3 Mart 2012 Cumartesi

İSLAM'DA TEKKE GELENEĞİ


ANADOLU'DA GELİŞEN TEKKE GELENEĞİ

En mükemmel yaratık olan insan, aklını kullanan insandır. Maddi ve manevi kudretinde dünyayı inşa eden insan soyu vardır. Mükemmel insan, tertiplettirilmiş, tek tipleştirilmiş, özgünlüğü bozulmuş din dogmatizmine uymakta çok güçlük çeken insandır. Dinin mistik biçimde anlayış ile akıl kullanılarak değişim içinde olanların mücadelesi; medreselerin değişen dünyaya göre kendini ayarlayamaz halde oluşu, medreselere karşı Anadolu’da Tekke ve zaviyeler çok yönlü eğitim kurumları olarak alan çıkarlar. Böylece 13. yüz yılda Anadolu’da yayılmaya başlayan tekkelerde eğitim; medreselerin ötelediği, itelediği ve dışladığı; “İslam içi sapkınlar” diye hor gördüğü heterodoks düşünce topluluklar ve zümreler, bir bakıma medreselerin yarattığı boşlukların doldurulmasını sağlayanlar oldular.

13. yüz yılda başlayan medrese eğitimi, büyük şehirlerde yaygınlaşırken, tekke ve zaviyeler de eğitim, şehirlerin kıyılarında ve Anadolu’nun hep kırsal kesimlerinde; kırsal kesim insanının duygularını ve düşüncelerini yaşama geçirmek için büyük roller oynadı. Felsefe, akli bilimlere açık, aydın görüşlü filozoflar yetiştiriliyor, medreselerin katı, kuru softa dogmalarına ve zihniyetine karşı, tekkelerde gelişen hoşgörü toleransı ile müzik, raks, beden eğitimi ve spor gelişir, dahi bu dallar dini kutsal mahiyet kazanır. Muhitlerin yerlerine göre müritler oluşur, tarikatların bölgelere göre farklı geliştiğini görülür.

Başta şuraya dikkat çekelim ki; medreselere giremeyen sözlü edebiyat, müzik ve semah tekkelerde “kutsiyet” kazanan değerler olur. Dahi yazma ve konuşma dili de (medreselerde Arapça-Farsça öğretiye inat) Türkçe oluşuydu. Toplumsal yönden tekkelerin denetiminde gelişen yardımlaşmalar misafirhaneler, aşhaneler, toplumsal ve dahi birçok yönlü kurumları da bünyelerinde barındırır hal alır.

Tarihçi İbrahim Kafesoğlu’na göre, İslam düşüncesinde iki felsefe vardır: “Biri Yunan felsefesi, öteki sofiliğe dayalı Türk düşüncesidir” der. Türk sofi düşüncesinde, medreselerin katı, verimsiz dogmaları karşısında tekkelerde canlılık vardı. Zihin, ahlak ve beden eğitimi esastır. Zamanın felsefeci aydınını yetiştirilen yeler olarak, dogmatik zihniyete karşı eksiksiz, kusursuz insan yetiştirilen yerler olma özelliği taşırlardı tekkeler.

Anadolu Sofilik geleneğinden gelen “tekke” edebiyatını oluşturdular ve Türk tekke geleneği her zaman yurt sevgisinde ve yurt savunmasında, doğru, güzel ahlak ve ruh güzelliğini de kendilerine amaç edinmişlerdir. Bundandır; öteki ülkelerin sofiliğinden ayrılan çok özellikleri var Anadolu Türk sofiliğinin.

