ANADOLU'DA MEDRESELERE KARŞI GELİŞEN TEKKE GELENEĞİ
En
mükemmel yaratık olan insan, aklını kullanan insandır. Maddi ve manevi
kudretinde dünyayı inşa eden insan soyu vardır. Mükemmel insan, tertiplettirilmiş,
tek tipleştirilmiş, özgünlüğü bozulmuş din dogmatizmine uymakta çok güçlük
çeken insandır. Dinin mistik biçimde
anlayış ile akıl kullanılarak değişim içinde olanların mücadelesi; medreselerin
değişen dünyaya göre kendini ayarlayamaz halde oluşu, medreselere karşı
Anadolu’da Tekke ve zaviyeler çok yönlü eğitim kurumları olarak alan çıkarlar.
Böylece 13. yüz yılda Anadolu’da yayılmaya başlayan tekkelerde eğitim;
medreselerin ötelediği, itelediği ve dışladığı; “İslam içi sapkınlar” diye hor
gördüğü heterodoks düşünce topluluklar ve zümreler, bir bakıma medreselerin yarattığı
boşlukların doldurulmasını sağlayanlar oldular.
13.
yüz yılda başlayan medrese eğitimi, büyük şehirlerde yaygınlaşırken, tekke ve
zaviyeler de eğitim, şehirlerin kıyılarında ve Anadolu’nun hep kırsal
kesimlerinde; kırsal kesim insanının duygularını ve düşüncelerini yaşama geçirmek
için büyük roller oynadı. Felsefe, akli bilimlere açık, aydın görüşlü filozoflar
yetiştiriliyor, medreselerin katı, kuru softa dogmalarına ve zihniyetine karşı,
tekkelerde gelişen hoşgörü toleransı ile müzik, raks, beden eğitimi ve spor
gelişir, dahi bu dallar dini kutsal mahiyet kazanır. Muhitlerin yerlerine göre müritler oluşur,
tarikatların bölgelere göre farklı geliştiğini görülür.
Başta
şuraya dikkat çekelim ki; medreselere giremeyen sözlü edebiyat, müzik ve semah
tekkelerde “kutsiyet” kazanan değerler olur. Dahi yazma ve konuşma
dili de (medreselerde Arapça-Farsça öğretiye inat) Türkçe oluşuydu. Toplumsal
yönden tekkelerin denetiminde gelişen yardımlaşmalar misafirhaneler, aşhaneler,
toplumsal ve dahi birçok yönlü kurumları da bünyelerinde barındırır hal alır.
Tarihçi
İbrahim Kafesoğlu’na göre, İslam düşüncesinde iki felsefe vardır: “Biri Yunan
felsefesi, öteki sofiliğe dayalı Türk düşüncesidir” der. Türk sofi düşüncesinde, medreselerin
katı, verimsiz dogmaları karşısında tekkelerde canlılık vardı. Zihin, ahlak ve
beden eğitimi esastır. Zamanın felsefeci aydınını yetiştirilen yeler olarak,
dogmatik zihniyete karşı eksiksiz, kusursuz insan yetiştirilen yerler olma
özelliği taşırlardı tekkeler.
Anadolu
Sofilik geleneğinden gelen “tekke” edebiyatını oluşturdular ve Türk tekke
geleneği her zaman yurt sevgisinde ve yurt savunmasında, doğru, güzel ahlak ve
ruh güzelliğini de kendilerine amaç edinmişlerdir. Bundandır; öteki ülkelerin
sofiliğinden ayrılan çok özellikleri var Anadolu Türk sofiliğinin.
