28 Kasım 2015 Cumartesi

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ EŞBAŞKANI RECEP ERDOĞAN ve ARAP BAHARI


RECEP ERDOĞAN'IN TÜRKİYEYİ DÖNÜŞTÜRME PROJESİ, BAŞKANLIK SİSTEMİ Mİ?
                        
Recep Erdoğan’ın değişmemişliğini gösterdiği sağlam delilleri var. 1993 yılında Metin Sever ve Cem Dizdar’ın Recep Erdoğan İstanbul il Başkanı iken yaptıkları röportajda ne yapmak istedikleri Başak Yayınevince yayımlanmış “2.Cumhuriyet Tartışmaları” adlı kitapta söyledikleri ile bugünkü yaptıkları arasında hiçbir kuşkuya yer vermeden uygulaması, Erdoğan’ın hiçbir zaman değişmediği, “başkanlı sistemi” istemesi açıkça görülmektedir.

O kitaptaki geçen o günkü sözlerin gerçeklerini daha detaylı biçimde görmek isteyenler Saadet Partisi İstanbul İl Başkanı ve MKYK Üyesi Recep Erdoğan’la röportaj bölümü sayfa 422-423’e bakabilirler. Görülecek ki, Recep Erdoğan’ın kondüktörlüğünde giden AKP katarı, istenilen hedefe doğru yol almaktadır. Eski Türkiye unutturulup, yeni Türkiye istemeleri altında yatan, 2. Cumhuriyettir.

1990’lı yıllarda Recep Erdoğan bakın ne söylüyor: “Ben Muhammed Müslüman ümmetindenim. Türkiye dinsiz, laik bir memleket haline gelmiştir. Hayatımı Mustafa Kemal dinsizliği ile savaşa adayacağıma, Türkiye’yi bir din ve şeriat devleti haline getirmek için mücadele edeceğime, Kemal Paşa zamanında çıkarılan dinsiz kanunların tatbikini önleyeceğime, kısa zamanda ümmet esasına dayanan, şeriat devletinin kurulması için çalışacağıma, dinin, Allah'ım ve bütün mukaddesatım üzerine yemin ve kasem ederim” diyerek ant içer.  

Bir final maçı yapıldı. Yenen ülkenin hâkimi oldu, yenilen söz hakkını kaybetti sanki!

Orada Recep Erdoğan şöyle konuşuyor:

a- “İki binli yılların dünyasında ve Türkiye’de artık Kemalizm’e yer yoktur” diyordu.

b- “Demokrasi, rejimi değiştirmek için araçtır... Hangi sisteme geçmek istiyorsanız, bu düzenlerin seçiminde bir araçtır. Yani demokrasi ile düzenler gelir, düzenler gider”  der sayfa 419.

c- “Türkiye Türklerindir gibi tezler yanlıştır” demişti.

d- “Osmanlı eyalet sistemine geçilebilir” demişti.  

e- “Örneğin Kürtler biz ayrı yaşamak istiyoruz diyebilirler... Bağımsızlık isterlerse, tamamen ayrılmak isterlerse, buna hakkı var mı, kudreti olmayabilir”  demişti.

f- “70 yıllık (1993 itibariyle)  tarihinde Türkiye Cumhuriyetinin katı bir üniter anlayışa sahip olmuştur. Şu anda Türkiye Cumhuriyetinde 27 etnik grup yaşamakta. Bu 27 etnik grubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir. ‘Türkiye Türklerindir’ gibi tezler yanlıştır” demişti sayfa 420- 422.

g- “Rejimi kuran militarist ve sivil bürokrasi, demokrasi ve cumhuriyet kavramlarını kendi egemenliklerini ve dayatmalarını halka kabul ettirmek için aracı olarak kullanmıştır”  demişti, sayfa 419’da.

h- “Ne yazık ki Türkiye’nin 70 yıllık tarihi boşa harcamış bir zamandır... Burada sırf Müslümanlara reva görülenleri hatırlatmak yeterlidir: İstiklal Mahkemeleri vasıtası ile kurulan darağaçlarında kimlerin ve hangi suçlamayla idam edildiğini nasıl izah edecekler? Tevhid-i Tedrisat Kanunu nelerin önünü tıkamak, nelerin önünü açmak içindir? Harf İnkılâbı vasıtası ile bir ülkenin tamamının bir anda sıfır okur-yazar seviyesine indirgenmesi kimlere yaramıştır?” demiştir sayfa 421- ve 432  

Art ve taraflı bir zihniyetin ürünü olarak Erdoğan’ın söylediği gibi 70 yıllık cumhuriyet boşa harcanmış bir dönem değildir, aksine Türkiye’yi medeniyet kapısına oturtmuştur. Tevhit-i Tedrisat Kanunu ile de Tayip Erdoğan’ın üniversite okumasının önünü açmıştır ve dediği gibi Türkiye bir günde cahil falan kalmamıştır, aksine okurluluk oranını oldukça artırmıştır. Erdoğan’a birileri söylesin ki, Türkiye’de cumhuriyet kurulduğunda okuryazar oranı  %10 kadar erkeklerde, kadınlarda ise %0 denecek kadar azdı.

i- “Türkiye'nin yarınında artık Kemalizm’e veya başka herhangi bir resmi ideolojiye yer yoktur. Kemalizm yeniden kendini üretmesi söz konusu değildir. İki bin’li yılların dünyasında ve büyük dünya ailesinin bir birimi olan Türkiye’de artık Kemalizm’e ve Kemalizm benzeri rejimlere, sistemlere yer yoktur” demişti sayfa 425.

Şimdi özendiği, arkasına Orta Doğu diktatörlerinden bezmiş, bıkmış, zulüm görmüş yığınların alkışına kendini kaptırıp “biz bize yeteriz” dediği diktatör ülkelerin kitleler bir bir ayaklanıyorlar ama yerden yere çarparak hırpalamak istediği Mustafa kemal ve rejimi onu bile ayrım gözetmeksizin başbakan yaptı. 

Huylu huyundan vazgeçer mi? Tayyip Erdoğan “değiştim” diyerek geldi Başbakanlık koltuğuna oturdu. Değişmiş görünüp değişmediğini her defasında icraatlarıyla kanıtladı; kıvamını tutturdukça bildiğini, inandığını yeri ve zamanı geldikçe yapmaktadır.

Metin Sever ve Cem Dizdar’ın 1993’de yazdıkları “İkinci Cumhuriyet” adlı kitaptaki o konuşmalarında “Biz Türkiyeliler” diyen Recep Erdoğan, hedefe giden yolda bütün engelleri desise, entrika ve hile ile aşıyor. Türkiye Cumhuriyetinin var oluşuna karşı yeni yol ve yöntemler arama, Kemalizm’i reddetme, cumhuriyeti dönüştürme ve ülkeyi kendilerinin zihniyetlerine göre tasarımlamak için kurulmuş tuzaklar “açılım” adı altında gerçekleştirilmektedir.

LANETLİ GELEN “ARAP BAHARI” KIŞ GETİRDİ
“Arap Baharı” adı altında başladı Büyük Ortadoğu Projesi, şiddetli bir deprem gibi geldi, Ortadoğu’yu enkaza çevirdi. Bölgede değişik halkları, değişik mezhepten olanları birbirlerine düşürüp, bir daha bir arya gelemeyecek utanılacak duruma getirdi. 

Büyük Ortadoğu Projesi altından IŞİD çıktı, Irak’ın parçalanması, Suriye’nin yerle bir olması, Mısır’ın gelecek kaygısı çıktı. Sonuç ortada. Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri çözüldü, koptu birbirlerinden, dağıldılar, birbirlerinin etine kemiğine kurşun sıkıyorlar…

Meydanlarda bir zamanlar gururla hiç dilinden düşürmediği "Büyük Ortadoğu Projesi Eşbaşkanıyım" diyen, neden uzun zamandır diline almaz oldu acaba?(...) 

BOP PROJESİ EŞBAŞKANI GÖRVİ (NDE!)
Recep Erdoğan, günümüz Ortadoğu’nun felaketinden baş sorumludur. Bangır bangır defalarca, “Büyük Ortadoğu projesinin eş başkanıyım”  demiştir. Orijinal adı Greater Middie East olan BOP, Amerika Birleşik Devletlerin 43. Başkanı Bush hükümeti tarafından ortaya atılmıştı. Batıda Fas’tan Pakistan’a kadar uzanan alanlarda, Güney’de Aden kıyılarından, kuzeyde Karadeniz kıyıları ve dahi, Türkistan yaylalarına kadar alanları kapsayan Müslümanların yaşadıkları ülkeler olması ve “demokrasi getireceğiz” diye bir eş başkan Recep Erdoğan’ı seçmişlerdi.  

13 Ocak 2009: “İkide bir Türkiye’de bir şeyler söyleniyor. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı BOP Eşbaşkanı’dır, oradan çekilsin’ diyorlar. Bakın bunu anlatmak istiyorum. Değerli arkadaşlar BOP amaçları bellidir ve o amaçların içerisinde Türkiye üstlendiği görevde bellidir.” Diye devam ediyor.

Recep Erdoğan, değişik zamanlarda meydan olsun, toplantılar olsun konuşmaları içinde 34 kez BOP Projesinin Eşbaşkanı olduğunu itiraf etmiştir.

Ve şöyle sürdürüyor: “Türkiye’nin Ortadoğu’da bir görevi var ve bu görevi yapıyoruz. BOP Ortadoğu barışına yönelik olarak kurulmuştur Ve burada Türkiye’ye de bir görev verildiğidir. Biz bu görevi üstlendik”  der.

Bir başka konuşmasında Recep Erdoğan BOP Eşbaşkanlığı için 16 Şubat 2004’te: “Biz Ortadoğu ve Kuzey Afrika Eşbaşkanlarından bir tanesiyiz ve bu görevi yapıyoruz” diyor” Ve dahi: “Türkiye Cumhuriyeti başbakanı BOP projesi Eşbaşkanıdır. Bu proje içerisinde Diyarbakır bir yıldız olabilir, bir merkez olabilir”  der. 

Eleştirilere şöyle diyor:  “Ellerine bir kâğıt almışlar. Dolaşıyorlar. ‘Amerika’nın bir projesidir’ diyorlar. Bunu ispat edelerse biz her şeye varız. Ama ispat etmezlerse alçak, namussuzlardır. Bu kadar açın ve net konuşuyorum, bu kadar ağır konuşuyorum”  diyor. 

BOP Projesinin Eşbaşkanı Recep Erdoğan, günümüz Ortadoğu’nun felaketinden baş sorumludur. Bangır bangır defalarca,  “Büyük Ortadoğu projesinin eş başkanıyım”  demiştir.  Orijinal adı Greater Middie East olan BOP, Amerika Birleşik Devletlerin 43. Başkanı Bush hükümeti tarafından ortaya atılmıştı. Batıda Fas’tan Pakistan’a kadar uzanan alanlarda, Güney’de Aden kıyılarından, kuzeyde Karadeniz kıyıları ve dahi, Türkistan yaylalarına kadar alanları kapsayan Müslümanların yaşadıkları ülkeler olması ve “demokrasi getireceğiz” diye bir eş başkan Recep Erdoğan’ı seçmişlerdi.

Kendinden güçsüze Firavun, kendinden güçlüye köle olan bir toplum var karşınızda.

Ama dedikleri, “Yeni Türkiye” girmeden ilk icraatları
Deniz Feneri, Oğulların Gemicikleri, Ayakkabı Kutuları, Para Sayma Makineleri, Havuz’da Toplanan Milyonlarca dolarlar, Gizli Tanıklar, Ergenekon Rezaleti, Balyoz fiyaskosu, Kumpas kurmalar, Sahte CD’ler, Tapeler, Sahte deliller, Bülent Arınç’a Suikast foyası ve Kozmik Odadan Çalınan devlet sırı bilgiler. Uludere, Reyhanlı, MİT-TIR, Musul’da Rezaletli Kaçırılan Konsolosluk Personeli, İŞİD, El Nusra, El Kaide, Yasin El Kadı, Suriye, Irak, Mısır, Libya, Libya’ya Çanta Dolusu Taşınan 100 milyon Dolarlar, Tunus,

Hesabı sorulmayan 700 bin liralık kol saatleri, Çikolata kutularına doldurulan dolarlar, Bilal oğlanın TÜRGEV Vakfı, Rıza Zerrab, Sıfırla oğlum avroları, alınan villalar, Alo Fatihler, Destan yazan polisler, Öldürülen gençler, İçeri tıkılan gazeteciler, TMSF, Arsalar, Gökdelenler, İhaleler, Torba Yasalar, Çiğnene yargı, tanınmayan Anayasa, işlemeyen hukuk var.

Şimdi özendiği, arkasına Ortadoğu diktatörlerinden bezmiş, bıkmış, zulüm görmüş yığınların alkışına kendini kaptırıp  “biz bize yeteriz”  dediği diktatör ülkelerin kitleler bir bir ayaklanıyorlar ama yerden yere çarparak hırpalamak istediği Mustafa kemal ve rejimi onu bile ayrım gözetmeksizin başbakan yaptı. 

Huylu huyundan vazgeçer mi? Tayyip Erdoğan, “değiştim” diyerek geldi Başbakanlık koltuğuna oturdu. Değişmiş görünüp değişmediğini her defasında icraatlarıyla kanıtladı; kıvamını tutturdukça bildiğini, inandığını yeri ve zamanı geldikçe yapmaktadır.

Metin Sever ve Cem Dizdar’ın 1993’de yazdıkları “İkinci Cumhuriyet” adlı kitaptaki o konuşmalarında “Biz Türkiyeliler” diyen Recep Erdoğan, hedefe giden yolda bütün engelleri desise, entrika ve hile ile aşıyor. Türkiye Cumhuriyetinin var oluşuna karşı yeni yol ve yöntemler arama, Kemalizm’i reddetme, cumhuriyeti dönüştürme ve ülkeyi kendilerinin zihniyetlerine göre tasarımlamak için kurulmuş tuzaklar “açılım” adı altında gerçekleştirilmektedir.

Hedef 2023; Cumhuriyeti Sonlandırmak
Bernard Lewis cumhuriyetin 2023’de sonlanacağına dair şöyle der: “AKP Hükümetin kurumları ele geçirmede çok becerikli olduğunu, iş topluluğunu, akademik topluluğunu, polisi ele geçirdiğini, bir tek Anayasa Mahkemesi ve yargının kaldığını ancak onu da ele geçirmek için çalıştıklarını ve başarılı olurlarsa bu yoldan devam edeceklerini” söyler. Ve dahi: “AKP’nin nihai hedefi İslam-i demokrasi, bu demokrasinin tek yönlü sokak olması anlamına gelir. Bu yolla gelirsiniz ama aynı yola giremezsiniz” der.  

Erbakan 70’li yıllarda Lozan için: “Bir oyundur” demişti. Aradan 20 yıl sonra 1994’de Rum Ortodoks Patriği Başkanı Bartholomeus da: “Lozan’ı tanımayız” demiştir.

Abdullah Gül: “Türkiye Cumhuriyetinin sonu geldi. Kesinlikle laik sistemi değiştirmek istiyoruz” der.

Eski Dışişleri Bakanı, yeni Başbakan Davutoğlu: “Osmanlı Milletler topluluğu”  yaratmasından söz eder.

Abdullah Öcalan, İmralı Adasındaki kuytu hücresinden sesini yükseltir: “Kemalist cumhuriyet batmıştır, çözüm; Osmanlı eyalet sistemidir”  der.

AB: “Kemalizm Türkiye'nin yolunu tıkadı” tezini her defasında dile getirir.     

İnsanlar susturulmuş, en pahalı et yiyorlar, en pahalı benzin kullanıyorlar, zamların adını değiştirmişler, zammın adı “güncelleştirme” koymuşlar, bu milletten ses soluk çıkmamıştır.

“Artık ülkede sembolik değil, fiili gücü olan bir cumhurbaşkanı var. Geriye dönük olarak Anayasayı ve kanunları güncelleme çağrısında bulunuyor ve zorbalıkla diyor ki "İsteseniz de istemeseniz de sistem değişmiştir” diyor. Bu sözlerinden anlıyoruz ki, tek başına, iktidarı kendi başkanlığı altında, ne derse, neye kara verirse onların yapılmasını istiyor.
Selman ZEBİL 28 Kasım 2015

10 Ağustos 2015 Pazartesi

PKK ve ÇÖZÜM SÜRECİ


PKK ve Çözüm Süreci

Devlet uzun süre suskun: “Aman çözüm sürecine zarar gelmesin” derken PKK sığınaklara yığınak yapıyor, yol kesiyor, kimlik soruyor, vergi topluyordu. Ne yaparsanız yapın, iktidar yıllarca bu halkı “kan akmıyor, şehit cenazeleri gelmiyor” diye oyaladı. Her şey bu milletin gözü önünde gelişti ama kimse görmek ve duymak istemedi. Şu günümüzde yeniden silaha sarılıp askerlerimizi öldürmeye başlayan PKK hiçbir zaman silahları omuzlarından indirmedi.

Bu milleti öylesine aldattılar ki, “Kürt sorunun çözüyoruz”  diye  “Barış süreci” diye kurnazca bir şey başlattılar. Hayaldi, bunu onlarda biliyordu ama hesapçı, çıkarcı bir edayla işin içindeydiler. Daha önce “Kürt sorunu var”  derlerken “ne Kürt sorunu, biz bütün sorunları çözdük”  demeye başladılar, Kürtçe yazılmış Kur-an bile salladılar. Siyaseti bu ya!  “Elinde Kur-an, dilinde yalan, kursağında haram, kendinden yana olmayan herkes düşman, önüne gelen herkese haddini bildirmeye çalışan, bağıran, çağıran bir adam”  diyenler her geçen gün çoğalıyor.

Zayıf bir demokrasi ile Kürt sorunu çözülmeyeceği belliydi. Dahi, daha da var olan az buçuk demokrasiyi de budayarak, demokratik standartları düşürerek Kürt sorunu çözmek hadleri değildi… 

PKK Ağrı dağında temsili mezar kazdı. Mezar taşına; “TC” (Türkiye Cumhuriyeti) yazdı ve “TC”’nin gömülme töreninde konuşan HDP Milletvekili Hüsamettin Zenderlioğlu:  “Kürtler uyandı, hiç boşuna çırpınmayın”  derken…

HDP milletvekili Pervin Buldan: “PKK terör örgütü değildir”  derken
HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş: “HD, başkan Apo’nun projesidir, bunu unutmadan çalışmalıyız”  derken…

Yine Selahattin Demirtaş: “Bu halk Abdullah Öcalan’ın posterini Kürdistan’a asmayacak ta nereye asacak? Buna alışsanız iyi olur, çünkü biz daha başkan Apo’nun heykelini dikeceğiz, heykelin”  derken…

Figen Yüksekdağ: “Biz sırtımızı YPG’ye YPJ’ye yaslıyoruz. Söylemekten de çekinmiyoruz”  derken…

HDP Milletvekili Osman Baydemiz: “Devlet aklına mesajımız var, ‘hassiktirin’ diyorum” derken…

HDP Milletvekili Abdullah Zeydan: “Kürt halkının gücünü test etmeye çalışanlara çağrı yapıyoruz, PKK sizi tükürüğüyle boğar”  derken…

DDP Milletvekili Burcu Çelik Özkan, köy korucularına şöyle seslenir: “O keleşi size çevirmesini çok iyi biliyoruz. Bu memleketten def olup gideceksiniz”  derken…

HDP Batman mitinginde: “Barajı aşarsak bizler bulutuz, güneşsiz, yağmursuz, barajı aşamazsak, benim meskenim dağlardır dağlar”  pankartı asarlarken…

HDP Milletvekili Sırrı Sakık: “Ellerinde bayraklarla Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek saldıranlara demiştim k, Mustafa Kemalin askeri değil, generali olsanız ne yazar, it sürüleri”  derken…

HDP Milletvekili Altan Tan: “CHP yerli inek gibi, dünya kadar ot yedirirsin, sütünde artma olmaz”  derken...

HDP milletvekili Adil Zozani, TBMM çatısı altında: “Kemalizm dediğiniz şey, bir parça Hitler, bir parça Mussolini’dir” derken…

Cumhurbaşkanı Recep Erdoğan ne diyordu? 
“Annemin kokusunu duymasam ölürüm!” ama anneler evlatlarının kokusunu almadan Recep Erdoğan’ın kibri yüzünden öldürülüyorlar…

Başbakan Ahmet Davutoğlu: “Evlatlarımızı feda etmeye hazırız.” Dedi ama kendi öz evlatları olanlar değil, yırtık don, delikli ayakkabı, güneş yanığı, kırışık boyunlu fakir fukara evlatları feda edilenler. Sonra çıkıp meydanlara utanmadan mili ve dini duyguları sömüren, “Oğlunuz şehit oldu” diyorlar saf insanlara. Aslında gerçekler başka: “Davutoğlu’nun “feda etmek” istedikleri fakir, fukara evlatları, kendilerinin oğullarının kızlarının istikbali için onların ölümüne biz nedeniz”  diyemiyorlar.

Erdoğan ve AKP için demokrasi bir hayaldi, AKP’nin söylevi, siyasi manevra alanları yaratmak için “Analar ağlamasın”  bir tür palavraydı; geçici olarak halkı aldatmacaydı. Bu aldatmacaya muhalefet bile inandırılmıştı. Ulus devlet kurulurken halk vardı, halklar değil. AKP lideri Erdoğan sürekli halklardan ve 36 etnik topluluklardan söz etti durdu. Böyle, bu sözlerle AKP büyük hata yaptı, işi yüzüne gözüne bulaştırdı ama yaptığı hatalarını sorgulamadı, suçu muhalefete atma yolunu seçti. Yeniden çok tehlikeli hatalar yapmaya başladı. Yedi Haziran azimetinden sonra, “Ben yoksam terör gelir” tehdidine çılgınca sığınmayı seçti.

Yıllardır “Çözüm süreci” diye aldatıldı bu millet. AKP yıllardır PKK ile kuzu sarması, can-ciğer oldular bir zaman. Çünkü Güneydoğu da HDP baraj sıkıntısından doları hak etmedikleri oylar kendilerine getiri sağlıyordu. Barajı aşan HDP, AKP’nin hak etmediği oyları kapınca kızılca kıyameti kopardılar, ne “çözüm süreci”  kaldı nede kuzu dolması, can-ciğer sevda kaldı. Kibrin darbesiyle, ülkeden yeniden kan akmaya başladı, anaların gözyaşları yanaklarını sıyırdı aktı yerlere…

Savaş dedikleri şey salt sınırlarda değildir, laik demokratik cumhuriyetin kökünden yıkmaktır, Yani Türkiye cumhuriyetini yiyip bitirmek, yerine savaşlar, feodal yapının yerleştirilmesi dahi, mezhep kavgalarının, aşiret ve kabile çekişmelerin yaşandığı huzursuz bir ülke durumuna getirmektir. 

Öcalan Hakkında Ne Demişlerdi?
Recep Erdoğan: “PKK ile görüşen arkadaşı ben gönderdim. Sıkıntısı olan bana söylesin”  derken…

Beşir Atalay: “Öcalan’ın mesajları bizim de düşüncelerimiz” dedi…

AKP Adıyaman milletvekili Mehmet Metiner: “Öcalan Türkiye’nin demokrasisine katkı sağlıyor”  dedi…

Cumhurbaşkanı danışmanı Yiğit Bulut: “Öcalan Türkiye’nin önünü açıyor” dedi...

AKP sözcüsü Yalçın Akdoğan Öcalan, olayları okuma kabiliyeti ve tecrübesi vardır…

Bülent Arınç: “Dağa çıkışlar daha nitelikli hal aldı” dedi…

Bülent Arınç: “Sayın Öcalan demeyi ve PKK bayrağı asmayı suç olmaktan çıkardık”  derken…

Sadullah Ergin: “Öcalan, bölgenin real politiğini daha sağlıklı değerlendiriyor” dedi…

Yasin Aktay:  “Öcalan dünyanın geleceğini iyi okuyor.”  Dedi…

Başbakan Davutoğlu danışmanı Etyen Mahcupyan: “Öcalan’ın çok geniş bir prestij alanı var, nadir insanlardan birisi”  der…

Ahmet Davutoğlu: “Kürtçe yasağını biz kaldırdık. Bana serok (başkan) Ahmet diyorlar” dedi…

AKP destekçisi gazeteci Nihal Bengisu Karaca: “Öcalan çıktı geleceği gösteren bir konuşma yaptı. Eğer Öcalan’ın Nevrozda uzattığı eli havada bırakırsa bunun vebali altında kalırız”  dedi…

AKP medya maymunu Emre Aköz: “PKK bir terör örgütü değildir” dedi…

Şarkıcı Ahmet Kaya: “Vallahi Abdullah Öcalan’ı özledim” dedi… 
 
MHP Ne yaptı?
2007’de Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi için 367 milletvekili gerekiyordu.

MHP yetişti AKP’ye 367’i buldular Abdullah Gül AKP’den cumhurbaşkanı oldu…

2008’de Türban yasağının kaldırılması için AKP’nin gücü yetmeyince MHP yetişti, türban yasağı kalktı, türban ilkokullara kadar girdi…

Zorunlu din dersinin ilkokullara kadar girmesi için 4+4+4 eğitim sisteminin meclisten geçirilmesi gerekiyordu. Yine AKP’nin zorlandığı yerde MHP koşarak yetişti, omuzladı MHP, AKP ile birleşerek yasayı geçiriverdiler…

AKP’nin alkol yasağı tasarısına MHP Başkanı Devlet Bahçeli: “Güzel bir tetbir olarak başlangıç kabul etmek lazım”  diyerek yasanın geçmesi için omuz verdi AKP’ye…

7 Haziran seçimleri Recep Erdoğan’ı çaresiz, kara kara düşüncelere dalmışken, tam bu arada Meclis Başkanı seçimi çıktı. MHP AKP adayını destekleyerek bir daha AKP ile gizli ortak olduğunu göstermiş oldu…

Öğrendik ki, Ülkücülük, cahillikten başka bir olgu olduğunu artık bilmeyen kalmadı. Arapça konuşanı Kürtçe konuşuyor diye bıçaklayan hırpaniler, bayrakları karıştırıp Ermenistan bayrağı sanıp Kolombiya bayrağını yakan cahiller, Çinili Fırın adını neye geldiğini algılayamayıp, Çinli anlayıp fırını taşlayan salaklar, Çinli diye Korelilere saldırılar, Uygur Türkünü Çinli diye hırpalarlar.

İşte bunların milliyetçiliği ağızlarına aldıkları sakız gibi çiğneyip duvarlara yazan cahille çok tehlikelidirler.

AKP’liler öte yandan ayakkabı kutularına tıka basa dolarlar doldurdular, kollarına 700 bin liralık saatler taktılar. Dahi onları oğullarının kızlarının para sayma makineleri, para istifleme kasaları vardı. Öte tarafta, “Sivas’ın ötesine geçemeyen muhalefet” diyen fert, Sivas’ın öte tarafında bu milletin saygı duyduğu bayraklarını yakıyorlardı, kent merkezlerinde pusudan kurşun yağıyor, beyinlerinden askerler vuruluyordu. Daha 2 ay önce elinde Kur-an sallıyordu alay edercesine…

Reza Zerrab ne yapıyordu? Boğazın kıyısında her Türk’e nasip olmayan atalardan yadigâr yalıyı kafasına göre değiştiriyor, mimari özelliğini bozup dağıtıyordu… Ama o Atatürk ve İsmet İnönü’ye  “İki ayyaş”  diyordu… Dahi, Türk diye bir ırk yoktur diyen yandaşlar ve danışmanları vardı. O da milliyetçiliği ayakları altına almış eziyordu… Ve dahi, Şehide kelle deyip, Apo’ya sayın diyenlerdendi…


28 Haziran 2015 Pazar

İSLAM TARİHİNİN EN KANLI LEKESİ KERBELA OLAYI

Kerela'da Hüseyin
Kerbela ve Sonra İslam                   Dünyası
İlk Türkmen ayaklanmalı eylemler kökeninde din faktörü öncelikli değildi. Türkmen ayaklanmalarına dinsel kılıf her zaman gördüğümüz gibi merkezi otoritenin bahanesi ve saldırganlığına kılıfı olmuştur. Anadolu’ya Türklerin yak bastıklarından bu yana yerli Hıristiyan halklarla, ufak tefek “şu bu” kişisel nedenler dışında herhangi bir dinsel çatışma içinde olmamıştır. Türkmenlerin dinsel nedenle Hıristiyanları kötü bir davranış içinde olmadılar. Çünkü Türkmenlere Hıristiyanlık kötü bir etki tesir edip üzerlerinde böyle intiba bırakmamıştır. Türkmenler Anadolu’da var olduklarında, taassuptan uzak, bağnaz yobaz olmayan, şeriata bağlı kalmayan, eski görenek ve geleneklerini, derinlemesine olmayan, görünen basit bir Müslümanlık cilası altında, eski Gök Tanrı dini ve Kamcılık desturunda Şaman kılıklı Baba-Dedelerin Türkmen heterodoks bir Müslümanlaşma anlayışı ile karşılaşırız.

Osman Turan (1) şöyle der: “Yunus Emre, Hacı Bektaş, (…) Baba İshak (İlyas) gibi büyük Türkmen şeyhlerinin (Baba-Dedelerinin) Anladığı ve telkin ettiği İslamiyet, Türk Şamanizm’i ve sair menşelerden gelen inanışlar, halka kadar inmiş, geniş tasavvufi fikirlerle imtizacından mürekkep olup, medrese mensuplarının da şeriat kaidelerine karşı lakayt bir mahiyette idi.

Bu sebeple kendilerine mensup olan cemaatlerin, inanış ve yaşayışları İslamiyet’e aykırı olsa dahi buna pek ehemmiyet vermiyorlardı. Anadolu Gibi birçok akidelerin kaynaştığı bir içtimai muhitte yaşayan bu Türkmen şeyhlerinin bir kısmı yalınız doğrudan doğruya kendilerine mensup Şii-Şaman hayat ve akidelerine bağlı Türkmenlerin değil, Sünni Türklerin ve hatta Hıristiyanların bile, bilhassa ölümlerinden sonra, velileri haline gelmişlerdir.”  Der.

