28 Ekim 2023 Cumartesi

İSLAM DÜNYASININ FİLOZOF-BİLİM İNSANI EBUBEKİR RAZİ

 


Ebu Bekir Razi (M.S.864-930)
İslam düşünce tarihinde hekim-filozof tipinin olduğu kadar doğacı, felsefenin de en başarılı temsilcisi Ebu Bekir Muhammed Bin Zekeriya el-Razi, 864-65 yılında İran'ın Rey kentinde dünyaya geldi Gençlik yıllarında müzik, matematik, astronomi, kimya, felsefe ve tıp bilimleri ile ilgilenmiştir. Hekimliğe karşı duyduğu ilgi sonucu tıp eğitimine yönelmiştir. Hekimlik akanında çalışmaları ve bu alanda çalışkanlığı ile halk arasında ün kazanmış olan Ebu Bekir Razi Rey kenti hastanesine başhekim olarak görev üstlenmiştir. Tıp eğitimi üzerinde çalışmalar yapmış başarılı olmuş, başarılarından dolayı, dönemin en ünlü hastanelerinden olan Bağdat hastanesine başhekim olarak atanmıştır. Yaşamının büyük bir bölümünü bu kentte geçiren Ebu Bekir Razi, M.S.930’da bu kentte yaşama gözlerini yumdu.

Çalışmalarının büyük bir kısmı tıp üzerine olan Ebu Bekir Razi’nin en ünlü yapıtı "El Hevi” (Liber Continens) olmaktadır. Tıp üzerine olan yapıtı, hastalıkların teşhis ve tedavisi üzerine yazılmış olup, döneminin en geniş medikal ansiklopedisidir. (*)

El Razi'nin en önemli çalışması ise çiçek ve suçiçeği hastalıkları üzerine yazdığı araştırmalarıdır. "Liber de Pestilentia" adlı yapıtında bu iki hastalığı da ayrıntılı biçimde tanımlamış ve bu iki hastalığın ayırıcı tanısını yapmıştır. 18. Yüzyıla kadar birçok tıp fakültelerinde okutulmuş yapıtları olan Ebu Bekir El Razi’ye 1970 yılında Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından çiçek ve suçiçeği hastalıkları üzerine özgün çalışmalarından dolayı şükran ödülü ile ödüllendirilmiştir.

(*) Sosyolog Ömer Yıldırım Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü, Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı

Ebu Bekir Razi’nin Felsefesi
Düşünce tarihinde bir filozof için temel sorun “bir” ile “çok” ya da ezeli olanla sonradan olan, değişmeyenle değişen varlık arasındaki ilişkiyi makul bir sistem halinde temellendirmektir. Razi, Tanrı-varlık arasındaki ilişkisini ve kozmik varlığın ortaya çıkışını beş ezeli ilke: Tanrı (el- kudemaü’l-hamse) adını verdiği sistem ile açıklamaktadır. Bu beş ezeli ilke; Tanrı (yaratıcı ya da el-bari), Nefis (külli nefis), mekân ve madde! Başlangıçta bu beş varlık aynı anda mevcuttu ve bu hareket söz konusu değildi. Nefis, maddeyle birlikte olmaya yönelik aşırı arzusuna yenik düşmüş ve böylece hareket başlamış, ancak bu düzensiz bir şekilde olmuştur.

Tanrı merhamet sahibi olduğundan Nefs’e ve âleme merhamet etmiştir. Nefs’e aklı bahşederek ona kendi hatasını anlama ve düzensiz hareketi düzenleme imkânı sağlamıştır. O dünyadaki kötülüğün Tanrı’dan değil Nefs’in maddeyle kurduğu ilişkiden kaynaklandığı söyler. Razi’ye göre bu dünyanın kirinden, pasından arınmayı sağlayacak olan din değil felsefedir. Razi Kindi’nin benimsediği gibi yoktan ve zaman içinde yaratmayı hiçbir şekilde kabul etmemektedir.

Razi metafiziğin omurgasını oluşturan bu bağ ezeli ilke ve onun bu yöndeki görüşlerini sergilediği “el-İlmü’lilahi” adlı çalışması, İslam düşüncesi tarihinde en çok eleştiri olan ve üzerine en fazla reddiye yazılan eserlerdendir. Filozofa yapılan itirazlar Allah’tan başka ezeli varlık kabul ettiği, sistemin kendi içinde çelişkiler barındırdığı ve bu sistemin orijinal olmayıp Sokrat öncesi filozoflarından ya da Harranlı Sabiiler’den veya Maniheist’lerden alınmış olduğu şeklindendir. İsmaili yazarların onunla tartışma halinde olması dikkate değer. İsmaililerin Razi’nin takındığı tutuma karşı hücumlarının bağlıca konuları şunlardır: zaman, tabiat, ruh ve peygamberlik. Karşı çıkışları her şeyden önce Razi’nin felsefesinin en belirleyici savını, beş ebedi ilkenin benimsenişini hedef alır. Razi, uyumuş ruhları uyandırılma görevinin filozoflara ait olduğunu söylerken, İsmaililer, bu ruhların uyarılması görevinin filozofların gücü üzerinde olduğu yanıtını verirler.

El-İlmü’l-ilahi adlı eserinde yapılan alıntıları ve özet metinleri Paul Kraus tarafından Resa’il felsefiye başlığı altında yayımlanmıştır. (Kahire 1939)

Ebu Bekir Razi'nin Varlık Felsefesi Anlayışı
Yaratıcı bir Tanrıya inandığı halde peygamberliği ve dini kabul etmeyen Razi’ye göre Allah’ın verdiği akıl gücü ve adalet duygusu sayesinde insan, peygamberin ya da herhangi bir ruhaninin aracılığıyla gerek kalmadan kendi yolunu kendisi bulabilir.

Allah’ın insanlar arasından peygamber veya ruhani bir şahsiyeti üstün niteliklere donatarak imtiyazlı kılması ve insanlara mürşit olarak göndermesi O’nun hikmet, adalet ve merhametiyle bağdaşmayan bir durumdur. İnsanlar akıl ve diğer nitelikleri açısından eşit yaratılmıştır, üstün niteliklerle donatılmış imtiyazlı birinin varlığı bu eşitliği bozar. Ayrıca filozof tarih boyunca devam eden savaşların din farklılığından ileri geldiğini, dolayısıyla insanlığı kurtarma iddiasıyla ortaya çıkan peygamberlerin insanlığın felaketini hazırladığını ileri sürmektedir. Bu düşünceleri nedeniyle hiçbir dini olguyu eleştirmekten çekinmez. Ayrıca mucizenin kehanetten, Kur’an’daki icazın sanat değeri yüksek bir şiirden farklı olmadığını söyler. Kısaca Razi'ye göre Yüce Allah’a en yakın olan kul en bilgin, en adil, en merhametli ve en şefkatli olandır. Bütün filozoflar,” Felsefe insanın gücü yettiği ölçüde Allah’a benzemesidir” sözüyle bunu anlatmak istemiştir. (es-Siretü’l-felsefiyye)

“Bir, değişmeyen, ezelî” olan ile “çok, değişen ve sonradan” olan varlık arasındaki ilişkinin tutarlı ve anlaşılabilir bir yaklaşımla temellendirilmesi hususu, düşünce tarihi boyunca varlık sorunun önemli bir boyutu olarak daima filozofların gündeminde yer almıştır.

Kısaca “Tanrı-âlem ilişkisi” adıyla anılan sorunu Kindî “yoktan yaratma” telakkisini felsefi zeminde temellendirmek şeklinde ele alırken, Fârâbî ve İbn Sînâ “sudûr yahut kozmolojik akıllar” teorisiyle bu ilişkiyi açıklamaya çalışmışlar, İbn Rüşd ise tartışmaya “sürekli yaratma” teziyle katılmıştır.

İnsanoğlu gerek fizik dünyada gerekse toplum hayatında karşı karşıya kaldığı doğal afetler, savaşlar, haksızlıklar, kıtlıklar, hastalıklar vb. türlü olumsuzlukların nedeni üzerinde düşünmekten kendini alamaz. İlk bakışta her olumsuzluğun bir nedeni bulunabilirse de bu durumun mutlak iyi, âdil, hikmet ve kudret sahibi bir Tanrı’nın var olduğu ve olup biten her şeyin gerçek yaratıcısının o olduğu inancıyla nasıl bağdaştırılacağı konusu. “Kötülük problemi ve teodise” başlığı altında bir felsefe sorunu olarak daima filozofların gündeminde kalmış ve ateist düşünürlerin kanıtları arasında yer almıştır. (Razi, 1939: 220-225).

Düşünce tarihinde bir filozof için temel sorun “bir” ile “çok” ya da ezeli olanla sonradan olan, değişmeyenle değişen varlık arasındaki ilişkiyi makul bir sistem halinde temellendirmektir.

Ebu Bekir Razi, Tanrı-varlık arasındaki ilişkisini ve kozmik varlığın ortaya çıkışını beş ezeli ilke: Tanrı (el-Kudemaü’l-Hamse) adını verdiği sistem ile açıklamaktadır. Bu beş ezeli ilke; Tanrı (yaratıcı ya da el-bari), Nefs (külli nefis), zaman (dehr), mekân ve madde (heyula) dir. Başlangıçta bu beş varlık aynı anda mevcuttu ve bu hareket söz konusu değildi. Nefis, maddeyle birlikte olmaya yönelik aşırı arzusuna yenik düşmüş ve böylece hareket başlamış, ancak bu düzensiz bir şekilde olmuştur. Tanrı merhamet sahibi olduğundan Nefis’e ve âleme merhamet etmiştir. Nefs’e aklı bahşederek ona kendi hatasını anlama ve düzensiz hareketi düzenleme imkânı sağlamıştır. O dünyadaki kötülüğün Tanrı’dan değil Nefs’in maddeyle kurduğu ilişkiden kaynaklandığı söyler.

Razi’ye göre bu dünyanın kirinden, pasından arınmayı sağlayacak olan din değil felsefedir.
Razi metafiziğin omurgasını oluşturan bu beş ezeli ilke ve onun bu yöndeki görüşlerini sergilediği “el-İlmü’lilahi” adlı yapıtı, İslam düşüncesi tarihinde en çok eleştiri olan ve bunun üzerine en çok reddedilen yapıtı olmaktadır. Filozofa yapılan itirazlar Allah’tan başka ezeli varlık kabul ettiği, sistemin kendi içinde çelişkiler barındırdığı ve bu sistemin orijinal olmayıp Sokrat öncesi filozoflarından ya da Harranlı Sabiiler’den veya Maniheist’lerden alınmış olduğu şeklinde iddialardandır. Ancak bu konuda Ebu Bekir Razi ile İsmaili yazarların tartışma halinde olurlar. Yani, İsmaililerin Ebu Bekir Razi’nin bu görüşlerine karşı saldırılarının başlıca nedeni şunlardır: “zaman, tabiat, ruh ve peygamberlik.” Karşı çıkışları her şeyden önce Razi’nin felsefesinin en belirleyici savının, beş ebedi ilkenin benimsenişini hedef alır. Razi’ye göre, “uyumuş ruhları uyandırılma görevinin filozoflara ait” olduğu tezine karşı İsmaililer ise, “bu ruhların uyarılması görevinin filozofların gücünü aştığına dair” görüştedirler.

El-İlmü’l-ilahi adlı yapıtındaki alıntıları ve özet metinleri Paul Kraus “Resa’il Felsefiye” başlığı altında yayımlanmıştır. (Kahire 1939)

Tabiat Felsefesi ve Ebu Razi’de Deist Duruş
Doğadaki her çeşit oluşum, gelişim ve değişimi teorik düzeyde temellendirmeye çalışan ve tabiiyyun (natüralistler) olarak bilinen bu felsefe akımının kurucusu Razi’dir. Yani, deist bir filozof olan Razi aynı zamanda koyu bir rasyonalisttir. Çalışmalarında gözlem, deney ve tümevarım yöntemini başarıyla uygulamıştır. Razi, yapısı gereği maddenin dinamik olarak hareket etme gücüne sahip olduğunu savunmuş ve bu konudaki düşüncelerini İnneli’l-cismi hareketini zatih ve inne’l-hareke mebde’ün tabi’iyye adlı eserinde temellendirmeye çalışmıştır. Ayrıca tabiat ve tabiat olaylarının yorumu üzerine otuz iki eser kaleme almış, fakat bunların çoğu güzümüze ulaşmamıştır.

Evcilleşmiş ve Yabani Hayvanlar
İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerden biri de düşünme, yorumlama ve bilinenlerden bilinmezi bulma ve yeni durumlar yaratma yetisi olduğuna göre, acaba, insanın sosyal ve zihni yapısında da böyle bir ıslah, bunaklık körelme vardır.

Sığır türü doğanın en yabani ve en saldırgan türlerinden biridir…

Yabani bir boğanın karşısına çıkabilen pek az canlı bulunur; son derece saldırgandır ve özgür yaşamaya uygun bir hayvandır. Ancak insanlar, bunların saldırganlarını öldürmüş, daha sakin ve itaatkâr olanları yanlarında barındırmış ve üremelerine izin vermişlerdir. Sonunda doğanın o görkemli hayvanı, akşam sabah memesi ellenen, sırtına yük vurulan, toprağı sürmeye zorlanan öküze dönüşmüştür.

Köpek, bilgilerimize göre evrimsel gelişimine çok daha küçük vücutlu olarak başlamış; çok da saldırgan bir tür değilmiş keza kurtlar gibi özgür bir doğası da varmış. Ancak insan soyu onları birilerini üzerine saldırtmak için bu yönde seçmeye başlayınca son derece saldırgan bir soy ortaya çıkmış; bu saldırganlığın denetimini kolaylaştırma için itaat edenleri, ne olursa olsun sadakatle bağlananları da seçince bugün bildiğimiz köpekler ortaya çıkmış.

Ebu Bekir Razi’nin Din Anlayışı ve İlk Deizm Düşünceleri
Yaratıcı bir Tanrıya inandığı halde peygamberliği ve dini kabul etmeyen Razi’ye göre Allah’ın verdiği akıl gücü ve adalet duygusu sayesinde insan, peygamberin ya da herhangi bir ruhaninin aracılığıyla gerek kalmadan kendi yolunu kendisi bulabilir. Allah’ın insanlar arasından peygamber veya ruhani bir şahsiyeti üstün niteliklere donatarak imtiyazlı kılması ve insanlara mürşit olarak göndermesi O’nun hikmet, adalet ve merhametiyle bağdaşmayan bir durumdur. İnsanlar akıl ve diğer nitelikleri açısından eşit yaratılmıştır, üstün niteliklerle donatılmış imtiyazlı birinin varlığı bu eşitliği bozar. Ayrıca filozof tarih boyunca devam eden savaşların din farklılığından ileri geldiğini, dolayısıyla insanlığı kurtarma iddiasıyla ortaya çıkan peygamberlerin insanlığın felaketini hazırladığını ileri sürmektedir. Bu düşünceleri nedeniyle hiçbir dini olguyu eleştirmekten çekinmez. Ayrıca mucizenin kehanetten, Kur’an’daki icazın sanat diğeri yüksek bir şiirden farklı olmadığını söyler. Kısaca Razi ‘ye göre Yüce Allah’a en yakın olan kul en bilgin, en adil, en merhametli ve en şefkatli olandır. Bütün filozoflar,” Felsefe insanın gücü yettiği ölçüde Allah’a benzemesidir” sözüyle bunu anlatmak istemiştir. (es-Siretü’l-felsefiyye)

El Razi şöyle düşünür: “Bir, değişmeyen, ezel olan” ile çok, değişen ve sonradan olan” varlık arasındaki ilişkiyi anlaşılabilir tutarlıkla yaklaşım göstermektedir. Özgün düşüncesini öne sürmüş ve tarihi boyunca “varlık” sorunu filozofların gündeminden düşmemiştir.

Dünyada İlk Deist Ebu Bekir Razi
Ebu Bekir Razi ve felsefesin de beş ezelî ilke (el-kudemau’l-hamse) konu edilir ve adını verdiği sistemin kendisine özgü olduğunu, Harran’lı Sabii ve Antik Yunan düşüncelerinden esinlendiği iddialara karşı açıklamalar yapmaya çalışır. Yapıtı, “Ebû Hâtim er-Râzî, 2003: 88” de sistemin temel unsurları “Yaratıcı” (el-bari), “nefis” (külli nefis), “heyulâ” (şekilsiz ilk madde), “hâlâ” (boşluk, mutlak mekân) ve “dehr” (mutlak zaman) olarak belirtir. Bunların her birini ezelî saymakla birlikte aralarında derece ve mahiyet farkı gözeten filozofa göre yaratıcı ile nefis aktif, heyulâ pasif, hâlâ ve dehr ise ne aktif ne de pasiftir (Bedevî, 1990: 56; Kaya, 2007: 479).

Ebu Bekir Razi’ye göre, ilk olarak Yaratıcı (Bari) bu düzen ve tertibin gerisinde mutlak akıl ve kusursuz hikmet sahibi; âdil ve merhametli, bilgi, irade ve kudretiyle her şeyi kuşatan ezelî bir yaratıcı Tanrı vardır. Yaratıcı ilke olan Tanrı hiçbir zorunluluk olmaksızın âlemi yaratmışsa da yaratma anının belirlenmesi bir başka ezelî ilkenin bulunmasını gerektirmiştir ki bu ezelî ilke küllî nefistir (Razi, 1939: 282-284).

Ebu Bekir Razi’nin sisteminde evrenin yaratılması için iki aktif ilkenin yanında bir de pasif ilkenin bulunması gerekiyordu. Çünkü evrenin yaratılmasının yoktan var olduğu düşüncesi, yaratmanın yönelip üzerinde gerçekleştiği “ezelî ve pasif” bir ilke olarak heyulânın yani mutlak maddenin bulunması gerekir. Şu var ki Razi’nin ezelî bir ilke saydığı heyulâ, Aristocu gelenekteki heyulâdan farklıdır. Peripatetik felsefede henüz hiçbir forma girmemiş salt güç ve olanak kabul edilen heyulâ (ilk madde), Razi’nin sisteminde son derece küçük olan fakat hacmi bulunan düzensiz parçacık veya atomları işaret etmektedir.

Yaratıcının yardımıyla nefsin ilişkiye girmesi sonucunda bu parçacıkların birleşerek düzene kavuşması, Razi’nin ikinci heyulâ dediği madde ve cisimler âlemi meydana gelmiştir. Cisimler âlemindeki çeşitlilik, birleşime katılan atomların yoğun ve seyrek oluşuyla ilgilidir. Aynı şekilde cisimlerin ağırlık ve hafifliğini belirleyen de yine birleşimdeki atomların sayısıdır (Hatim er-Razi, 1939: 220-225).

Ebu Bekir Razi, daha mutlak mekândan söz eder!..
Ezelî ve pasif ilke konumundaki atomların yahut heyulânın aynı zamanda hacmi de söz konusu olduğuna göre onun bir mekânda bulunduğunun kabul edilmesi gerekir. Bu itibarla Razi, “biri küllî-mutlak diğeri cüzî-izafî” (göreli) olmak üzere iki ayrı mekândan söz eder. “İçinde hiçbir nesne bulunmayan boşluk” demek olan mutlak mekân, ezelî olan heyulânın varlığıyla birlikte düşünülmek durumunda olan uzaydır. Herhangi bir cisimle ilişkili olmayan mutlak mekân ezelî ve sonsuz olup işaretle gösterilemez. Küp biçiminde istiflenmiş nesneler dağıldıktan sonra işaret edilebilecek bir küp bulunmadığı halde küp kavramının zihinde kalması gibi, mutlak mekân da yalnızca akıl tarafından düşünülebilir. İzafî mekân ise yer kaplayan nesneyle ilişkili olup nesnenin varlığıyla var, yokluğuyla yok olur. fiu halde mutlak mekân âlemin yaratılışından önce ezelî bir ilke olarak bulunduğu halde, bir nesnenin kapladığı yer yahut hacim demek olan izafî mekân ezelî değil, cisimler âleminin varlığına bağlı olarak ortaya çıkan bir kavram olmaktadır (Ebu Hatim er- Razi 2003: 92).

Razi’ye göre, Mutlak zaman ezelden ebede doğru akan sürekliliği işaret etmektedir. akıl, âlemden bağımsız, onu aşan ve kuşatan bir sürekliliği düşünebilmektedir. Mutlak zaman bir hareket türü yahut hareketin sayısı değildir. Felek ve feleğin dönüşü ortadan kalksa bile mutlak zamanın zihindeki kavramı varlığını sürdürür. Mutlak mekân gibi mutlak zamanın da cisimler âlemiyle bir ilişkisi bulunmadığına göre günlük dilde kullanılan an, saniye, dakika, saat, gün, hafta, ay ve yıl gibi birimler de ancak izafî yahut cüzî zamanın birimleri olmaktadır. Dolayısıyla izafî zamanın ölçülebilir ve sınırlı oluşuna karşılık mutlak zaman ölçülemez ve sınırsızdır (Ebu Hatim er-Razi, 2003: 91).

Ebu Bekir Razi’nin Ahlakı ve Akıl
İslam düşüncesi tarihinde dini epistemoloji zemininde, ahlakı da bir felsefe problemi olarak ele alan ilk düşünür Kindî olmuştur. Deist dünya görüşü dolayısıyla bir dine ve peygamberlik kurumuna inanmayan Razi’nin ahlakı dinden bağımsız ve tümüyle bir felsefe sorunu olarak ele alması doğaldır. Nitekim Razi’ye göre Allah’ın verdiği akıl gücü ve adalet duygusu sayesinde insan, peygamberin ya da herhangi bir ruhanînin önderliğine gerek kalmadan iyiyi kötüyü, yararlıyı zararlıyı, güzeli çirkini, doğruyu yanlışı, haklıyı haksızı birbirinden ayırt edebilir.

Kindi’den sonra Razi’den dini telakkinin dışına çıkarak ahlakı bir felsefe problemi tarzında ele almıştır. Bu konudaki temel kitabı “et-Tıbbü’r-ruhani” adlı yapıtıdır. Razi, ruh sağlığının belli ahlak ilkelerine sadakatle kazanılacağını savunur. Ayrıca filozof, “Alamatü’l-ikbal ve’d-devle” adlı risalesinde karizmatik bir liderde bulunması gereken ahlaki ve psikolojik özellikleri on madde halinde sıralamıştır. Hekimlik ahlakıyla ilgili tespit ve tavsiyeleri içeren “Ahlaku’t-tabib” adlı risalesi is günümüze ulaşmıştır ve kendi alanında ilk eser sayılmaktadır.

Razi’nin referansları filozofların üstadı ve en büyüğü diye nitelediği Eflatun ile Galen (Calinus) ve onun “Kita fi’l-Ahlak” adlı yapıtının muhtasarıdır. Son dönem Stoa ahlak felsefesinin temsilcilerinden olan Galen’in bu eseri vasıtasıyla Stoacı görüşler İslam toplumunda yankı bulmuştur. Ayrıca onun kaynakları arasında “Kindi’nin el-Hile li-def’il-ahzan” ile Razi’nin içinde yaşadığı toplumun ahlak konusundaki değer yargılarını da saymak gerekir.

Razi, ahlak anlayışını akıl, irade ve tutku kavramları etrafında şekillendirmekle, bir bakıma ahlakı psikoloji temeli üzerine oturtmuş olmaktadır. Bu konuda Eflatun’un nefis anlayışına gönderme yapan filozof, onun insanda üç çeşit nefis bulunduğu şeklindeki görüşünü benimser. Bunlar düşünen nefis, hayvanî nefis ve nebatî nefis olup ilkine ilahî, ikincisine gazabı, üçüncüsüne de şehevî nefis adı da verilir. Bedenin beslenip gelişmesini ve üremeyi sağlayan nebati-şehevî nefis ile öfkenin kaynağı durumundaki hayvanî nefis, düşünen nefse yani akla hizmet ve destek için vardır. Özellikle hayvanî nefsin, şehevî arzu ve tutkuları kontrol altına alması hususunda akla yardımcı olma işlevi ahlak açısından büyük önem taşır. Diğer yandan düşünen nefsin bedenden bağımsız ve ölümsüz olmasına karşılık, nebatî ve hayvanî nefis beden gibi ölümlüdür.

Ebu Bekir Razi, “Tıbbü’r-rûhânî” adlı kitabında gerek ruh sağlığı gerekse konuya ilişkin diğer eserlerinde sıkça gönderme yapmasından hareketle Razi’nin ahlak anlayışını temellendirirken daha çok “filozofların üstadı ve en büyüğü” olarak gördüğü Eflatun ile kendisinden “velinimetim” diye söz ettiği Calinus’tan yararlandığı açıktır. Bununla birlikte Kindî’nin Üzüntüyü Yenmenin Çareleri “Risâle fi’l-hîle li-def’il-ahzan” adlı kitabında onun kaynakları arasında yer aldığını, ayrıca içinde yaşadığı toplumun ahlaki değerlerinden esinlenmiş olduğunu söylemek de mümkündür.

Yirmi bölümlük Ruh Sağlığı’nın ilk bölümünde yaratıcı tarafından insana bahşedilen en büyük, en değerli ve en yararlı nimetin akıl olduğunu belirtir Ebu Bekir Razi. İnsanı hayvanlardan üstün kılan akıl gücüdür. Gerek bu dünyada gerekse öbür dünyada her türlü yararı elde etmemiz, varlığı tanımamız, hedefler belirleyip onlara ulaşmamız, araç gereç yapıp kullanmamız, bilim ve sanat yapmamız, dahası sahip olabildiğimiz en önemli ve en değerli hazinemiz olan “Allah’ı tanıma” akıl gücü sayesinde başarılır. (Razi, 2008: 57-58).

İnsanın fiil ve davranışlarının ahlaki sayılması için onun akıllı olmasının tek başına yetmeyeceğini söyleyen Razi, aklın önündeki engelleri kaldırmada iradenin önem taşıdığına dikkat çeker. Ona göre akıl gibi irade de Allah’ın diğer canlı varlıklar içinde sadece insan türüne verdiği özel bir yetenektir. Ne var ki akıl ve irade gününü etkin kılma bakımından toplumdan topluma ve insandan insana farklılaşmalar ortaya çıkar ki bu durum öğrenim ve irade eğitiminin önemini gündeme getirir.

İnsanlar akıl ve iradesiyle değil de tutkularıyla davranırlar…
Bu konuda pek de iyimser olmadığı anlaşılan Razi’ye göre, insanların akıl ve iradeleriyle değil, çoğunlukla tutku ve ihtiraslarıyla davrandıklarını düşünür. Bunun insanların yalnızca kendilerini ve o anı düşünmelerinden kaynaklandığını belirtir. Düşünen nefis yani aklın, tutkuları yönetmek yerine onların güdümüne girmesidir. Bu ise Razi’ye göre hiçbir dinin ve akıl sahibinin onaylamadığı bir durumdur (Razi, 2008: 59-61-66-69)

İnsan yapısı ve davranışları…
Ebu Bekir Razi’ye göre aşk, kendini beğenme, çekememezlik, öfke, yalan, cimrilik, açgözlülük, sefahat, içki ve cinselliğe düşkünlük, mal ve makam hırsı gibi bayağı duyguların yanı sıra üzüntü ve ölüm korkusunu da insanı karamsarlığa düşürüp mutlu olmasını engelleyen etkenler olarak değerlendirir. Ona göre insan doğasından kaynaklanan üzüntü ve tasanın tümüyle yok edilmesi mümkün olmasa da etkisini azaltmak mümkündür. Bunun için öncelikle üzüntüye kapılmamak yahut etkisini olabildiğince azaltmak için önlem almaya çalışmalı, bunda başarılı olunamazsa üzüntüden bir an evvel kurtulmanın çareleri aranmalıdır.

Razi’ye göre üzüntü ya sevilen bir şeyin kaybedilmesi veya bir beklentinin gerçekleşmemesi sonucunda ortaya çıkar. Sevilen ve beklentiye konu olan şeyin büyüklüğü üzüntünün yoğunluğunu da belirler. Şu hâlde akıllı kimseler, bu dünyadaki her şeyin sürekli değiştiğinin, dolayısıyla her an üzüntüyle karşı karşıya kalabileceğinin bilinciyle yaşar. Bu bilinç ona her üzücü olay ve durumu doğal karşılama; kendi irade ve gücünü aşan olumsuzluklar karşısında sarsılmama; daha kötüsünün de olabileceğini, üzülmenin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini, her sevinç ve mutluluk gibi üzüntü ve tasanı n da gelip geçici olduğunu düşünerek üzüntüsünü hafifletme yolun açar (Razi, 2008: 105-110).

Razi’nin karamsarlık ve mutsuzluğa yol açtığını düşündüğü bir diğer etken de ölüm korkusudur. Ona göre ancak ölümden sonraki hayata inanmakla bu korkunun üstesinden gelinebilir. Çünkü ölümün bir yok oluş değil, adaletin gerçekleşeceği bir hayatın başlangıcı olduğuna inananlar ölümden korkmadıkları gibi yaşama sevincini de daima diri tutarlar. Dolayısıyla ebedî bir hayatın varlığı akıl ve adalet duygusunun olduğu kadar Allah’ın hikmet ve merhametinin de bir gereği olmaktadır. Ölümü sonsuz bir yok oluş şeklinde değerlendirenler, ölüm korkusu karşısında birtakım şeylerle kendilerini avutma yoluna gitseler de karamsarlıktan kurtulamaz ve giderek intiharı kurtuluş sayacak duruma gelirler (Razi, 2008: 137-140).

Ebu Bekir Razi Akıl Konusunda
Razi yirmi kısa bölümden oluşan “et-Tıbü’r-ruhani”nin ilk bölümünde yaratıcının insana lütfettiği en büyük ve en yararlı nimetin akıl olduğunu belirterek bu konuda rasyonel bir yöntem izleyeceğinin işaretlerini verir. İnsanı hayvanlardan üstün kılan en önemli güç akıldır; varlığı akıl sayesinde tanır, bilim ve sanatı akılla yapar, Allah’ı da akılla buluruz. Şu hâlde davranışlarımızda akla uygun olduğu ölçüde ahlaki sayılır. Aklın işlevini yapmasına en büyük engel ise nefsani arzulardır. Duygular ve arzular aklı mahkûm durumuna düşürebilir. Aklın önündeki engelleri aşabilmek için Allah insana hayvanlarda bulunmayan ve irade denilen bir yetenek vermiştir. Şu hâlde insanın ahlaki bir kimlik kazanabilmesi için eğitime ve irade egzersizine ihtiyacı vardır. Ancak filozof iradeyle ilgili görüşlerinde oldukça kötümserdir. Ona göre çoğunlukla insanlar akıl ve iradeleriyle değil tutku ve ihtiraslarıyla hareket ederler. Hâlbuki mutluluğa giden yol akıl, bilgi ve güçlü bir iradeden geçer. Razi’ye göre kendine hâkim olabilen iradeli insan tipini erdemli filozof oluşturur ki bu ideal filozof tipinin ahlak felsefesinin kurucusu Sokrat olduğuna şüphe yoktur.

Razi, aklın işlevini tam olarak yapmasına ve insanın mutluluğuna engel saydığı için hazcılığı eleştirir. Ona göre normalin dışına çıkmak elemi, normal hale dönüş ise hazzı meydana getirir. Burada vurgulanmak istene husus, sıkıntı ve zahmetlere katlanarak elde edilen maddi hazların çok kısa sürdüğü gerçeğidir. Çünkü vücut doyum noktasına ulaşınca yani tabii hale dönüşünce artık haz duymaz. Razi haz-elem ilişkisini şu örnekle açıklar: Serin gölgede oturan biri oradan ayrılıp kızgın güneş altında yürürken elem duyar, önceki yerine dönünce haz ve huzur bulur. Fakat vücudu kısa sürede ortama alışınca yani tabii hale dönünce arttık haz almamaya başlar. Razi’ye göre bu durum bütün maddi hazlar için geçerlidir.

Aşk konusunda Razi…
Hazcılığı eleştirirken Eflatun gibi Razi de aşkı bir tür ruhi hastalık sayar; âşıkları şehvet düşkünü, nefsani arzuların kulu kölesi olmakla suçlar ve hayvanlardan daha aşağı düzeyde olduklarını söyler. Razi hazzın mahiyetiyle ilgili “Kitabül’l-Lezze” adlı günümüze ulaşmayan bir eser yazmış ve bu çalışması da kültür çevrelerince hayli tepkilere yol açmış üzerine reddiyelere yazılmıştır.

Ebu Bekir Razi ve Tıbbı
Horasan bölgesindeki çeşitli merkezlerde Yunan, Hint, İran ve İslam tıbbı üzerinde araştırmalar yapmış ve Helenistik çağın en ünlü hekimi Galen’den beri hiçbir tabibin ulaşmadığı tıp bilgisine sahip olmuştu. Rey’de Bimaristan başhekimliğine getirilmiş devamında hem saray hekimliği hem de devlet işlerinde danışman olarak önemli görevler üstlenmiştir. “Bimaristan-ı Adudi” adıyla anılacak olan hastanenin başhekimlik sınavını yüz hekim arasından kazanmıştır. Hizmeti muntazam bir şekilde nöbetleşe yürütebilmek için hastaneye dâhiliye, hariciye, nöroloji, ortopedi ve göz hekimlerinden oluşan yirmi dört kişilik uzman kadrosu ilave etmiştir. Razi geliştirdiği çok ileri bir yöntemle kliniklerde hastaları önce asistanla, sonra başasistanlara muayene ettirir, onların teşhiste güçlük çektikleri bir vaka olursa kendisi müdahale ederdi. Hastanelerde muayene, teşhis, ilaçların etkileri ve vakanın bütün seyri deftere geçilirdi.

Ayrıca o tıp tarihinde kimyayı tıbbın hizmetinde kullanan ilk hekim olarak bilinmektedir. Cerrahide dikiş malzemesi olarak ilk kez hayvan bağırsağını kullanan, ilk göz ameliyatını yapan ve yine ilk kez alkolü tıpta kullanan tabip olduğu da söylenir. Klinik tıbbın üstadı kabul edilen Razi, kendisine çok şey borçlu olduğunu söylediği Galen’i eleştirmek üzere kaleme aldığı “Kitabü’ş-Şükuk” adlı yapıtının girişinde tıp ve felsefede kanıtlanmış bilgi dışında hiçbir otoriteye güvenilemeyeceğini söyler. Tabiat ilimlerinde uyguladığı görülmektedir.

Muayene sırasında hastanın yaşını, beslenmesini, geçirdiği rahatsızlıkları, şikâyetinin ne olduğunu ve ne zaman başladığını sormakta, koyduğu teşhisleriyle birlikte bütün bulguları kayda geçirmekteydi. Bu alandaki zengin bikrimi sayıları on beş yılda vücuda getirdiği tıp ansiklopedisi mahiyetindeki “el-Havi” adlı kitabında görmek mümkündür. Kızamık ve çiçek hastalılarının teşhisi doğru koyan ilk hekim olan Razi bu konuda “el-Cüderi ve’l-hasbe” adlı bir eser yazmıştır. “Ahlaku’t-tabib” adlı eserinde hekim-hasta ilişkisinde uyulması gereken kuralları hatırlatarak,” Tıpta kehanet olmaz, hekim her şeyi bilemez, hasta denek olarak kullanılamaz, hekim hasta ile doğrudan diyalog kurmalı” şeklinde tavsiyelerde bulunur.

Ebu Bekir Razi ve Kimyası
Razi deneyleri esnasında gliserin, soda, sirke asidi, alkol, kükürt asit ve nitrik asit gibi kimyasal maddeleri bulmuş olması sebebiyle kimyayı teoriden pratiğe geçirdiği için bu ilmin kurucularından kabul edilmiştir. Ayrıca değersiz madenleri birtakım işlemlere tabi tutmak suretiyle, onlardan değerli maddeler elde etmenin mümkün olduğuna inanan Razi’ye ilk karşı çıkan Kindi olmuştur. Kindi bu konuda iki eser yazarak madenlerin asli nitelikleri değiştirmenin mümkün olmadığını, bunu yapmaya kalkışanların halkı aldattığını söyleri buna karşı “er-Red’ale’l-kindi fi reddihi, ale’l-kimya” adıyla bir risale kaleme alarak Kindi’nin görüşlerini çürütmeye çalışmıştır. Ancak Razi’nin uzun yıllar kimya deneyleriyle uğraştığı halde iksir dediği o sihirli maddeyi bulamamış olması Kindi’nin haklı olduğunu kanıtlar niteliktedir.

Ebu Bekir Razi’nin Yapıtları
Razi’nin ölümünden iki yıl önce yazdığı risalede o güne kadar 200’e yakın eser kaleme aldığını belirtmiştir. Buna göre tıp alanında elli atı, tabiat ilimlerinde otuz iki, mantıkta yedi, matematik ve astronomide on, felsefede on yedi, metafizikte altı ilahiyatta on dört, kimyada yirmi iki, küfriyatla ilgili iki, çeşitli konularda on iki kitap yazmış olup bunlardan günümüze ulaşanların çoğu tıpla ilgilidir.

Bibliyografya: Adamson, Peter Taylor, Richard C.; çev: Cüneyt Kaya, İstanbul, 2008
Corbin, Henry; çev, Hüseyin Hatemi, c.1, İletişim Yay, İstanbul, 2004 DİA İA

Kaynaklar:
Ömer Yıldırım Kişisel Ders Notları, Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf "Felsefeye Giriş" ve 2, 3, 4. Sınıf. Ebu Bekir Razi kimdir, düşüncesi, felsefesi nedir ve yapıtları.
Bibliyografya: Adamson, Peter Taylor, Richard C.; çev. Cüneyt Kaya, 2008 İstanbul,
Corbin, Henry; çev, Hüseyin Hatemi, c.1, İletişim Yay, İstanbul, 2004 DİA İA
Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde ilim,1943 İstanbul: Maarif Matbaası.
H. Akgündüz, “Klasik dönem Osmanlı medrese sistemi”. İ1997 stanbul Ulusal Yayınları.
C. Aydın, “Ali Kuşçu”, DİA, C. 2, 1989, İstanbul: TDV Yayınları.

M. Bilge, (1984). “İlk Osmanlı Medreseleri” İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi vr. No: 67b
R. Demir, “Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türk felsefesi” C. I.2005, Ankara: Lotos 
Yayınları.
M. Kaya & H. Sarıoğlu “Gazali “Tehâfüt el-Felâsife, Filozofların Tutarsızlığı (çev.) Klasik Yayınları İstanbul:
Tusi, Alâaddin (1990). Tehâfütü’l-Felâsife (tah. Ve ta’lil: Rıza Saade). Beyrut: Daru’l Fikri’l-Lübnani.
Türker, Mübahat (1956). Üç Tehâfüt bakımından felsefe ve din münasebeti. Ankara: TTK Basımevi.

İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Osmanlı Tarihi”, C. 2. 1983 Ankara: TTK. Basımevi



İSLAM DÜNYASINDAN BİLİM-FELSEFENİN YÜKSELİŞİ ve ÇÖKÜŞÜ

İslam Ülkelerinde Bilim-Felsefenin Yükselişi ve Çöküşü 

Robert R. Reilly'nin yazdığı, “Müslüman Aklının Mühürlenişi”, “İslam'ın Entelektüel İntiharı, Günümüz İslamcılık Krizini Nasıl Yarattı” adlı kitabından alıntı. Müslümanların çöküşü, aklın dondurulması ile başlar. 

Farabi

 İslam aklının donması, 8 ile 12'nci yüzyıllar arasında varlık göstermiş İslam bilginleri aklı önde tutmuşlar. Bunlar sırayla, İbn-i Rüşd, El Kindi, El Razi, Farabi, İbn-i Heysem, İbn-i Sina, El Harezmi, İbn-i Haldun gibi ünlü bilgin filozoflar yetiştiren İslam dünyası vardı. Ancak daha sonra başta İmam Gazali ile “akıl seni kötülüklere götürür, inan ise vadedilen cennete, imana sarılın” felsefesiyle Müslümanlarda aklın dondurulması süreci başlar. Müslümanlarda dondurulan akıl, bilimi, reddeder duruma gelir, İslam dünyası 500 yıldır sefalete sürüklenir.

Yukarda adı geçen aydınlanmacı İslam bilginleri, Yunan Felsefesini keşfederler ve İslam'ın hızla geniş bir coğrafyaya yayılması, bu coğrafyalarda Bizans entelektüel birikimi ile, yani eski Yunan felsefesi ile tanışmasına vesile olmuştur. Bu salt Müslümanların, tıp, matematik, doğa bilimleri, kimya ve astroloji ile yakından ilgilenmeye 8. Yüzyıl'dan itibaren ağırlık vermeye başlarlar. Böylece İslam bilim uyanışına ve akılcılığa doğru adım atmış oldular.

Robert R. Reilly, İslam alanında uzun yıllar araştırmalar yapar. İslam’da akla dayanan, felsefeyi benimseyen Mutezile hareketi, İslam’da aydınlanmanın öncüleriydi. İşte Mutezile akımının yok olması ve aklı ihmal eden Eşarilik akımının İslam dünyasına hâkim olması ile filozoflar çağının sonlandığını, bunun sonucunda da İslam'da akılcı düşüncenin yara alıp çöktüğünü ve Selefilik akımının ortaya çıktığını anlatır. Diğer mezhep ve akımlar içinde yüzde 40'lık bir nüfuz alanı ile en yüksek orana sahip olan irrasyonel Eşari ekolün, hemen bütün İslam dünyasını etkilediğini belirtilir.

İslam dünyasında 7. Ve 11. Yüzyıl arasında; daha çok 7. Ve 9. Yüzyıl arasında güçlü bir biçimde İslam dünyasında gelişen iki akımın yankılandığı görülür. Bu akımlardan önce akla dayanan Mutezile akımı, öteki de Mutezile akımının önünü kesmek için Eşarilik akımı ortaya çıkar.

Mutezile akımının anladığı, “Tanrı insanlara akıl vermiştir ve insanlar akıl yoluyla tanrıyı, ahlakı, iyiyi, kötüyü bulur. İnsan ve Tanrı ilişkisinin merkezinde akıl vardır” diyen bir akımı temsil eder. Mutezileye göre ise, Tanrı'nın insandan beklediği ilk görev, akıl yoluyla bir yaratıcı olduğunun bulunmasıdır. Mutezile, Tanrı'nın dünyaya doğrudan müdahale ettiği fikrine karşı çıkar. Yani Tanrı, dağdan salınan bir kayayı aşağıya doğru kendisi yuvarlamaz; bunun için yer çekimini yaratmıştır ve bu görevi her seferinde yer çekimi yerine getirir. Mutezile, Tanrı'nın kanunlarını doğa kanunları olarak kabul eder.

El Cahiz
Eşarilik ise, “aklın hakikati bulabilme yeteneğini reddeden veya bu yeteneği sınırlı kabul eden ve hakikatleri bilinemez olarak gören, yaratıcı ile onun yarattığı akıl arasında bir otorite seçme tercihinde bulunarak, Tanrı ile aklı karşı karşıya getiren” diğer birtakımı temsil eder.

Aklı donduran Eşarilik insanın iradesini ve aklını tamamen yok sayarak donduran ve insanın bir eylemin başlatıcısı ve bitiricisi olamayacağını ve bütün bir hayatın Tanrı'nın isteği ile gerçekleştiğini savunur. Eşariye göre Tanrı bütün kötülüklerin ve bütün iyiliklerin kaynağıdır.

Müslüman aydınlanmacı filozofların ortaya çıkışı ile Mutezile akımı doğar ve gelişir. O dönemin ilk aydın tartışmasında “kader” ve “kaza” konularında ortaya çıkar ve “Kaderiyye” ile “Cebriyye” taraftarlarını karşı karşıya getirir. Mutezile yanlıları aklı önceledikleri için, “insan iradesinin kendi kaderini belirlediğini” savunarak “Kaderiyye” tarafında yer alırken, Eşari ve Hanbeli taraftarlarına göre ise, “insanın anne karnındayken yanına Allah tarafından gönderilen meleklerce nasıl bir insan olacağı kaydedilir ve Allah iyi veya kötü insan olup olmayacağına karar vererek, insanı ister cennete isterse cehenneme gönderir.” Iddiasında bulunurlar. Burada görüldüğü gibi, Eşariler insan iradesini yok sayarak, aklı ihmal etmiş, insanın yaptığı her iyi veya kötü hareketin faturasını Allaha kesmiştir...

Emevîler elinde...

Bu durum, o dönemin egemen gücü Emevî siyasi önderlerinin, yani dini siyasallaştıran Emevî siyasetçilerinin zulümlerini Allah'a fatura etme kolaylığı bakımından işlerine gelmiş ve günümüze kadar gelen “Emevî İslam’ı” dediğimiz ortaya akıldan uzak bir inanış biçiminin İslam coğrafyalarına hâkim kılmaya başladılar. İyi veya kötü hareketin faturasını Allah’a kesmek adet olmuştur. Mutezile taraftarları ise, Allah'ın kötü hareketler yaptırmayacağını söyleyerek, aklın öne çıkarılmasında ısrarcı olmuşlardır.

Emevîleri ortadan kaldıran Abbasi yönetimi, özellikle rüyasında bile Aristo ile tartışmalar yapan 7. Halife Memun döneminde Mutezileyi şiar edinmiş ve devletin resmî ideolojisi haline getirmiştir. Fakat daha sonra gelen 10. Halife Mütevekkil'in önderliğinde Mutezile ekolüne karşı savaş açılır ve aklın egemenliğindeki bu akımın etkisi zayıflatılır. İslam'ın ilk filozofu olan El Kindi'nin bile kütüphanesine el konulur ve kendisine zulmedilir. (Vikipedia)

İmam Gazali eşerilik düşünceleri...

İman Gazali

Eşariliğin kurucusu Hasan El Eşari'nin ölümünden yaklaşık 120 yıl kadar sonra dünyaya gelen ünlü İslam bilgini Gazali, önceleri felsefeye, akla itibar etmesine rağmen, daha sonra anlaşılmaz bir biçimde felsefedeki “nedensellik ilkesini” yani “neden sonuç ilişkisini”, “doğa kanunlarını” ve “aklın üstünlüğünü” reddederek Yunan Felsefesinin çevrisi ile ortaya çıkan İslam bilim uyanışının ortadan kaldırılması yönündeki çabalara büyük destek veren kişidir İmam Gazali. Örneğin İmam Gazali'ye göre susamak ile su içmek arasında bir neden sonuç ilişkisi değil, sadece ilahi bir irade vardır. 

İmam Gazali, İslam düşüncesinde nedenselliğin kaybedilmesine öncülük eden kişi olarak bilinir. Oysa nedenselliğin olmadığı yerde akıldan da bilimden de gerçeklikten de söz edilmez. Yine Gazali'ye göre akıl, ahlaki gerçeğin kaynağı değildir. Bu yüzden akıl, farz ve haramlar için bir referans oluşturamaz. Gazali'nin adalet kavramına yaklaşımı da benzer biçimde. İmam Gazali, İnsanın adaleti tesis edemeyeceğine, aksine Allah'ın koyduğu kural ve yasaklarla, adaleti eksiksiz tesis ettiğine inanır. Bundan da anlaşıldığına göre, Gazali aklı devre dışı bırakarak, adaleti, haramlardan sakınmak ve farzları yerine getirmekle sınırlamaktadır...

Gazali'den sonra gelen İbn-i Rüşt ise, “eğer neden ve sonuç arasında bir ilişki yoksa, dünyada bir düzenden bahsetmek imkansızdır. Halbuki o düzen ve nizam vardır ve bir bilgelik ve akıl aracılığı ile yaratılmıştır” der. Bu iki görüş ayrılığına göre Gazali'nin Allah'ı mutlak irade, İbn-i Rüşt'ün ise mutlak akıl ve mutlak bilgelik olarak gördüğünü anlıyoruz. Şu ki, İmam Gazali'de kişi Allah, İbn-i Rüşt'te ise kavram Allah düşüncesi hakimdir.

İbn Rüşt’ün çilesi...

İbn Rüşd
İslam” filozofu İbn-i Rüşt’ün bir tür tıp ansiklopedisi olan “El Külliyat Fi't Tıbb” adlı yapıtında, hastalıkları tek tek ele almıştır; mikropları ve gözdeki retina tabakasının fonksiyonunu ilk kez ortaya koyan o olmuştur. İleri sürdüğü fikirlerin İslam dininin esaslarına ters düştüğü gerekçesiyle Müslümanlar arasında hoşnutsuzluğa yol açan İbn-i Rüşd, halkın şikâyeti üzerine Kurtuba alimlerinden oluşan meclis tarafından, İslamiyet’in iman esaslarına uymayıp görüşlerinin çoğunun sapkın, bir kısmının ise dinden çıkmaya sebep olduğuna karar verilerek, bir süreliğine hapsedildi. Son yıllarını keder ve sıkıntılarla geçen İbn-i Rüşt, serveti elinden alınarak sürgün edildi. 72 yaşında Fas'ın Marakeş kentinde ölmüştür.  

Günümüzde İslam dünyasında çekişmelerin nedeni, İslam ile demokrasinin bir arada olamayışının, İslam ülkeleri ile gelişmiş Batı ülkeleri arasındaki çok derin gelişmişlik farkının, İslam dünyasındaki çöküntünün, yoksulluğun ve sefaletin nedeni, Eşarilik akımının Mutezile akımın önünü kesmesi sonucu günümüzde daha ateşli bir biçimde sürmektedir İslam coğrafyasına en az 700 yıldır tebelleş olmuş akım vazgeçilmez olmuştur...


El Harezmi
El Burini 

İbn Sina






27 Ekim 2023 Cuma

FİLİSTİN TOPRAKLARI NASIL ELDEĞİŞTİRDİ ve GÜNÜMÜZDEKİ SONUÇLARI

  

Filistin, Edmond de Rothschild.
Filistin Topraklarının Yahudilere El Değiştirmesi ve Günümüz Sonuçları

Filistinli azınlık toprak ağalarının çoğu Filistin’de yaşamayan, Batı’da kendilerine yeni hayatlar kurmuş olan dar bir elit sınıf vardı” Filistin’de yabancılara, daha çok Yahudilere toprak satışını 1908-1914 arasında 50 bin dönüm arazi satın alıp 10 tane koloni kurdular. 1913’te de hazine-i hassa arazilerini Rothschildler satın aldı.

Osmanlı nüfus sayımlarına göre Filistin’de 1881’de 9500; 1896’da 12500; 1906’da 14200; 1914’de 31 bin Yahudi gelip yerleşerek yaşamaktadır. Siyonistler 1917 yılında İngiliz hariciye vekili Arthur Balfour ile anlaştı. Yahudi sermayesine tamah eden İngiltere, Balfour Deklarasyonu ile, Yahudilere Filistin’de yurt vadetti. Suriye cephesi çökünce, Filistin İngilizlerce işgal edildi.

1918’de Osmanlı gücünü kaybedip hakimiyeti bölgede yok olunca, Filistin topraklarının %1.5’u artık Yahudilerin elinde idi. Bu toprakların %93’ü Lübnanlı toprak sahiplerinden alınmıştı. Lübnan ile Filistin’in ayrılması nedeniyle bölgedeki Arap ve Filistinli toprak sahibi aileler topraklarını satmaya başlamışlardır. Bu dönemde Siyonist tehdidi bölgede gitgide artmıştır. Ancak bu tehditleri önceleri Arap halkı ve Filistinliler tarafından ciddiye alınmadı.

Filistin'de Bir Arap toprak sahibinden toprak
satın alan Yahudi hahamlar, 1920'ler.

Yine 1918’de İngiliz koruması altında Yahudiler Filistin arazilerinin %4,5’unu daha satın aldılar. Bunların bir kısmı, İngilizlerin el koydukları mirî araziden” (devlet topraklarından) Yahudilere satılmış veya bedelsiz verilmiştir. Bu toprakların %55,5’ide yine o dönemde Filistin’e girmesi yasaklanan Lübnanlı toprak sahiplerince satılmıştır...

Filistinli iktisatçı Ahmed Hilmi Paşa’nın idare ettiği bir fon, bu satın almaları finanse ediyordu...

1935’te Arap alimleri, Yahudilere toprak satmanın caiz olmadığına ve Yahudilere toprak satan veya satılmasına vasıta olanların Müslüman mezarlığına gömülmeyeceğine dair fetvaları halka ilan etti. Ulema buna dair geniş bir kampanya başlattı ve her yerde halkı toplayarak buna dair söz aldı. Ayrıca vakıflar, bazı köylerdeki arazileri, satılmasına mâni olmak maksadıyla satın aldı.

Filistinli bazı  Arapların Geçmişte
Topraklarını Yahudilere Satt
ılar

 1948’te İsrail kurulduğunda, Araplar Filistin topraklarının %94’ünü ellerinde tutuyordu. Savaştan sonra Arap halkın %58’i İsrail topraklarını kimi terk etmek zorunda kaldı kimi sürüldü. Onların geride kalan arazileri de Yahudi köylülere dağıttılar

Sonuç, 1918’de Arap ve Yahudilerin elindeki toprak nispeti %98,5 / %1,5 iken, 1948’te bu nispet %94 / %6 olmuştur. 

2. Abdülhamid Efsanesi ve Gerçekleri Filistin İlişkileri

1882 Filistin’e ilk Yahudi göçleri başlar. O yıllarda Filistin Osmanlı Topraklarıydı, Osmanlının Başında Padişahı ise 2. Abdulhamit’ti. Yahudilerin “kutsal topraklar” dedikleri bölgeye Yahudi göçü geldikçe düzenli bilinçli halde sinsice bölgede koloniler kuruyorlardı. Ancak asıl büyük göçlerin 2. Abdülhamid döneminin sonrası yani, 1900’den sonra başladığını gerçeği var.

Filistin, Osmanlı Döneminde Kudüs

 Kaynaklara göre, Sultan 2. Abdülhamid’in Theodor Herlz’in Filistin’den toprak talebine karşılık vermektense kendi hayatından vazgeçmeyi tercih ettiğini söylediğine dair kaynaksız anlatı, muhafazakâr Türk sağcı aklın hayal dünyasında gerçekmiş gibi işlenen, tarihsel gerçeklerden saptırılmış, Filistin ve Abdulhamit sevdalıların tapınma ayinine dönüşmüş gibi sokaklarda şimdi İsrail protestoları yapıp Filistinlilere destek verdiklerini sanıyorlar.

Halbuki tarihi belgelere bakıldığında, Osmanlı yönetimi gerçekten Siyonist göçü ve Siyonist kuruluşlara toprak satışını engellediyse ve buna karşı var güçleriyle mücadele ettilerse o zaman ilk Siyonist yerleşim birimleri nasıl oluyor da 2. Abdülhamid tahta geçtikten 6 yıl sonra 1882’de kuruluyor ve 1890’da da göçler ivedi biçimde hız kazanıyordu?

 Merkezi Beyrut’ta bulunan, Arap dünyasının önde gelen yayınevlerinden “Arap Birliği Araştırmaları Merkezi” (Merkezu’d Dirasati’l Vahdeti’l Arabiyye) 2. Abdülhamid dönemini (1876-1909) ele alan bir çalışma yayınladılar. Şöyle: “Devru Teshili Abdülhamid es Sani fi Teshili’s Seytarati’s Suhyuniyye Ala Fılıstin” (Siyonizmin Filistin Üzerindeki Hakimiyetini Kolaylaştırmada 2. Abdülhamid’in Rolü) adlı Kitabın Yazarı Fedva Nusayrat Ürdünlü bir kadın akademisyendir.

Yayınlanan kitapta, 2. Abdülhamid'in Siyonist harekete karşı nasıl bir tutum aldığını, Siyonist devletin önünü açan ilk yerleşim birimlerinde o dönemdeki gözle görülür artışın nedenlerini, Osmanlı yönetiminin Siyonist faaliyetin genişlemesini önlemekte ne kadar başarılı olduğunu ortaya çıkarmayı amaçlıyor.

Filistin'in 1913  haritası.
1882’de ilk göçler başlıyor ve hemen ardından düzenli olarak daha büyük göçlerin 1900’lerde 2. Abdülhamid döneminin sonlarına doğru da sürer. 2. Abdülhamid, tahta geçtiğinde, Osmanlı imparatorluğun ve ülkenin toprak bütünlüğünü tehdit eden uluslararası ve iç krizlerle karşı karşıya kalmıştı. Hazine boştu, imparatorluk sürekli kan kaybediyordu, ordu disiplini kaybetmiş ve yabancı özel şirketler, başta Rothschild olmak üzere, ülkede imparatorluğun başta can damarı olan ekonomik kaynaklarına el koymuş olan “Düyun-u Umumiye” adlı Batılı sümürgeciler İmparatorluğun ümüğünü sıkar.  İşte bu süreçte bütün bu ekonomik ve siyasi zorlukların yanı sıra güçsüzleşen Osmanlı devletinin üzerindeki yabancı baskılar, 2. Abdülhamid’in Filistin’le ilgili kararlarında önemli rol oynadılardır. Osmanlı İmparatorluğu'nun Arap ülkelerinde hüküm sürdüğü dönemdi. Yahudiler, serbestçe Filistin'e gidip gelebiliyor ve Kudüs, Safed, Tiberya ve el Halil kentinde kendilerine göre kutsal sayılan yerlerde ikamet edebiliyordu.

1869’da Osmanlı Sultanı Abdülaziz döneminde yabancıların Hicaz bölgesi hariç imparatorluğun her yerinde mülk edinebileceği yönünde ferman çıkartınca fırsatı değerlendiren bu mülk edinmek isteyenler arasında Yahudi Siyonistler de bulunuyordu. Filistinliler satıyor, Yahudiler de Filistin’den rahatlıkla toprak almaya başladılar. İlk başta Osmanlı Devleti bunun nedenini araştırmadı. Bunun birkaç nedeni vardı. 1881’de Yahudilerin Rusya’da uğradığı pogrom (büyük katliam), Rothschild ve Hirsch gibi bazı zengin Yahudilerin Yahudi göçünü finanse etmesinin yanı sıra bazı Siyonist kuruluşların göçe desteğiydi. İmparatorluk, Filistin'e Yahudi göçünün artmasının ardından Nisan 1882’de Yahudilerin Filistin'e yerleşmesine izin verilmeyeceğini ilan etmişti. Aynı karara göre fermanları kabul etmek şartıyla Yahudiler, yerleşmek istedikleri herhangi bir eyalete göç edebilir, almak istedikleri araziyi harç ve vergilerden muaf bir şekilde satın alabilir, askerlik hizmetinden muaf tutulabilir ve diğer konularda olduğu gibi ibadetlerini yerine getirebilirlerdi. Yurtdışından gelen Yahudiler, 150 aileden fazla olmamak üzere herhangi bir bölgeye yerleşme iznine sahipti...

1886’da Araplar ve Yahudiler arasındaki çatışmalar alevlenince Arapların payitahta tepkisinin artması üzerine bir süreliğine Filistin'e Yahudi göçü yasaklandı ve Yahudilere, 1888’de sadece üç aylık bir süre için Kudüs'ü ziyaret etmelerine izin veren bir ferman yayınlandı. Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Fransa, vatandaşları ile ilgili getirilen bu kısıtlamaları protesto edince Osmanlı İmparatorluğu söz konusu sınırlama ve yasakları kaldırmak zorunda kaldı.  

1877’de Kudüs mutasarrıfı olan Rauf Paşa’nın Osmanlı vatandaşlığı almak isteyenlere yüksek vergiler getirerek ve kanunlara aykırı bir şekilde Filistin’de ikamet eden yabancıların önlerine engeller koyduğu kayıtlarda geçiyor. Rauf Paşa, Bab-ı Ali’den Filistin’in yabancı göçmenlerin özgürce ikamet edebileceği ve yaşayabileceği bölgeler arasından çıkarılmasını talep etmiştir. Bab-ı Ali’nin bu talebe yanıtı “Filistin'e hac ve ticaret için gelen Yahudiler orada bir aydan fazla kalamazlar ve bu süre dolar dolmaz ülkeyi terk ederler” olan bir karar çıkartılmış olsa da Rauf Paşa’ya göre Filistin’e Yahudi göçünü hızlandıran bu tür kararlardır. 

1890’da Yahudi göçünün görece ivme kazandığı bir yıldır. Sultan Abdülhamid, 1896'da Yahudilerin bir İsrail Devleti kuracaklarından korktuğu için Filistin'e yerleşmelerini engellemek amacıyla kendi el yazısıyla bir ferman yazar. Ancak bütün bunlar hiçbir işe yaramayacak ve Yahudi göçü bir yıl içinde üçe katlanacak, Yahudi nüfusu oranı yüzde 5’ten yüzde 11’e çıkacaktır. Abdülhamid, Avrupa ülkelerinin bakısı sonucunda Yahudilerin tamamen özgür bir şekilde olmasa da Filistin’e sınırlı bir şekilde yerleşmesine izin vermek durumunda kalacaktır. Bu ise Siyonistlerin önce siyasi ve ekonomik nüfuzlarını güçlendirmek daha sonra da Siyonist bir devlet kurmak için elinde güçlü bir dayanak oluşturacaktır.

Bu konuda bütün tarihçiler ilk Siyonist yerleşim birimlerinin 2. Abdülhamid’in tahta geçmesinden altı yıl sonra 1882’de kurulduğu konusunda benzer görüşteler. Ancak bu zamana kadar düzensiz bir şekilde başlayan ve 1900’a kadar süren Yahudi göçü, bu yıldan sonra sistematik bir hal almıştır. Bu süreçte kurulan Yahudi yerleşim birimleri, Mikfaya İsrail 1870’te, Bitah Tekva 1878’de, Zahron Yakub, Rişon Litsuyun gibi yerleşim yerleri. İşte bu yerleşim yerlerine ait toprakları Osmanlı yönetimine halkın vergileri ödeyememesi nedeniyle Rusya’dan gelen Yahudilere açık mezat usulü satmıştırdır.

Bir başka konu ise Yahudi göçünün engellenmesine ilişkin fermanlar, aslında fermandan önce satın alınan yerleşkeleri meşrulaştıran bir işlev görmüş ve Osmanlı hükümeti bu yerleşkelerin yasallığını tanımıştır. Siyonist iş adamı Baron Rothschild bu durumdan yaralanarak başkaları adına satın aldığı araziyi kendi adına tescil ettirmiş ve Yahudiler bu kez Filistin yakınlarındaki bölgelerde özellikle de bugünkü Suriye sınırları içerisinde toprak alımını hızlandırmıştır.

1895 öncesinde bölgede Yahudilere Arap arazilerinin satışına izin verilmesinden dolayı isyan patlak vermiştir...

1897’de İsviçre’nin Basel kentinde Theodor Herlz önderliğindeki ünlü “Dünya Siyonist Kongresi” yapıldığı sırada Filistin toprakları üzerinde 45 bin dönüm arazi üzerinde 4 bin 530 nüfusa sahip 19 yerleşke kurulmuştu bile. Buna Siyonistlerin Şeria Nehri’nin batısında almış olduğu 10 bin dönümlük ve doğusunda almış olduğu 20 bin dönümlük arazi dahil değildir. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde sadece 28 bini Kudüs’te olmak üzere Yahudi nüfusu toplam 50 bine ulaşmıştır. 

Rothschild’ın 2. Abdülhamid ve yönetimi ile iyi bir ilişki kurmuştu. Çünkü Londra'daki Rothschild Bankası Osmanlı İmparatorluğu'na büyük krediler temin etmişti ve bu da Osmanlı İmparatorluğu'nun siyasetini etkilemişti. Dolayısıyla bu iş 2. Abdülhamid döneminde Filistin'deki nesnel koşullar, yabancı Yahudilerin Filistin'e gelip toprak satın almaları ve ikamet etmeleri için büyük bir fırsat yaratıyordu. Kısacası padişah, araziyi doğrudan satmayı reddetmiş gibi görünse de bazen göçleri görmezden gelerek bazen de arzularına yanıt veren yasalar çıkararak Yahudilerin isteklerine dolaylı olarak onay veriyordu.

Kaynaklar: Theodor Herzl, “Mektuplar ve Günlükler, 7 ciltlik yapıtı
Osmanlıcası çeviren A.H. Abdurrahim: “Bir Sahte dervişin Asya’yı Vustada Seyahati”
Abdurrahman Şamipaşazade çevri, “Bir Sahte Dervişin Orta Asya’da Seyahati, Kitapevi Yayınları 2009
Kemal Öke Mim, “Saraydaki Casus: Gizli belgelerle Abdülhamit Devri ve İngiliz ajanı Yahudi Vambery”, İrfan yayınları İst. 2009 ve “İngiliz Casusu Prof. Arminius Vambery’nin Gizli Raporlarında 2.Abdülhamit ve Dönemi, Üçdal Neşriyat 1983
Cemal Kutay, “Sahta Derviş” Aksoy Yayıncılık İst. 1998
İslam Özkan: Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Sosyoloji ve Antropolojisinde doktora eğitimini sürdürmektedir.


22 Ekim 2023 Pazar

FİLİSTİN TOPRAKLARI ÜZERİNDE İSRAİL NASIL KURULDU

 2. Abdülhamit’in, Musevilerin Filistin’de Toprak Almasına izin vermiştir

2’nci Abdülhamit zamanında Rothschildler’in, Filistin’de koloniler kurdukları, Abdülhamit’in Filistin’de yaşayan yerli ve yabancı Musevilerin toprak satın almalarına izin verdiği ortaya kanıtlarıyla çıkartılıyor.

Tarihçi Doç. Dr. Sezai Balcı ile Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu kişiler tarafından Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki belgelerin araştırmalarıyla gün yüzüne “Rothschildler ve Osmanlı İmparatorluğu” başlıklı çalışmayla ortaya çıkar. Böyle olunca da, Yahudi kökenli Rothschild Gizli örgüt İlluminati’nin 13 üyesinden biri olduğu öne sürülen Rothschild Ailesi’nin Osmanlı padişahları ile gizli para ilişkileri olduğu da gün yüzüne çıkartıldı.

Milliyet gazetesinden Mert İnan’ın haber bilgilerine göre, Rothschild Ailesi ile Osmanlı Devleti arasındaki ilk temas, 2. Mahmut döneminde başlamış. Bu ilişki 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan itibaren kesintisiz devam ediyor. Osmanlı, Temmuz 1853’te 40 bin tüfek, 2 bin şişhane, 10 milyon fişek, 50 milyon kapsül satın alırken, bu silahlar için Rothschildler’e 10 milyon 514 bin 976 kuruşluk ödeme yapıldığı Maliye Nezareti’nin orijinal nüshalarında yer alıyor.

2’nci Abdülhamit’in faizle Rothschild Ailesi’nden iki kez borç aldığına dair belgeler oluşturuyor.

1891’de alınan 6 milyon 316 bin 920 sterlin tutarındaki borcun faizi belgelerde yüzde 4 olarak belirtiliyor. Söz konusu geri ödeme süresinin 60 yıl olarak tanzim edildiği arşivlere yansımış.

İşte 2. Abdülhamit’in yaptığı borçları da genç Cumhuriyet yıllarca ödemişti. 1894 yılında alınan bu borç ile 2’nci Abdülhamit tarafından 1894’te de ikinci borç tutarı ise 8 milyon 212 bin 340 sterlin. 61 yıl vadeli olarak alınmıştır. İşte 2. Abdülhamit’in aldığı borç, 15 Ekim 1955’e kadar geçerli olduğu için, her yıl 329 bin 249 sterlin tutarındaki meblağın İngiltere Bankası’na ödeneceği belgelerde yer alıyor.

Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal eden Rothschild borçları, Lozan Antlaşması gereğince Rothschild Ailesi’ne geri ödeniyor. Rothschild üyeleriyle görüşen Osmanlı hükümdarları 2. Mahmut, Abdülmecit ve 2. Abdülhamit aile üyelerine birçok defa nişan takdim ediyordu.

2. Abdülhamit’in 1888’de, Baron Rothschild ile görüşmesi o dönem Beyoğlu’nda çıkan “Moniteur Européen” gazetesi tarafından tespit edilirken, gazetenin, 30 Temmuz 1888 tarihli haberine kitapta yer veriliyor.

2. Abdülhamit, Rothschild ile 27 Temmuz 1888 Cuma günü öğleden sonra gerçekleşen görüşmede kendisinden Anadolu Demiryollarının yapım işinin üstlenmesi teklif ederken, Rothschildler’e hususi olarak yaptırdığı 10 bin sigarayı hediye ediyor.

Bu görüşmenin detayları o dönemki Moniteur Européen Gazetesi tarafından şöyle aktarılıyor:

Bu arzu Cihanbani Mösyö Rothshild’ce büyük mahzuziyeti elbetmiş olup mumaileyh tetkik keyfiyet edeceğini vaat eylemiştir. Baron’un mazhar olduğu envaı iltifatlardan başka avdeti esnasında Zât Hazret Padişahî kendisine bilhassa imal ettirilmiş on bin adet sigara hediye buyurmuşlardır…”

2. Abdülhamit ve Arminius Vambery (Raşit Efendi) (1832-1913)

Gerçek adı Hermann Wamberger, Bamberger ya da Vamberger gibi pek çok karışık adlarla bilinen Vambery, Macar kökenli, fakir, dindar bir Yahudi ailenin oğlu olarak Avusturya-Macaristan İmparatorluğu sınırları içinde, bugünkü Slovakya’da bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya ayağı aksak olarak geldi. 12 yaşından itibaren çalışmak zorunda kaldı, terzi çıraklığı, sonrada özel öğretmenlik yaptı. Bu arada etnografya ve filoloji alanlarında araştırmalar yaptı. Dahi kendi kendini yetiştirdi, çok sayıda dilde yetkinlik kazandı. Önce Avrupa dillerini, daha sonrada Türkçe, Farsça, Arapça dillerini iyi bir biçimde öğrendi.

Vambery bir müsteşrik ve Türkolog, gezginci. Macarca, Armin Vambery, Almanca Hermann Macar halkının Asya menşelerini bulmak için 22 yaşında İstanbul’a geldi. İstanbul’da Asıf Bey ve daha sonra Rıfat Paşa’nın hizmetinde Frenk lisanları muallimi (Avrupa dilleri öğretmeni) olarak çalıştı. İstanbul’da bulunduğu 1857-1863 yalları arasında, farklı Türk ağız ve lehçelerini öğrenme fırsatını buldu. Aynı zamanda Türk Tarihinden bazı yapıtların çevrilerini yaptı ve ayrıca Osmanlıca-Almanca bir sözlük de yayınladı. 2. Abdülhamit, ona bir gün: “Reşit Efendi, sağıma bakıyorum casus, soluma bakıyorum casus, arkama dönüyorum hainler. Şu an karşımda sen varsın ve bir tek sana güveniyorum” der sonra gözlerinden yaş gelen Abdülhamit, Raşit Efendi’ye sarılmış, farkında bile değil onun bir casus olduğundan.

Aynı akşam Raşit Efendi, İngiltere’ye hemen bir mektup yazmış: “Sayın kraliçem, Abdülhamit Han artık sadece bana güveniyor” diyordu. Bu mektubu İngiliz arşivlerinden bulan Mim Kemal Öke olur. İşte Osmanlıyı son günlerde bunlar yönetiyorlardı…

1898 yılında yazdığı kitabında: “İstanbul’da ki Türkler arasında Türk ulusçuluğu sorunuyla ya da Türk dilleriyle ciddi bir biçimde ilgilenen bir kişiye rastlamadım” der.

Osmanlı yıllarca ezik, horlanan, itilen kakılan bıraktığı Türkmenlerin akıbetini yaşamaya başladığı ortam gelmiş, Karlofça Antlaşması’yla başlayan süreçte Osmanlı kimliği gittikçe Batılılar karşısında ufalanır ve ezikliği yaşamaya başlar. Akçalı durumu çökmüş, Sultan Abdülaziz’in son dönemleri, Kırım Savaşıyla (1854) Londra ve Paris gibi Batı kentlerinde bazı firmalardan aldığı paralarla daha çok borçlanmaya başladı. Bu alınan borç paralar, yatırıma yatılıp istihdam için kullanılmaz, daha çok boşalmış İmparatorluk hazinesinin tam takır kasaları, Batılı bankerlerden alınan paralarla doldurulmaya çalışılır ama her geçen yıl 14 milyon lira faiz ve anapara ödenmek zorunda kalınır. Borcu borçla ödemek durumuna düşen Osmanlı, Galata sarraf ve bankerlerinden yeni borçlar alarak günü savuşturmaya başlarlar. Sonuçta Osmanlı, borç taksitlerini ödeyemez duruma gelir, Avrupa nezdinde git gide itibarı sarsılır, rezil olur. Arkasından zarar gören alacaklılar Paris ve Londra elçiliklerine akın ederler, Avrupa gazeteleri Osmanlı karşıtı ağır eleştirili yazılar (*) yazmaya başlar.

Artık Osmanlı Devleti, Batılı güçlü devletlerin emri altına alınmıştı. Batılı güçlü devletlerin verdiği emirleri yerine getiren bir tür ezik devlet olmuştu. Osmanlı Devleti biçimsel özelliğini, bağımsızlığını kaybetmiş, Batılı devletler tarafından denetlenen yarı sömürge bir devlet olmuştu. 2. Abdülhamit döneminde Batılılar alacaklarını toplayacak bir kurum oluşturdular. Alacakları karşılığında Osmanlı devletinin önemli gelir kaynaklarını oluşturan tuz, tütün, damga, alkollü içki ve balık vergilerinin bir bölümüne el atılarak doğrudan alacaklarını sağlama yoluna gittiler. Borç ödeme ve alacakları dağıtmak için İstanbul’da “Düyunu Umumiye İdaresi” (Genel Borçlar Yönetimi) kurulur. İş böyle gelişince Osmanlı maliyesi, alacaklı yabancı devletlerin denetimi altına girer. Hatta Balkan Savaşlarından sonra Edirne’nin geri alınması için yapılan savaşta Osmanlı Devleti bu kurumdan borç almak durumunda bile kalmıştır.  

(*) Abdurrahman Şeref Efendi, “Tarih Muhasebeleri” Ank.1985, s.114-115  

Vambery bir müsteşrik ve Türkolog, gezginci ve büyük kuşkularla Britanya Krallığı emrinde çalışan bir casus, adı Macarca, Armin Vambery, Almanca Hermann Vambery, gerçek adı Hermann Wamberger, Bamberger ya da Vamberger gibi pek çok karışık adlarla bilinir.

Asıl üzerinde durulması gereken, Macar İlimler Akademisi desteğinde, Sünni bir derviş kılığında 1861-1964 yıllarında, Batılılara kapalı bir bölge olan Ermenistan, İran ve Türkistan’ı gezdi. Bu gezisi boyunca coğrafya, etnografya ve filoloji alanlarında önemli bulgularla döndü.

Dahi, Vanbery, İngiltere Jeoloji Enstitüsünün hizmetinde ve Britanya Krallığının emrinde bir casus olarak Raşit Efendi Müstear adıyla, önce İstanbul’dan gemiyle Trabzon’a, oradan katır üstünde kervanlarla Tebriz ve İsfehan’a seyahat etti. Oradan Tahrana ulaştı. Tahran’da bir süre Osmanlı elçiliğinde kaldıktan sonra Hazar Denizinin güneyinden Buhara, Semerkant ve Hive’ye gitti, oradan Herat ve Tahran üzerinden Osmanlı topraklarına döndü. İstanbul üzerinden ülkesi Macaristan’a geri döndü.

Bu seyahatleri hakkında 1864 yılında yayımladığı “Travels and Adventures in Central Asia” adlı yapıtı, Avrupa’da büyük ilgi uyandırmış, bölgenin hâkimiyeti için Rusya ile rekabet içinde olan İngiltere’nin iştahını iyice kabartmıştır.  

Bu Asya seyahatinden sonra 1864 yılında, Londra’da büyük heyecan yarattı. 1905 yılına kadar dönemde Budapeşte Üniversitesinde Fin-Ugor savına en sert bir biçimde karşı çıkar, kendisine göre Macar dili sadece Ugor öğelere sahip bir Türk dilidir. Vambery’nin bu tezi, günümüzde artık kabul görmemektedir. Çağdaş dilbilimcilerine göre Macarca, güçlü Türkçe etkilerine sahip, köken itibariyle Ugor bir dildir. 

Vambery’nin bir oğlu olur (1872-1948) Adı Rüstem Vambery.

Rüstem Vambery Macar ceza hukukçusu ve siyaset adamı olur. Budapeşte Üniversitesi Hukuk Fakültesi üyesi oldu, 1919 yılında Prof. unvanını aldıktan sonra fakültenin dekanı oldu. Bir ara Macar Milli Meçlisinde de milletvekilliği taptı.

Vambery’yi İstanbul’daki teması sırasında Osmanlı Padişahıyla tanıştıran kişi, yıllarca Osmanlı Devletinden Dâhiliye Nezaretinin Sıhhiye Müdürlüğünü ifa etmiş Macar asıllı hekim Dr. Soma Wellsch (1866-1926) olmuştur. Kaynak: İngiliz casusu "Vambery'nin Günlükleri"

Thodor Herzl, Siyonizm ve Vambery

Vambery Abdülhamit’in güveni kazanmış, 1900 yılının haziran ayında 2. Abdülhamit’in huzuruna çıkmış, ondan Siyasi Siyonizm’i destekleyen Vambery, Siyonizm’in fikir babası Theodor Herzl’a için Sultandan görüşme talebinde bulunmuş ama bu görüşme için başarılı olamamıştı.

Aşağıdaki harita, Yahudi-Siyonizm’in hedeflediği “Büyük İsrail” topraklarıdır. Nil nehrinden Fırat nehrine kadar uzanan, Suriye’yi, Ürdün’ü, Lübnan’ı, Kuveyt’i tamamen yutuyor. Suudi Arabistan’ı, Mısır’ı, Irak’ı ve Türkiye’yi bölerek oluşması hayal edilen “Büyük İsrail” toprakları haritasıdır.

Siyonizm’in babası Theodor Herzl, yazdığı mektuplarda 2. Abdülhamit için Avrupalı Musevilerin konuştuğu Yidiş dilinde aşağılayıcı bir biçimde “mamser-ben-mennide” (fahişenin oğlu, piç) ifadelerini kullanıyordu. Ancak Vambery 1901 yılında Herzl’in Sultanın huzuruna çıkmasına sağlayan bir randevu ayarlayabilir. 

Herzl 16 Haziran 1900 tarihinde Vambery Tirol’da ziyaret. Şöyle bir günlük yazdı:

Genişlemesi Hayal edilen israil toprakları
“Yetmiş yaşındaki bir aksak Macar Musevi’sinin şahsımda hayatımda gördüğüm en ilginç insanı tanıdır. Kitaplarını Alman dilinde yazan, 12 dili aynı mükemmellikle konuşan daha fazla Türk mü yoksa İngiliz mi olduğuna bir türlü karar bir adam hayatında 5 ayrı dine geçerek bunlardan ikisinde rahip oldu. Bunca dini bu kadar yakından tanıyınca ateist olması normal karşılanmalıdır. Şark ülkelerinden bana 1001 Gece Masalı gibi olayları anlattı, Sultan’la (2.Abdülhamit) yakın olan ilişkisi gibi şeylerden söz etti. Ayrıca bana ant içerek İngiliz ve Türk ajanı olduğunu söyledi. Macaristan’da Profesörlük unvanı salt göstermelikmiş. Yahudi düşmanı bir toplumda yaşadığı bunca çileden sonra, bana çok sayıda belgeyi gösterdi. Bunlardan bazıları Sultan’ın kendi eliyle yazmıştı; ancak Türkçe yazdığı için okuyamıyordum ve içeriği hakkında bir şey diyemem. Oradayken yanımıza gelen William Hechler’i kaba bir biçimde yanımızdan kovdu, benimle yalınız olmak istiyordu.

Büyüyen İsrail toprakları 1947-1949-2967 

Sözlerine şöyle başladı: “Ben paranın peşinde değilim, zengin biriyim. Altından biftek yenmez. Çeyrek milyonum var ve sermayemin faizlerinin yarısını bile harcamıyorum. Size yardım edeceksem, dava uğruna yardım edeceğim. Benden bütün planlarınızın bütün detaylarını, para vs. hususunda öğrenmek istedi. .

Sultan’ın kendisinden Avrupa basınında lehinde bir kamuoyu oluşması için çalışmasını istediğini söyledi. Bu konuda yardım etmemi istedi. Bense yarım ağızla yanıt verdim. Konuşurken arada konuyu değiştirip başına gelen, oldukça ilginç olayları anlattı. Bejamin Disraeli sayesinde İngiliz ajanı olmuş. Türkiye’de önceleri kahvehanelerde şarkıcı olarak başlamış, arada geçen bir buçuk yıl içinde Sadrazamla ahbap olmayı başarmış. İsterse Yıldız Sarayında (İmparatorluk Sarayı) konaklayabilirmiş. Ancak suikast kurbanı olmaktan korkuyormuş. Sultanın sofrasında, hem de samimiyetten elleriyle yemek yiyormuş, ancak zehirlenmekten korkuyormuş. Yüzlerce böyle ilginç şeyler anlattı. Ben ona dedim ki, …Sultana beni kabul etmesini söyleyin, birincisi, basında ona değerli hizmetler sağlayabildiğim için, ikincisi salt huzuruna çıkışımın bile onun Avrupa’daki itibarını yükselteceği için Dilmaç (tercüman) olarak ona tercih ettiğimi söyledim. Ancak yaz yolculuğunun meşakkatlerinden dolayı çekiniyor. Zamanım bittiğinde, benim için harekete geçip geçmeyeceği meçhul kalmıştı… Ancak bana vedalaşırken sarıldı ve beni öptü… “diye anlatır.

Herzl’e Vambery’nin anlattıklarından biri, maddi bakımdan herhangi bir ihtiyacı bulunmadığını söyler. İşini para için değil de adil bir dava için gördüğünü, Siyonizm’e dertsek vermek için yaptığını söyler. Aralık 1900 yılında gazetelere Osmanlı Devleti’nin siyasi Siyonizm Filistin’e göçlerin önlenmesini sıkılaştığı yazdı. Bunun üzerine Herzl Vambery’ye 28 Aralık 1900’de şu satırları yazdı: “Bana kalırsa bu hiç kötü bir alamet değil, aksine iyi bir işaret. Fahişe (Osmanlı devleti) fiyatını yüksek tutmak istiyor, onun için sahip olunamayacağını söylüyor. Yanılıyor muyum?” der.

Bir Filistin topraklarına Yahudi göçüyle ilgili pazarlıklar var. Bir yandan da Musevi bankerlerin Osmanlı İmparatorluğuna verecekleri hatırı sayılır (5000 pound) bir kredi anlaşmasına dair arabuluculuk yapar, bundan alacağı komisyondan söz edilir.

Herzl Ocak 1901’den itibaren işlerin istenildiği gibi gitmeyişinden Vambery aracılığıyla tehditler savurur. Padişah’ı yola getirmeye çabalar. Osmanlılar, Yahudilerin isteklerine biraz daha ılımlı yaklaşmayacak olursa, Yahudiler Osmanlı’nın bütün para kaynaklarını kesebileceklerini ima eder.

Dahi aynı yıl Hewrzl Vambery’den, kendisi ve Siyonistlerin Osmanlı Padişahı için neler yapabileceklerine sahip olduklarına dair Padişah’a anlatmasını ister. Hatta Fransızlara karşı aciz düşmemek için ona bir torpidolu bir muhrip gemisi bile gönderebileceğini söyler. (Hatta Midilli adasını, Fransızların itilaflı bir alacağı yüzünden savaş gemileriyle işkal etmişler, ancak Osmanlı devleti taksitle ödemeyi kabul ettiği için çekilmişlerdi.)

Herzl, Vambery’ye Filistine yerleşmek için taşınacak Yahudiler için bir gemi temin etmesini ister. Bu geminin temini için 300,000 bin Hollanda florini teklif etti. Parayı istediği gibi harcayabilecekti, artanı da kendine saklayabilecekti, önemli olan sonuca ulaşmaktı.

İşte böyle bir düzen içinde, kendi söylediğine göre paraya ihtiyacı olmayan Vambery, Herzl’in teklifini kabul etti, gerektiğinde Osmanlı Devleti’nde kendisi önemli bir görev alacak hatta padişahı bile devirecekti.

Herzl, İtalyan ilk Siyonistlerinden Meranolu Tobias Marcus vasıtasıyla Vambery ile tanıştı. Herzl’e 13 Eylül 1898 tarihinde mektup göndererek Marcus, Vambery’yi şu sözlere tarif etmiştir: “Daha önce söylediğim gibi, Vambery oldukça karmaşık bir şahsiyettir. Dâhiyane bir insan, ancak zarafet, eğitim ve karakterden yoksun bir. Kendini beğenmişliğiyle toplumda saygınlık sahibi, herkese tepeden bakar. Her türlü din ve milliyetçilikten nefret eder. Güya kendisi çağın en büyük hür düşünen kişi, kendini kozmopolit bir insan olarak görmektedir. Öte yandan İslam’ı ve aynı anda İngiltere’yi övüyor. Genelde bakılırsa, kendini fazlasıyla beğenmiş ve çelişkili karaktere sahip, sözlerine her zaman itibar edilmemesi gereken, yine de son derece dikkatli yaklaşılması gereken bir insandır, zira aleyhtarı olmak ziyadesiyle tehlikelidir” diye anlatır.

Vambery ve Drakula

Ayrıca 1897’de Vambery, Bram Stoker adlı yazarın yayınlanan tanınmış “Drakula” adlı romanı ilham kaynağı olur. 1890 yılında Stoker Vambery ile karşılaştığında, Vambery kendisine Romen Prens Vlad 3. Draculea’nın (Darakula) efsane hikayesini anlatmış. Bu tarihi kişilkten hareket ederek, Stoker Romanının kahramanı “Vampir Durakula”yı yarattı. 

Kaynaklar: Theodor Herzl, “Mektuplar ve Günlükler, 7 ciltlik yapıtı

Osmanlıcası çeviren A.H. Abdurrahim: “Bir Sahte dervişin Asya’yı Vustada Seyahati”

Abdurrahman Şamipaşazade çevri, “Bir Sahte Dervişin Orta Asya’da Seyahati, Kitapevi Yayınları 2009

Kemal Öke Mim, “Saraydaki Casus: Gizli belgelerle Abdülhamit Devri ve İngiliz ajanı Yahudi Vambery”, İrfan yayınları İst. 2009 ve “İngiliz Casusu Prof. Arminius Vambery’nin Gizli Raporlarında 2.Abdülhamit ve Dönemi, Üçdal Neşriyat 1983

Cemal Kutay, “Sahta Derviş” Aksoy Yayıncılık İst. 1998

http://www.etymonline.com/index.php?search=vampire

Hazırlayan Ali Akyıldız ve Zekeriya Kurşun: “Osmanlı Arap Coğrafyası ve Avrupa Emperyalizmi” adlı yapıt

 Selman Zebil 22 Ekim 2023 

 

TURANCI-TÜRKÇÜ-SOSYALİST ETHEM NEJAT (1881-1921)

ETHEM NEJAT (1887-1921) Annesinin adı Cavide, babasının adı Hasan'dır. Anne tarafından dedesi Ahmet Cavit Paşa, Çerkes İttihat ve Teavün...