Anadolu
sofiliği, Anadolu’ya Orta Asya’dan getirilen “babalık-dedelik-abdallık”
geleneğinden, Ahiler, Abudalenler, Alperenler ve Gazilere uzanan
unvanlar, zamanla dini duyguların siyasi istismarların tahrik ve tertiplemiş
sonucu olarak değişir. Göçebe Türkmenlerle, şehirleşmişlere Arap-Acem dil ve
kültürü sokularak 16. Yüz yılda sonra doğal karakterleri hızlıca değişmeye
doğru yönlendirildi
Zamanla
medreselerde yetişenler ahlak bozukluğu içinde şehirlerde başıbozuk, her türlü
kötülüklerin (başta Bursa dolaylarında) öncüleri olurlar. Tekkelerinde de görülen
eski özgün özelliğini koruyamadı, zamanla bozuldular; tembellerin, miskinlerin
ve bir sürü, elini işten güçten çekmiş esrarkeşlerin pinekleyip bitlendikleri
yeler haline dönüşür.
Bektaşilik;
bir sürü etkenlerin altında doğan ve gelişen akımların, İslam dünyasında güç
kazanarak medreselerin şeriatçı akımlarına karşı olarak tekke geleneğine bağlı
bir akımdır. Kuru, katı dogmaları
zihin karıştıranlar olarak, felsefe başta, akli ilimlerin rağbet görmediği
salt, “Kur'an bilimine dayalı İslam-i eğitim” dışında medreselerde eğitim verilmez. 21. yüz yılda bile medrese eğitimi, Afganistan, Pakistan ve öteki pek
çok İslam ülkelerinde hala güçlü bir biçimde verilmekte. Dahi bu ülkelerde
camiler ve medreseler iç içedir. Medreselerin
bitişiğinde ki camiler, Sünni-İslam’ın damgası görevini yaparlar hep. Yaşam
tarzları ile “Ehli Sünnet-Sünni” toplulukların dini, itikadı, kılık kıyafet
görünümleri bakımından da kişiler üzerinde çok etkili olurlar.
Neyzen
Tevfik 24 Mart 1879 Bodrum’da doğar, ölümü 28 Ocak 1953 İstanbul. 20. yüzyıl
Bektaşi nükteci şairlerindendir. “İzmir’den İstanbul’a 1900’de gelen Neyzen, Fatih’te Fethiye Medresesine
girer. Dört yıl sarıklı, cüppeli camii derslerine devam eder... Orada hem ünlü
kişilerle tanışır hem de içkiye alışır... Medrese rezaletleri, mollaların
kendilerini gözetmeleri, odalık, cariye ve hülle meseleleri Neyzen’e çok azap
ve üzüntü (Acaba medrese yaşamında gördükleri olumsuz şeyler miydi
içkiye Neyzen’i alıştıran?) verdiğinde softaları yerer” der (Hilmi
Yücebaş, “Neyzen Tevfik” adlı yapıtı
L&M Yayıncılık S.18)
Neyzen,
medreselerin çirkin ve karanlık yüzünü gördükten sonra, “1902’de Sütlüce Bektaşi tekkesi Şeyh’i Mümin
Baba’dan nasip alarak Bektaşi dervişi olur.” der yine (Hilmi Yücebaş’ın aynı
yapıtı sayfa 19)
Bir
çürük kürsü ile etmiştir
Dincilik
sanatı ibraz-ı deha
Kisve-i
züht ü fesat altında
Gözlerinden
işer erbabı-ı riya
Utanırdım
garazım menfaatinden korkar
Yoksa
her şey müsait o sarık o kanlı yular
Sargı
sarmış gibi bir kör çıbana, manzarası
O
kızıl fes, O Grek damgası yüzler karası
Taşıdı
yüz sene bu illeti biçare vatan
O
cinayet sürüsü gitti sılaya karadan
.............................
Hayliden
hayli kalınlaştı yobazlık yeniden
Softalık
zorlu anırtı ile aldı yürüdü
Kara
bir kinle taassup pusudan çıktı yeniden
Yurdu
şahane cehalet yine bastı bürüdü
Tekke
geleneğinde “sevgi-muhabbet” öne çıkar. Medrese öğretisinde ise “haşyet-i” (korku-ürkeklik) “Haşyetullah” (Allah korkusu)
verilerek insanlara, “din adamı” sıfatıyla “ehli cennetlik, ehli cehennemlik” olarak bu dünyadan ahrete hazırlarlar. İnsanların saf ve temiz
hallerinden yaralanıp, duygularına kilit vurarak, dünyalarını çekilmez
kılarlar. O soytarıların yakasından kimse tutup ta, kişilerin cennetlik,
cehennemlik yetkisini kimden, nasıl aldığını sormaz, soramaz da!..