Allah ve adını kılıf olarak kullananlar dönemde egemen güçler olmuştur. Halkı Allah ile aldatarak peşlerine taktıkları yoksul halklar, mezhep farklılıkları kışkırtmalara neden edilerek birbirlerini kıymaları için hep egemen güçlerin işi olmuştur. Bu işten halklar kaybeden, egemen güçler ise kazanalar olmuşlardır. Dinsel temel üzerine inşa edilen saltanatlarına meşruluk kazandırmak, “cihat/fetih/şahadet” seslenişleriyle halka coşturucu enerji verilerek, vaat edilen, “ebedi cennet” için insanları kışkırtan ve savaşlara sürükleyen egemen güçler, onların kanları üzerinden saltanatlarını temin altına alarak rahatlıkla sürdürenlerdir.   

M.S.680 yılında Muaviye’nin ölümünden sonra, Muaviye’nin oğlu Yezit, Hüseyin’e hiçbir seçenek bırakmak istemiyordu. Babası Muaviye, Hüseyin’in kardeşi Hasan ile yaptığı anlaşmaya rağmen tahtı oğlu Yezit’e bırakırken, oğlu Yezit’i şöyle uyarıyordu: Ebu Bekir oğlu Abdurrahman’a, Zübeyir oğlu Abdullah’a, Abbas oğlu Abdullah’a, Ömer oğlu Abdullah’a ve özellikle de kendine biat etmemiş olan Ali oğlu Hüseyin’e karşı uyarıyordu. Dahi sağlığında Muaviye, egemen odakları oğlu Yezit’e biat ettiriyordu. Abisi Hasan’dan çok farklı olan Hüseyin boyun eğmiyor, Emevi zulmüne ve Yezit’e karşı başkaldırıyordu. 

Hep hayal kırıklıklarından bıkmış, yorgun düşmüş olan Hüseyin, Mekke’ye göç eder. Süren baskılar yüzünden oradan ayrılmak zorunda kalır. Irak’ta bulunan Küfe kentinden destek verecekleri bilgisi gelir. Yakın çevresini yanına alarak Küfe kentine doğru yola çıkar. Bu arada Yezit, bu yönelimi üzerine Basra Valisi Abdullah b. Ziyad’ı Küfe’ye vali atayıp onun aracılığıyla zulüm siyaseti uygulanır. Hüseyin’e karşı küfe’de kontrol kurar. Hüseyin’in Küfe’ye gönderdiği elçisi Müslim b. Akl’i yakalatıp işkenceyle saf değiştirmeye zorlar. Başaramayınca da kafası kesilerek halka yıldırmak için Küfe sokaklarında dolaştırmışlardır. İş böyle bitince, Hüseyin’in kentle olan bağlantısı da kopmuş olur. 

Küfe yolunda ki Hüseyin, Kerbela denilen yerde, Fırat nehri kıyısında, ama suya ulaşılması olanaksızlaştırılmış kuşatma altında kalmışlardı. Hur bin Yezit komutasındaki iki bin Emevi ordusu, bu kuşatmayla onun hem ilerlemesini hem de geri gidişini engelleyecekti. Susuzlukla biate zorlanan Hüseyin ise, direnme kararlı gücünü sürdürmektedir. Peygamber tarafından cennetlikle müjdelenmişlerden Sad bin Ebul Vakkas’ın oğlu Amr komutasında dört bin kişilik ek bir güçle desteklenerek artırılacaktı. Güçler arasında oldukça çok eşitsizlikler vardı. Hüseyin’in güçleri, bir kısmı çocuk ve kadınlardan oluşan 155 kişiden oluşuyordu. Bunların içinde savaşçı durumda olan 32 süvari, 40 piyade olmak üzere 72 kişiden ibaretti. Karşılarında karınları tok, tam teşekküllü altı bin askerden oluşan bir orduydu.

Bu eşitsizliğe karşı sabah gün ağarırken başlayan savaş, gün batımına kadar sürmüştü. Hüseyin’in yanındaki savaşçıları bir mucize yaratarak, adeta 6 bin kişilik Yezit ordusunu oldukça yıpratmışlardı. Sonuçta, Hüseyin’in ölümüyle savaş sona ermiştir. Aldığı emir üzerine başta Amr, Hüseyin olmak üzere Kerbela şehitlerinin başları gövdelerinden keserek Küfe valisi Ziyad’a gönderdiler. İçlerinde tek sağ kalan Hüseyin’in hasta oğlu Zeynel Abidin ve kadınlar da bu boyunlarına zincir takılarak parçalanmış cesetler arasından geçirilerek Küfe’ye, oradan Şam’a Yezit’e götürülmüşlerdir.

Bu arada Hüseyin’in kardeşi Zeynep, bu korkunç acı tablo karşısında kendini kaybetmiş biçimde:  “Ya Muhammed, sana semanın melekleri salât ve selam götürsün. İşte Hüseyin’in kanlara bulanmış, uzuvları kesilmiş, kızların esir, zürriyettin maktul” diyerek çığlıklar atıyordu. Korkutulmuş, susturulmuş haktan sesiz bir protesto yükselir; “Bu işte payı olanların asla cennet yüzü görmeyeceği”, Kadınların Hüseyin için yaktığı ağıtlar İslam coğrafyasında dolaşıyor, Yezit’in sarayında bile bu yapılan haksızlıkları herkes kınıyordu. Öyle bir yayılır ki, Yezit korkmaya başlar, Kerbela’da sağ kalan Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin ve kadınları Şam sarayında giydirir, karınlarını doyurur, onları Medine’ye gönderir ve yapılan olayların suçlusu olarak da Küfe valisi İbn Ziyad’ın üzerine yuvarlar ve sorumluktan kurtulmaya çalışır.     

M.S.680 yılında İslam tarihine en kanlı kara leke, en derin iz bırakan, İslam’ın itibarına en ağır darbe vuran, sonrasında İslam’ın iyice monarşist yola sokan ve mutlak bir bölünmeye iten, peygamber soyunu kurutan Kerbela olayı sonrası süren İslam’ın günümüze kadar süren gelen çilesinin başlangıcıydı. Yezit karşında hiçbir şansı olmadığının farkında olan Hüseyin, Kerbela’da ölümlüne kararlılık, ona bağlı, onun bu davranışını örnek alan sevenleri, İslam kültür coğrafyasında bir biçimlenme ile her zaman adına ilanı yas ile anılırken, ona bu zulmü hak gören Yezit ve soyu, hep lanetle bir soy olarak anılır olmuştur.

13. yüzyılda Anadolu
13. yüzyılda Anadolu, “Ehli-Sünnet harici” dinsel eğilim günümüzden çok farlıydı. Turgut Akpınar, “Tarih ve Toplum” dergisi sayı 82, s.15’de, Tanınmış Osmanlı tarihi yazarı Jorga yapıtına kaydettiği bir Venedik belgesi (…) Osmanlı Anadolu’sunda ahalinin beşte dördü Alevi olarak göstermektedir. Hava böyle iken, Osmanlının ilk dönemleri de bu yapıyla, bu dini anlayışla, böyle bir gevşek dinsel anlayış yapısında Osmanlının ilk kuruluş yıllarına tanık oluyoruz. Buna bir örnek: “Orhan Gazi’ye ait Vakfiyede Bursa’nın zaptında büyük hikmeti ve askeri coşturarak zaferde büyük katkısı olan heterodoks gazi dervişlerden Geyikli Baba’ya bir bölüm arazi ile iki yük şarap ve iki yük rakı verilmesi kaydı” (*) vardır. İlginç değil mi? Orhan Gazi’nin Geyikli Baba’ya; “İki yük şarap, iki yük rakı” göndermesi!

Aşıkpaşazade tarihinde; Geyikli Baba, kendisinin Baba İlyas müridi olduğunu, Seyit Ebül Vefa tarikatından olduğunu açık bir biçimde ilan eden (**) bir şahsiyettir. Ebül Vefa tarikatının izinden gelen Baba İlyas, Selçukluya karşı 1240 yılında ayaklanmış bir önderdir. Sencer Divitçioğlu’da belirttiğine göre Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Gazi’nin de Babai-Vefai inancına bağlıdır. Beyliğinde yanına Ebul Vefa halifelerinden Ede Bali gibi birini alması da bunu kanıt olarak göstermektedir.

Osmanlı’nın kurucusu Osman diye bilenen, Osman değil “Odman” (Türkçe ateş adam) olduğu, resmi tarihçilerin kullandığı bir addır” dır.

(*) H.Ziya Ülken’den kaynak aktarma Turgut Akpınar “Tarih ve Toplum Dergisi” sayı 82, s. 15
(**) Aşıkpaşazade Tarihi, s. 45

6 Mayıs 2015 Çarşamba

EBU ZER DAVASI, MUAVİYE ve SARAY İTİBARI

Ebu Zer Giffari (ö. 652)

Ebu Zer 
Ebu Zer, İslam tarihi içinde en yoğun tartışma konusu olan sahabelerden kişilikli bir insandır. İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Gaabe’ye göre gerçek adı Cündeb bin Cünade ve bazı kaynaklarda ise Berir ya da Bereyr olarak geçer. Babasının adı Abdullah veya Seken olarak söylenir.

Ebu Zer, servet ve mal konusunda görüşlerini Kur'an ve Peygamberin sözlerine dayandırarak. Ebu Zer için Tirmizi, Menakıb 35; İbn Mace, Mukaddime’lerde şöyle der: “Gökkubbenin altında, yer kürenin üstünde Ebu Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur”

Muhammed, çok dürüst biri oluşundan dolayı ona, "yaratılışının devlet görevlerinde uygun olmadığını bildirmişti." Ebu Zer’de bu söze uyarak yaşamı boyunca hiçbir devlet görevinde çalışmayı kabul etmemiştir. Yaratılışında sömürü düzenine alet olamayacağını anladığı Ebu Zer’e Muhammed’in tavsiyesi niteliğindeydi bu sözleri… 

Ebu Zer’in Muhammed’den öğrendiği, idealindeki sınıfsız toplum, ezensiz, ezilensiz zulümsüz, kinsiz, nefretsiz, kasavetsiz bir dünya idi Müslümanlara layık gördüğü. Müslümanların, yozlaşmış merhametsiz servet azgınlarına alet edilmemesine karşı mücadelesiydi. Mal-Mülk biriktirerek, ötekilerin yoksulluk çekmelerine neden olan faizci kenzcilere, mekân ve mevki düşkünü hadsizlere mücadele başlatan Ebu Zer, halkın malını yandaşlara, paydaşlara paylaştıranlalar, onların servet sahibi yapan yöneticilere isyanıydı.

Değişen bir şey yok. Aç gözlülük, sonradan görmecilik, başa geçince, her yaptıklarını ilahi bir güce sığınma yoluyla Allah ile aldatanlara Ebu Zer’in ruhu, zenginliklerine, servetlerine, oğullarının, kızlarının yolsuzluklarına, bulunduğu makamı kullanarak rüşvet yemelerine ta derinlerden seslenişiydi.  

Ebu Zer, Muhammed’in ölümünden sonra, Halifelik Ali’ye layık olduğunu açıkça söylese de, bazı kesimlerin halifeliği Ebu Bekir’e ardından Ömer’e daha sonra, her zaman kendisine bela olan Osman’a geçmesine de saygıyla biat etmiştir.

İslam Peygamberi en sevdiği dostu Ebu Zer için “ümmetin en zahit, en doğru sözlü, en nakşinas mensubu ve sahabenin en müçtehit fakihlerinden biri” olduğunu söyler. Bu sözlere Ebu Zer düşmanları bile olmaz öyle şey diyemedikleridir. 

Halife Ömer ölünce yerine geçen Osman, İslam’da, Müslümanların yaşamında tüm değişikliğe gider. İslam dünyasını Osman değişikliği doğal durumuna gelir. Daha sonra Akrabası Muaviye’nin kurnazlıkla kurduğu Emevi devletiyle de şu günümüze kadar uzanır.

İlk kez Müslümanların beytül malını akrabaları Emeviler’e yedirten, talan ettiren Osman olur. Muhammed’in Medine’den Şama sürdürdüğü Mevan bin El-Hekim’le, Haris bin Hakem bin Ebu’l As’a büyük miktarda paraların hazineden akışını, Ensar’dan Zeyd bin Sabit aracılığıyla vermiştir. 

Olay Medine de yayılınca, Ebu Zer Kur'an’dan (Tevbe 34-35) şu ayetini sokak sokak okumaya başlar: “Ey iman sahipleri! Şu bir gerçek ki, hahamlardan ve rahiplerden birçoğu halkın mallarını uydurma yollarla tıka basa yerler de insanları Allah’ın yolundan caydırılar. Altın ve gümüşü de depolayıp da onları Allah yolunda harcayamayacakları korkunç bir azap muştula” der.

Gelelim 3. Halife Osman ne yapar?
Ebu Zer Osman’ın seçilmesini görünce, madem halk seçti, o halde biat etmek düşer diyerek Osman’ın Halifeliğine biat eder. Ne var ki Osman, İslam’a ters düşen yanlış icraatlar yapmakta. Verdiği fetvalarla Osman’ı ciddi biçimde zora sokar. İş böyle gidince, Osman Ebu Zer’in konuşmalarını yasaklar. Çünkü Ebu Zer, Osman’ın akraba kayıcılığını, beytül malın yandaşlara peşkeş çekilişini Kur-andan ayetler vererek halka anlatıyordu. 

Osman Kamu hazinesinden akrabalarına aktarılan paralar için, “sıla-i rahim” (akrabaya yardım ve ilgi) ile açıklık getiriyordu dahi, “sıla-i rahim” dinin emri olduğunu iddia ediyordu. Osman’ın öyle çok akrabaları ve yandaşları var ki, Osman’ın her birine dağıttığı olanaklar hesaba gelir nitelikte değil, devlet hazinesinden beslenen akrabaları alabildiğine zenginleşmişlerdi. 

Dinden ibretlikler…
Osman, Ebu Zer’den kenz ayetini okuyarak kendisini eleştirmeyi durdurmasını istedi. Ebu Zer’in yanıtı şöyle olur: “Sen benim, Allah’ın kitabından bir ayet okumama engel mi oluyorsun? Vallahi, ben bu ayeti okumayı durduracak Osman’ı memnun etmektense, okumaya devam ederek Allah’ı memnun etmeyi yeğlerim.” 

"Allah’ın malını (kamu malı) akrabana değil, Allah’ın muhtaç kullarına dağıtırsın. Ama sen yapmıyorsun. Tanrı Elçisi’nin şöyle dediğini biliyorum, ‘Benu Ümeyeden otuz kişi bir birlik oluşturdular mı Allah’ın malını egemenlik aracı, Allah’ın kullarını köle, Allah’ın dini pusu yeri, sığınak yaparlar” 

Ebu Zer’in bu sözleri karşında Osman sinirlenir, öfkeden küplere biner, Bağırmaya başlar: “Senin bana ve en seçkin dostlarıma bu yaptığın nedir, yeter artık, Medine’den çık git” der. (*)

Osman tarafından Ebu Zer Şam’a böylece sürgün edilir. Sürgün bir yarar sağlamaz Osman’a. Orada Osman’ın en yakın akrabası Muaviye Şam valisidir. Şam’a yerleşen Ebu Zer, bu kez de orada rahat durmayan, İslam kaidelerine uymayan Şam valisi Osman’ın akrabası ve vurguncu yoldaşı Muaviye vardır. Muaviye’nin İslam dışı eylemlerine hep muhalefet yapar, onu yerden yere vuran eleştiriler yapar.

Muaviye’nin kamu parasıyla Şam’da yaptırdığı şatafatlı sarayı eleştirir ve saray hakkında Ebu Zer şöyle der:

"Bu sarayı kamunun malından yaptırdınsa, bu bir hıyanettir; kendi paranla malından yaptırdınsa bu da bir israftır”  diyerek yerden yere vurur Muaviye’yi.

Muaviye dayanamaz, son çare olarak Halife Osman’a şikayet eder, “Bu belayı başından alması”  için ricada bulunur. Halife Osman’dan gelen yanıtta, tahkir edici bir eda ile Ebu Zer’in Medine’ye gönderilmesini emreder. Muaviye’yi eleştiriyor diye ajanlar Osman’a gammazlıyorlardı. Halife Osman’da adeta Ebu Zer’i bir terörist muamelesine tabi tutarak, Muaviye Ebu Zer’i, kör ve uyuz bir çulsuz katıra bindiriyor, gözcüler nezaretinde Şam’dan Medine’ye gönderiyor. Medine’de Osman’ın huzuruna çıkartılıyor. Osman Ebu Zer’e hakaretler yağdırarak şöyle diyor:

“Benim aleyhimde konuşuyormuşsun. Bu şehirden hemen çıkıp git ve bir daha buraya dönme” diyor. Belazüri, el-Esnab, 6/167’de, Ebu Zer, sürgün yeri olarak Şam, Kudüs, Mekke, Küfe, Basra gibi yerlerden birini istiyor ama Osman onu en kısa sürede ölebileceği tek yer olarak çölün ortasında ıssız bir köy olan Rebeze göndermeye kararında. 

Ebu Zer “Tek dostum kalmaması pahasına da olsa gerçekleri söylemeye devam edeceğim” diyor.

Yoksulluk ve açlık içinde ölünceye kadar Rebeze’de yaşadı. Orada öldüğünde bütün geçimini sağlamaya çalıştığı iki keçisi ve yanında birde tek karısı vardı.

Ebu Zer Gifari, Görkemli Saray ve Muaviye
Ebu Zer Çöllerde
Halife Osman tarafından bir tür sürgün konumunda Muaviye'nin yanına Şam'a gönderilen Muhammed dostu Ebu Zer için: "O böyle bir eve laiktir" diyerek Muavi’nin askerleri kalabileceği bir mekân gösterirler.

Ebuzer: Yoksullar varken o bu evde asla kalmak istemez: "Asker, beni Muaviye’ye götür” der. Ebu Zer Muaviye’nin sarayına gelir, şaşa kalır görkemine ve işçiliğine, yapılan onca masraflara.

Ebu Zer: “Muaviye bu sarayda mı kalıyor?”
Asker: “Evet, bu sene yaptırdı, “Yeşil Saray” diyorlar adına. Duvarlarında süslü mücevherler, dünyanın en büyük ustalarına yaptırıldı. Diyorlar ki, Rum saraylarından daha muhteşemmiş. Valimiz Muaviye: "Müslümanlarında görkemli sarayları olması lazım" diyor.

Ebu Zer: İnsanlar ölmek için doğuyorlar” der ve Etrafında fır dönen hizmetçilerin hizmet ettiği Muaviye tahtında oturmaktayken, öfkeyle yanına çıkan Ebu zer, bakın ne der Muaviye’ye: “Ey Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye, ey şabbaris, ey allı şanlı sahabe” der ve Muaviye:

Ey Ebu Zer hoş geldin” der.
Ebu Zer: “Derhal yık bu sarayı!” der.
Bu söze şaşıra Muaviye: “Ne? der.

Ebu Zer, Kur'an'dan bir ayet okur ve: “Ey Muaviye! Bilmez misin peygamberimiz yoksulları düşünür; yoksullar gibi yaşardı. Hasırlarda uyur, halktan biri gibi davranırdı, o açlıktan karnına taş bağlamıştı, bir hurmayla günü geçirmişti. Bu halk nasıl yaşarsa, o da öyle yaşardı… Sen nasıl valisin ey Muaviye? Sen nasıl sahabesin? Tıpkı ruh kısanlarına benzemişsin, saltanat kurmuşsun kendine; bu ne şatafat, bu ne ihtişam! Yoksullar inlerken sen burada tepinecek misin? Bunun hesabını öte tarafta nasıl vereceksin?"

"Ey vali! Şehrinde yoksullar var, dilenciler her köşede inliyor, sense bir saray kurmuş içinde gülüyorsun. Sen nasıl bir valisin Muaviye? "Ey Ebu Süfyanın oğlu, bu sarayı halkın parası ile yaptıysan haksızlıktır. Eğer bu sarayı kendi paran ile yaptıysan israftır, haramdır. Derhal yık bu sarayı” der ve öfkeyle sarayı terk ederken arkasından Muaviye yanındaki adamlarına: “Bu adam önceden de deliydi, şimdi daha da delirmiş. Ah halifemiz bunu benim başıma bela olarak mı gönderdi”  der.

05.06.2015 günü Recep Erdoğan kendine yaptırdığı şatafatlı ve görkemli dahi karadelik gibi para yutan kaçak Ak saray hakkında eleştirenlere şöyle seslendi meydanlarda: "Aslan yattığı yerden belli olur" dedi. 

Ama bu ülkede koyunlar hala tezek kokulu ağıllarda yatıyor. Bir açıklaması var mı? onlar aslanların nesi oluyor? Dahi, Anadolu ova köylerinde insanlar nasıl yaşar hiç baktı mı. Köstebek yuvasını andıran evler, kırsallarda ve dağ koyaklarında da insanlar kartal yuvasını andıran çalı çırpıdan yapılmış ev bile denemeyecek yerde yaşıyorlar... 

Ebu Zer Gifari
Ebu Zer Gifari çöllerde
Seçkin sahabelerden Ebu Zer, Emevi pisliklerin ihbarları sonucu zulme yenik
düşer. Halife Osman tarafından eziyet edilen, inim inim inletilen, sonra ıssız
Arap çöllerine sürülüp ölümüne terk edilendi.

Muhammed dostu Ebu Zer Giffari, iktidar, güç, otorite, zenginlik elinde olanlara
ne diyor bakın: “Evinde yiyecek ekmeği bulunmadığı halde, kılıcını çekip sokağa fırlamayanın aklına şaşarım” Polis tarafından üç bakan çocuğu sahtekârlıktan, rüşvetten ve nüfuz kullanmaktan sanık olarak gözaltına alındı, o polisler derhal görevden alındı. Altı gencimizi öldüren polislere ise “Polisimiz destan yazdı”
 dendi.

Allah’ın resulüne ve ashabının yolundan gitmeyenler! Ey gurur sahipleri! Sepetçilikle geçimini sağlayan Muhammed dostu Selman-i Farisi’ye Halife Ömer bir miktar maaş başlamış, O’da bu maaşını olduğu gibi fakirlere dağıtırmış. Bir gün Selman-i Farisi’nin evine Halife Ömer’in adamları gelir, maaşını dağıtmadan kendi masrafları için harcasın diye halifenin emirlerini iletirler.

Sepet yaparak geçimimi sağlayan Selman-i Farisi’nin Ömer’in adamlarına anlattığı
şu sözleri sizleri utandırsın: “Bir dirhem veriyorum hurma yaprağı alıyor, sepet örüyorum. Ördüğüm sepeti üç dirheme satıyorum, üç dirhemin birini yaprak almak için ayırıyorum, bir dirhemini çocuklarımın nafakasına harcıyorum, öteki bir dirhemini de sadaka veriyorum. Eğer Ömer b. Hattat beni bu işten men etse onu dinlemem” (**) der. 

Bir hadis Ebu Hürreye’den aktarma: “Muhammed şöyle buyurur; siz işlerinizde kendinizden aşağı olanlara bakınız ve sizden yukarı olanlara bakmayınız” demiştir.
Bu hadisi doğrusu alıp lafazanca sulandırarak kendine göre yorumlayarak aktaran Ebu Muaviye: “Üzerine olan nimetini” diye değiştirir. Aslında “hadiste üzerinizde”  diye bir söz yoktur “yukarıda” sözü vardır.

Bir insan sürekli konuşmaları arasına dini bazı terimleri sıkıştırarak konuşuyorsa,
o yalancılık ve sahtekârlıktan beslenen kişidir.       

İslam, doğrudan yaşamın içindeki düzensiz gidene karşı mücadelenin sonucudur. Yani, İslam, düzensiz gidişatı düzene sokmak içindir. Ömer, Ali bu İslam düzenine “devrim” dedi, Osman ve akrabası Muaviye ise Emevi geleneğine sarıldı, kazanan da onlar oldu. Ömer, Ali’nin, yenilikçi icraatlarının akıl hocası olduğunu söyler…

Ali, kayınbabası, amcaoğlu ve can yoldaşı Muhammed’in ölümünden, kendisinin halifeliğine kadar geçen 25 yıllık sürede Medine’de oturdu. Bütün dönemler ana muhalefet rolü üstlendi. Çevresinde Ebu Zer ve Ammar gibi etkili sahabeler vardı. Muhammed’in getirdiği kabile mantığını aşan, getirdiği yeni değerlere içten bağlı kalan biriydi Ali. Diğerleri, adaletli yaşamak istemesiydi. Muhammed’in devrim mantığıyla hareket etti Ali. Osman ise siyasi tavrını sergiliyordu. Ali’ye uymak istemiyordu. Bugün siyasetin 1400 yıllık fıkha, kalemden felsefeye kadar tutum alanlarında bu saflaşma sürdü.
Selman ZEBİL 

(*) Kaynak: Muhammed Cevad Alülfakih, "Ebu Zer" s. 136
(**) Kaynak: İbn Sa’d’dan aktarma.  

26 Ocak 2015 Pazartesi

İNGİLİZ CASUSLARDAN LAWRENCE ve BELL

İNGİLİZ CASUSU THOMAS EDWARD LAWRENCE

İngiliz casus Lawrence
1926 yılında “Bilgiliğin Yedi Sütunu” adında Arabistan anılarını yayınladı. Bu kitaba en çok itibar veren Anglosakson dünyası olur.

Osmanlı toprakları olan Arap coğrafyasında İngilizler Şerif Hüseyin’e ayda 200 bin sterlin ödüyorlardı.  Ayrıca silah ve cephane yardımları yapıyorlardı. Bu işleri iyi Arapça bilen, yalınayak ve bedevi elbisesiyle Hicaz topraklarında dolaşan Lawrence (1888-1935) işleri İngilizler adına yürütüyordu.

Lawrence adlı İngiliz ajanının Arapları Osmanlıya karşı kışkırtmaları sonucunda Hüseyin 1-2 Haziran 1916 yılında ayaklanır. Medine dışında Hicaz’ı ele geçirdi. 29 Ekim 1916 yılında Hüseyin kendini Arapların kralı ilan etti.

Fransa, İngiltere, Rusya Hüseyin’in bu sıfatını tanıdı. Lakin Bedevilerin modern bir savaşı yürütecek durumları olmadığı için, ordunun başındaki Hüseyin’in oğlu Faysal’ın Hicaz Demiryollarına baskınlar yapmaktan başka bir yeteneği yoktu.

1888 doğumlu 47 yaşında bir motosiklet kazasında 1935 de İngiltere de ölür.
Yarı İngiliz yarı İskandinav olan Lawrence, Osmanlı-Arap düşmanlığı yapan bir İngiliz casusudur.

Casusluk başarısını şöyle açıklar: “Irak’ın petrol ve mısır tarlaları bizim olsun diye bunları elde etmek için düşmanlarımızı (Osmanlı İmparatorluğu) mağlup etmemiz kâfi idi. (...) Biz Arapları Türklere karşı başarılı şekilde organize ettik...” der.

Gerçek resmi yandaki Lawrence, Türklere karşı savaşta yanında bulunan Arap arkadaşları, Osmanlı’ya karşı isyanın en güçlü kişileri Mekke Şerifi Hüseyin, Emir Faysal, Şerif Ali, Dahum ve Ahuda dahi diğerleri...

Lawrence’ın amacı 20 milyon Arap’ı bir araya toplayıp “Sami Arap milleti” yaratmaktı. Fakat değil bir çatı altında birleşmeyi, birçok birbirine düşman Arap devletler doğurdular...

İngiliz casus Lawrence (filimden görüntü) 
Bugün “Kürt sorunu” diye dayatılan, yakın geçmişte Osmanlıyı parçalaması için İngilizlerin bölgeye gönderdiği Edward Lawrense’nin dediklerine kulak verilim: “Irak petrolleri ve mısır tarlaları bizim olsun diye bunları elde etmek için düşmanlarımızı (Osmanlı İmparatorluğu) mağlup etmemiz kâfi idi...” demesi

Hala bu emperyalist emellerinden vazgeçmedikleri, son Irak işgaliyle kanıtlanmıştır.
Ekmeğin akına petrolün karasını sürmeye devam etmektedirler. Bence bu bölgede durgunluğun, petrolün bitmesi sonucu başlayacaktır...

Osmanlılar tarafından Mekke’de yaptırılan “Ecyad Kalesi ”UNESCO tarafından dünya mirası sayıldığı halde tarihe saygısızlık yapan Suudi yönetimi tarafından yıktırılarak yerine otel yaptırılmıştır. Başında Abdullah'ın bulunduğu aynı Suudi yönetimi İngiliz casus, Arapları Osmanlıya karşı kışkırtmak, isyanlar yaptırmak için mücadele veren Lawrence’nin Cidde’deki yaşadığı evi restore ettirip kapısına kocaman harflerle  “Bu ev, Türklere karşı savaş vermemize yardımcı olan Lawrence’nin karargâhıdır” diye adına onurluluk bildirisi asarlar. 

İngiliz casus kadın Bell Arap çöllerinde 1920

İNGİLİZ CASUSU GERTRUDE BELL
Arapça, Farsça bilen soylu ve güzel bir kadın olan Bell, 1868’de doğar 1926’da ölür. Arapları, Ermenileri, Kürtleri Türklere karşı kışkırtmasıyla tanınır. Geleneklere meydan okuyarak Arap çöllerini deve sırtında geçerek, inanılmaz maceralara dolu bir hayatı olan İngiliz keşif, arkeolog, diplomat, yazar, en önemlisi casusu bir kadın.

Anadolu dağlarında Osmanlı halkları kışkırtarak ayrılıkçı tohumlarını ünlü, yine Türk düşmanı olan casus (ibne olduğu söylenen) tam adı Thomas Edward Lawrence ile birlikte attılar...


İngiliz kadın casus Bell Kral Faysal ile piknikte 1920
Osmanlı İmparatorluğundan Mezopotamya’nın ayrılmasında istekli bir çaba içinde olur. Daha sonra, uğraşıları sonucu, Osmanlı’dan koparılıp Irak devletinin kurulmasında rol oynar. Irak eski eserler içinde bırakılır. 













TÜRK DESTANLARINDA AĞAÇ ve AĞAÇ KÜLTÜ 3. BÖLÜM

Osmanlının Kurucusu Osman Bey’in Ağaç Görmesi Hakkında Rüyası Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemine ait tarihi kayıtlar ve menkıbelerde de ağ...