KENT ve İNSAN
Yerleşik düzene geçmemiş göçebe
insanlar için mekân,
durulan, oturulan yer değildi, aşılan bir yerdi. Sürekli eylem içinde olan, yerinde
duramayan, zamanı, mekânı süratle aşan insanlar için yerleşik düzene geçmek,
yerleşik düzenin kurallarına uyum sağlamak zordur. Yani kentleşmemiş insanlar
için her şey geçicidir. Mutlak bir gün terkedilecek çalı çırpıdan yapılmış
geçici evlerde oturmak, derlenip toplanan çadırlarda yaşamak vardır
yaşamlarında. Yani, yerleşik düzene geçmemiş insanlar için alınan yerlerde
oturup yerleşmek değil; amaç ele geçirmek, yenmek, ekinciler üzerinde akınlar
yaparak hâkimiyetler kurmak, utku kazanmaktır...
Yerleşik
düzene geçmemişler için bir sınır kavramı diye bir düşünce yoktur. Bir ülkeden
başka bir ülke sınırlarını “ihlal
etmek”, diye bir kavram, yerleşik düzene geçmemişlerin tuhaflarına giden
olaydır. Tanrı’ya ait olan toprakların sahibi olamayacağı felsefesine
inanırlar. O halde kişilerin tapu ile toprak sahiplenmesi de tuhaflarına giden
hallerdir. Parsellenmiş toprağın tapusuna tuhaf bakan göçebe kültüründe kişisel
servet biriktirme diye de bir kavramda yoktur.
Yerleşik
kentliyle, akıncılık yapan göçebeler arası didişmeler binlerce yıldan bu yana
sürmektedir. Akıncılık yapanlar kent düzenine karşı ve kentlerin
sahiplerine “tembel” diye hitap
ederlerdi. Kent kültürüyle bütünleşmişler de, göçebelere: “barbarlar”
diye hitap ederlerdi. Kentli Romalılar için “barbarlar” akınlarla kuzeyden gelen, ikide
bir kentleri yağmalayıp, yıkıp viran edelere karşı kullandıkları sözcüktür.
Yerleşik
düzenin en temel özelliği ise imarlı kentler kurmaktır. Kurduğu kentlere uyum
sağlayıp kent kültürüyle bütünleşmiş insana da “kentli” denir. Kent yaşamıyla
ilişkilerini geliştirir, ötekiyle iletişim sağlar. Ortak yaşadıkları kentin
genişledikçe plan ve projesini sürekli sağlarlar, nefes alınıp verilen hale
getirirler.
En
küçük yerleşim birimi olan köy kültüründen farlı gelişir kentler. Kent eğitir,
geliştirir, planlı yaşamayı öğretir dahi her ayın hesabını yapar kentli insan.
Ve dahi en başta ortak yaşam alanları, oturulan apartmanda olsun, park ve
bahçelerde olsun, kurallara uygun, insanların birbirlerine saygılı yaşamasını
öğretir.
Plan
ve projeden anlamaz, tapu, imar planı tasaları olmaz. Hazineye ait bir arazi
bulurlar kendilerine göre, kazmayı vururlar, kafalarına göre başlarını sokacak
ev yapma telaşına kapılırlar, iki bilemedin üç günde dikiverirler
gecekonduları. Geldikleri köye çevirirler kentlerin kıyılarını. Kentin
hareketlerine uyum sağlamak çok zor olduğundan kendilerine benzeyenlerle birlik
oluşturmayı severler. Yerleştikleri kentte yaşadıklarını hissetmezler, köy
ilişkileri gibi sürdürürler ilişkilerini. Boş buldukları bir yer bulurlar,
hemen çalı-çırpı ile bir kümes yaparlar, koyun-keçi beslerler, yan taraftaki
komşusunun rahatsız olması umurlarında olmaz
Köyden
göçle gelmiş, şehirlerin varoşlarına yerleşmiş, kentliyle bütünleşme sorunu
yaşarlar. Kentlerin kıyılarına yerleşirler, kentliyle aralarına sınırlar
çizerler. Kendilerini Şalvar, türban, çarşaf, başında takke, sarık, sakal giyim
kuşamları ile kendilerini Allah’ın sevimli kulları sanırlar, kentliye bakarlar,
yaşam tarzına uymadığı için hüküm verirler, günahkâr ilan ederler. Yani, sürekli
kent kültürüyle çatışır halde kalırlar. Kendilerine özgü, benzer yaşam tarzları
olmayan kentlilerin de kendileri gibi yaşamasını isterler. Kentli
değişmedikçe “Bunların yüzünde
batacağız” der kabahatli kılarlar kentliyi.
Sevmek
veya nefret etmek…
Mutlak
bir nedene dayalı bir güdüdür. İki satır yazıyla bile kendini bir kâğıt üzerine
yazarak tarif etmekte zorlanır, konuşurken dili dolaşır, pek çok sözleri de
el-kol işaretiyle tarif yaparak anlatmaya çalışır. İşte böyle birileri sevmeyi
öğrenmez, yaşadığı kentliyi sevemez ve onlarla uyum içinde yaşayamaz. Maalesef
köyden kente göçmüşler ama kente verebilecekleri bir değerleri yoktur lakin
kente yerleşmiş sayılırlar, sayılırlar, kentin yönetimine oylarıyla, sevip
bütünleşemedikleri kentin alışılmış hayatına yön ve biçim verirler, kentin
doğal yapısını kalabalıklaştıkça dönüştürürler.