Tekke
geleneğinde “muhabbet erbabı” dünyadaki bütün uluslara dinli, dinsiz bir
gözle görerek, insani duygularla sevecen yaklaşması ve “yetmiş iki millet bir
gören” tasavvufi bilgi akımı insanların
cennetine, cehennemine karışmaz. O işi büyük ustaya (Tanrı’ya) bırakır.
Medrese
eğitimi ideolojisinde, “dinin esasıdır şeriat” Tekkelerde İslam-i eğitim
yanında çok yönlü felsefi eğitim verilerek, insan olgunlaştırılır (Kamil İnsan)
şeriat, eğitimi aşılır, “kâmil insan için dış anlamdır, gereksizdir” Namaz,
oruç, haç Şeriatı aşamayanlar içindir. Eren insan için namazda amaç Tanrı’ya
yaklaşmaksa, Tanrı’ya yaklaşmış insanın namazı, orucu, haç işi bitmiştir. Eren
insanın namazı, orucu, haçı sınırsızdır. “Eline, diline, beline her daim sahip
olmakla” kendini bütün şerlerden
saklamaktır. Teslim olmak, bire teslim olmaktır. Yani bir olan yaratana aklanıp
paklanıp yaratana yaratığını ter temiz edip teslim etmektir, bütünleşmektir. Bu
da eren insan için ölümle sonsuz gerçekleşme sağlanır.
Tekke
geleneğinin öğretileriyle kendini geliştiren insan, Tanrı’yı kayıptan bulur,
getirtir yanına oturtur; muhabbet eder onunla. Medrese öğretisinde Tanrı, gökte bir yerde oturur. O’na Tanrılığı gereği
mesafeli olur kullar. Medrese eğitimi görenler, bağlı bulundukları şeriat
içinde el yordamıyla bocalar dururlar. Tanrı ile bütünleşemez; Tanrı’ya
yaklaşmaktan korkar halleri yansır yüzlerine.
Osmanlı
da 15. yüzyıl içinde başlayan devşirmeler lehine değişiklik, kurdukları
devletlerine bağlı olan Anadolu Türkmen Alevi insanı, kendilerin horlanıp
dışlandığı acısını duyumsar ve tepki koymasını bilir. Türkmenler için "sil baştan"a dönüşmüştür.
“Selçuklulaşan” Osmanlılar, Arap ve Acem
ulemaların sultanlara, kendi dış ve iç siyasetlerini kabul ettirmeleriyle
devletteki var olan örgütlü koşulları ivedilikle hiçe sayarak İslam-i yaşam
biçimi ve geleneklerin (şeriat) Osmanlı Devletini biçimlendirmeye çalışmaları
sonucu gaziler harekâtı tökezlenir.
Gazi
harekâtıyla eski İslam dünyasının gelenekleri arasında bir uyumdan söz eden Paul
Wittek şöyle der: "Var olan talihli uyum Beyazıt döneminde bozulmuştur. Beyazıt, hem
iç hem dış politikasında gazi geleneklerini terk etmiş ve İslam'a doğru tek
yönlü bir eğilim göstermeye başlamıştır. Sayıca çok fazla ve çok güçlü olan ulema, yalınızca Sultan'ın yüksek
İslam'ın daha ince alışkanlık zevk ve sanatlarına yöneltmekle kalmamış; aynı
zamanda devletin örgütlenmesi konusunda görüşlerini de O'na kabul ettirmeyi
başarmıştı" der. (Osmanlı İmparatorluğu'nun Doğuşu” Kaynak
Yayınları 1985 s. 59)
Selman Zebil -2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder