir çocuğu gözaltına alınca sorunlar çözülüyor ya da çözüm için adım atılıyor sanılmasın. O çocuk ne yazık ki doğduğundan beri hep aynı iktidarın yönetimi altında büyüdü. Bir çocuğu, Kurtuluş Savaşı’nda savaştığımız ülkelerin vatandaşlarının dahi yapmayacağı nezaketsizliği yapabilecek aşamaya getiren sürece bakmamız gerekir” derken.

İlahiyatçı Cemil Kılıç da olayın geçtiği yerin imam hatip lisesi olduğunu: “İmam hatip liselerinde bazı öğrenciler Atatürk ve Türk düşmanı olarak yetiştiriliyor dediğimde inanmayanlar görsün. Bu sadece yansıyan dedi.

Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ ise, Tweettir hesabından yaptığı paylaşımda “Beni ve Zafer Partisi’ni Birleşmiş Milletlere şikâyet edeceğini söyleyen, Araplara Türkiye’deki paralarını geri çekmeleri tavsiyesinde bulunan bu şerefsiz Kuveytli ahlaksız Atatürk’e ve Atatürk’ü seven herkese hakaret ediyor. Zafer Partisi Türkiye’ye gelen turistlere, okumak için gelen öğrencilere karşı olmadı. Ama Atatürk’e ve Türk Milletine küfreden bu Kuveytli alçağı ülkemizde istemiyoruz" sözlerine yer verdi.

Memleket Partisi Genel Başkanı Muharrem İnce’nin partisinden: “Türk milletine ve Mustafa Kemal Atatürk'e hakaret eden ve aşağılayıcı ifadelerde bulunan çöl faresi Abdülaziz Dwaihi bin Rumaih'in, Türkiye Cumhuriyeti'ne girmesi yasaklanmalı, Türkiye'deki tüm mal varlıklarına devlet tarafından derhal el konulmalıdır!” sözlerini söyledi.

Kuveytli yazar Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih’in Atatürk'e yönelttiği itham ve hakaretlere tepki yağarken; şu ana kadar AKP'den veya ikitdar kanadından konuya ilişkin bir kınama veya açıklama gelmemesi dikkat çekti. Selman Zebil 23 Eylül 2023

 

11 Eylül 2023 Pazartesi

Recep Erdoğan Ne Söylemişse Kaybettikleridi



Erdoğan Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile tokalaşırken
Recep Erdoğan Ne Söylemişse Kaybettikleridir. Sisi'ye Dile gelmeyecek Sözler Söyledikleri ile Sisi İle Tokalaşma Çelişkisi! 

2013’te Mısır’da Erdoğan’ın desteklediği Müslüman Kardeşler iktidarına Sisi’nin başında bulunduğu ordunun darbe yapması ve Mısır’da yönetimi ele geçirmesinin ardından Türkiye-Mısır ilişkileri, kopmuştu. Mısır Devlet Başkanı Abdülfettah es-Sisi hakkında dile ağza gelmeyecek çok kötü, devlet adabına yakışmayacak sözler söylemişti...

Müslüman Kardeşlerden devrik lider Muhammed Mursi için...

Recep Erdoğan: “Bizlere hak, hukuk, özgürlük dersleri verenler Mısır halkının özgür iradesiyle yüzde 52 oyla seçtiği cumhurbaşkanının, darbe mahkemelerinde ölümüne sessiz kalsa da biz, sessiz kalamayız. Merhum Cemal Kaşıkçı cinayetinin unutulmasına nasıl rıza göstermemişsek Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin dramının da birileri tarafından unutturulmasına asla izin vermeyeceğiz. Uluslararası hukukun verdiği imkanları sonuna kadar kullanarak, meselenin aydınlığa kavuşturulması için mücadele edeceğiz...

Ben kendisi için her zaman onu söylüyorum bir zalimdir ve bir demokrat değildir. Gerçek manada bir demokrasinin neticesi iş başına gelmiş birisi değildir. Bizim bu ifadelerimiz tabi gerek Sisi ve etrafındakileri, aynı zamanda dünyada da onları sevenleri rahatsız edebilir. Ama önemli olan bu dünyada haklıların yanında yer alanların buna nasıl baktığıdır.

Mursi'nin hayatını kaybetmesi ile ilgili: “Ailesi vasiyetinin yerine getirilmesini istiyor, ailesine naaşını vermiyorlar. Sisi denilen kişi Mısır’da böyle bir yöneticidir ve bir zalimdir." dedi.

1 Mart 2015 

Recep Erdoğan: “Ben uluslararası platformlarda şu anda darbeci Sisi'yi Cumhurbaşkanı olarak kabul etmediğimi söyledim. Yine söylüyorum. Benim için Mısır'ın Cumhurbaşkanı Mursi'dir. BM'de aynı masaya onunla oturmadım. Oturursam, kendimi inkâr ederim. Oturursam demokrat olmam." demişti.

Sisi ile görüşüp görüşmeyeceği sorusu üzerine, “Şaka yapıyorsun herhalde. Böyle bir şey arkadaşlar söz konusu değil. Bizim gündemimizde böyle bir şey asla söz konusu değil. Böyle bir şeyin olabilmesi için çok ciddi bir defa olumlu istikamette adımların atılabilmesi lazım." Dedi

17 Haziran 2019’da Türkiye Diyanet Vakfı’nın bir ödül töreninde yaptığı konuşması...

Recep Erdoğan: Beni Sisi ile çok barıştırmak isteyenler var, asla kabul etmiyorum, etmem de. Neden? İşte bunlardan dolayı. Neden? Halkının yüzde 52 oyunu almış olan bir Mursi'yi ve arkadaşlarını cezaevine mahkûm eden bir anti demokratla karşı karşıya gelmem, onunla aynı masada oturmam.” Demişti. Aynı günkü konuşmasının devamında ise: “Darbeyle başa geçen şu andaki zalim Sisi, 50'ye yakın kişiyi idam etmiştir. Batı bu idamlara sessiz kalmıştır. AB ülkelerinde idam yasak olduğu halde siz Sisi'nin davetine nasıl oluyor da icabet ediyorsunuz?” diyerek Avrupa Birliği’ni de eleştirdi.

19 Haziran 2019’da İstanbul Belediye Başkanlığı seçiminin tekrarı öncesinde elinde mikrofon Sancaktepe’de bir toplu açılış töreninde, Ekrem İmamoğlu’nu ve CHP’yi hedefine alarak: “13 Mart 2019’da “pazar günü Sisi mi diyeceğiz, Binali Yıldırım mı diyeceğiz? Mesele bu kadar önemli." Diyordu...

Erdoğan: “Sisi ile asla görüşemeyiz” derken...

Recep Erdoğan, katıldığı bir canlı yayınında Sisi ile ilgili şöyle konuşmuştu: "Ben böyle bir kişiyle asla görüşmem. Her şeyden önce onun bir defa genel afla içerideki bütün bu insanları serbest bırakması lazım. Serbest bırakmadığı sürece biz kalkıp Sisi'yle görüşemeyiz. Görüşenler de tarihte farklı bir şekilde değerlendirilecektir. Sisi göreve geldiğinden bu yana 42 kişiyi idam ettiler. En son 9 genci idam ettiler. Bu bir defa yenilir yutulur bir lokma değildir. Mısır halkı bizim canımız ciğerimizdir ama Sisi asla!

Yine başka bir canlı yayında “Sisi denilen kişi, şu anda Mısır'da böyle bir yöneticidir” der.

Erdoğan şunları dillendirir: “Darbecilerin yaptığı açıklamalar ne Mısır halkının ne de uluslararası kamuoyunun vicdanını rahatlatmaktan uzaktır. Darbeci yönetim tarafından basın yayın kuruluşlarına uygulanan abluka, şüpheleri daha da arttırmaktadır. Bir ülkede seçimle gelen ilk cumhurbaşkanı 20-25 dakika can çekişiyor ve orada en ufak bir müdahale yapılmıyor. Ailesi, bir vasiyetin yerine getirilmesini istiyor 'kendi köyüme gömülmek istiyorum' diyor ve ailesine naaşını vermiyorlar. Sadece iki oğlu ile avukatları bu defin esnasında hazır bulunabiliyor. Böyle bir cinayet olabilir mi? Sisi denilen kişi, şu anda Mısır'da böyle bir yöneticidir."

Erdopğan, Sisi'nin de katıldığı bir toplantıda 


Müslüman Kardeşler iktidarı yanlısı Erdoğan, 9 yıl aradan sonra Müslüman Kardeşlere darbe vurarak Sisi ile tokalaştı.

Erdoğan 23 Kasım 2022’de, Katar’ın başkenti Doha’da, Dünya Kupası’nın açılışında Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah Es-Sisi ile selamlaşıp tokalaştı. Geçmişte defalarca hakaretler ettiği, “katil” dediği Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi ile Katar’da bir araya geldi...

18'inci G20 Liderler Zirvesi kapsamında bulunduğu Hindistan'ın
başkenti Yeni Delhi'de Erdoğan Sisi ile bir araya geldiği an

Recep Erdoğan, yıllarca Sisi için sert sözleri sürekli dile getirmiş, “katil”, “tiran”, “darbeci”, “zalim” demişti. 18'inci G20 Liderler Zirvesi kapsamında bulunduğu Hindistan'ın başkenti Yeni Delhi'de Erdoğan Sisi ile bir araya geldi ve ikinci kez Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile el sıkışarak görüştü...

 Ne Olmuştu? Türkiye-Mısır ilişkileri Nereye Kaymıştı?

3 Temmuz 2013'te dönemin Genelkurmay Başkanı Sisi liderliğindeki Mısır ordusu, yönetime el koyup AKP'nin yakın ilişkiler kurduğu Müslüman Kardeşler yolunda giden Muhammed Mursi yönetimini devirmişti. Mısır yönetimi, bunun karşısında Türkiye Büyükelçisi’ni, istenmeyen kişi ilan etti. Türkiye de mütekabiliyet ilkesi gereğince Mısır Büyükelçisi’nden ülkeyi terk etmesini istedi. Böylece Ankara ve Kahire arasındaki ilişkiler, maslahatgüzar düzeyine indi. Sisi karşıtı, Müslüman Kardeşler yanlısı AKP iktidarı 213 yılında başlayarak Türkiye Dışişleri Bakanlığı, Türkiye ile Mısır arasındaki diplomatik ilişkiler karşılıklı olarak maslahatgüzarlar düzeyinde sürdürülmeye başlar. Ancak 2013’te başlayan Türkiye-Mısır ilişkileri 2022’de Maliye Bakanı Nebati’nin Haziran 2022’de İslam Kalkınma Bankası’nın yıllık toplantısına katılmak üzere Kahire’ye gitmesiyle 23 Ağustos 2022’de Türkiye Ticaret Bakanlığı'nca Kahire’de Türk ve Mısırlı işadamları arasında görüşmeler başlar...

Recep Erdoğan ve Abdülfettah es-Sisi, Dünya Kupası temasının ardından 10 Eylül 2023'te Hindistan'daki G20 Liderler Zirvesi kapsamında masaya oturup görüştüler. Recep Erdoğan, Mısır ile ilişkilerin kopuk olduğu yıllarda Sisi'yle ilgili çok ağır, devlet geleneğine yakışmayan sözler dilinden dökülmüştü!

Uzun süre Sisi için rabia işareti ypmıştı

Recep Erdoğan, Rabia İşaretini 2013 Yılından İtibaren Sıklıkla Kullandı
Müslüman Kardeşleri Destekleyen Erdoğan, Sisi'ye karşı “Rabia” işaretini sahiplenerek kullandı(?!)

Sisi liderliğinde başlayan Mısır askerî darbesini protesto etmek amacıyla Mısır'ın cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve Müslüman Kardeşler destekçileri tarafından kullanılan bir simge olan Rabia işaretini kullandı. Daha sonraları ise ne oldu da bu “Rabia” işaretini anlam kargaşası yaparak, Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Devlet anlamıyla kullanmaya başladı!..

Selman Zebil 11 Eylül 2023

 

9 Mart 2023 Perşembe

TÜRK KAĞANLARININ İŞİ EL-AYAK ÖPME DEĞİLDİ SELÇUKLU ERTUĞRUL'A KADAR

El Ayak Öpmek Türk Kağanların İşi Değildi!
1258’de Bağdat’a giren Hulagu Han Bağdat’ı alıncaya kadar süren Abbasilerin İslam Halifeliği dağılmak üzereydi. O zaman, Selçuklular ile Halifelik sıkı bağları vardı. Dağılmak üzere olan İslam devletini kurtararak yeniden Türkler hayat verdi; bazı farklı yenilikler getiren Türkler, Devlet-Hükümdar otoritesini yeniden düzenleyerek bir yola soktular.

Selçukluların İslam dünyasının başına geçmesi öyle pek kolay olmadı. Bazı tavizler verildi. Sultan ona iltifat etti. Vezir, Halife’nin kendisine olan teveccühünü ve selamını bildirdi. Tuğrul’a Halife’nin mektubunu verdi, vezir Halife adına Büveyhoğulları hükümdarı “Melik’ür-Rahim” ve ordu kumandanları ile dost kalacağına dair ondan yemin aldı. Teşekkür eden, yer öpmeye kalkışan Tuğrul, sonra şu nutku irad etti:

“Buraya büyük işleri bırakarak ve Halife’nin yüksek emirlerine uyarak geldim. Bir maksadım da Halife’nin yüksek hizmetinde bulunarak ona yaklaşmak suretiyle diğer Horasan hükümdarları arasında temayüz etmek, düşmanlardan intikam almaktır.” (1)

15 Aralık 1055’de Tuğrul Bey adına Bağdat camilerinde hutbe okundu. Tuğrul Bey’in adını, Melikü’r-Rahim’in adı takip ediyordu. Böylece İslam tarihinde ilk kez müstakil bir Türk hükümdarı, 25 Aralık 1055’de Tuğrul Bey, Sünni İslam dünyasının merkezi olan Bağdat’a girer. (2)

Sarayda, Halife nezdinde Tuğrul Bey’in değeri ve itibarı oldukça artmış olduğuna dair müşahede ediliyordu. Mesele Tuğrul Bey halifelik sarayın kapısında at üzerinde uzun müddet bekletildi. Daha sonra Halife, Tuğrul Bey’i altı metre yüksekliğinde bir tahta oturmuş halde 23 Ocak 1058’de kabul etti.

Tuğrul Bey, Halife’nin önünde eğilerek defalarca yer öptü. Tuğrul için halifelik tahtının altında bir taht dikildi. Halife Tuğrul’a çalışmalarından dolayı ve adaletinden dolayı teşekkür etmiş, Allah’ın kendisine memleketlerin (3) idaresi hususunda tevdi ettiği bütün salahiyetleri Tuğrul’a devrettiğini ve Tanrı kullarının idaresini ona verdiğini tekrarlamış, ülkelerin imarına ve halkın refahına, adaletin yayılmasına çalışmasını istemiştir. Ayağa kalkan Tuğrul tekrar eğilip yer öpüş, halifenin ‘hadimi’ ve ‘kulu’ olduğunu, emrini yerine getireceğini bildirmiştir. Hil’at giydirildikten sonra başında bir taç olduğu halde huzura tekrar gelen Tuğrul Bey’in yer öpmesine Halife mâni olmuş ve ona kendi eliyle kılıç kuşatmış, “Melikü’l-Maşrik ve’l-Mağrib” (Doğunun ve Batının hükümdarı) unvanını ve başka sancaklar da vermiştir. Sonra da Tuğrul’un eline bir ferman vererek, ona göre işlerini yürütmesini istemiştir. Abbasi Halifesinin dünyevi yetkilerini kendi rızası ile Selçuklu Sultanı hükümdarına devretmiş olmaktaydı. Böylece Sünni-Şii İslam âleminin şamili olmuş oluyordu.

Daha önce Türklerin geleneğinde hiç olmayan el etek öpme işi ilk defa Tuğrul Bey, Halife’nin önünde eğilerek yapması ve ilk defa bir Türk Kağanını bir başkasına biat etmesi var mıdır, düşünmek gerekir.

Halife’nin ona sunduğu ayrıcalıklardan sonra Tuğrul Bey söz alır, halifelik emrinin Tanrı’nın emri olduğunu söyler ver dahi, Tuğrul’un talebi üzerine Halife’nin uzattığı elini öptü ve iki kez “yüzüne” koydu!

Yine el ayak öpmek işi…
1 Şubat 1060’da Bağdat civarında “Nehrevan”a gelindiği zaman Sultan Tuğrul Halife’yi karşılamaya çıktı, Halife çadırını görür görmez atından indi ve Halife’nin yanına varıncaya kadar yürüdü. Tuğrul Bey Halife’nin önünde eğilerek yedi defa yer öptü ve kendisi İbrahim Yınal’ın isyanından dolayı (gelmekte) geciktiği için özür diledi. Kardeşinin birkaç kez isyan ettiği halde affettiğini, fakat bu sefer, onun yüzünden “Emir’ül Müminin” zarar gelince, yayının kirişiyle boğduğunu; kendisi kurtarmak için yola çıkmak niyetinde iken kurtulduğu, Mühariş’in ona gereken hizmet yaptığı haberini aldığını söyledi. Sultan, bunu müteakip “köpek” diye bahsettiği “Besasiri” ile onun isyanından mesul saydığı Mısır Fatımi Hükümdarına karşı nasıl hareket edeceğini izah etti.

Bunun üzerine Halife teşekkür etti ve kendi kılıcını Tuğrul’a kuşattı. Tuğrul (diz çöküp) yer öptükten sonra ayağa kalktı ve askerlerin kendisini görmeleri huzura alınmalarına izin verilmesi istedi. Halife’nin çadırına giren ordu mensupları, yer öpüyorlar ve ayrılıyorlardı…

Selçuk’un adını taşıyan Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Selçuk’un oğulları ve torunları arasında çıkan taht anlamazlı mücadelesinde parçalanmış; taht için ayaklanan Kutalmış oğlu Süleyman Şah Anadolu’ya kaçarak sınmak zorunda kalır ve batmakta olan bir Selçuklu Devletinden, Anadolu’da ayrı bir Selçuklu Devleti kurulmasında öncülük etmiş olur.

Anadolu Selçukluları zamanında Türkiye’nin nüfuz yapısı ve kültür dokusu kısa sürede değişerek Türkler lehine değişmiştir ve 1000 yıldır Türklerin sahipliğine sahne olmuştur. Türk egemenliği Anadolu’da Konya Selçuklu Sultanlığı (1075-1308) sürer ve 14. Ve 15. Yüzyıllarında Doğu Anadolu’da Azerbaycan, İran ve Irak topraklarında Karakoyunlular, Akkoyunlular birer Türkmen devletleri olarak varlıklarını sürdürürler.

Öte taraftan Selçukluların İslam dünyasının başına geçmesi, Anadolu’yu ele geçirmesi, 1087’de Bizans’ın başkenti yakınlarındaki İznik’e yerleşerek, Bizans’ı tehdit eder duruma gelmesi feodal Avrupa’yı tedirgin ediyordu. İşte bu tedirginlik, Avrupalıları, Ortaçağ tarihinin en önemli olaylarından biri olan Haçlılar adıyla severlere çıkıp, ilk Haçlı Seferini M.S.1097’de İstanbul üzerinden Anadolu’ya (Selçuklulara) yapmışlardır. (4)

Türk Geleneklerinde Olmayan El Öpme İşi...
Eski Türk geleneklerinde boyun eğme ve el öpme liderlerin işi değildir...
Büyük Selçuklu sultanı Tuğrul Bey, 1057 de Abbasi Halifesi olan, sırtında Peygamberin hırkası ile bir dini merasimdeyken kürsüde oturur. Selçuklu sultanı Tuğrul Bey içeri girer, halifenin önünde diz çöküp elini öper, sonra kendine ayrılan bir yere oturur. Tuğrul ve Büyük Selçuklu Devletinin batma süreci böylece başlamış olur. Abu-l Farac Tarihinde, Geçmişte Türklerde Kağanların el öpme adet olmayan ama ilk kez Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in Halife Kaim’in elini öper ve alnına koyduğunu yazar.

Tuğrul Bey, Halife Ebu Cafer Kaim’e, Türk geleneğinde olmayan şu sözü söyleyen ilk kişi olur: “Ben emrinize tabi bir bendeyim. Sizin iradenizi yerine getirmek hususunda Allah’ın yardımına güveniyorum” der dahi Halife’nin kendine doğru elini uzatmasını istedi. Halife Kaim elini uzatınca Sultan (Tuğrul Bey) elini iki kere öper ve onu alnına doğru götürdü” der. Abu-l Farac Tarihi, Türk Tarih Kurumu Basımevi 2.baskı 1.cilt s.312

1243 yılına gelindiğinde Anadolu Selçukluları, Kösedağ savaşında İlhanlı devletine yenilerek 60 yıla yakın başsız kalan Anadolu Türk halkı 1299 da Türk gelenek ve töreleri içinde yaşayan Oğuzların Kayı boyundan olan Osmanlı’yı kendilerine baş seçerler...

Kösedağ savaşında İlhanlılara yenilen Selçukluların zayıflamasının arkasında yatan baş neden, kendi öz halkına yabancılaşıp Arap-Acem tarzı objelerin sevimli hale gelmesi nedeniyle büyük kavganın başlaması ile tarihe “Babailer isyanı” olarak geçen Anadolu Türkmen halk ayaklanmasıydı...

Kısacası “milliyetçilik” vasfına sahip olduğunu sananlar geçmişin acı ve tatlı olaylarını pek bildiği söylenemez. Zaten bu ülkede çok az “milliyetçi” okuma alışkanlığına sahip. Çoğunluğun okuma alışkanlıkları yok denecek kadar azdır. Dolaysıyla Türk milliyetçiliği kulaktan telkinlerle verilen masalımsı hikâyelerin tekrarı ötesine geçmiş bir şey değildir. Elleriyle kurt başı silueti yapıp savunmalarında şiddeti öne çıkaran halleri “Tekbir; ya Allah bismillah, Allah-u Ekber” ile “Tanrı Dağından” uzaklaşarak “Hıra Dağına” tırmanmakta oldukları görülmektedir...

1683 yılı Osmanlıların parlak yükselişinin sonuydu. Geriye, çöküşe geçişti. İkici Viyana kuşatması zamanıydı. Türk halkının savaş meydanlarındaki yiğitliği, meclislerdeki hâkim hüneri ve ahlaki terbiyesi hiçe sayılarak, Sultanlar Türk halkının başına memur tayin ettikleri dönme devşirmeler halkın başına bela olmuşlardı. Türkmenler kendi kendilerinin efendileriyken, kendi topraklarında yokluk ve yoksulluk içinde olmalarına dayanamayıp devletine karşı isyan eder hale gelmişlerdi...

Osmanlının sonunu hazırlayan safahata ve tembelliğe düşmüş olmasından ileri geldiği, istiklal halinde yaşamak isteyen halka dayatılmak istenilen Türk’e özgü olmayan dini objelerin kültür hayatına sokmak, dini, Vahabi mezhebi ahlak ve terbiye kurallarına göre istenilmesinden kaynaklanan nedenlerin bugün işlenmek istenilen senaryoların birincisi dini objelerin Türk milliyetçiliğin önüne çıkarılmasıdır.

(1) Mehmet Atay Köymen “Selçuklu Devleti, Türk Tarihi” TTK. Ank. 2013 s.173
(2) a.y.s.175
(3) a.y.s.180
(4) Halil İnalcık, “Türklük, Müslümanlık ve Osmanlı Mirası” Kırmızı yayınları

TURANCI-TÜRKÇÜ-SOSYALİST ETHEM NEJAT (1881-1921)

ETHEM NEJAT (1887-1921) Annesinin adı Cavide, babasının adı Hasan'dır. Anne tarafından dedesi Ahmet Cavit Paşa, Çerkes İttihat ve Teavün...