6 Mart 2012 Salı

GEÇMİŞTE ANADOLU DA SOSYAL HALK HAREKETLERİ



ANADOLU DA ETKİLİ DÖRT SOSYAL HAREKET
Şöyle ki, Osman’dan Orhan’a kadar dönemde Göçebe Türkmen nüfuzun desteğini alan Osmanlının yapısını geliştiren dönemin dört sosyal eğilimden söz eder Âşık Paşa Zade “Garipname”  adlı yapıtında. Bunlar:


GAZİYAN-I RUM


AHİYAN-I RUM


ABDALLAN-I RUM


BACYAN-İ RUM

Osmanlının var olma temelini oluşturan dönemin sosyal kurumlarından olanlardan:


GAZİYAN-I RUM: Yurt savunmasında savaşçılar sınıfı.


AHİYAN-I RUM: Sanatçılar sınıfı ve dini halk toplulukları.


ABDALEN-İ RUM: Dini toplulukları, kolanizatör dervişler ve ”Tahta Kılıçlılar”


BACIYAN-I RUM: Anadolu da ilk kadınlar harekatı örgütleridir.


Bunların içinden Bacıyan-ı Rum lideri Fatma Bacı,(Kadıncık Ana) Hacı Bektaş Veli’nin yanına, kocası Ahi Evren’i öldüren Moğol valisi Nurettin Caca’nın şerrinden kaçıp sığınmıştır. Antalya-Elmalı’da tekkesi bulunan Abdal Musa, Kadıncık Ana’nın mürididir.

Osman Gazi’nin kayınbabası Şeyh Ede Bali, Hacı Bektaş ve kardeşi Menteş 1240 Babai ayaklanmalarında bulunurlar. Kıyımdan canlarını zor kurtarmışlardır. Âşık Paşa Zade’ye göre: Hacı Bektaş’ın kardeşi Menteş (Mintaş) Baba İlyas’a Sivas’ta katıldı ve mürşidi ile savaş alanında öldürüldü. Sonra dili Türkçe olan Türk halk tarikatının en büyüğü olan Bektaşilik, Türk halkının  “velisi” Hacı Bektaş Veli, göçebe Türkmen muhitlerinde sosyal bir olgu olarak gelişir...

Selçukluların sonunu hazırlayan, Osmanlıların ilk yarısından sonra Selçuklulaşan Osmanlılar, kent merkezlerinde İranileşmiş ve İslamlaşmış nüfuzu ile Türkmenler anlaşamıyorlardı. Kentlerde oturanlar, göçebe Türkmenleri hakir görüyorlar, gelenek, görenek ve dilleriyle alay ediyorlardı. Onlara: “Etrak-ı bi idrak” (kaba saba, gelişmemiş) diyerek Türkmenleri aşağılıyorlardı...

Gerçekte onlar, dünya dinlerinin çoğunu tanıdılar, öz dinleri olan Şamanizm’i İslam dini örtüsü altında sakladılar. Türkler de yönetici kesim İslam’a yöneldikçe, Peygamber’in ümmeti içinde yer aldılar. “Türk” sözü ise küçültücü  “yaban, köylü”  anlamını aldı...

Lakin her şeye rağmen Anadolu’da Türk kökenini kurutmaya güçleri yetmez. Çünkü Türkistan Anadolu’ya sürekli taze kültür pompaladı durdu Türkmen  göçlerle. Bunların tamamı Türkistan menşeliydiler ve sanları:

A-  Türkistan Erenleri,


B-  Horasan Erenleri,


C-  Rum Erenleri adlarıyla üçe ayrılırlar.

Örneğin Hacı Bektaş Veli Horasan Erenlerinden olup Anadolu-Suluca Kara Höyük’te yurt tutmuştur. Demem o ki, Eğer bir görüş belirteceksek, Anadolu’ya gelen erenlerin tamamı Türkistan-Semerkand merkezli piri hep Ahmet Yesevi olur; Ahmet Yesev-i ile bütünleştikleri görülür.

RUM ERENLERİ:  Kültür kanı Türkistan’dan gelir ama Anadolu’da doğma ve gelişme bir kurumdur.


HORASAN ERENLERİ:  Şimdi İran sınırları içinde kalan Horasan (her ne kadar Horasan bir şehir adı olsa da Türkler içi geniş bir bölgenin adıdır) bölgesi topraklarında doğarlar ve Anadolu’ya oradan gelirler.

TÜRKİSTAN ERENLERİ:  Kaynakta doğarlar gelişirler Anadolu’ya oradan (Anayurttan)  gelirler.





5 Mart 2012 Pazartesi

ANADOLU'NUN TÜRK-İSLAM YURDUNA OLMASINA DOĞRU


Abdalleni Rum
RUM ABDALLARI (Abdaliyyen-i Rum)
14. yüz yılda Babailerin devamına “Rum Abdalları” denir. Giyim kuşamları ile 13. yüz yılında Yesevi Kalenderileri, Haydari, Vafai dervişleri gibi yaşamaya devam ederler. Yazılmayan, şayia edilmeyen, kimsenin yazmaya yanaşmadığı, tozlu raflarda kalıp bilim çevreleri dışına çıkmayan Anadolu insanının yazılmayan sosyal tarihine başka bir boyuttan bakmaktır yaptığımız.

Abdalan-ı Rum (Anadolu Abdalları), Ahmed Yesevi sufilik geleneğinin temsilcileri olan dervişlerinin adıdır. 1240 yılındaki Babai İsyanına destek veren sofular, bu hareketin ve Osmanlı'nın kuruluşunun öncülüdür. Babai isyanı denilen büyük halk hareketiyle sımsıkı bağlantılı popüler sûufilik olarak da tanımlanabilir. Daha sonra
16. yüzyılda Balım Sultan tarafından düzenlenen Osmanlı İmparatorluğunun en büyük popüler tarikatı olacak olan Bektaşiliğin ilk önderleri idi. Bunlar "Horasan Erenleri" olarak da anılmış, Osmanlının erken döneminde gazaya katılmışlardı.

1240 yılında Babailer isyanında, Babailer Selçuklulara karşı yenilseler de Selçuklular dikiş tutturamazlar. Buna neden olan Türkmen Babailerin Doğu ve Orta Anadolu’da baskı gören küstürülmüş olmalarıdır ve de Anadolu’nun batı kesimlerine kaçmaları ile Selçuklu Devletinin Türkmenlerden asker toplayamayışı. Buna göre 1243 Dardanakan savaşında Moğollara yenilmeleri ile akıbetleri belli olur.

O dönem Anadolu’nun Batı bölgelerinde Aydınoğulları, Menteşoğulları, Karasi beyliği bulunmaktadır. Bu Abdal Türkmen dervişler Batı Anadolu’da konuşlanmış bu Türkmen beyliklerine taşınırlar, oralarda özgürce fikirlerini konuşarak yaşarlar. Osmanlı Devleti’nin temeli yine bu bölgenin iç kesimlerinde Bitünya’da atılır. Osmanlının ilk hükümdarları Osman (Ataman) ve Orhan Gaziler Rum Abdallarına çok itina gösterirler, onlara imtiyazlar tanırlar, geniş araziler vakıf edilir. O araziler üzerinde zaviyeler inşa edilir. Bu zaviyelerden biri Yenişehir’de Postnişin Baba’ya aittir. Bugün hala ayaktadır. Geniş bilgi için bakınız Ömer Lütfi Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişler” yapıtına.

Bu zaviyelerde yetişenler ilk Bektaşilerdir. Baba İlyas kültü yanına Hacı Bektaş Veli kültünü de katılarak Balkanlara kadar yayılmış olarak, Balkanlar’da tekke ve zaviyeler kurarlar. Bu Babai dervişler Anadolu’nun Türkleşip İslamlaşmasında derin rol alırlar ve dahi Balkanların da İslamlaşmasında rol alırlar. 14. yüz yıl da Bektaşiliğin çehresi teşekkül eder. Osmanlı toprakları üzerinde en kapsamlı en görkemli olarak gelişen Bektaşilik, yine en büyük bir Türk halk tarikatının oluştuğu görülür. Bu gelişime katkıları olanların başında “Rum Abdalları” olduğudur.

Abdal; Türkler arasında tasavvufi bir sözcük olarak İslam’a tam manasıyla uyum sağlayamayan Kalenderi, Haydari şeyhleri, dervişleri için 12. yüz yılda kullanılmaya başlar. Mevlana’da 13. yüz yılda Kalenderi ve Haydari şeyhleri için: “Cemalettin-i Savi ve Kutbettin Haydar gibi şeyhlere bu addı kullanmıştır."

Evliya Çelebi’ye göre ilk kurucusuna: “Fukara-yı Bektaşi’yan” dır der.
19. yüz yıl Osmanlı Tarihçisi Esat Efendi: “Bektaşiler bütün ‘Abdal ve Baba’ lakaplı şeyhler tarafından kurulan tekkelere el koymuşlardı” der.

Böylece Rum Abdalları Bektaşiliğe sıkı bağlar oluştururlar. Dahi Hacı Bektaş Veli müritlerini belirlemek için Velâyetnamesinde çok yerde “Abdal” terimini kullanır. Ahmet Yesevi tarafından da Hacı Bektaş’a: “Var seni Rum’a saldık. Sulucakarahöyük’ü sana yurt verdik, Rum Abdallarına seni baş yaptık” dediği söylenir. 

Bektaşi edebiyatı gelişiminde Abdalların katkıları büyüktür. Abdal Musa’nın müridi olan Kaygusuz Abdal:  

Beylerimiz avlan gülün üstüne 
Ağlar gelir Şahım Abdal Musa’ya
Urum Abdalları postun eğnine
Bağlar gelir Şahım Abdal Musa’ya. der. 

Ocak: "13. yüz yılda Anadolu’da şekillenen Aleviliğin alt yapısı, göçebe ve yarı göçebe Türkmen çevrelerde meydana gelir. Kam ozanlara benzeyen babalar medrese menşeli fakihlerin öğrettiklerinden daha basit ve sade İslamiyet anlayışı yayarlar.”  der. (A. Yaşar Ocak, “Babailer İsyanı, Aleviliğin Tarihsel Alt Yapısı” Dergâh Yayınları 3. basım 2000 adlı yapıtı)

Anlayabildikleri anlaşılabilir bir dil anlatımıyla Türkmenlere aktarılan İslam’dan İslam’dı, Müslümanlıktan Müslümanlıktı. Şehirleşmiş Türklerin İranlılaşmışlıkları, İran-i kültürün etkisinde kalanlardan çok farklı olarak karakteristik yapılarına uyarlanmış İslamlaştırılmış Şamanlar olarak Türkmenler Abdal, dede, baba unvanlarla Horasan Erenleri, gaziler Haydariler, Kalenderiler, Yesevi dervişleri gibi mensuplar, göçebe-köylü Türkmen halkı arasında iyi karşılananlar olurlar. Bunların arasına karışan Hint menşelilerin de olduğu söylenir.

Hint menşeli insanlar "Abdallar" adıyla Anadolu'da!..
Bu Hint menşeiler Anadolu’da sepetçi, kasnakçı, kalburcu, çalgıcı ve dahi dilencilik, deşiricilik sanatını sürdüren koyu esmer tenli lakin Romenlerden ayrılan yanları olan, Anadolu’nun pek çok yerinde varlıklarını küçük topluluklar halinde sürdürenlere “Abdallar” denir olmuştur. Anadolu’nun İslamlaşmasına ve Türkleşmesine damgasını vuran Türkmen abdallardan bu taifeyi sosyolojik olarak ayrı tutmak gerekiyor. Bu taifenin yakına kadar konuştukları Hint dillerinden  “Urduca” denilen bir dilleri vardı. Bu taifeler Anadolu’ya Hindistan taraflarından gelen gezginci, başıboş zümreler Anadolu insanları karşısında saygınlığı olan Türkmen Abdalları görünce, kendilerinin de Abdal olduklarını söylemişler toplumdan saygınlık kazanmak için kullanılır.

Zamanla Osmanlı Devleti içine yerleşen dönme, devşirme ve Türkmen kültüründen gelmeyen din otoriteleri, ulema ve şeyhülislamlar, kişilerin sosyal yaşamlarına, aile yaşam biçimine yön, kılık-kıyafetlerine şekil vererek, bireylerin özgürlüklerine müdahale eder hale geldiler.
Selman ZEBİL 

3 Mart 2012 Cumartesi

ANADOLU HALK İSLAM'I ANLAYIŞINDA MEDRESELERE KARŞI GELİŞEN TEKKE GELENEĞİ


ANADOLU'DA MEDRESELERE KARŞI GELİŞEN TEKKE GELENEĞİ

En mükemmel yaratık olan insan, aklını kullanan insandır. Maddi ve manevi kudretinde dünyayı inşa eden insan soyu vardır. Mükemmel insan, tertiplettirilmiş, tek tipleştirilmiş, özgünlüğü bozulmuş din dogmatizmine uymakta çok güçlük çeken insandır. Dinin mistik biçimde anlayış ile akıl kullanılarak değişim içinde olanların mücadelesi; medreselerin değişen dünyaya göre kendini ayarlayamaz halde oluşu, medreselere karşı Anadolu’da Tekke ve zaviyeler çok yönlü eğitim kurumları olarak alan çıkarlar. Böylece 13. yüz yılda Anadolu’da yayılmaya başlayan tekkelerde eğitim; medreselerin ötelediği, itelediği ve dışladığı; “İslam içi sapkınlar” diye hor gördüğü heterodoks düşünce topluluklar ve zümreler, bir bakıma medreselerin yarattığı boşlukların doldurulmasını sağlayanlar oldular.

13. yüz yılda başlayan medrese eğitimi, büyük şehirlerde yaygınlaşırken, tekke ve zaviyeler de eğitim, şehirlerin kıyılarında ve Anadolu’nun hep kırsal kesimlerinde; kırsal kesim insanının duygularını ve düşüncelerini yaşama geçirmek için büyük roller oynadı. Felsefe, akli bilimlere açık, aydın görüşlü filozoflar yetiştiriliyor, medreselerin katı, kuru softa dogmalarına ve zihniyetine karşı, tekkelerde gelişen hoşgörü toleransı ile müzik, raks, beden eğitimi ve spor gelişir, dahi bu dallar dini kutsal mahiyet kazanır. Muhitlerin yerlerine göre müritler oluşur, tarikatların bölgelere göre farklı geliştiğini görülür.

Başta şuraya dikkat çekelim ki; medreselere giremeyen sözlü edebiyat, müzik ve semah tekkelerde “kutsiyet” kazanan değerler olur. Dahi yazma ve konuşma dili de (medreselerde Arapça-Farsça öğretiye inat) Türkçe oluşuydu. Toplumsal yönden tekkelerin denetiminde gelişen yardımlaşmalar misafirhaneler, aşhaneler, toplumsal ve dahi birçok yönlü kurumları da bünyelerinde barındırır hal alır.

Tarihçi İbrahim Kafesoğlu’na göre, İslam düşüncesinde iki felsefe vardır: “Biri Yunan felsefesi, öteki sofiliğe dayalı Türk düşüncesidir” der. Türk sofi düşüncesinde, medreselerin katı, verimsiz dogmaları karşısında tekkelerde canlılık vardı. Zihin, ahlak ve beden eğitimi esastır. Zamanın felsefeci aydınını yetiştirilen yeler olarak, dogmatik zihniyete karşı eksiksiz, kusursuz insan yetiştirilen yerler olma özelliği taşırlardı tekkeler.

Anadolu Sofilik geleneğinden gelen “tekke” edebiyatını oluşturdular ve Türk tekke geleneği her zaman yurt sevgisinde ve yurt savunmasında, doğru, güzel ahlak ve ruh güzelliğini de kendilerine amaç edinmişlerdir. Bundandır; öteki ülkelerin sofiliğinden ayrılan çok özellikleri var Anadolu Türk sofiliğinin.

Anadolu sofiliği, Anadolu’ya Orta Asya’dan getirilen “babalık-dedelik-abdallık”  geleneğinden, Ahiler, Abudalenler, Alperenler ve Gazilere uzanan unvanlar, zamanla dini duyguların siyasi istismarların tahrik ve tertiplemiş sonucu olarak değişir. Göçebe Türkmenlerle, şehirleşmişlere Arap-Acem dil ve kültürü sokularak 16. Yüz yılda sonra doğal karakterleri hızlıca değişmeye doğru yönlendirildi

Zamanla medreselerde yetişenler ahlak bozukluğu içinde şehirlerde başıbozuk, her türlü kötülüklerin (başta Bursa dolaylarında) öncüleri olurlar. Tekkelerinde de görülen eski özgün özelliğini koruyamadı, zamanla bozuldular; tembellerin, miskinlerin ve bir sürü, elini işten güçten çekmiş esrarkeşlerin pinekleyip bitlendikleri yeler haline dönüşür.

Bektaşilik; bir sürü etkenlerin altında doğan ve gelişen akımların, İslam dünyasında güç kazanarak medreselerin şeriatçı akımlarına karşı olarak tekke geleneğine bağlı bir akımdır. Kuru, katı dogmaları zihin karıştıranlar olarak, felsefe başta, akli ilimlerin rağbet görmediği salt, “Kur'an bilimine dayalı İslam-i eğitim” dışında medreselerde eğitim verilmez. 21. yüz yılda bile medrese eğitimi, Afganistan, Pakistan ve öteki pek çok İslam ülkelerinde hala güçlü bir biçimde verilmekte. Dahi bu ülkelerde camiler ve medreseler iç içedir. Medreselerin bitişiğinde ki camiler, Sünni-İslam’ın damgası görevini yaparlar hep. Yaşam tarzları ile “Ehli Sünnet-Sünni” toplulukların dini, itikadı, kılık kıyafet görünümleri bakımından da kişiler üzerinde çok etkili olurlar.

Neyzen Tevfik 24 Mart 1879 Bodrum’da doğar, ölümü 28 Ocak 1953 İstanbul. 20. yüzyıl Bektaşi nükteci şairlerindendir. “İzmir’den İstanbul’a 1900’de gelen Neyzen, Fatih’te Fethiye Medresesine girer. Dört yıl sarıklı, cüppeli camii derslerine devam eder... Orada hem ünlü kişilerle tanışır hem de içkiye alışır... Medrese rezaletleri, mollaların kendilerini gözetmeleri, odalık, cariye ve hülle meseleleri Neyzen’e çok azap ve üzüntü (Acaba medrese yaşamında gördükleri olumsuz şeyler miydi içkiye Neyzen’i alıştıran?) verdiğinde softaları yerer” der (Hilmi Yücebaş, “Neyzen Tevfik” adlı yapıtı L&M Yayıncılık S.18)

Neyzen, medreselerin çirkin ve karanlık yüzünü gördükten sonra, “1902’de Sütlüce Bektaşi tekkesi Şeyh’i Mümin Baba’dan nasip alarak Bektaşi dervişi olur.” der yine (Hilmi Yücebaş’ın aynı yapıtı sayfa 19)

Bir çürük kürsü ile etmiştir
Dincilik sanatı ibraz-ı deha
Kisve-i züht ü fesat altında
Gözlerinden işer erbabı-ı riya
Utanırdım garazım menfaatinden korkar
Yoksa her şey müsait o sarık o kanlı yular
Sargı sarmış gibi bir kör çıbana, manzarası
O kızıl fes, O Grek damgası yüzler karası
Taşıdı yüz sene bu illeti biçare vatan
O cinayet sürüsü gitti sılaya karadan

        .............................
                              
Hayliden hayli kalınlaştı yobazlık yeniden
Softalık zorlu anırtı ile aldı yürüdü
Kara bir kinle taassup pusudan çıktı yeniden
Yurdu şahane cehalet yine bastı bürüdü

Tekke geleneğinde “sevgi-muhabbet” öne çıkar. Medrese öğretisinde ise “haşyet-i” (korku-ürkeklik) “Haşyetullah” (Allah korkusu) verilerek insanlara, “din adamı” sıfatıyla “ehli cennetlik, ehli cehennemlik” olarak bu dünyadan ahrete hazırlarlar. İnsanların saf ve temiz hallerinden yaralanıp, duygularına kilit vurarak, dünyalarını çekilmez kılarlar. O soytarıların yakasından kimse tutup ta, kişilerin cennetlik, cehennemlik yetkisini kimden, nasıl aldığını sormaz, soramaz da!..

Tekke geleneğinde “muhabbet erbabı” dünyadaki bütün uluslara dinli, dinsiz bir gözle görerek, insani duygularla sevecen yaklaşması ve “yetmiş iki millet bir gören” tasavvufi bilgi akımı insanların cennetine, cehennemine karışmaz. O işi büyük ustaya (Tanrı’ya) bırakır.

Medrese eğitimi ideolojisinde, “dinin esasıdır şeriat” Tekkelerde İslam-i eğitim yanında çok yönlü felsefi eğitim verilerek, insan olgunlaştırılır (Kamil İnsan) şeriat, eğitimi aşılır, “kâmil insan için dış anlamdır, gereksizdir” Namaz, oruç, haç Şeriatı aşamayanlar içindir. Eren insan için namazda amaç Tanrı’ya yaklaşmaksa, Tanrı’ya yaklaşmış insanın namazı, orucu, haç işi bitmiştir. Eren insanın namazı, orucu, haçı sınırsızdır. “Eline, diline, beline her daim sahip olmakla” kendini bütün şerlerden saklamaktır. Teslim olmak, bire teslim olmaktır. Yani bir olan yaratana aklanıp paklanıp yaratana yaratığını ter temiz edip teslim etmektir, bütünleşmektir. Bu da eren insan için ölümle sonsuz gerçekleşme sağlanır.

Tekke geleneğinin öğretileriyle kendini geliştiren insan, Tanrı’yı kayıptan bulur, getirtir yanına oturtur; muhabbet eder onunla. Medrese öğretisinde Tanrı, gökte bir yerde oturur. O’na Tanrılığı gereği mesafeli olur kullar. Medrese eğitimi görenler, bağlı bulundukları şeriat içinde el yordamıyla bocalar dururlar. Tanrı ile bütünleşemez; Tanrı’ya yaklaşmaktan korkar halleri yansır yüzlerine.

Osmanlı da 15. yüzyıl içinde başlayan devşirmeler lehine değişiklik, kurdukları devletlerine bağlı olan Anadolu Türkmen Alevi insanı, kendilerin horlanıp dışlandığı acısını duyumsar ve tepki koymasını bilir. Türkmenler için "sil baştan"a dönüşmüştür. “Selçuklulaşan” Osmanlılar, Arap ve Acem ulemaların sultanlara, kendi dış ve iç siyasetlerini kabul ettirmeleriyle devletteki var olan örgütlü koşulları ivedilikle hiçe sayarak İslam-i yaşam biçimi ve geleneklerin (şeriat) Osmanlı Devletini biçimlendirmeye çalışmaları sonucu gaziler harekâtı tökezlenir.

Gazi harekâtıyla eski İslam dünyasının gelenekleri arasında bir uyumdan söz eden Paul Wittek şöyle der: "Var olan talihli uyum Beyazıt döneminde bozulmuştur. Beyazıt, hem iç hem dış politikasında gazi geleneklerini terk etmiş ve İslam'a doğru tek yönlü bir eğilim göstermeye başlamıştır. Sayıca çok fazla ve çok güçlü olan ulema, yalınızca Sultan'ın yüksek İslam'ın daha ince alışkanlık zevk ve sanatlarına yöneltmekle kalmamış; aynı zamanda devletin örgütlenmesi konusunda görüşlerini de O'na kabul ettirmeyi başarmıştı"  der. (Osmanlı İmparatorluğu'nun Doğuşu” Kaynak Yayınları 1985 s. 59)

Selman Zebil -2012


28 Şubat 2012 Salı

GERÇEKLERİ ÖRTEN EMEVİ ZİHNİYETİ KAZINMADIKÇA


GERÇEKLERİ ÖRTEN EMEVİ ZİHNİYETİ
Evevi orduları ve kılıç
Tortulaşmış Emevi zihniyeti Sünni Müslümanları esir almıştır. Sünni zihniyette kalıplaşmış Emevi zihniyeti tortular kazınıp üzeri örtülmüş gerçekler meydana çıkmadıkça, Sünni tahakküm Sünni olmayan diğer Müslümanlar üzerinde daha çok yıllar sürecektir. Örneğin  başta Anadolu'da Aleviler, İslam’ın dışında her şey olan Emevi zihniyeti ipoteğinden kurtarılmadıkça Aleviler huzur yüzü göremezler.


1400 yıldan bu yana süren Emevi zihniyetinin ürünleri olan, İslam’a uygun düşmeyen, Müslümanlara tebelleş olmuş saltanatın insafsızlığı zulüm, hanedanlık tahakkümü entrika, hile, desise, kin, kibir Müslümanları tesir altına almıştır. Dahi şehvet, para, gözü mala mülke doymaz hırslı Emevilik, İslam’ı doğasından kopartıp şekilciliğe itmiştir. Bu Emevi zihniyetinin hala sürdürülmesinde direnen pek çok siyasinin siyasete dini alet ederek dahi açık ve ya gizliden desteğini gören cemaat ve tarikat liderleri var.

Öyle bir hal hâsıl olmaktadır ki; pek çok din kisvesi altında, dine uyarlayarak eli cezalandıranlar, yönü cezalandıranlar, aklı cezalandıranlar var. Dünya âlemi uzay çağında, İslam adına, İslamcı soytarılar sağ elli sol ele düşman etme çabasıyla uğraşmaktadır. İnsan vücudunun soluna şeytanları sağına melekleri yerleştirmeye çalışmaktalar. Aklın yaratıcılığından korkarak dondurmaya ve sezi yoluyla Tanrıya ulaşmaya ilim demekteler.

İşte Süfyaniler soyunun zalimlikleri. Kerbela melunu Yezit’in dedesi melun Muaviya’nin babası Ebu Süfyan, akrabası Osman’ın İslam Halifesi seçilmesine şöyle haykırır: “Ey Ümeyye oğulları! Saltanatı ele geçirdiniz, bir daha bırakmayın, iş budur, gerisi hep yalan. Ne cennet var ne cehennem, ne vahiy var ne de gökten bir haber. Hepsi şu başkanlık mevkiini ele geçirmek için” diye haykırır.

Ve daha Muaviye’ye çevresindekiler: “Artık Ehlibeyt küfrünü kaldırın, çünkü bu kötü şöhretinizle anılırsınız” derler. Muaviye’de onlara: “Onun adı (Muhammed) her gün anıldıkça ne şöhreti kalır ki?” der.

Camiler, Emeviler zamanında Müslümanların beyin yıkama yerleri olarak kullanıldı. Bu hale isyan eden Enes bin Malik: “Namaz mı kaldı, cami mi? Bu camilerde namaz kılınmaz” der. Olaylar; putperestlikten arındırılmaya çalışmaların yerini dünyaperestlik, şöhret ve itibar kazanmak için İslam’ı yozlaştıran Emevi zihniyeti olur.

Muhammed ve Ali hazret unvanıyla anılırlarken, Muhammed’in öpüp yanaklarından: “cennet çiçeklerim” dediği torunları Hasan ile Hüseyin’i öldürten ve ehlibeytin ocağını söndürüp kurutan Muaviye ve soyu da hazret mertebesinde gören birtakım Sünni dincilik illeti, Emevi dinciliğini kutsallaştırma gayretiyle ellerinden geleni var gücüyle İslam dini içine sokuşturmaktan geri kalmıyorlar.

Emevi dinciliği kendilerini kutsallaştırmak için peygamber makamını kendilerine layık gördüler. “Halife” kavramıyla, peygamberin vekili sıfatını kendilerine kutsallık kazandırmak için gasp ettiler. Nebiyullah'ın yerine geçen kişi anlamına gelen  “Halifelik” makamını Ali kullanmaz, yerine “müminlerin amiri” denmesini ister. Bekir ve Ömer’in de buna benzer sıfatta davrandıkları söylenir. Osman’la saltanat halifeliği Emeviler’e kadar sistemli biçimde ulaşır. Emeviler’le birlikte artarak zalimleşir.

Sıffın savaşında Ümeyye oğullarından Muaviye’nin adamları tarafından katledilen Ali saflarındaki Amer bin Yasir için Muaviya’nin askerlerinden biri Ammer’in öldürüldüğünü duyunca ağlamaya başlar ve. “Mahvolduk, cehennemi boyladık. Ben Peygamber’in Ammar için ‘seni azmış bir eşkıya taifesi öldürecektir’ dediğini dinlemiştim” der.

Bu sözleri duyan Muaviye şeytani zekâsıyla: “Onu biz öldürmedik, onu bu savaşa iten kimse o öldürdü” der. Yani Ali’yi ima ederek Ali’nin en yakın dostu Ammar’ı Ali’nin bu savaşa iterek öldürdüğünü söyler.

Muaviye’nin bu şeytani zekâsıyla ürettiği kurnazca işlenmiş sözlerini duyan Ali:  “Eğer Ammar’ı ben öldürdümse, Hamza’yı da Peygamber öldürmüştür. Çünkü Hamza’yı Uhud savaşına müşriklerle çarpışmaya gönderen Peygamber’dir” der.   

Emevi Yezit alçak köpeği Ubeydullah bin Ziyad, Kerbela katliamında çocuk yaşta sağ kalabilen Ali bin Hüseyin (Ali Asgar) elleri boynundan iple bağlı halde zalim Yezidin uşak köpek komutanı iblis Ziyad’ın karşısına çıkarılır. Ziyad: “Deden Ali’yi Allah katletti değil mi?” der. Ali Asgar. “Dedemi bilmem ama kardeşim Ali Ekber’i Kerbela da sizin adamlarınız öldürdü” der. Bu sözler karşısında Ziyad kükrer kuduz it gibi: “Hayır! Onu da Allah öldürdü” der. (Kaynak: İbn Sa’d, et-Tabaakat 5/212)

Emevilerin İslam dinindeki dönüştürmeleri bitmez. İbadet yerleri camilerin radikal dinciliğin dershanelerine dönüştürülmesi ve dinde zayıflama, ibadet yerlerinin çoklaşmasıyla, ibadet yerlerinin dinci beyin yıkama ocaklarına dönüştürülmesine kadar vardırılmasına neden olunmuştur. İşte bu, Emevi despotizmin Muhammed-i mescitler yerine camileri birer siyasi dönüşüm merkezleri olarak inşa ettiler; oralarda insanların beyinlerini yıkamak için ve camilerde siyasi Emevicilik vaizlerini dinlemek, daha fazla zaman insanları camilerde tutabilmek içinde pek çok uyduruk hadisler ürettiler. Bunlardan biri de: “Camilerde cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan ‘yetmiş kat daha sevap’ yazıldığı yolundaki uyduruk hadistir.

Oysa Kur'an öyle demiyor. Evlerin secde gâh olarak kullanılmasını önermektedir. İşte Kur'an Yunus 87. “Evlerinizi kıble yapın, namazı orada yerine getirin”  demektedir.

Bir başka Emevi dönüştürmesi olan cuma namazı hutbesi. Başta gerçek İslam da hutbe en kısa, sıkıcı olmayan, cemaati bezdirmeyen hutbeler Muhammed tarafından tavsiye edilmiştir. Birde en önemlisi, Muhammed ve dört halife dönemleri hutbe cumadan sonra okunurken Muaviye, hutbeyi Cuma namazından önceye almıştır. Çünkü 73 yıl Ali ve evlatlarına hutbelerde küfür ettirilmiştir. Ve dahi Emevi melunlukların siyasi manevralarını dinlenmeden camileri halk boşaltıyordu. Bunun önüne geçmek için Cuma hutbelerini Cuma namazından önceye almalarında amaç, insanların Emevi siyasi hutbelerini dinlemek mecburiyetinde kalmaların içindi.

Hadisleri Kur'an’ın önüne geçiren Emevi melun zihniyeti hala Sünni İslam Hanefi mezhebinden oldukların hiçbir kuşkuya yer vermeden söyleyenler, "o mezhebin öncüsü" diye adlandırdıkları güzel insan olan İmam Azam Ebu Hanefi dahi bu Emevi zihniyetine karşı geldiği için hayatıyla ödemişti. 

Süfyaniler soyu Muaviye, hile ve desiseyle gasp ettiği hilafet makamına veraset yoluyla melun oğlu Yezit’i getirtir. Ali ve evlatlarını katleden bir melun olarak bunu melunluğunu kendine övünç kaynağı yapar. Dahi Kur'an ve yolunun kaldıramayacağı ağır ve yüz kızartıcı suçlar işler oturduğu Peygamber makamındayken. Bu imansız melun yezit, baldızıyla dahi kendi kızıyla cinsel ilişkiye girecek kadar ahlak yoksunu ve binlerce insanı katledecek kadar acımasız zalim biriydi.

Süfyaniler soyu Muaviye oğlu Yezit oğlu Veşid bin Yezit, Kabe'nin damında şarap içmeye ant etmiş bir imansız, sarhoş ve pisliğiyle abdestsiz namaz kıldıran bir alçaktı. Dahi, Kur'an’a kızgınlığını gidermek için okla parçalar ve Allah ile alay ederek şiirler okurdu: “Ey Kur'an! Mahşer günü Rabbi’nin huzuruna çıktığında ‘Velid beni parça parça etmişti’ dersin olur mu?” der, Kur'an’la alay eder. (Kaynak: Diyarbekri, "Tarihu’l-Hamis" adlı yapıtta)

Emevi dinciliğinin, Arap ırkçılığının üstünlüğü doğrultusunda işleyen cemaat ve tarikat dinciliği Muhammed’in esasları değildir. Muhammed: “Din temsilcilerinin sözlerini Allah kelamı gibi benimsemek, onları rab edinmek olur” demiştir. İşte siyasi dinciliğin Emevi uzantısı Türkiye de işlerlik kazandırılmaktadır.

Radikal dinciye göre bu sözler bile halifelik makamından azledilmesine yetmez. Dindara Emevinin yarattığı zulüm reva görülür. Dincinin sığınağı öylesine çoktur ki, buna da bir sığınak olarak: “Efendim biz onun makamına saygıda kusur etmeyiz; onun işlediği suçla makam ayrıdır” derler ama o kirletilmiş bir makam olduğunu asla kabullenmezler İşte bir örnek. Son cumhurbaşkanı seçimlerinde görülen geçmişin kaygılarının depreşmesi: “Biz dindar cumhurbaşkanı istiyoruz” diyenlerin geldiği nokta; ehliyetli, liyakatli, bütünleştirici bir cumhurbaşkanı istiyoruz un önüne geçen radikal dincilik hastalığının hortlatılması değil de ne? Bugün; Türkiye’de kendilerini Müslümanlık kalite kontrolü yapma hakkına sahip olduklarını sanırlar. Tanrı-kul ilişkilerinde kendilerini aracı sıfatta bir yerlere koyarlar. 

Emevi hilafet sistemi, zalim devlet başkanlarına karşı sabrı nasihatin yeterli olacağını savunur. Zalim devlet başkanlarına karşı mücadeleyi hak görenler tamamen Emevi içtihatlarına karşı çıkanlardır. Bu tür liderlerin öldürülmemesini savunan İmam Azam, bu tür devlet adamların öldürülmelerine taraf olmaz, onlara karşı çıkışı ve makamdan uzaklaştırılması, zalim devlet başkanlarına karşı ayaklanmayı savunur.

Buna en büyük örnek, Ehlibeyt ve dürüst sahabe kanı döken Emevilerin Irak valisi zalim Haccac, Müslümanlara zulüm eden biriydi. İşlerini kolaylaştırmak için Emevi uyduruğu şu sözlerine dayanılarak bu zalim hiçbir şekilde yaptığı kötülüklerden dolayı ceza almaz: “Yöneticiler zalimde olsalar itaat edilmelidir; onlar Allah’ın takdiridir” der...

Kurnazlıkla Peygamber evlatlarına kan kusturan, acı ve ıstırap veren Süfyaniler soyu Emevi Muaviye için: “İslam’ın en büyük dahisi” diye övenler vardır. Ehlibeyt soyundan  olan İmam Cafer Muaviye için: “Şeytaneti çok kuvvetli bir adamdır” der. Dincilik tıyneti ile Muaviye: “Biz ne yaptıysak Allah için, Allah rızası için yapıyoruz” denen Allah adı kullanılarak, Allah’ın emriymiş gibi aldatmaca kılıf kullanılan şeytanet yol. Kur'an’ın içindeki anlattıkları yoldan gidenler ise İmam Cafer’in, İmam Azam’ın da onayladığı rahmani yol.   

Dahi; Süfyaniler soyu Muaviye ve İslam’a musallat olmuş içtihatları...
Süfyaniler soyundan Emevi Devletini kuran Muaviye’nin İslam’a tebelleş olmuş içtihatları sürmektedir...

Tarikat tasallutu İslam dünyası şirke batmış gidiyor. İslam'da Allah’la kul arasında aracı yoktur. Lakin sakat içtihatlar İslam’ı bu hale getirdi. “Hileyi-Şeriye” (Şeriata uydurma) Fatih Sultan Mehmet döneminde dahi var olduğu bilinmekte. Satılıp geri alınma oyunları, hülle, hilesi kadın alma verme olayları neden sorgulanmaz da ille de arada bir onur kırıcı “mum söndü” olayı alçaklarda yaşayan insanların dilinden düşmüyor? 

Adına “ihlâs” dedikleri “mum söndü” iftirasını yapanların atalarındaki marifetleri görmeleri lazım önce. Şeyhini karısıyla zina yaparken görse bile mürit; hayal gördüm, şeytan gözüme perde çekti, şeyhimle arama girdi deyip, şeyhine ölümüne sadık kalarak şeytanı suçlamak ve sorgusuz sualsiz şeyhine sadık kalarak canını, malını teslim eden, şeyhinin eğilip çükünü öpen pek çok Sünni tarikat müritleri neden görmezden gelinmektedir?

Sünni cemaatler ve tarikatlar siyasi teşekküller olarak doğarlar. Tarikat şeyhlerinden feyiz alırlar, asıl olan Kur'an’dan feyiz almazlar. Ondandır İslam dünyasının kahrı, içtihat kapısının M.S.1200 den sonra kapanmasıyla başlar. O dönemde gayri Müslim arabaya binemez diye bir kural vardı. Al sana gayri Müslim icadı; Müslümanların bindiği Arabialarla dolu ortalık. Haydi bakalım arabayı yapanı bindirmeyin bakalım.

Emevilerin kılıç zoruyla ele geçirdikleri topraklar
Muhammed'in dışkısına "Gaita-i Şerife" derler daha da ileri giderek Peygamber'in dışkısına "mübarek"  derler ve "bir tür pisliktir" diyenlere sinirlenirler,  "Peygamberimizin dışkısı fahirdir, parfüm gİbi kokar" derler. Ve dahi, bitlenmeyi, kirlenmeyi, yırtık-pırtık dolaşmayı "fazilet" sayan dinci cemaat ve tarikatçıların din anlayışı ile şeyhinin, dışkısının, sidiğinin pis olmadığını ve kutsal sayan zihniyet, Peygamber’in de bir insan olduğunu görmezden gelip üzerine pek çok uyduruk hadisler üretmişlerdir.

İslam âlemi sidiğin, dışkının parfüm gibi kokup kokmadığıyla uğraşırken, dünya üzerinde bulunan 57 İslam ülkelerinin tamamının gayri safi milli hâsılası bir tek İtalya’nınkine bile denk değil. O gelirleri de yerden çıkan emeksiz petroldür. Emek ve zekâlarıyla ürettikleri hiç bir icattın geliri değildir...

Emevi zihniyetine göre tertiplenmiş halifelik zilletiyle tanışan Türkler
Türk halkının verimlilik dünyası 16. yüz yılda tanıştığı halifelik denen dini siyaset kurumuyla tanışmasıyla zahmete dönüşür. 13. yüz yılda Anadolu çok değerli zatlar yetiştirip adlarını tarihe yazdırmışlardır. Bu değerli zatların başında: Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Ahi Evren, Abdal Musa, Edibali, Hubiyar, Karaca Ahmet vs. var.

Halifelik zilletiyle tanışan Türklerde kökten değişikliğe gidilerek, ülkenin çehresi, yaşam felsefesi, geleneksel kültürü kökten değişikliğe uğratılır. Hayat ve oluş yanında saltanat dinciliği olan Emevi yolunun temeli atılmış olur. Türk halkı arasında ilk yırtılma böylece başlamış olur, yırtılma hala dikilebilmiş değil. Halifeliğin getirdiğiyle götürdüklerini kıyaslarsak, götürdüğü değerler hoşgörülü yaşam biçiminin yerini hoşnutsuzluğa dönüştürmesi.

Eski Marksist, yeni Müslüman Fransız vatandaşı Roger Garaudy, ‘Yaşayan İslam’ adlı kitabında: “Gelenekçi Arap-Emevi-İslam’ı, Kur'an’ın ölümsüz, evrensel ilkelerini insanlığa tanıtmamakla kalmamış, bu ilkeleri giderebilecek yolları tıkamak gibi büyük bir ihanetin de faili olmuştur. İnsanlık arasına aşılmaz duvarlar örmüştür”  der.

Ve dahi şöyle sürdürür Roger Garaudy: “7. yüz yıl Arabistan yaşamını 21. yüz yıl insanına zorla kabul ettirmek, Kur'an’ın yanlış ve ürkütücü bir imajını verir. Bu İslam’a karşı işlenen bir cinayettir” der. Bugünkü İslam’ın yapısı, omurgası Emevi dinciliğiyle dönüştürülmüş sakat bir anlayıştır. Bu anlayış, Allah’ı kulun yaptığı, süslediği, iki yanına diktiği uzun, ucu sivri minarelerle yapılı taş binalara “Allah’ın evi” diyerek Allah ile aldatmaya kalktılar. Açıkça bu bize Kur'an Lukman suresi 33’de: "Aldatan sizi Allah ile aldatmasın” diye bir ders verir. Yine Kur'an’da: "Lanet olsun o namaz kılanlara ki, namazlarında gaflet içindedirler! Riyaya sapandır onlar. Ve onlar, kamu hakkının yerine ulaşmasına engel olurlar” der (Maun süresi 4- 7)

Roger Garaudy: “Sömürgelikten kurtulmalarına rağmen Müslüman milletler niçin tarihin faili, yaratıcısı ve yapıcısı değil de, hala nesnesi olarak kalmaktadırlar? Niçin onlar tarihi liderlik örneği vermiyorlar? Çünkü daha tarihin ilk asırlarından itibaren, bu dinin şekli değiştirildi ve yaşayan gelişmesi durduruldu... Kur'an ölülerin gözüyle okundu. Kur'an’ı ezeli vahyinden hareketle, zamanlarının meselelerini çözümleme dehası göstermiş olan insanların gözüyle değil...” 

Dahi; “Her zaman demokrasi dersi veremeye hazır olan Batılılar, petrol ve parayı görünce, el kesenlere yardım etmekten çekinmezler ve terör yoluyla kendi Pazar monoteizmlerini kabul ettirme hususunda onlara yardım için hazırdırlar. Amerikan yetkilerine ve onların Batılı derebeylerine göre, iyi ve kötü Müslümanlar vardır. İyi Müslümanlar, onların siyasetlerine hizmet edenler ve İMF’nin emirlerini kabul edenlerdir. Kötü Müslümanlar, bu emirlere karşı gelenlerdir” der.
Selman Zebil 2012




26 Şubat 2012 Pazar

MUAVİYE HİLESİ ve KURNAZLIĞI

ALİ-MUAVİYE ÇEKİŞMESİ
Geçliğinde gözü pek bir savaşçı olan Ali, kendinden önceki üç halifenin halifelikleri seçimini tanımış ve onaylamış olarak söylenir Sünni kesimlerce. Lakin Ali, üç halife döneminde hiçbir zaman ön planda olmamıştır; son halife Osman’ın tutumundan da hiçbir zaman memnun olmamıştır ve yaptıklarını kınamıştır. Ali, diğer üç halifeden memnun olmayanları tarafına toplamış; Osman’ın öldürülmesini (M.S. 656) istemese de öldürenleri de kınamamıştır ve dahi Osman’ı öldürenlerin birkaçı da Ali’nin etrafında toplanmışlardır. Osman’ı öldüren topluluktan birkaç tanesinin de Ali etrafında toplanmasından dolayı Ali’yi suç ortağıymış gibi suçlamaya başlamışlarıdır.

İslam âleminde ilk bölünmeler bir fitneyle başlar. İslam’da ayrışmayı, müminlerin kalplerini hala sızlatan acılı, kederli günlerin başlangıcı olmuştur. Ali’den nefret eden Muhammed’in eşi, Muhammed’den sonra (M.S.632- 634) iki yıl halifelik yapmış Bekir’in kızı Ayşe, Ali’ye cephe almış, Mekkeli Kureyşlilerden Talha ve Zübeyir’i de yanına alarak bir ordu toparlar ve Ali’ye saldırırlar. Bu savaşta, Muhammed’in cennetlikle müjdelediği Talha ve Zübeyir Ali’nin salladığı kılıç altında can verirler; Ayşe, Ali’ye karşı başlattığı savaşı kaybede. Ali, Muhammed’in hatırasına saygısından Ayşe’yi öldürmez ve onu güvenli bir biçimde Medine’ye gönderir.

Öldürülen Halife Osman’ın yakın akrabası, Şam Valisi Ümeyye oğullarından Süfyaniler soyu Muaviye, öç alma duygusuyla Ali’ye karşı “Deve Savaşı” adı verilen savaşın ardından Sıffın savaşını başlatır. Ali bu savaşın galibi, Muaviye kaybedeni olur. Ali-Muaviye arasında yapılan bu “Sıffin Savaşı” Ali’nin kazanmasıyla sonuçlansa da zekiliğini kurnazlıkta kullanan Muaviye de entrika bitmez. Muaviye taraftarları olan Suriyeliler mızrakların başına Kur'an sayfaları takarak: “işte aramızdaki anlaşmazlığın çözülmesi için hakem budur” derler. Ali’yi bu desiseli hakem olayında haksız ilan ederler, Osman’ı aklarlar.

İşte o günden bu güne İslam dünyasına yön ve biçim veren üç ayrı topluluğun ortaya çıkmasına neden olunmuş olunur. Bunlar: “Hariciler” (Dışta Kalanlar) Ali ve Peygamber yandaşları Şiiler-Şia Yandaşları ve Muaviye’nin yanında yer alanlara “Sünniler” denir.

Arapça Tanrının yolu “Sunna” sözcüğünden türeyen “Sünni” Peygamberin tutumu ve sözlerine benzemek ve uymak diyerek ilk defa Muaviye tarafından: “Biz peygambere ve sünnetine uyanlarız, biz “Sünni’yiz” demiştir. Ama bir gerçeğin altını çizmede yarar vardır. Muaviye’nin dışladığı, kötülediği Ali, Peygamberin yolunda titizlikle giden damadı ve kan bağı olan amcaoğludur ve ilk kendine inananlardandır. Dahi Ali ve evlatları Ehlibeyt, Peygamberin en sevdiği hane halkıdır. Bunlar Peygambere uymayanlardır diye Muaviye tarafından siyasi iftira atılmış olmuyor mu?

Ali M.S. 661’de Küfe cami önünde, Nehrevan’da can veren akrabalarının öcünü almak isteyen bir Harici tarafından öldürüldü. Ali’nin ölümüyle Emevi ailesinden Muhammed’e en derin düşmanlıklar eden ebu Süfyan oğlu Muaviye’nin önündeki en güçlü bir engel daha kalkmış olmakla zaferi perçinleşmiş oldu bir bakıma.

Ali’nin öldürülmesiyle (M.S.661) Muaviye hilafet makamına oturmuştur. Şam’da saltanatını ilan edip, egemenliği eline geçiren Muaviye, Bizans kültürüyle iç içe yaşamış Suriyeli Arapların etkisiyle de Muaviyenin etrafında bulunan Bizans kültürü etkisindeki Araplar, Muaviye’ye Bizansvari yön vermişlerdir. Böylece Arap-İslam imparatorluğunun temeli atılmış olur. Lakin Şiiler, önceki Bekir, Ömer, Osman üç halifeyi tanımadılar, saymadılar. Muaviye’yi de asla halife olarak görmediler ve tanımadılar; İslam adına muaviye’den kaynaklanan bütün karaları kabul etmeyip hep ret ettiler.

Yeni bir teoloji düşüncesi olarak çok yönlü gelişen Arap-İslam kültürü ilk önce Arap’tır Arap olmayanlar bu kültürün gelişmesinde çok önemli roller almışlardır. Arap olmayan İranlılar İslam kültürünün gelişmesinde en etkili unsurlardandırlar. Her ne kadar Arap-İslam kültürünün Arap olarak gelişmesine karşı çalışsalar da, yazdıkları eserleri Arapça yazmaları başka bir anlam taşımaktadır.

Ali-Muaviye ve Kur'an
Aklını hile ve kurnazlıkta kullanmakta usta biri olan Muaviye’nin dostu Amr bin As, bakar ki savaşta Ali yanlıları askerler üzerlerine can alıcı biçimde gelmektedirler. Savaş iyicene Ali’den yana dönmüştür, yaptıkları savaşı kaybedecekleri anlar ve korkuya kapılır. Amr bin As, dostu Muaviye’ye şöyle seslenir:

“Ey Muaviye! Sana yapılması gereken bir şey söyleyeyim ki, bu söyleyeceğim şey, aramızı birleştirsin, onla da ikiye bölünsün, aralarına tefrike soksun.” Der.

Muaviye kabul eder, 
Amr bin As şöyle sürdürür: “Kur'an sayfalarını havaya kaldıralım ve onları Kur'an hükümlerine davet ederek aramızda bu hükümlerin hakem olmasını talep edelim. Onların bir kısmı bu hileye kanmaz ve bu hükmü kabul etmezse de bir kısmı bu teklife ilgi duyacak ve Kur'an hükümlerine boyun eğmeyi kabul edecektir. Böylece aralarına tefrika girecektir. Onlar Kur'an’ın hükümlerine müracaat etmeyi kabul ederlerse, biz bir müddet daha savaşmaktan nefes almış oluruz.” Der. Bk. İbni Esir, “Fi’t tarih” 3/192

Muaviye’nin askeri kolu olan Amir bin As’ın hile, kurnazlıkta ve düzenbazlıkta hiçte Muaviye’den geri değil olduğunu görürüz. Savaşı kaybedeceklerini anlayan Amir bin As “biraz nefes almak” uğruna Kur'an’ı tefrika aracı olarak kullanmakta çekinmemekteler.

“Kur'an sahifelerini mızrakların ucuna takarak şöyle seslenmişlerdi; aramızda bu hükmü verecek, işte bu Allah’ın kitabıdır. Bu sesi duyan Ali tarafından bazıları ‘Allah’ın kitabına icabet etmemiz gerekir’ diye konuşmaya başlarlar. Yapılan teklifin bir oyun olduğunu anlayan Ali ise:

Ey Allah’ın kulları, hakkınızı aramaya devam ediniz, samimiyetinizi ve bağlılığınızı sürdürünüz, düşmanınıza karşı savaşmayı sürdürünüz. Bu teklifi yapanları çok iyi tanırım. Bunların dinle, Kur'an’la ilgileri yoktur. Onları çocukluğumdan beri tanırım, Allah’a yemin olsun ki, Kur'an sahifelerini sırf sizi aldatmak ve tuzak kurmak için havaya kaldırdılar.” Diye hitap eder.

Ali’nin yanında yer alan bazıları şöyle dediler: “Allah’ın kitabına davet edilip te ona icabet etmemek bize yakışmaz. Senin bu sözlerini kabul edemeyiz. Allah’ın kitabının hükmünü kabul et, aksi takdirde sana karşı savaşırız ve bu konuda her şeyimizi feda ederiz.” Diyerek Ali’ye karşı gelirler. İbni Esir, Fi’t Tarih 3/193- 194

Dini bir oyun ve silah aracı haline getirmişler, Ali nerdeyse kâfir ilan edilmiştir. Amir bi As kurnazlığı ile Ali bazı kesimlerce tekfir ederek dışlamışlardır. Dahi Ali’yi sırtından hançerleyen İbni Mülcem adlı alçak katile “itibar” verilir. Dahi Kur'an Bakara suresi 207 ayeti örnek gösterirler: “İnsanlardan öylesi de vardır ki, benliğini Allah’ın hoşnutluğunu elde etmeye satar. Allah kullarına karşı Rauf’tur, çok şefkatlidir.”

İşte böyle. Din maskeli şer cephesi Kur'an sayfalarını mızrakların ucuna takarak akıllarını kurnazlık ve düzenbazlıkta kullanma hünerliliğini göstermişler, istedikleri amaca hile ve kurnazlıkla ulaşmışlardır.

Hasan ile Hüseyin
İslam dini, siyasetin batağına Halife Osman ile batar. Kişiler Müslüman kimlikli dinsel yüzleri küfür ve şirk dolu küfür batağı olur. Din ile insanların zihinlerine tecavüz ettiler. İslam da kurumsal olarak bozulma Muaviye ile başlar. Esas hesaplaşma Muaviye iledir. Oğlu Yezit Muaviye kadar önem taşımaz.

Hasan, düzenci, düzen kurucuydu, Hüseyin ise, düzen bozucularıyla savaşandı. İkisi arasında aslında fark yok; ikisi de dedeleri Muhammed’in yapmak istediklerini yapıyorlardı. Muhammed, Yahudi-Hıristiyan topluluklarla vatandaş bağları ile bağlıyor, ona göre, onlarla anlaşmalar yaparak düzen sağlıyordu. Düzen bozan anlaşmayla kişilere karşı gerektiğinde savaş ilan ediyordu. Kerbela, Müslümanlar'a karşı bir tür ikazdı.

Selman Zebil

İSLAM İÇİNDE GELİŞEN İKİ AKIM MÜTEZİLE ve EŞ-ARİYE


1. MÜTEZİLE
İslam’da usculuk (Akılcılık) akımı. 8. yüz yılda doğmuştur. Vasil bin Ata adlı biri tarafından kurulmuştur. İlk zamanlar “Vasiliye” dense de, sonraları “ayrıldı” anlamına “İ-tezde” sözcüğünden “Mütezile” türemiştir.

Vasıl bin Ata (699-748)
Felsefi bir nitelik kazanan “Mütezile” İslam disiplini dışına çıkmadan bilimciliği, akılcılığı savunan bir akım, Sünnilerce “sapkınlık” olarak algılanmıştır. Allah’ın kendisinden ayrı nitelikleri yoktur; tevhit (birlik) vardır.

İ-Tizal (ayrılık) Mütezileye göre, inananla inanmayan arasında bir rütbe vardır. “Kabahatli” (fasik) büyük günah işleyen ne kâfirdir ne de mümindir. Ancak  “fasıktırlar” Ölmeden önce “tövbe” ederlerse mümin olurlar, etmezlerse kâfir.

10. yüzyılda İslam dünyası en üst seviyeye çıkmış, en derin bilgiler, en güçlü bilim adamları bu akımın içinden çıkmıştır. Avrupa gerilerde kalmış, kavgaların, kırımların dahi din adına engizisyon mahkemelerin insan üzerinde yarattığı travmalar bırakırken, İslam âlemi El Buruni, El Razi, İbni Sina, El Rüşt, Farabi gibi dünyaca ünlü düşünürler bu dönemde yetiştirmiştir.

Derinlere bir inersek kendimizi 10. yüz yıl Horasan’ın da bululuruz...
Ne var orada? Orada, (Horasan) geçmişte, Türkistan bölgelerinde iki akım hep öne çıkar. Birincisi “akliyecilik” (Rasyonalist, akla dayanma yolu) öbürü “sezicilik” (İçe doğuşçu, imana dayanan yol) Bu iki kavram insanlar arasında şiddetli mücadeleye dönüşmüştür.

Mütezeleciler akılı öne alırlar, buna karşı her zaman iktidarları elinde tutanlara karşı karşıyadırlar. Mutezile Mezhebine karşı koyanların başında İmam Kuseyri, İmamül Haremeyn, Ebul Mali, El Cüveyni gibileri olur. Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey de bu Mütezileciler akımına karşı çıkan ilim adamlarını yanında yer alır.

İmam Gazali, akılcılara karşı acımasız savaş verenlerin başını çeker: “Tehafütül Felasife” adlı kitap yazar. İmam Gazali’nin bu “Tehafütül Felasife” (Felsefencilerin Yıkımı) eserine karşı atağa geçen İbn Rüşt 1193’de İmam Gazali’nin bu eserine karşı ise “Tehafüt-üt Tehafüt” (Yıkımın yıkımı) eserini yazarak, Gazali’nin görüşlerini şiddetle ret eder.

Mevlana Celalettin Rum-i’nin Babası Bahaüddin Veled sezgici fikirli biri olarak bilinir. Akılcılara karşı mücadelesi, akılcı bir kişiliğe sahip olan Fahüreddin Razi ile araları bile açılır. Sonra Bahaüddin Veled Anadolu’ya kaçar. Mevlana da babasının yanında sezgici bir yol izler yerleştiği Konya’da...

Ahi Evren’de, Mevlana’nın babası olan Bahaüddin’in karşı olup zıtlaştığı Fahireddin Razi’nin talebesidir. Bu nedenle, Bahaüddin Veled’in Fahireddin Razi ile düşmanca olan mücadelesi, Anadolu’da Fahireddin Razi’nin öğrencilisi olan Ahi Evren ile oğlu Mevlana’ya kadar uzanarak kin ve intikam duyguları kabarık bir biçimde sürmüştür ve Ahi Evren Kırşehir'de Mehlana kendi öz oğluile Ahi Evren'i Mollardan Nurettin Çaça'ya öldürtmiştür...

2. EŞ-ARİYE:
Müslümanların akıl ve hafızalarının dondurulmasıdır. Mütezile aydınlanmacı akımın önünü kesmek için oluşmuş, inan temeli üzerine kurulu “Ehli Sünnet mezhepleri” içine alırken, Mütezile akılcılık felsefesine karşı imana dayalı gelişmedir. Bu işte en önemli kişilerin başında da İmam Gazali vardır: “Ne zaman aklın ileri gitti hemen durdur onu, imanı öne çıkar. Akıl seni şeytani şeylere götürür, imansa seni vadeliden cennete götürür” der. İnsanlara aklı dondurun telkinleri yapar.

Eş-ariye akımın 10. yüz yılda, başlarında Ebül Hasan Eş-Ariyye tarafından kurulmuştur. Bir bakıma bu akım İslam dünyasını çıkmazın içine sürükleyen bir mezhep olarak kurulmuştur.

İbn Faruk, İmam Bakıllani ve Türk Sünni kesimin en tutucu kanadını oluşturanlarca bilinen ve elden yapıtları düşürülmeyen İmam Gazali gibi İslam düşünürlerince geliştirilmiştir.

Kör bir kadercilik olan; her şeyin Allah tarafından belirlenen gerçekler, insan ussu (aklı) ile kavrayamayacağı “iman” ancak Allah’a ve Peygamberine kayıtsız inanmaktır. İnsan başka bir şey yapacak güçte değildir.

Felsefi gelişmelere tamamen karşı çıkan bir yol ile düşünce yolunun insandan alınıp iman” yoluna insana verilmesinden yana bir Ehli Sünnet yoludur...


TÜRK DESTANLARINDA AĞAÇ ve AĞAÇ KÜLTÜ 3. BÖLÜM

Osmanlının Kurucusu Osman Bey’in Ağaç Görmesi Hakkında Rüyası Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemine ait tarihi kayıtlar ve menkıbelerde de ağ...