Anadolu sofiliği, Anadolu’ya Orta Asya’dan getirilen “babalık-dedelik-abdallık”  geleneğinden, Ahiler, Abudalenler, Alperenler ve Gazilere uzanan unvanlar, zamanla dini duyguların siyasi istismarların tahrik ve tertiplemiş sonucu olarak değişir. Göçebe Türkmenlerle, şehirleşmişlere Arap-Acem dil ve kültürü sokularak 16. Yüz yılda sonra doğal karakterleri hızlıca değişmeye doğru yönlendirildi

Zamanla medreselerde yetişenler ahlak bozukluğu içinde şehirlerde başıbozuk, her türlü kötülüklerin (başta Bursa dolaylarında) öncüleri olurlar. Tekkelerinde de görülen eski özgün özelliğini koruyamadı, zamanla bozuldular; tembellerin, miskinlerin ve bir sürü, elini işten güçten çekmiş esrarkeşlerin pinekleyip bitlendikleri yeler haline dönüşür.

Bektaşilik; bir sürü etkenlerin altında doğan ve gelişen akımların, İslam dünyasında güç kazanarak medreselerin şeriatçı akımlarına karşı olarak tekke geleneğine bağlı bir akımdır. Kuru, katı dogmaları zihin karıştıranlar olarak, felsefe başta, akli ilimlerin rağbet görmediği salt, “Kur'an bilimine dayalı İslam-i eğitim” dışında medreselerde eğitim verilmez. 21. yüz yılda bile medrese eğitimi, Afganistan, Pakistan ve öteki pek çok İslam ülkelerinde hala güçlü bir biçimde verilmekte. Dahi bu ülkelerde camiler ve medreseler iç içedir. Medreselerin bitişiğinde ki camiler, Sünni-İslam’ın damgası görevini yaparlar hep. Yaşam tarzları ile “Ehli Sünnet-Sünni” toplulukların dini, itikadı, kılık kıyafet görünümleri bakımından da kişiler üzerinde çok tesirli olurlar.

Neyzen Tevfik 24 Mart 1879 Bodrum’da doğar, ölümü 28 Ocak 1953 İstanbul. 20. yüzyıl Bektaşi nükteci şairlerindendir. “İzmir’den İstanbul’a 1900’de gelen Neyzen, Fatih’te Fethiye Medresesine girer. Dört yıl sarıklı, cüppeli camii derslerine devam eder... Orada hem ünlü kişilerle tanışır hem de içkiye alışır... Medrese rezaletleri, mollaların kendilerini gözetmeleri, odalık, cariye ve hülle meseleleri Neyzen’e çok azap ve üzüntü (Acaba içkiye medrese yaşamında gördükleri olumsuz şeyler miydi içkiye Neyzen’i alıştıran?) verdiğinde softaları yerer”  der Hilmi Yücebaş, “Neyzen Tevfik” adlı yapıtı L&M Yayıncılık S.18

Neyzen, medreselerin çirkin ve karanlık yüzünü gördükten sonra, “1902’de Sütlüce Bektaşi tekkesi Şeyh’i Mümin Baba’dan nasip alarak Bektaşi dervişi olur.” der yine Hilmi Yücebaş’ın aynı yapıtı sayfa 19

Bir çürük kürsü ile etmiştir
Dincilik sanatı ibraz-ı deha
Kisve-i züht ü fesat altında
Gözlerinden işer erbabı-ı riya
Utanırdım garazım menfaatinden korkar
Yoksa her şey müsait o sarık o kanlı yular
Sargı sarmış gibi bir kör çıbana, manzarası
O kızıl fes, O Grek damgası yüzler karası
Taşıdı yüz sene bu illeti biçare vatan
O cinayet sürüsü gitti sılaya karadan

        .............................
                              
Hayliden hayli kalınlaştı yobazlık yeniden
Softalık zorlu anırtı ile aldı yürüdü
Kara bir kinle taassup pusudan çıktı yeniden
Yurdu şahane cehalet yine bastı bürüdü

Tekke geleneğinde “sevgi-muhabbet” öne çıkar. Medrese öğretisinde ise “haşyet-i”  (korku-ürkeklik) “Haşyetullah” (Allah korkusu) verilerek insanlara, “din adamı”  sıfatıyla “ehli cennetlik, ehli cehennemlik” olarak bu dünyadan ahrete hazırlarlar. İnsanların saf ve temiz hallerinden yaralanıp, duygularına kilit vurarak, dünyalarını çekilmez kılarlar. O soytarıların yakasından kimse tutup ta, kişilerin cennetlik, cehennemlik yetkisini kimden, nasıl aldığını sormaz, soramaz da.

Tekke geleneğinde “muhabbet erbabı” dünyadaki bütün uluslara dinli, dinsiz bir gözle görerek, insani duygularla sevecen yaklaşması ve “yetmiş iki millet bir gören”   tasavvufi bilgi akımı insanların cennetine, cehennemine karışmaz. O işi büyük ustaya (Tanrı’ya) bırakır.

Medrese eğitimi ideolojisinde, “dinin esasıdır şeriat” Tekkelerde İslam-i eğitim yanında çok yönlü felsefi eğitim verilerek, insan olgunlaştırılır (Kamil İnsan) şeriat, eğitimi aşılır, “kâmil insan için dış anlamdır, gereksizdir” Namaz, oruç, haç Şeriatı aşamayanlar içindir. Eren insan için namazda amaç Tanrı’ya yaklaşmaksa, Tanrı’ya yaklaşmış insanın namazı, orucu, haç işi bitmiştir. Eren insanın namazı, orucu, haçı sınırsızdır. “Eline, diline, beline her daim sahip olmakla” kendini bütün şerlerden saklamaktır. Teslim olmak, bire teslim olmaktır. Yani bir olan yaratana aklanıp paklanıp yaratana yaratığını ter temiz edip teslim etmektir, bütünleşmektir. Bu da eren insan için ölümle sonsuz gerçekleşme sağlanır.

Tekke geleneğinin öğretileriyle kendini geliştiren insan, Tanrı’yı kayıptan bulur, getirtir yanına oturtur; muhabbet eder onunla. Medrese öğretisinde Tanrı, gökte bir yerde oturur. O’na Tanrılığı gereği mesafeli olur kullar. Medrese eğitimi görenler, bağlı bulundukları şeriat içinde el yordamıyla bocalar dururlar. Tanrı ile bütünleşemez; Tanrı’ya yaklaşmaktan korkar halleri yansır yüzlerine.

Osmanlı da 15. yüzyıl içinde başlayan devşirmeler lehine değişiklik, kurdukları devletlerine bağlı olan Anadolu Türkmen Alevi insanı, kendilerin horlanıp dışlandığı acısını duyumsar ve tepki koymasını bilir. Türkmenler için "sil baştan"a dönüşmüştür. “Selçuklulaşan” Osmanlılar, Arap ve Acem ulemaların sultanlara, kendi dış ve iç siyasetlerini kabul ettirmeleriyle devletteki var olan örgütlü koşulları ivedilikle hiçe sayarak İslam-i yaşam biçimi ve geleneklerin (şeriat) Osmanlı Devletini biçimlendirmeye çalışmaları sonucu gaziler harekâtı tökezlenir.

Gazi harekâtıyla eski İslam dünyasının gelenekleri arasında bir uyumdan söz eden Paul Wittek: "Var olan talihli uyum Beyazıt döneminde bozulmuştur. Beyazıt, hem iç hem dış politikasında gazi geleneklerini terk etmiş ve İslam'a doğru tek yönlü bir eğilim göstermeye başlamıştır. Sayıca çok fazla ve çok güçlü olan ulema, yalınızca Sultan'ın yüksek İslam'ın daha ince alışkanlık zevk ve sanatlarına yöneltmekle kalmamış; aynı zamanda devletin örgütlenmesi konusunda görüşlerini de O'na kabul ettirmeyi başarmıştı"  der. “Osmanlı İmparatorluğu'nun Doğuşu” Kaynak Yayınları 1985 s. 59

Selman Zebil 


Hiç yorum yok:

BÜYÜK İSRAİL PLANI ve KÜRESEL GÜÇ OYUNLARI KIYAMETİN HAYALİ BİR REÇETESİ Bu makale Internationalist 360 tarafından yayımlandı. Espen B. Øyul...